0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

1O. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

"İKİZ GEZEGENLER."

Katiller, her daim cinayeti işledikleri yere dönerler. Bir cinayet sadece fiili olmazdı, ruhani de olabilirdi. Bir adam ruhunu öldürdüğü karısının evine dönebiliyordu, bir baba ruhunu öldürdüğü kızının yanına tekrar dönebiliyordu ya da bir sevgili ihanet ettiği sevgilisinin ruhundan özür dileyebiliyordu. Hepsi bir cinayetti ve sanıklar çoğu zaman cinayetin ruhani boyutunu düşünmezlerdi.

Aslında hepimiz bazı duyguların katiliydik.

Dumanla ikinci kez araba içinde bir gece geçirmiştik.

Üçüncüsü için kendine izin verme Mahşer!

Uyuşmuş bacaklarımı koltuktan aşağıya sarkıtarak hırçınca yüzümü ovaladım ve parmaklarımı doğrudan enseme taşıdım. Terlemiştim. Gözlerim araba camından dışarıyı gözetlemeye devam ederken dudaklarımı ağzımın içine doğru kıvırdım. Bu sabah yorgun ve oldukça sakin hissediyordum ama gün boyu böyle sürmeyeceğine emindim. Derin bir iç çekişle birlikte omzumun üstünden arkama döndüm.

Onu izledim.

Onu izledikçe on altı olmaktan korktum.

Çünkü Duman aynı adamdı ve ben bir kez bu adama kapılmıştım.

Beni fark etmediği zamanın müthiş keskin acısı bir an içime oluk oluk akarak beni zamansız yakaladığında, "Aptalsın," dedim kendime engel olamayarak. Sıktığım dişlerim arasından tısladım. "Beni görseydin seni daha çok severdim, hep mutlu ederdim, daima sadık kalırdım..." kaşlarım bir hizayla yükseldi. "Öyle severdim ki, beni sevmediğin zamanlar için kendinden utanırdın.”

Elimi dudaklarımın üstüne örttüm, parmaklarımı bastırarak biriken kelimelerin ağzımdan yuvarlanmasına mâni oldum. Fazlasına izin veremezdim. Sadece bir anlıktı ve o an az önce ölmüştü, bu anda tekrar yirmi ikiydim. Yine de onu izlemeyi sürdürdüm. Herkese fazla, bana eksik bir adamdı ve eminim ki, kendisi de onun için eksik olduğumu düşünüyordu. Yüzü hafifçe boynuna doğru eğikti, ensesinin ağrıdığına emindim. Kolları göğsünün üstündeydi ve cansız güneş halsizce süzülüyordu koyu renkli saçlarının üstünde. "Boynun ağrıyacak," diye homurdandım oturduğum yerde hafifçe yükselirken. "Keyfine düşkünsün sen, sonra boynun ağrıdığı için akşama kadar yatıp işlerimizi ihmal edeceksin.”

Dizlerim üstünde yükselerek onunla aramda yalnızca bir solukluk mesafe bıraktığımda, saçlarımın bir kısmı yüzüne dökülmüştü. Gergince düz bir çizgi halini alan dudaklarımdan cılız bir nefes verirken, elimi ensesine yerleştirdim ve başını diğer avuç içime düşürerek zengin görünümlü yüzünü açığa çıkardım. Kaşlarımı çatarak homurdandım. "Beyin taşımadığın halde başının bu kadar ağır olması ne kadar da ironik!"

"Boynumun ağrımasına kıyamayarak bana yardımcı olman kadar ironik."

Mahmur, uykulu sesini hiç beklemediğim bir anda duyduğumda, şaşkınlık namına bir refleks vermemek adına yüz ifademi korudum. Gözlerimi gözlerine kaldırdım. Kehribarları benimle alenen eğleniyordu ve dudaklarının ucunda gevrek, tuzak bir tebessüm vardı. Haklıydı, ne yapıyordum? Kendime sinirlenerek ellerim arasındaki başını hızla ileriye doğru fırlattım. "Ağız kokun dayanılmazdı. Seni arabadan atacaktım, o yüzden temasa girdim geri zekâlı!"

Ensesini ve başının tepesini ovalayarak, "Çıkar hemen tırnaklarını," dedi, sanki sitem eder gibiydi ama orantısız sinirini hissetmiştim. "Duvarlarını sikeyim!"

Pis pis söylendim. "Ancak onları sikersin."

Bana tehlikeli bir şekilde baktı. "Bozma ağzını."

Altta kalmaya dayanamadığımı öğrenememiş gibiydi. "Ağzını ilk bozan sendin."

Tip tip baktı. "Götten bitme."

"Benim boyum 1.68!"

Baştan aşağıya beni süzerken, "Dur bir bakayım," dedi ve hemen sonra soğukça güldü. "Evet, hâlâ götten bitmesin."

"Hay senin götüne..."

Beni gıcık ve rahatsız etmenin vermiş olduğu huzurla önüne dönerek uyku mahmurluğundan kurtulmaya çalıştı. Gözlerini ovaladı, saçlarını geriye doğru taradı, boynunun çevresini esnetti ve az sonra bir sigara yaktı. Bu konuda benziyorduk, ben de zararlarını asla umursamadan güne sigarayla başlardım. "Sigaranı benimle paylaşır mısın? Paketim bitmiş."

Yanaklarındaki kaslar kıpırdadı, çehresi gevşedi. "Rica ettin," dedi, bu iyimserliğini bana karşı kullanarak. "Ağzını bozmadığın birkaç andan birisindeyiz galiba."

"Dalga geçme."

Sigarasını ıslak ağzı ile buluşturarak sert bir nefes daha aldığında, yanakları içe göçmüş ve elmacık kemikleri derinlik kazanmıştı. Sigaranın dumanı açık camdan dışarıya süzülerek onlarca insanın nefesine karıştığında, parmakları arasındaki sigarayı dudaklarından uzaklaştırarak usulca bana uzattı. "Bir yere gidip kahvaltı yapalım?"

Midemdeki açlık, bu cümleye el çırptı. "Bakarız," dedim mesafeli bir şekilde. "Sert bir kahve istiyorum."

"Kaptan'a gidelim o zaman?"

Kaşlarımı kaldırarak ona baktığımda ne dercesine silkti omuzlarını. Gözlerimi devirdim. "Kaptanla hemen samimiyet kurmuşsunuz?"

Yüzünü cama çevirdi. "Senin üstünde eli olan herkesi bilmem lazım."

Kurcalamadım. Onun gibi sessizleşerek sigaranın kalan kısmını içtim. Ağzının tadı ağzımın tadıyla buluştuğunda, hissiz kalmak adına verilebilecek tüm mücadeleyi verdim. Kalan sigarayı içmek en fazla bir dakika sürmüştü. Torpidoda bulunan suyla ağzımı çalkalarken Duman'ın cebine uzandığını gördüm. Az sonra parmaklarının arasındaki naneli sakızı bana uzattı. "Kokusundan rahatsız oluyorsan niye içiyorsun kızım?"

Sakızı agresif bir şekilde alarak ambalajını yırtarken, "Kızın sana bir tane çakmadan kapa çeneni," dedim bir demirden daha sert bir sesle. "Bok kokusundan rahatsız oluyoruz ama sıçıyoruz değil mi?"

"Harika bir tespit."

"Horoko bor tospot."

Bana ciddi, uyarıcı bakışlar attı ama aldırmadım. Sakızı sessizce çiğneyerek bacaklarımı kendime çektim ve koltukta bağdaş kurdum. Duman direksiyon hakimiyetini sağladıktan sonra artık şenlenen sokakta hareketlenmeye başladı; okula giden öğrencilerin koşuşturmasını soğuk gözlerle izledim.

Çocukları pek sevemiyordum.

Bana, ne kadar korkunç olduğumu hatırlatıyorlardı.

