0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

1. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

"Şeytan ve Melek"

Şeytan perdeyi açtı ama melek sahneye yetişemedi.

İsmim, Mahşer.

Mahşer Alizarin.

Ebeveynlerimin bana neden bu ismi verdiğini hâlâ anlamış değildim. Yirmi üç yıllık hayatımı Mahşer olarak sürdürmek kolay olmamıştı, herkes adımı duyduktan bir süre sonra acaba ailesi ona neden bu ismi koymuş, bakışlarıyla bana bakardı.

Bir yere kadar, her mutlu ailenin olduğu gibi basit, pembe bir hayatım vardı. İki kardeştik, abimin adı Enes’ti ama bizi, o gece terk edip gitmişti. Ailem, bundan altı yıl önce, bir suikasta kurban gitmiş ve o geceden sonra her şey rayından çıkmıştı. Babamın kendisini, anneminse ruhunu kaybetmiştim. Abimse o suikasttan sonra, annemle beni hastane odasında bırakarak gitmişti. Paramızı, haysiyetimizi, birbirimize olan sevgimizi, bu ailenin içindeki her güzel şeyi kaybetmiştik.

O an sanki on yaş yaşlanmıştım.

Acının, insanı aniden büyütmek gibi bir hüneri vardı.

Simsiyah, gece kadar koyu saçlarımı sırtımda taşırdım. Birbirinden farklı iki renkte gözlerim, çok koyu kaş ve kirpiklerim vardı. Gözlerimin birisi yeşil, birisi maviydi. Tıpta buna heterokromi deniyordu. Dudağımın köşesinde, oldukça küçük bir ben vardı ama ilk bakışta kolay kolay fark edilmezdi. Onu seviyordum. Aynaya baktığımda küçük, solgun, cansız bir yüz görürdüm. Kısa boylu, zayıf, esmer bir kızdım. Aslında kendime uzun uzun bakamazdım, aynaları sevmezdim.

Kendimi görmeyi istemezdim.

O günden beri.

Hiç unutamıyorum, şimdi bile düşünüyorum. Yıllar önce, on altıncı aşımın ortalarında lisenin ikinci yılındaydım. Babamın gelir düzeyi, bizi iyi bir evde yaşatmaya yetiyordu. Ama o gün her şey tepetaklak olmuştu.  Her şeyin sıradanlıkta ilerlediği bir gündü aslında. Her zamanki gibi okuldan sonra arkadaşlarımla kafeye gitmiş, eve geç döneceğimi anneme haber vermiştim.

Ve o gün eve geç dönmüştüm.

Kapıyı açıp içeriye girişimi, salona doğru yürüyüşümü hâlâ hatırlıyordum. Kafamı salona çevirdiğimde gördüklerimde hâlâ aklımdan çıkmayan şeylerdi. Babamın ölümünü göremeyecek kadar gecikmiştim ancak annemin çığlıklarını duymuştum. Dilini kesmişlerdi. Onları gördüğümde attığım çığlığı bazen gece rüyalarımda görüyordum. Ailem suikasta uğramıştı, hiç tanımadığım gangsterler tarafından. Silahla vurdukları babamın başında saatler boyu beklerken, neden ayakta beklediğimi ve neden ağlayamadığımı bugün bile hâlâ bilmiyordum.

Hiçbir şey yapamamıştım.

Şoktaydım.

Ve babamın öldüğünü fark ettiğimdeyse, acıdan bayılan annemle beraber, sabahın ilk ışıklarına kadar başında beklemiştim.

Sonraysa abim eve döndüğünde benim karşılaştığım dehşetle karşılaşmış, çılgına dönmüş, bir anneme, bir babama koşarak evin içinde dört dönmüştü. Hastaneye nasıl geldiğimizi, babamın cesedini nasıl morga kaldırdıklarını, anneme nasıl müdahale ettiklerini hatırlamıyordum. Zaten abim, o günün akşamında, babamı kaybettiğimizi öğrendiğinde bizi terk edip gitmişti. Hastanenin odasında geçirdiğim bir hafta sonraysa bir adam gelmişti. Hiç beklemediğim bir anda odanın içerisine süzülmüş, karşımdaki fıstık yeşili koltuğa oturmuştu.

Adı Duman’dı.

Duman Alanguva.