Çünkü, masumlardı.

Utanmak, belki hissettiğim buydu.

Kalabalığı da sevmiyordum, sessizliği istiyordum. Duman ustaca kullandığı arabasının direksiyonunu sağa kırarak bir başka caddeye girdiğinde, sakızı nefesimle şişirdim ve onu gıcık edeceğini bilerek gürültüyle patlattım.

Homurdandı. "İnsan gibi çiğne şunu."

Sakızı bir kez daha sesli şekilde patlattım. "Bir şey mi dedin?"

Elinin altındaki direksiyona ters ters bakarak arabayı hızlandırdığında, en azından onun emriyle arzularımdan vazgeçmeyeceğimi anladığını gördüğüm için sevindim. Yolculuğun kalan kısmında birbirimizle uğraşmadık, sessiz kaldım ve kafeye ulaşmayı bekledim. Onun hızı sayesinde bu varış kısa sürmüştü ve saat on civarında, kafenin önünde durmuştuk.

Lise öğrencilerinin karton bardaklarındaki kahveleriyle birlikte kafenin kapısı önünde muhabbet ettiğini görürken, belime dek uzanan saçlarımı sırtıma bıraktım ve kulpa uzandım. Bu sırada söylendi. "Burası da hep ergen dolu. Ne buluyorsun ki burada sanki?"

"Çocuk kesmeye geliyorum."

Benimle eş zamanlı olarak arabadan indi. "Veletler seni tatmin edemez."

Kapıyı gürültüyle örttüğüm an bastıran yağmuru hissettiğimde, ona söylenmeye vakit dahi bulamadım. Saçlarım uzun olduğu için ıslandığı zaman baya sorun çıkarıyordu ve şu an bu sorunla ilgilenmek istemiyordum. Kaputun etrafını dolanarak kafenin geniş merdivenlerini bir solukta çıktım, arkamdan gelip gelmediği çok da umurumda değildi. Kapının önünde biten veletler beni gördükleri an yol vermek üzere geri çekildiler. Aralarından biri arkamdan gevşekçe mırıldandı. "Yalnız ben seni görünce olgun kadın sevici falan olu..."

Duman çocuğun ensesine şaplak atarak onu gözleriyle azarladıktan sonra daha hızlı bir şekilde merdivenleri tırmandı ve aramızdaki mesafeyi belli bir ölçüde kapadı. "Kıçını sallamadan yürüsene sen..."

Gözlerimi abartıyla devirerek kafenin kapısını ittirdiğimde tarçınlı kurabiyenin ve kahve çekirdeğinin hatırı sayılır ölçüdeki o kokusu burnuma yükseldi. Evet, oje, benzin ve kahve kokusuna bayılırdım. Koyu renklerle dizayn edilmiş mekâna kısa bir bakış atarken, yanan şöminenin çıtırtılarını dinledim bir süre. Hemen sonra tanıdık bir gözle çarpıştı gözlerim.

Öğünç Karabatak ile.

Onu görmeyi beklemiyordum ama yine de ifadesiz yüzümde herhangi bir tepki gelişmedi. Kaptan'ın oturduğu masada oturmuş, muhakkak beni görmeden önce onunla sohbet ediyordu ama şimdi dik dik, haddini aşan bir şekilde bana bakıyordu. Duman'ın fısıltısı saçlarımda gezindi. "Bu yavşağın ne işi var burada?"

Nefesi saç dibime ağırca işkence ettiğinde rahatsız olarak bir adım ileriye attım ve özel alanından çıktım. Lise buraya yakındı, bu yüzden ortamda çok sayıda lise öğrencisi vardı. Öğünç'ün bakışları omzumun üstünden Duman'a tırmandığında ikisi arasında bilenen bıçakların parlak yüzeyinde kendimi gördüm. Aralarındaki gerilimin beni ilgilendirmeyeceğine karar vererek sert adımlarla gözüme kestirdiğim masaya ilerledim ve oturdum.

Şömine dibindeki ahşap masa kare şeklindeydi ve üstünde birkaç şekerleme vardı. Sandalyeye yerleştikten sonra ceketimi çıkardım ve sehpanın arkasına astım, bilardo masasındaki toplarla uğraşan birkaç çocuk dönüp bana baksalar da uyaran bakışlarımı fark ettiklerinde bundan vazgeçtiler. Dirseklerimi masaya yaslayarak parmaklarımla masanın üstünde ritim tutarken, yanaklarımda salınan soluk güneşi hissettim.

Duman iri adımlarının önderliğinde masaya yaklaşarak karşımdaki sandalyeyi gürültüyle çekti ve kendini sandalyeye bıraktı. Kendisi de ceketini çıkardığında, masamıza doğru yaklaşan Kaptan'ı gördüm. Yüzündeki gevrek gülümsemeyle birlikte masaya doğru eğildi ve ellerini masanın yüzeyine yaslayarak yukarıdan bana baktı. Kaşları merakla çatılmıştı. "Bu sabahta diğer sabahlar gibi pek huysuzsunuz Küçük Hanım."

Dudaklarım gerilirken, "Kaptan," dedim, hafif uyarıcı bir tonlamayla. Fakat, ona karşı her daim saygılıydım. "Her yaşlı senin kadar konuşuyor mu?"

Azarlayan gözleri kısıldı. "Ben sadece elli üç yaşındayım."

Duman gülüşünü bastırmak adına genzini sertçe temizlediğinde Kaptan'ın bakışları ağırca ona tırmandı ve kaşları, olabilirmiş gibi biraz daha çatıldı. "Komik bir şey mı var?" Dedi Duman'a hoşnutsuz gözlerle bakarken. "Yani kırk falan gösterdiğim için elli üç yaşında olduğuma inanmıyor olabilirsin evlat."

"Ne kırkı," dedi Duman, pişkince gülümseyerek. "En fazla otuz beşsiniz."

"Hergele!”

Duman ellerini birleştirerek masaya yaslarken, Kaptan'da doğrulmuş ve tezgâh arkasına göz atmıştı. "Masayı donatıyorum gençler. Bu arada Mahşer, Öğünç'e bir selam vermeyecek misin?"

Masanın üstündeki şekerleme kavanozuna baktım; şekerler sütlü ve kahveliydi. "Kendisi gelip selam verebilir."

İç çekti. "Haytalar!”

Kaptan'a tip tip baktığımda kendisi altta kalmadı ve bana azarlayıcı gözlerle bakarak uzaklaştı. Kaptan'ın sevdiği insanlar konusundaki hassasiyetini biliyordum, çünkü hayatındaki birtakım insanların değerini onlar öldüğünde anlamıştı. Onun için üzülecektim, kendim için üzülmeyi bırakabilirsem. Duman bir elini koltuğunun ardına atarak kısık gözlerle etrafı inceledi, "Ne zamandır tanıyorsun Kaptan'ı?" Diye sordu. "Hayatına karışmasına izin mi veriyorsun yoksa ben mi yanılıyorum?"

Siyah ojeli tırnaklarıma boş boş bakarken, "Birinin bana senden daha yakın olmasını sevmiyorsun," dedim, bu gerçeği yüzüne vururken tek bir an çekinmedim. "Neden?"

"Sadece hoşlanmıyorum."

Üsteledim. "Neden olduğunu söyle?"

Yanaklarını şişirerek sıkkın bir nefes verdi. "Kapa çeneni."

Tırnaklarıma, gözlerimden kıvılcım çıkararak baktım. "Azarlama beni!"

"Ağrıtma başımı Mahşer."

Masanın altından, topuklu botlarımın burnuyla ayağına tekme geçirdiğimde kafasını geriye atarak homurdandı ama beni kışkırtmadı. Bu sırada kafede çalışan elemanlar da ahşap masamızı doldurmaya başlamıştı. Daha çok sıcak poğaça, simit tarzı ürünler gelmişti ve az biraz yediğimde doyduğumu biliyordum. Bu yüzden gelecek olan sert kahvemi bekledim ve tırnaklarıma bakmaya devam ettim. Birkaç kahvaltılık çeşidi de masayı zenginleştirmişti ama onlarla ilgilenmiyordum.