Benden iki yaş kadar büyük, on dokuz yaşında bir genç adamdı. O gece muhtemelen aynı adamlar tarafından kendi ailesinin dağıtılıp, annesinin öldürüldüğünü söylemişti. Biz aynı mahallede, birbirimizin arka sokağında oturuyorduk; bu yüzden beni bulabilmişti. Karşısında oturmuş, hiç cevap vermemiş, ruhsuzca onu izlemiştim.

Hastane odasında dile getirdiği kelimelerin ağırlıkları bugün bile aklımdaydı. Yanıma yaklaşmış, tanıdık kokusuyla etrafımı sarmıştı. Eğer o an hissedebilecek kadar dayanıklı olsaydım, erkeksi kokusunun bedenimde yarattığı kusursuz teslimiyeti hissederdim. "Bugünü ve beni unutma," demişti kulağıma doğru. "Sana, bir acının insana neler yaptırabileceğini öğreteceğim. Beni bekle."

Sonra gitmişti

Ve o günden beri Duman’ın geri dönmesini bekliyordum.

Yedi yılı geride bırakmış, yirmi üç yaşıma girmiştim. Şu an için her şey olağan bir seyirde ilerliyor, normal olmadığını bildiğim bir hayat yaşıyordum. Babamın vahşi ölümü, annemin derin sessizliği ve abimin yokluğunda bir başımaydım.

Babamın ölümünden sonra yitirdiğimiz maddi kazanç sebebiyle daha küçük ve müstakil bir evde yaşıyorduk. Babamın emekli maaşı bize bir şekilde yetiyor ve birçok ihtiyacımızı karşılıyordu. Annem küçük odasında oturur, saatler boyu camdan dışarıyı izler ve susardı. Sadece inlerdi. Acıdan.

Ben ise küçük sayılacak odamın içerisinde, kasvet ve bunalım içinde yaşardım. Üniversite hayatının son yılını hakkıyla verebilme derdindeydim. Nihayetinde verebilmiş, bugünün tarihini mezuniyet belgeme işlemiştim. Bin bir zorluğu aşarak bitirebildiğim üniversite son derece zor ve sancılı bir süreç olmuştu benim için.

Gözlerim camdan dışarıyı, sağanak halde yağan yağmuru izliyordu. Ellerimi siyah badimin uçlarına geçirdiğim dakikadan beri hareketsizdim. Uyanıp kıyafetlerimi giydiğimden beri dışarıyı izliyordum ama artık buna bir son vermeliydim. Derin bir nefes vererek ellerimle badimi serbest bıraktım ve cama arkamı dönüp odanın çıkışına yürüdüm. Annemin uyanıp uyanmadığını merak ediyordum. Odadan çıktığımda beni karşılayan mütevazi salonumuz oldu, salon odama ve doğal olarak oda da salonumuza açılıyordu.

"Anne?" Dedim cevap veremeyeceğini bilmeme rağmen. "Neredesin?"

Mutfaktan yükselen sese kulak kabarttım, kaşlarım hissettiğim duygularla çatıldı. Konuşmadığı için çırpınıyor ve inler tarzı sesler çıkararak kendini ifade etmeye çalışıyordu. Derin bir nefes vererek mutfak kapısına yöneldim. Hafifçe iteleyerek araladığında kafamı yana yatırdım ve annemin cılız bedenini görerek duraksadım.

Mutfak tezgâhına yaslanmıştı, elleri ocak başındaki pudingi karıştırmakla meşguldü. Pudingin yoğun kokusunu soludum, bunun aşinasıydım. Sessizce yanına ilerledim.

"Canın mı çekti?" Diye sordum, gözlerim güzel yüzündeki hüzünle kısıldı. "Yine çok erken uyanmışsın.”

Soğumuş ellerini eşofmanının ceplerine atarak not kağıdını ve kalemini çıkardı. Birkaç dakika boyunca bir şeyler karaladı, gereksiz bir telaşa sahipti. Kâğıdı avuçlarıma bıraktı, yorulmadığını ve üşümediğini yazmıştı.

Bazen acı kelimesinin sözlük anlamının annem olduğunu düşünürdüm.

Gereksiz bir telaşla tekrar kaşığı kavradığında onu ikna edemeyeceğimi anlamıştım. "Peki," diye konuştum, ruhumun tasvip etmediği bir kabullenmeyle. "Yapmaya devam et. Çisem de gelecek, eminim tencerenin dibini sıyıracaktır."

Çişem, kendimi bildim bileli benimleydi, zor arkadaşlığıma rağmen yanımda kalmaya diretiyordu. “İlaçlarını alıyorsun değil mi?” Dedim soğuk bir sesle. “Onlar çok önemli.”

Bakışlarını bana hiç çevirmeden omzunu silkti. Anneme kalsa, keşke bir kelebek kadar ömrü olsa, bugün varken yarın yok olsa... Ölmek istiyordu ama bir türlü olmuyordu.

Annemle iletişimimiz çok kopuktu, hatta neredeyse yoktu. O geceden, babamı kaybettiği geceden sonra annem için geri kalanların bir önemi olmamıştı. O beni umursamayı bırakmıştı, ben de kendimi. Nefesimi üflerken, "Dibi yansın," diye mırıldandım. "Öyle daha leziz oluyor."

Kalemini çıkarıp not kağıdına yazdı. Mezuniyetin için giyeceğin elbise hazır mı?

"Biliyorsun, Çisem bu işlerden çok iyi anlar. Benim için seçtiği elbisenin fotoğrafını atmıştı. Şık, kırmızı bir elbiseydi.”

Heyecanlanmıştı fakat benimle gelmeyecekti. İnsanların arasına karışmayı sevmiyordu, kendini ezmesine dayanamıyordum. Güzel olmalısın, hiç heyecanlı gözükmüyorsun?

"Dört yıl boyunca psikoloji okudum, yalnızca bitirmenin rahatlığı var üzerimde.”

Annem ne kalemi eline aldı ne de kendini hırpalayarak bir şeyler yazdı. İnce dudaklarına yerleşen zayıf gülümse canlılığını yitirdi. Kafamı iki yana salladım, bildiğim annemdi işte. "İlaçlarını içmen için iyice doyurmalısın mideni," diye konuştum, kalçamı tezgâhtan ayırarak. "Seni sürekli hastaneye götürmekten yoruldum, içmediğin sürece gitmeye mahkumuz."

Boş bakışlar eşliğinde ilaçlarına uzandı. İlaçları içiyor olmasının rahatlığıyla mutfaktan ayrıldım. İlaçları sürekli zayıfladığı, vitaminsiz kaldığı için alıyordu. Bedenimi salona attığımda, camı tıklatan yağmur damlalarına kısa bir bakış attım; camın ahşap kirişleri su geçiriyordu. Düşünceli şekilde oradan ayrılıyordum ki, saçlarını silkeleye birisi camın önünden hayalet hızıyla geçti ve az sonra kapıya vurdu.

“Mahşer,” dedi, uzun yıllardır arkadaşım olan Çisem. “Çok ıslandım, kapıyı aç.”

İçimi çekerek sokak kapısına ilerledim. Kilidi çevirerek kapıyı araladığımda ıslak, mavi saçlarıyla ve üzerindeki montla içeriye hücum etti. "Çok soğuk,” diye sızlandı, kapıyı beraberinde kapatırken. “Elektrikli soba yanıyor mu?”

Narin ellerini fırsat kaçırmadan bedenime sardığında öfledim. Sarılmaktan hiç de hoşlanmıyordum. "Çisem..."

“Üşüdüm diyorum.” Gülümsedi. “Az sarılıp ısınayım.”

"Üzerindekileri çıkarmadan ısınamazsın.”

"Yok, hemen çıkalım," diye konuştu, sesindeki heves, gözlerindeki parıltılarla değer kazandı. "Gidip hazırlanacağız daha.”

Aman. "Tamam.”

Yanından ayrılarak odama ilerledim. Çift kapaklı dolaptan bir mont aldım. Dolabın köşesine kıvrılan kırmızı bere gözüme iliştiğinde, onu da araklayarak dolabın, menteşesi gevşeyen kapaklarını örttüm. Önce montu giyinip sonra beremi taktım. İçime sindiğine emin olduğumda, kitaplık üzerindeki sigara paketini, çakmağı ve kulaklığı cebime tıkıştırdım. Aynaya bakmaya gerek görmeden odadan çıktım.