Sert, sade kahvem az sonra geldiğinde oturduğum yerde kıpırdandım ve karton bardağıma uzanarak avuçlarım içine aldım. Ellerim hafiften yanmış olsa da sorun teşkil etmiyordu. Duman, tıpkı benim gibi sade olan kahvesine uzanarak sert yudumlarla kahveyi içerken, bir eliyle dilimlenmiş poğaça tabağını önüme ittirdi. "Ye, solgun görünüyorsun."

Yudumladığım kahvenin acımsı, sert dokusu boğazımdan aşağıya akarak tadıyla ağzımda zerk ederken, "Arabada rahat uyuyamadım," dedim sessizce. "Bir daha bunun tekrarlanmasını istemiyorum."

"Tekrarlanacağından yana şüphen olmasın."

Gözlerimi kaldırarak ona baktım. Kehribarları, gezegen yutmuş iki uzay boşluğu gibi derindi. Neden benimle aynı durumu tekrar yaşamak istediğini sorgulamadım, cevapsız bırakacağından emindim. Zaten gözlerimdeki soru işaretlerini gördüğü halde sessizdi. Tekrardan ona bakmaktan vazgeçtiğimde, kahvesini masaya bıraktığını gördüm. "Sen de ye," dedim, çenemle tabakları işaret ederek. "Ben tek bitiremem."

"Bugün sakinsin Gül Dikeni."

Tabağın içindeki sıcak, zeytinli çöreği ağzına atarak kabaca yediğinde gözlerimi devirdim ve bir dilim poğaçayı ağzıma attım. Ihmm... Taze ve sıcaktı; fırından yeni çıkmıştı. Ağzımdaki lokmayı kahvemle ıslatarak yutmayı kolaylaştırırken, Duman'ın üçüncü poğaçayı ağzına atışına hayretle baktım. Homurdandım. "Ayı, sanki Afrika Kabilelerinden çıkıp gelmiş gibi yiyor ya..."

"Sus, seni de yerim."

Önümdeki nimetlere olan saygım yüzümden küfrüme ve çekeceğim el hareketine engel olarak lokmamı çiğnedim. Tamam, erkeklerin daha çok yediğini biliyordum ama iki dakikada üç poğaça yediklerinden habersizdim. Oynayan köşeli çenesine, kımıldayan âdem elmasına çattığım kaşlarım eşliğinde baktım. Benimle eğleniyordu, gıcık ediyordu ve sonra ilgimi çekmeye çalışıyordu.

"Mahşer, bebeğim."

Öğünç'ün eğlenen sesini duyduğumda gözlerimi devirip kahvemi içmeye devam ettim. Lakin, Duman benim kadar ifadesiz kalmayı tercih etmemişti. Öğünç yine çoğu zaman yaptığı gibi yanağımdan makas alarak yanımdaki koltuğu çektiğinde, "Kırarım parmağını," diye homurdandım ters ters. "Gevşek gevşek konuşma benimle."

"Bugün yine çok seksisin."

Koltuğa yerleşerek bir kolunu oturduğum koltuğun sırtına yerleştirdiğinde Dumanla eş zamanlı olarak ona baktık ve homurdandık. "Çek şu kolunu."

Öğünç aynı anda verdiğimiz haklı tepkiye ve bunu bu şekilde sertçe dile getirmemize dudak bükerken gözlerindeki memnuniyetsizlik de genişledi. Bakışlarımız ikimiz arasında birkaç tur gezindi. "Kolum koltuğun üstünde," diye homurdandı oyunbozan bir tavırla. Tatlı tatlı gülümsedi. "Yani sizi alakadar eden bir durum değil, tabii koltuk sizin değilse."

Onun bu gevşek hali, sınır aşmadıkça beni çok rahatsız etmezdi ama şu an gerilmiştim. Tamamen yana dönerek bir kez daha tekrarladım. "Öğünç kolunu koltuğumdan çek ve düzgünce otur, gevşekliğine de son ver."

Pürüzsüz yanaklarına yayılan tebessümü oldukça kötü niyet barındırıyordu. "Buna bu kadar takılma Mahşer. Hadi, bana bir kahve söyle."

Önüme dönerek bir elimle şakağımı ovaladım. İkisiyle de uğraşamayacaktım, ne halleri varsa görebilirlerdi. Sadece bir şeyler zıkkımlanmak ve kalkıp gitmek istiyordum. "Ee, kahve söyleyemeyecek misin?"

Duman, tırnaklarını masanın üstünde tıkırdattı. "Öğünç müsün dövünç müsün nesin... Her ne haltsan işte, kalk git şu masadan."

Öğünç pişkinliğe devam etti. "Masa senin mi kardeşim?"

Duymazlıktan gelerek karton bardağımı tekrar kavradım ve kahveyi yarıladım. Duman sakin kalamıyor değil, sakin kalmak istemiyordu zannımca. Elimin tersiyle dudaklarım üstünde biriken kahvenin ıslaklığını kurularken, "Siktir git," dedi Duman, dudaklarının arasından. "Kalk şuradan."

Onlara göz devirdim. Öğünç de gevşekliği bir yana bırakmış, gerilmeye başlamıştı. "Duman mısın köz müsün nesin," dedi tıpkı onun gibi, iğneleyici bir tavırla. "Sana ne? Göt benim, istediğim yere otururum."

"İsteklerimizin ve arzularımızın restleştiği yerde senin isteğin de arzun da sikimde olmaz," dedi Duman, burun kemerini sıkarken. "Kaybol şuradan."

Öğünç onun bu yenilmez ve geri durmaz tavrına olan sinirini fiili bir şekilde belli ederek konuştu. "Pardon da arkadaşım sen kimsin?" dedi, sabrının sınırında olduğunu anlatan sesiyle. "İstediğim yerde otururum, bu mekân zaten benim sayılır. Bak Köz..."

"Duman,” diye düzeltti.

"Tamam," dedi Öğünç, alenen onunla dalga geçmeye çalışarak. "Sen üç günlük herifin tekisin. Kalkıp gitmesi gereken biri varsa o da sensin közcüğüm..."

"İsmim Duman, seni geri zekâlı!"

Öğünç sırıttı. "Buradan köze benziyorsun."

Duman'ın tehlikeli bir şekilde hırladığını duyduğumda, az sonra çıkacak olan kargaşayı kaldıramayacağımı bilerek mırıldandım. "Şu veletlerden daha veletsiniz."

Öğünç omzunun üstünden bana dönerek sinirli gözlerle bakmaya başladı. "Sen sus."

Duman bir anda ileriye uzandığında, Öğünç herhangi bir tepki vermek için baya geç kalmıştı. İri, kemikli parmaklar Öğünç'ün kot gömleğinin yakasından kavradığında, şiddetinden dolayı karton bardaktaki kahveler sersemlemiş ve etrafa sıçramıştı. Öğünç ellerini masaya dayayarak tutunurken, Duman onun yakasından destek alarak yüzünü yüzüne yaklaştırdı ve hırladı. "Kime bağırıyorsun Döğünç? Senin kemiklerine sıça..."

Öğünç kendini kurtarmaya çalıştı. "Yalnız Döğünç deği..."

"Sus, sikerim."

Öğünç yeni bir girişimde daha bulunarak onun ellerini üstünden ittirdiğinde, Duman bu defa ona izin verdi ve ellerini, bir pisliği silker gibi silkerek ondan uzaklaştı. Çenesini sıktığını, boynundaki damarların gerildiğini ve dudaklarının tek bir çizgi halini aldığını görmüştüm. Öğünç yakasını özenle düzelterek ağzının içinde geveledi ama fazlasına cesaret edemiyordu. "Salaksınız," dedim, aşağılayıcı bir gülümsemeyle. "Ve çocuk. Resmen sidik yarıştırıyorsunuz, inanılır gibi değil."