Çisem’in yanına dönmeden önce mutfağa yönelerek anneme göz attım. Güneş görmeyen, sulanmayan bir çiçek yalnızca ölürdü. Annem de bir nevi çiçekti, babamla yeşermiş, babamın yokluğunda solmaya mahkûm edilmişti.

"Mezuniyetin kaçta biteceğini bilemiyorum," diye konuştum kapı ağzında. "İlaçlarını içeceksin, sürekli uyarmak zorunda değilim."

İyiliği için diye hatırlattım kendime. İyiliği ve ilaçları içmesi için ona çıkışma mecburiyetindeyim.

Sırtımı dönerek Çisem'in yanına ilerledim. Ellerini ısıtmayı sürdürürken, yerinde duramıyor gibiydi. Benim gelmiş olduğumu fark ettiğinde, sabırsız bir istekle kapıyı araladı. "Öğünç elbiseni beğendi," diye konuştu, bana düz bir bakış fırlattı. "Seçerken yüzünden geçen ifadeyi çekip atmak isterdim. Sanırım seni, o elbisenin içinde hayal ediyordu."

 "O," dedim sokak kapısını açarken "Umarım beni ve bedenimi pis işlerine alet etmiyordur."

Dışarıya çıktığımızda kapıyı arkamızdan kilitleyip anahtarı cebime attım. Annem şuursuz davranıyor, bazen evden çıkıp nereye olduğunu bilmeden yürüyordu. Bunun önüne geçmeliydim. "Öğünç sana bayılıyor," diye konuştu. "Ona karşı hiçbir şey hissetmediğin gerçeği bile yıldırmıyor."

Çok yağmur yağdığı için bahçe toprağı çamur olmuştu. Botlarımın çamura batmaması için dikkat ederek bahçe kapısına, Çisemle yürüdüm. “Öğünç sadece arkadaşım,” dedim, daha önce defalarca kez tekrarladığım gibi.

“Keşke onun için de böyle olsa.”

Bahçe kapısını aralarken yağmur yüklü bulutlara kısa bir bakış attım. Gökyüzünün bağrı fazla kasvet barındırıyordu. Lacivert arabanın kapısını aralayarak koltuğa yerleştim. Çisem şoför koltuğundaki yerini aldı, direksiyondaki hakimiyetini sağladıktan sonra araba yağmurlu zeminde ileriye atıldı.

"Önce bizim eve gideceğiz," diye konuştu, ısıtıcıyı açarken. "Yalnız abim de gelir ama sen zaten onun ilgisine alıştın.”

Öğünç acayip bir çocuktu. Yıllardır platonik aşk bahanesiyle peşimden ayrılmıyor ama ona çizdiğim mesafeyi de aşmıyordu. Fakat benim için sadece arkadaştı. "Onunla baş edebilirim," diye konuştum. "Her zaman ettim.”

Buruk şekilde gülümseyerek önüne döndüğünde, yanağımı koltuğun deri döşemesine yaslayıp camdan dışarıya baktım. Zaten evlerine gidene kadar bir daha konuşmadık. Çisem uzun yıllardır arkadaşımdı, hatta o gecenin öncesinden beri. Bu yüzden ne zaman konuşmak istediğimi de ne zaman susmak istediğimi de iyi bilirdi.

Eve vardığımızda arabadan inip onların apartman içindeki konforlu dairesine çıktık. Kapıyı, ev çalışanları açtı. Çisem ve Öğünç üvey kardeşlerdi. Çisem’in annesi Öğünç’ün babasıyla evlenmişti. Öğünç değil ama Çisem bu evde, ailesiyle yaşıyordu. Doğrudan onun yatak odasına geçtiğimizde Çisem montunu çıkarıp dolabına doğru koştu. "Mahşer," dedi, geniş gardırobun içerisinden çıkardığı elbiseyi yatağın üzerine bıraktı. "Kalbin ağrıyor mu hâlâ?"

Kısık bakışlarım elbiseye düşerken, parmaklarım bilinçsiz bir arzuya ayak uydurdu ve kalbimin üzerine yerleşti. Kalbimde, sebepsiz ve nedensiz ağrılar gelişir ama ben buna anlam veremezdim. Bir doktora görünmüş, hiçbir tıbbi rahatsızlığım olmadığını teğet etmiştim ancak bu ağrılarda hiçbir azalma olmamıştı. Tuhaftı, yer yer ağrıyan kalbimin derdi neydi, hiç bilmiyordum.

"Bazen ağrıyor," diye konuştum düz bir sesle. "Sanki birinin ağrıyan kalbini hissediyorum. Bambaşka birinin kalbi acıyor ama ben bunu çok derinden hissediyorum."

"İlginç," diye mırıldandı, makyaj masasına yönelirken. "Bu denli hissizken, bu denli acı hissetmen çok ilginç."

Beni iyi tanıyor, bir kalbimin olmadığını biliyor.

Yatağa doğru ilerleyip elbiseyi kaldırdım ve baştan aşağıya süzdüm. Sadeliği hoşuma gitmişti. Ardından elbiseyi kısa süre içinde giyinip gardırop aynası üzerinden yansımama baktım. Kıpkırmızı elbise bedenime geçirdiğim ilk değil ama en güzel elbiseydi. Dolgun göğüslerimi sıkıca kavramış, ince belimi sarmalamıştı ve dizlerimin biraz üzerinde bitiyordu. İnce askılı, sırt dekolteli bir parçaydı. Parmaklarımın tersiyle elbisenin üzerindeki hayali tozları silerken gelen gürültüyle irkildim. Çisem pürüzsüz aynanın üzerine sabitlediği bakışlarını kapıya çevirdi; yükselen ses Öğünç'e aitti.

"Çişem!"

"Geldi öküz," diye konuştu tuhaf bir sesle. "İki gündür ortalıkta yoktu. Muhtemelen senin burada olacağını bildiği için geliyor."

O da en az benim kadar rahatsızdı Öğünç’ün bana olan duygularından. Düşünceli şekilde dudak bükerken, başımı kapıya çevirdim ve Öğünç’ün pat diye içeriye girmesine hazırlıklı olduğum için tek tepki vermedim. Uzun boylu, benimle yaşıt bir adamdı. Hoş bir yüzü, çekici tarzı vardı. O akıl çelmeyi bilen bir adamdı ama benim aklım yıllar evvel bir oyun arkadaşı tarafından çelinmişti. Gözleri önce Çisem’i ardından beni süzdü ve bir ıslık çaldı. “Çok güzel olmuşsun.”

Gözlerini devirerek aynaya döndüm. “Sağ ol.”

“Ya ben?” Diyerek kendi siyah elbisesini gösterdi Çisem. Kendi etrafında döndü. “Nasıl olmuşum?”

Öğünç bakışlarını onun üzerinde birkaç saniyeden fazla tutmadı, aynadan görebiliyordum. "Fena değil.”

Çisem dudak bükerek sırtını döndü ve makyaj masasına ilerledi. Öğünç bir daha bana dönerek baştan aşağıya süzdüğünde, kaşlarımı çatarak, “Hazırlanıyoruz,” dedim.

Gülerek ceketini omuzlarına attı ve gerilemeye başladı. “Git diyorsun yani, peki.”

O ıslık çalarak gözden kaybolduğunda, aynanın önünden çekildim ve makyaj masasının önünde duran Çisem’in yanına giderek çenemi omzuna yasladım. Kolye bakınıyor, düşünceli görünüyordu. “Benim için de bir kolye seçsene,” dedim düz bir sesle.

Omzunu silkti. “Bu elbiseye kolye gitmez.”

“Olsun, sen ver.”

Kolyelerine bakındı ve aralarından birini seçip arkama geçti. Kolyeyi takarken ışığını kaybeden gözlerine baktım. Ne zaman olduğunu bilmiyordum ama bir zamanlar olmuştu ve belli ki Çisem için geçmemişti. Bazen yarının olması için güneşin yeniden doğması yetmiyordu. Bazen yarın olması için bugün ki hislerinizden kurtulmanız gerekiyordu. Bazılarımız için hiç yarın olmuyordu, yarın dediğin şey bugünün aynısı oluyordu. Çisem’in yarını da ancak bugün ki duyguları bittiğinde olacaktı.

💔

Huzurlu nefesler almanın ne büyük nimet olduğunu, huzursuz nefes almaya başladığınızda anlıyordunuz.