Duman'ın bakışları bir an üstüme düştü, kehribarlarındaki maşaların etime kayarak alev alev yanan benliğimi kavradığını gördüm. Gözlerinde bir an için gördüğüm şey buydu; kollama ve sahiplenme. Koyu, kalın kaşları bir hizada yükselirken dirseğini masaya yaslayarak bana doğru eğildi. "Onu haşat ederim. Ciddiyim Gül Dikeni, bunu yaparım ve onun senin için önemli olduğunu zerre umursamam."

"Gül... Ne? Gül Dikeni de ne?" Öğünç hızla bana doğru döndüğünde, iki adam tarafından köşeye sıkıştırılan ruhumun; keskin bıçaklarını çıkardığını hissettim. Öğünç bir anda sinirli parmaklarıyla çenemi kavradığında, ben ve Duman onun boyunu aşan cüreti karşısında tepki dahi verememiştik. Öğünç yüzüme doğru bağırdı. "Mahşer, kızım sen bununla yatıyor mu..."

Öğünç'ün gözümün önündeki kafası ve çenemdeki parmakları eş zamanlı olarak benden uzaklaştığında, buna sebep olanın Duman'ın müdahalesi olduğunu anladım. Öğünç'ün yüzüne iri yumruğunu savurarak onu koltuğunda geriye ittiğinde, aceleci parmaklarımı çeneme götürdüm ve ağrıttığı çenemi sıvazladım. "Şerefsiz!”

Duman koltuğunu ittirerek oturduğu yerden kalkarken, Öğünç geriye düşen başını kaldırmadan kanamaya başlayan burnuna tampon yapıyor ve ağzının içinde küfürler savuruyordu. Kafedeki insanlar bizi gözetlemişti ama çok umurumda değildi açıkçası, sonuçta burası bir yerde benimdi. Duman masanın etrafından yürüyerek Öğünç'ün koltuğu önüne geldiğinde, onun geriye doğru yatan başından kolaylık kazandı ve çenesini sertçe kavradı. Öğünç'ün işlevsiz olmasından yararlanarak kavradığı çenesini iki yana savururken, "Cami önüne işemeyecektin," dedi, korkunç bir sakinlikle. "Seni temin ederim ki, göründüğümden çok daha fazlasıyım. Benim veya Mahşer'in sınırlarında, bizden habersizce gezinmemen gerektiğini sana ilk ve son kez açıklıyorum. Aksi halde cami önünden toplatırım kemiklerini, hem de köpeklere."

Ağzımdaki metalik tadın sebebi karnıma saplanan çiviler olabilir miydi? İçimden yükselen sebepsiz mide bulantısını ve beni rahatsız eden hisler birliğini kusmak isterken, Öğünç'ün çenesini serbest bırakmasını izledim. Bir anda yine hissizleşmiştim. Ne çenemdeki anlık acı vardı ne de az önce ki sinir. Hepsi zamansız bir canavar tarafından öldürülmüş gibiydi. Duman gerileyerek koltuğa bıraktığı kaşe paltosunu aldı ve kirpiklerinin arasından bana baktı. "Şuna ayar ver, gel. Arabada bekliyorum."

Sessizliğimden aldığı cevapla birlikte mekânı terk ettiğinde, kendime birkaç saniyelik bir zaman verdim ve hemen sonra omzumun üstünden arkama baktım. Öğünç hâlâ burnuna tampon yapıyor ve inleyerek edepsiz küfürler mırıldanıyordu. Acıma hissi yoktu, dahası üzüntü yoktu, şu an bir boşluktaydım ve kanatlarımdan aşağıya çekiliyordum. Şeytanlarım bile bırakmıştı sanki pelerinini omuzlarından aşağıya. Taze çatlamış dudaklarımı gererken, "Açım," dedim, soğumaya yüz tutmuş poğaçalara bakarken. "Aç olduğumu biliyorum fakat bunu hissetmiyorum. Az önce hissediyordum aslında, eğer biraz daha geç maraz çıkarsaydın az da olsa karnımı doyururdum..." soluğuma yapışan kelimeleri bir maşa ile kaldırıp atmak istiyordum ölü kelimeler mezarlığına. "Şimdi, ne yesem çıkaracağımı biliyorum."

Hatasının farkında olması onu affedebileceğim anlamına gelmiyordu, umarım bunu görüyordur. Doğrulduğunu gördüm, fakat hâlâ burnunu geriye doğru yatırmaya çalışıyordu. "Seni kırmak istememiştim," dedi boğuk, çatallayan sesiyle. "Sadece kıskandım. Ben seninle baş başa vakit dahi geçiremiyorum ama iki günlük bir pezevenk bunu başarı..."

Elimi saçlarına atarak kafasını aniden öne doğru eğdiğimde şaşkınlıkla bağırdı. Masanın üstündeki hazır selpaklardan birini alarak sertçe burnuna bastırırken, "Telafi edeceğim derken sıçtığın boku sıvadın," dedim daha sakin fakat hâlâ şiddetli sesimle. "Burnun kanadığında kafanı öne eğmen gerekiyor seni cahil."

Alnını masaya yaslayarak burnuna bastırdığım selpağı parmakları ile desteklediğinde, kan sıvaşan elimi geriye çektim ve hızlıca pantolonuma sürttüm. Cılız sesiyle, "Haklısın," dedi, sesi gerçekten pişmanlığını ifade ediyordu ama kabul etmiyordum. "Özür dilerim. Sonuçta sen elmayı seviyorsun diye elmanın da seni sevmesini bekleyemezsin ama..."

"İnan bana," dedim, koltuğumu geriye doğru ittirerek. "Sen de elmayı sevmiyorsun. Olmasını istediğin bu, çünkü diğer ihtimal sana çok imkânsız geliyor."

Onun itiraz etmesi hislerinin değişmesine olanak sağlamazdı, belki de bu yüzden itiraz etmedi. Geriye ittiğim koltuğumdan kalkarak ceketimi aldığımda, yine de elimi tutma girişiminde bulunacak kadar kendinde olduğunu gördüm. Parmakları parmaklarıma masumca, sadece güç almak için tutunurken, "Seninle olmak istiyorum," dedi, bastırılmış acısı parmaklarıma aktı ama fazla acıyla olgunlaşmış bedenim onun acısını dışladı. "Bu başka birini seviyor olmamdan daha önemli değil mi? Birlikte olmayı istediğim kişi sensin."

"Olmak istediğim sen değilsin."

Öfkem vardı ama yaymayacaktım, altında kaldığı cümleler ile ruhani bir acı çekebilirdi. Ceketimi üstüme geçirerek kafeden ayrılmadan önce Kaptan'ın selamını aldım, hesap için hiçbir şey dememişti. Bir ara geçerken borcumu ödeyecektim. Bu sefer yağmurda ıslanmayı önemsemeyerek yavaşça arabaya yürüdüm, Duman çoktan şoför koltuğuna yerleşmiş ve motoru çalıştırmıştı.

Kendimi arabaya attığım an tekerlekler tiz bir feryat döktü ve yerdeki tozu kaldırarak caddeye atıldı. Kaşlarımı çatarak sırtımı koltuğa yasladım, onun sinirli halini çekecek halim yoktu. Ellerimi dizlerim üstüne bırakarak, ağzımda raks etmeye devam eden bu yabancı tadın geçmesini bekledim. Tükürmek istediğim kelimeler vardı. "Sana böyle pervasızca yükselmesine nasıl izin verirsin?" dediğini duydum, direksiyonu sağa kırarak göz aşinalığımın olduğu bir sokağa yöneldi. "Ben gibi ona da dişlerini çıkarsana! Evet, ben sana ne kadar balsam sen o kadar zehirsin. Bugün bana bunu bir kez daha kanıtladın!"

Açıkça alay ettim. "Güceniyor musun?"

"Siktir oradan."

Genişçe, samimiyetsiz ama yanaklarımdaki tüm gerginliği kıracak bir şekilde sırıttığımda, bir an bana baktı ve tekrar önüne döndü. Fakat gördüğü şeyi kavrayamamış gibi tekrardan bana döndüğünde, kalbinin nabzı gözlerinde attı. Kalbinin gölgesiydi gözleri ve gölgenin kanatları ıslaktı, az sonra o gölgeyi taşıyan kanatlar indiğinde kalbini göremez olmuştum. Saniyeler içinde kayboldu gözlerindeki gizem. Çenesindeki sakalları sıvazlayarak önüne döndü. "Bunu tahmin etmemiştim. Yani, gülerken böyle görüneceğini..."

Nasıl göründüğümü sormadım. Bugün çok fazla açık vermiştim ve bu kadar kâfiydi. Unuttuğum açlığımla, boğazım altındaki ölü kelimeler mezarlığına gömdüğüm süssüz cümlelerimle birlikte sustum ve onun sessizliğine eşlik ettim. Evet gitmek, zıbarmak ve bu sabah yaşanılanları yok saymak istiyordum. Annemi geceden beri yalnızca bir kere aramış, iyi olduğuna emin olmuştum.

Araba mahalleye girdiğinde arabaya hayranlıkla, açlıkla bakan insanları gördüm. Ağızlarından çok cepleri, ruhları açtı ve kesinlikle pis bir mahallede yaşıyordum. Kadınların ittire kaktıra çocuklarını önüne aldıklarını, okula götürmek için gram hevesli olmadığını gördüm. Kaşlarımı çatarak çocukların sırtındaki çantalarına baktım, oldukça ağırlardı ve taşımakta zorlanıyorlardı.

Araba müstakil evimizin önünde durduğunda dizlerim üstündeki ellerimi kaldırdım, saçlarımı kulağımın arkasına ittirdim. Şükür gelmiştim, dişlerimle dudaklarıma verdiğim eziyeti bitirdikten sonra kulpa uzandım. Camdan dışarıya bakıyor, bacağını seri bir şekilde sallıyordu. "Kendine dikkat et.”

Fazlasına gerek yoktu, bu yüzden kendimi arabadan aşağıya bıraktım ve hızlı adımlarımla bahçe kapısına yürüdüm. Ağır kapıyı ittirerek bahçeye girdiğimde topuklarım çamura batmıştı ama battığım yerden çıkmayı da çıkarmayı da öğrenmiştim. Eve girene kadar araba sokağı terk etmemişti ama ne zaman sokak kapısını araladım, işte o zaman araba burayı terk etmişti.

Eve girer girmez baskın olan koku burnuma yükselmişti; ev havasız ve nemliydi. Bu yüzden doğrudan pencerelere yürüdüm ve camları açtım. O sırada gözlerim etrafı tarıyordu ama annem salonda değildi. Nasıldı? İyi olmasını istiyordum. Bu istekten fazlasıydı, ihtiyacım vardı. Nefesimi sertçe bırakarak çantamı koltuğa fırlattım ve üzerimdeki ceketi çıkarıp her yerini aradım. Çip neredeydi? Kıyafetlerime koymuş olamazdı, dolaptan alıp giydiğim kıyafetlerime... Tam bunu düşünürken ceketimin iç astarındaki deliği gördüm ve parmağımı delikten içeriye sokarak içini araştırdım. Elime dokunan şeyin bir cihaz olduğunu anlamak zor değildi. Diğer parmağımı da içeriye soktum ve astarın içindeki o minik cihazı çıkardım.

Piç!

Çipi inceledikten sonra sinirle yere fırlatıp ayağımın ucuyla ezdim. Bunu yapması, üzerimde kontrol sağlamaya çalışması sinir bozucuydu. Homurdandım fakat son anda duyduğum sesle birlikte başım benden bilinçsiz bir şekilde arkaya çevrildi.

Ses banyodan gelmişti.

Kendime düşünme fırsatı tanımadan bedenimi ters istikamete çevirdim ve neredeyse koşar adımlarla banyoya yöneldim; kalp atışlarım kuvvetlenmişti. Banyonun kapısını gürültüyle iterek içeriye girdiğimde neyi göreceğini bilmeyen benliğim tökezlemiş, kalbim az önce çırpınmanın bedelini ödeyerek pili biten bir makine gibi durmuştu. Annem kusuyordu, üstelik kustuğu kandı.

Lavabonun içinde biriken kan sanki benim damarlarımı çatlatarak dışarı çıkmıştı, ciğerlerim bile şimdi yuttuğu oksijenden şikâyetçiydi. Annem kan kusarken nefes almak ne hakkımaydı ki? Bir an bacaklarım tutmayacak ve yere düşeceğim sandım ama bundan hemen önce ileriye doğru yürümeye başardım. Öksürüklerinin sesi, rahatsız edici gıcırtı gibiydi. Kükrer gibi öksürüyordu. Ne ara yanına gittiğimi bilmiyordum ama titreyen ellerimle annemin başını göğsüme yasladığımı belirsiz bir şekilde hatırlıyordum.

Göğsümde bir deprem oluyordu.

Enkazı annemdi.

Enkazda kalan ben.

Omuzlarından başlayan bir sarsılış tüm vücudunu etkisi altına almış, onu adeta emiyor bitiriyordu. Nemli, kısa ve kahveye yakın sarı saçları yüzünü terletmiş, lavabo tezgâhına tutunan parmakları seğirmişti. Çenesine akan kan birikintisinin bir kısmı doğrudan yere düşüyor ve metalik bir çınlamaya sebep oluyordu. Avuç içimle dudaklarının üstündeki kanı silerken, "Sakinleş," dedim, midemdeki çalkalanmayı hissederken.  "Şşt, iyi ol. Geçti, sadece kustun."

Bomboş, his namına hiçbir şey barındırmayan gözlerle lavaboyu tıkayan kan gölüne baktım. Ne kadar vicdansızca olduğu umurumda olmamakla beraber o kanın herhangi bir ölüye ait olmasını tercih ederdim anneme ait olmasındansa. Sarsılan başı kalbimin kapısını aşındırırken, "İç diye yalvardım," dedim, çenemi başına yaslarken. "O ilaçları içmen için sana her an yalvardım. İç dedim, sadece o kahrolası ilaçları içecektin anne..." çırpınan parmaklarına baktım. "Ölmemen için yalvardım anne!"

Kan sıçramış, zayıf parmakları ile konuştu. Dayanamıyorum Mahşer.

Gözlerimi yumdum. Eğer gözyaşı olsaydım çoktan terk etmiştim gözlerimi ama benim gözyaşlarım henüz terk etmemişti topraklarımı. Hayır, ağlamadım. O ağladı. Bir bebek gibi, anne karnını yeni çatlatmış bir bebek gibi göğsümün üstünde ağlarken, sadece kaldığım enkaza bir ışık sızmasını bekledim.

Bir el feneri doğrultsalar göreceklerdi beni!

Küçücük umutlar...

Fakat az sonra annemin ağzından boşalttığı kan bana hatırlattı.

Benim umutlarımın bir mezarlık olduğunu.

Çoktu ama yoktu.

💔

Yıllar önce,

Galata Lisesi.

Heyecanım, bir bilye gibi içimde yuvarlanarak kalbimin kapısına yüklenirken, avuçlarımda biriken nemi okul gömleğimin zayıf kumaşına sürttüm. Kalbim, yanlış bir matematik problemi gibiydi; asla istediği cevaba erişemiyor ama hızla çarpmaya, sonuca ulaşmaya çalışıyordu. Dudağımın ucundaki gülüş bir silahın ucundaki mermi gibiydi, vurduğunu öldürüyordu.