Kalabalıklar arasında kendini en yalnız hisseden insan ben olabilirdim. Mezuniyetimin olduğu, herkesin eğlendiği bu gecenin içinde herkesin dönüp güldüğü birisi var da bir benim yokmuş gibi hissediyordum. Ve insanlar bunun adına yalnızlık diyordu, oysa yalnızlığı oluşturan da insanların kendisiydi.

Elimdeki kadehi salladım ve saçlarımı sırtıma doğru savurarak göz ucuyla etrafıma bakındım. Tüm okul arkadaşlarım eğleniyor, oynuyor, üniversite mezuniyetinin tadını çıkarıyorlardı. Öğünç ve Çisem bu kalabalığa karışmış, beni de çağırmışlardı ama canım hiç istemediği için burada oturup kalmıştım. Aslında Çisem’in mezuniyeti değildi ama bize katılmayı çok istemişti. Birkaç erkek dans teklif etmişti ama dans etmekten pek anlamazdım. 

Kalabalık bana ne kadar farklı ve yalnız olduğumu hissettiriyordu.

Sırtımı duvardan ayırdım ve kadehimden son bir yudum daha alarak masamıza doğru yürüdüm. Kadehi masaya bırakırken masada oturan çocuklardan biri beni süzdü ama pas vermeden ceketimle çantamı aldım. Doğrulup elimin tersiyle ağzımı sildim ve alkolün kokusundan rahatsız şekilde etrafa bakındım.

Öğünç ve Çisem dans ediyorlardı.

Bir yerlerden ayrılırken diğerlerine haber verme alışkanlığım yoktu, sorumluluk sahibi birisi değildim. Bu yüzden haber verme gereği duymadan ceketimi giydim ve çantamı omzuma atarak mekânın çıkışına ilerledim. Mezuniyet için boğaz köprüsünü gören bir otelin salonunu seçmiştik. Salondan çıkarken bu kadar parayı verip neden mezuniyete katıldığımı düşündüm.

Gelen asansörün boş olması içimi rahatlattı, içeriye yöneldim ve ineceğim katı tuşladım. Kapı kapandığında kaskatı kesilen sırtımı asansör duvarına yasladım ve metal duvarın üzerindeki yansımama baktım.

Bu gözlere gülmeyi öğretemedim, ağlamayı da zaten bıraktılar.

Asansör durdu, bir feryadı andıran tiz ses kulaklarımı doldurdu. Spot ışıklarla aydınlatılan koridora doğru bir adım attım. Diplomamı göğsüme bastırarak otel binasından ayrıldım ve sepken halinde yağan yağmurun altında süratle yürümeye başladım.

Başımı önüme eğip elimi yüzüme siper ettim ve otel binasının önünde boş taksi aramak için birkaç adım attım. Yağmur hızlı ve iri damlalar halinde yağıyordu. İleride bir taksi vardı, oraya kadar yürürsem binip eve gidebilirdim. Ayaklarımı yere daha sert vurarak gözüme kestirdiğim taksiye doğru hızlandım. Henüz kaldırımdan inip taksiye yaklaşıyordum ki, bir adam önüme geçti ve taksi kapısını benden önce açarak içeriye yerleşti. Olduğum yerde kalıp dudaklarımın arasından bir küfür savurdum ve taksi uzaklaşırken, üzerime sıçrayan su damlalarından rahatsız olarak geriye doğru birkaç adım attım.

Aynı esnada birine çarptığımı hissettim.

Topuklu ayakkabılarımın üzerinde dengeyi sağlamak için başımı kaldırırken, bir çift elin dirseklerimden sıkıca tuttuğunu hissettim. Doğru demişler, kokular insana çok şey hatırlatabilir. Yağan yağmur ve burnuma gelen koku da bana çok eskiyi hatırlattı ve kalbim, bir saatin içindeki zaman gibi göğsümün içinde durdu. Islak saçlarım yüzüme düşerken, bir çift el beni yavaşça kendisine çevirdi ve zamansız karşılaşma, beraberinde acıyla kederi sürükledi. Eğer hissediyor olsaydım şikayetçi olurdum acıdan, mutluluk da tazminatı olurdu bu suçun. Kehribar renkli gözler, dumanlı bakışlar gözlerime dokundu ve soğuk bir nefes yüzümü baştan aşağıya ısıtırken, beni sıkıca tutan ellerin sahibi dudaklarını yavaşça araladı.

"Beni özledin mi Mahşer?"

BÖLÜM SONU.