Sıra Duman'daydı.

Onu... O kadar çok özlemiştim ki!

Hissettiğim duygu yoğunluğunun altında kalmamak için hızlı hareket ederken, Çisem'in halinden memnuniyetsiz bir şekilde söylendiğini işittim. Onu Öğünç'ün yanından çağırdığım ve belli belirsiz flörtlerini kestiğim için memnuniyetsizdi ama bunu daha sonra telafi edecektim. Bugün on beş günlük tatilin bittiği, okulun ilk günüydü ve on beş küsür günden sonra ilk kez Duman'ı görecektim.

Son senesiydi, artık okulu bitecekti ve bu sene ona olan hislerimi açıklamakta kararlıydım. Benim olacaktı, beni sevecekti. Kararlıydım. Simsiyah, kadife yumuşaklığındaki saçlarımı itinayla düzelterek, bordo ruj yedirdiğim kalın dudaklarımı birbirine yasladım. Ruj sürme konusunda henüz tecrübesizdim ama çok da kötü sürmemiştim, sonuçta onun için sürmek istemiştim.

"Bıktım senin şu Duman takıntından," dedi Çisem, şikâyetçi bir tavırla. "Çocuk seni görmüyor. O kadar şey yaptın göz bile süzmedi Mahşer, vazgeç artık."

Yürüdüğüm koridor yolunda tökezleyerek omzumun üstünden ona döndüğümde, gözlerimden çıkan kıvılcımı fark ederek bir adım geriledi ve beceriksizce gülümsedi. Kırgın hissettim, beni görmemiş olması reddettiğim bir gerçekti ve onun bunu acımasızca yüzüme vurması... "Kapa çeneni," diyerek azarladım onu, düşmanca bir tavırla. "Eğer yardımcı olmak istemiyorsan gidebilirsin. Fakat ben bundan vazgeçmeyeceğim, vazgeçmek özgüvensizlerin işidir. Onu alacağım."

Hararetimi görerek, "Peki," dedi ve hemen sonra sırtını duvardan ayırarak doğruldu, ördüğü saçlarının diplerini kaşıdı. "Tamam, elbette yardımcı olacağım. Sadece seni görmeyen bir çocuk için kendini hırpalaman garibime gidiyor."

"Beni gördüğünde ben de onu hırpalarım, ödeşiriz."

Parmaklarını dudaklarının üstüne yaslayarak kıkırdadığında dirseğimi karnına geçirdim ve onu uyardım. Ders saatiydi ve sessiz olmalıydık. Endişeyle gülüşünü bastırdığında tekrardan önüme döndüm ve kafamı öne yatırarak gireceğim koridora göz attım; duvarlardan başka bir şey görememiştim. "Sınıfın kapısında duracaksın," diyerek onu tembihledim, belki bininci kez. "Ne yapman gerektiğini anladın değil mi Çisem?"

Kafasını uslu bir öğrenci çocuğu gibi salladıktan sonra ona söylediklerimi tekrarladı. "Duman'ın dersi beden ama kendisi derse katılmak yerine sınıfta oturuyor ve sen onun yanına girdiğinde ben kapı önünde bekçilik yapacağım." Bir an durarak nefesini tazeledi. "Ona gerçekten açılacak mısın?"

Dudaklarımın ucundaki gülüş tüm yüzüme yayıldı. "Artık zamanı geldi. Beni gördüğünde zaten beğenir. Güzel kızım, tatlıyım, en önemlisi kimsenin sevemeyeceği kadar çok seviyorum onu..." koridoru yürümeye devam ettik. "Bana âşık olacak."

"Umarım."

Sessizce gülüşerek birbirimize baktıktan az sonra sınıf kapısına yaklaşarak sustuk. Bir kez daha etrafı kontrol ettik, nefesimi içine çeken organlarım şişmiş ve kalbimin alanını daraltarak bir çeşit cinayet işlemişlerdi. Kalbimin ne denli hızlı attığını anlatacak kelimeleri bulamıyordum. Kapıya döndüm, irileşmiş renkli gözlerle ahşap kapıya bir süre baktım. Bu sırada Çisem pozisyonunu almış, etrafı kolaçan etmeye devam ediyordu.

Kendi kendime mırıldandım. "Yapabilirim. Yapamazsam kaybedeceğim, biliyorum. Yapabilmeliyim."

Kendimden emin olduğum o anda ince ve kemikli parmaklarım kapı kulpuna asıldı. Ben korkak, sıradan bir kız değildim. Biraz cesaretliydim, bunun için babamın damarlarımda gezinen kanına minnettardım. Bu cesaret her zaman işime yaramıştı ama söz konusu o olduğunda çekinebiliyor, utanıyordum; tabii bu cüretkâr davranmayacağım anlamına gelmiyordu. Elbette davranacaktım.

Bu yüzden yaptım.

O kapıyı açtım.

Titreyen kirpiklerim arasındaki mesafe açılırken, göz bebeklerim neredeyse yerinden fırlayacak kadar büyümüş ve dilim, damağım kurumuştu. Ne beklediğimi bilmiyordum ama böylesini görmek... Bulutlanan gözlerimdeki yaşların aniden yanaklarım boyunca akmasına sebep olmuştu.

Uyuyordu.

Bunu idrak etmeyi başardığımda, açtığım kapıyı oldukça sessiz bir şekilde kapattım. Gözlerimi ondan ayırabilseydim yapardım ama bunu yapmak şu an dünyanın en zor şeyiydi. Yanaklarımı süsleyen ıslaklığı elimin tersiyle silerken, parmak uçlarımda yanına yürümeye başladım. En arkada oturuyordu, üstünde bir kapüşonlu vardı ve kapüşonunu başına geçirmiş, başını da duvara yaslamıştı. Kolları göğsünün üstündeydi, yanakları hafifçe kızarmıştı ve birkaç saç tutamı alnına serpilmişti.

Güzel göründüğünü söyleyemezdim.

Bunu söylemek ona hakaret olurdu.

Güzelden fazlasıydı.

Parmak uçlarımda yükselerek onun yanına yürürken, kıpırtısız duran dudaklarına ve zorunlu bir şekilde keserek pürüzsüzleştirdiği çene çevresine baktım, soğuk ama ilgi çekici bir teni vardı. Sık sık nefesler aldım, uyuduğuna neredeyse emindim; uyumuyor olsaydı gözlerini kapatmazdı zaten. Uzun saçlarım omzuma ve sırtıma çarparken sıralar arasında yürüdüm ve birkaç saniye içinde oturduğu sıranın önünde duraksadım.

Ah, yine söyleyemeyecektim.

Sessiz olmaya dikkat ederek sıra ile onun arasına girerek kalçamı defterinin olduğu sıraya yasladım ve yukarıdan ona baktım. Şakaklarının çevresinde birkaç tane ben vardı, henüz tam anlamıyla olgunlaşmamıştı ama birçok cinsini kıskandıracak kadar yakışıklıydı. Karizmatikti, soluk renkli teninde iki kıymetli mücevher gibi parlayan kehribarları aklımın içinde çakılı kalmıştı. Gözlerini seviyorum.

"Keşke benim olsan."

Hülyalı bir iç çekişle birlikte bilinçsizce ona doğru eğildiğimi fark ettim ama bu beni durdurmadı. Kokusunu almıştım, burnundan verdiği sert nefeslerin yanında boynunun kıvrımlarına saklanan kokusunun da tenime sokulması aynı uyuşturucudan birkaç doz almak gibiydi. Gözlerim hâlâ iri iriydi. Ellerim kucağımdaydı ve ben anbean ona yaklaşıyordum. Ona ilk kez bu kadar yakındım. Doğrusu bir erkekle bir ilk kez bu kadar yakın bir alanın içindeydim. Tedirgin ama daha çok sabırsızdım. Nefesim kesilmişti ama onun nefesleri düzenli gibiydi, aslında bunu düşünecek kadar aklım yerimde değildi.

Alnım alnına değene kadar ona yaklaştım, sanırım omzuma çarptığı o andan sonraki ilk temasımız buydu. İnanılır gibi değildi. Tenini keşfediyordum, ona dokunuyordum ve artık onu biliyordum. Sanki yıllarca açmayı beklediğim o kutuyu açmış, hazineye erişmiştim ama hazinenin benden haberi yoktu. Olsundu, onunla bu anı ve bu dokunuşu yaşamak bile bir erkekle yaşanacak en güzel şey olabilirdi. Dudaklarımı iki yandan çekiştiren tebessümüme engel olamayarak genişçe güldüğümde bir an için kirpiklerinin titrediğini hissederek telaşa kapıldım ama az sonra sakince aldığı nefesle birlikte uyuduğunu düşünerek rahatladım.

Ona erişmiştim.

Bunun keyfini çıkaracaktım.

Karnımda allanıp budaklanan his yoğunluğunun ona dokundukça arttığını fark etmek içimdeki arsız kızı harekete geçirmişti. Düzgün burnunda ve kızarmış yanaklarında oyalanan gözlerim ağırca dudaklarına indiğinde, bacaklarımın içinde kaynayan duygunun çatlayarak içime dağıldığını hissettim. Hücrelerim ayaklanmıştı, bunu istiyorlardı. Gözlerimi kusursuz bir hızla kırpıştırarak sayamayacağım kadar çok yutkunurken, dudaklarındaki ılık nefesi dudaklarımın üstüne bıraktı.

O an ilk kez onun tenini de istediğimi de fark ettim.

Tecrübesiz bir kız olduğum hislerime isin vermeyeceğim anlamına gelmezdi. Onu seviyordum, demek tenine de sevdalanmıştım. Alnında biraz nem birikmişti, o nemi paylaşırken, aklıma ağır gürültülerle düşen bu düşünceyi eyleme geçirmek için kendimi cesaretlendim. Hımm, evet kokusu tarafından vurulmaya devam ediyordum. Yapabilirdim, eğer ben Mahşer Alizarin'sem ilk öpücüğümü şu an ona verebilirdim.

Ve onun ilk öpücüğünü alabilirdim.

Kimseyle öpüşmemiş ve sevişmemişti. Bunu arkadaşlarıyla ettiği bir sohbet sırasında duymuştum. Aslında bu çok normal bir şeydi ama her dokunuşun basitleştiği bu dönemde çok tuhaf bir şeymiş gibi karşılanıyordu. Beni ayakta tutan, ona olan hislerimi dik tutan bir gerçekte buydu; onun bunlara değer veren bir çocuk olmasıydı.

Şakağımı şakağına dokundurdum.

Bu hissin tarifsizliğine inanamadım.

Yapacaktım. Hemen şimdi onu dudaklarından öpecektim. İlk öpücüğüne değer veren bir adama belki haksızlık yapıyordum ama zaten bir tek beni öpebilirdi. Bu yüzden az daha yaklaştım, yaklaştıkça dünyadan uzaklaşıyordum. Ayaklarımın yerde olduğunu söyleyemezdim. Bulutlanmış gökyüzü gibi dolu doluydum; kusmak istediğim hislerim vardı ve hepsi iki dudağımın arasındaydı. Damarlarının soluk teninde kabardığını görür gibi oldum, yine aynı şekilde çenesinin gerildiğini görür gibi olmak zihnimin bir oyunuydu.

Yaklaştım.

Az daha yaklaştım.

Nefes almayı unuttuğum ve düzensiz kalp ritmimin içinden yükselen gürültülü atışların sesini duyduğum sırada elimde onu öpmek için sadece o ânımın olduğunu fark ettim...

… ve onu öptüm.

Tecrübesiz, rujun mat tadını taşıyan dudaklarımı istekli bir şekilde ileriye uzatarak onun aralanmış dudakları üstüne bastırdığımda, karnımın içinde kaynayan fokurtu tüm içime dağılarak beni haşlamıştı. Hissettiğim ilk şey ölçülemez bir şekilde yandığımı fark etmek oldu. Dudakları buz gibiydi, o kadar soğuktu ki, avuçladığım karı dudaklarıma dokundurmuşum gibi hissettim. Ben ise sıcaktım. Kar tanesinin eriyerek çözündüğü bir soba gibiydim, eritirken onu içime emiyordum.

Tadı tatlıydı, dudaklarını kana susamış bir vampir gibi emmek istiyordum ama donmuştum ve şaşkınlıktan hareket edemiyordum. Dudaklarımız birbirine değiyordu. Öpüşme denmezdi. Ya da denir miydi, bilmiyordum. Sadece dahasını istiyordum, nerede ve ne zaman içinde olduğumuzu umursamadan onunla öpüşmek istiyordum. Tüm bedenim pili biten bir motor gibi uyarı vererek titrerken, ıslaklığımı bulaştırdığım dudaklarındaki tüm tadı almaya çalıştım.

Fakat o an bir şey oldu.

Dudakları kıpırdadı.

Bu o kadar ani ve beklenmedik olmuştu ki bir anda kendimi geriye atmış ve kalçam boşluğa geldiği için saniyeler içinde yere düşmüştüm. Kocaman açtığım gözlerimi doğrudan ona kaldırdığımda hâlâ aynı pozisyonda, kıpırtısız bir şekilde uyuduğunu görerek rahatladım. Sanrıydı. Olmasını istediğim şeyin olduğunu düşünmüştüm ama hayır, dudakları kıpırtısızdı. Dilimi dudaklarımda gezdirerek onun tadını alırken aceleyle oturduğum yerden kalktım ve ağrıyan kalçama aldırmamaya çalışarak sınıfı terk ettim.

Kapıyı gürültüyle örterek dışarıya çıktığımda Çisem'in garip bir şekilde bana baktığını gördüm ama konuşma becerimi kaybettiğim için hiçbir şey söyleyemedim. Yutkundum, bir kez ve bir kez daha... Sordu. "Ne halt yedin?"

Güldüm. Onun yanından koşarak geçerken o kadar çok güldüm ki, kahkahamın sesine uyanan sınıflar umurumda olmadı. Süzülüyordum sanki. Saf mutluluk hissediyordum. Çisem'in ne dediğini duymadım, sadece kahkahalar attım. Kendimi iyileşmiş bir kanser hastası gibi hissediyordum; yeniden doğmuştum. Ne kadar yüksek sesli, sevinçli kahkahalar attığımı bilmeden, saçlarım görüşümü kapatana ve bacaklarım beni taşımayarak düşene kadar koştum.

Düştüğüm yerde de kahkahalar attım.

Mutluluğumun ve masum heyecanımın sesiyle çınlayan duvarların, kısa bir süre sonra haykırışlarımla çınlayacağını bilmeden güldüm.

💔

Hissetmediğimi söylediğim hiç kimse gerçekten hissedemediğimi düşünmedi.

Onlara diyemedim ki; eğer hissedebilseydim, herkesten önce hissetmek istediğim biri var...

Söylemedim.

Çünkü hissedemeyeceğimi biliyordum.

Donuk, buz kırağından farksız gözlerim renksiz tavanda oyalanmayı sürdürürken, neden burada olduğumu kendime açıkladım. İstediğim için buradaydım. İstediği için buradaydım. Hatırlamak için buradaydım, hatırlatmak için buradaydım. O geceyi, o gecenin talihsizlerinden birini...

O gecenin büyüttüğü bir kız çocuğunu...

Ada'yı.

Akşam yemeği için bir araya gelmiştik, doğrusu ben onlarına evine baskın düzenlemiş ve akşam yemeklerine dahil olmuştum. Çisem annemin yanındaydı, ikisi de iyiydi; o yüzden rahattım. Mutfaktaki küçük yemek masasının etrafını sarmalamıştık ve duyulan tek şey metal kaşıkların sesiydi.

Bir de Rose isimli bakıcının ağzında şapırdattığı lokmaların sesi.

Ada’nın yardımcısıydı.

Gözlerimi tekrardan tabağıma indirerek kaşığı soslu makarnama sertçe daldırdığımda, çıkan gürültülü sesin Ada'yı irkilttiğini fark ettim. Daima diken üstündeydi, sessizdi ve dudakları asla gülmüyordu. Üstünde mavi renkli pijama takımı vardı, abisinin doldurduğu tabağını yiyor ve ara ara ürkek gözlerle bana bakıyordu. Kaşığı ağzıma tıkarak lokmayı sertçe ezdikten sonra kaşığımı tabağımın kıyısına bıraktım. Kollarımı göğsümün üstünde kavuştururken, "Gelirken sana tatlı aldım," dedim Ada'ya hitaben, şaşırdığını fark ettim. "Malum, sen hiç dışarı çıkmıyorsun. Alamazsın diye almak istedim."

Duman, kendisini bile ezmeme izin veriyor ama kardeşini ezme girişimlerime müsaade etmiyordu. Dudaklarının gerilmesi, cümlemin hemen sonrasında meydana gelen bir tepkiydi. Çatalını sakince porselen tabağının kıyısına bırakırken, "Mahşer," dedi uyarılar barındıran sesiyle. "Yapma."

Onu umursamadan boş gözlerle Ada'ya baktım. Kendine yaptığı şeye inanamıyordum. Ne vardı yani yürüyemiyorsa? Bu utanacağı bir şey değildi, herkesin başına gelebilirdi. Bu yüzden kendini bu evin içine hapsetmesi kendine verebileceği en ağır cezaydı. Ada beceriksizce birkaç saç tutamını ittirdi, üzülmüş olmalıydı. "Bu seni ilgilendiren bir şey değil Mahşer Abla," dedi sessiz ama korkusuzca. Bir tarafımız benziyordu; kaybetmekten korktuğumuz bir şeylerimiz kalmadığı için cesaretliydik. "Dışarıya çıktığında aşağılandığını hisseden sen değilsin sonuçta."

"Onların varlıklarını öldürmeyi başar o zaman," dedim ruhsuzca. "Aptallık etme Ada, iki bacağın olmaması yaşaman için engel değil."

Cümlemin bitmesinin hemen ardından tüm gözlerin odak noktası haline gelmiştim, haklı olduğumu biliyordum. Rose'nin pahalı rujuyla renklendirdiği dudaklarını memnuniyetsizce büzüştürdüğünü gördüm. Hemen sonra aksanlı dili doldurdu kulaklarımı. "Lütfen ona bu kadar yüklenmeyin Mahşer Hanım, o burada da mutlu..."

Küstah bakışlarımı ona çevirdim. "Ada'yı benden daha iyi anladığını falan mı düşünüyorsun?"

Kaşlarını kaldırdı. "Elbette."

Parmaklarımı omuz dekolteli badimin açıkta bıraktığı ensemde dolandırırken, "Sen sadece iğnelerini vur," dedim oldukça kaba bir üslupla. "Bu evdeki insanları anlama."

Duman çatalını ters bir şekilde masaya bırakarak sandalyesini ittirdiğinde, gözlerim istemsiz bir şekilde ona doğrulmuştu. Oturduğu yerden kalkarak bedeniyle göz doldururken, "Doydun mu?" dedi, ellerini Ada'nın tekerlekli sandalyesinin başlıklarına geçirerek. Ona eğilerek boynuna doğru sessizce güldü. "Hadi, şu izlemekten bıkmadığın filmi açayım sana?"

Ada'nın mavi, berrak gözlerinde hüzünlü bir ifade peyda oldu. "Titanik mi?"

"Evet, abiciğim."

Duman bana ters bakışlar fırlatarak Ada'nın tekerlekli sandalyesini çıkışa yönelttiğinde, ırgalamaz tavrıma devam ederek bakışlarımı önüme düşürdüm. Rose sanırım doyduğundan dolayı kalkmak için sandalyesini ittirmiş, zarifçe doğrulmuştu. Gözlerimi abartıyla devirdim, bu kadar zarafet bünyeme fazlaydı. Üstünde, dizlerinin bir parmak altında biten kırmızı elbisesi vardı ve zayıf vücudunu sergilemekten kaçınmamıştı. Saçlarını at kuyruğu şeklinde bağlamıştı ve ruju dışında oldukça sade bir makyajı vardı. Badimin uçlarını yırtık pantolonumun belinden içeriye sokarken, "Bu evde tam olarak ne yapıyorsun?" diye sordum boş bir sesle. "Ada'ya yardımcı olmak dışında ne gibi ihtiyaçlarını karşılıyorsun?"

Masadaki kalabalığı sessizce toparlayarak tezgâha bırakırken, dudaklarının kıyısında esrarengiz bir tebessüm gördüm. "Karşılamak istediğim ihtiyaçları henüz karşılayamadım," dedi ve duraksamadan devam etti. "Ada'ya her konuda yardımcı oluyorum. Onun dışında evin çeşitli ihtiyaçlarını karşılıyorum, zaten çok dağınık bir ev değil. Sadece Duman Bey'in odası biraz dağılıyor ama..."

"Duman odana girmene izin vermez."

Kendimden son derece emin bir şekilde sarf ettiğim cümleden sonra bir an duraksayarak bana baktı. "Evet, onu diyecektim. Kendisi zaten odasına girmeme izin vermiyor, onun dışında da pek dağınıklık kalmıyor..." tabakların kirini akıtarak bulaşık makinesinin içine yerleştirdi. "İki günde bir yemek yaparım, yemek yapmaktan hoşlandığım için zorlanmıyorum."

Samimi görünüyordu ama hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını da öğrenmiştim. Yemeği, istediğimde yapardım. Muhakkak onun kadar becerikli de değildim ama istesem olurdum. Çenemi sol omzuma düşürerek onun hızlı bir şekilde topladığı masaya bakarken, "Çok kaptırma kendini," dedim imalara gebe bir sesle. "Ada ile ara ara ben de ilgileneceğim. Bu arada Rus muydun?"

Kendinden dolgun saçlarını omzunun üstünden arkasına doğru fırlatırken, "Belli değil mi?" dedi, aksanlı sesindeki iğnelemeyi bana batırırken. "Rus olduğum?"

"Yoo, belli değil."

Bozulduğunu saklayarak önüne döndüğünde, yarım ağız sırıtarak kafamı iki yana salladım. Benimle ağız dalaşına giren herkesi ezebilirdim ve bu konuda acımasızdım. Onun tezgâhı daha seri bir şekilde topladığını gördüğümde, sandalyemi ittirerek doğruldum. Mutfağı terk ederek karanlık koridor boyunca yürürken, topuklu botlarımın ahşapta bıraktığı uğultunun duvarlara misafir oluşunu izledim. Belli belirsiz bir jenerik sesini işittim, salondan yükseliyordu. Bu yüzden salona yürüyerek aralık kapıdan içeriye kafamı uzattığımda loş, iç karartıcı salonla karşılaştım.

Devasa ekran LCD'nin yaydığı ışık odanın içine orantılı bir şekilde dağılmıştı, gözlerimi alıyordu. Ada televizyonun karşısındaydı, battaniyeyi bacaklarından aşağıya örtmüş ve pür dikkat gözlerle televizyonda dönen filmi izliyordu. Gözlerim diğer bedeni aradı ve hemen sonrasında onu koltuğun üstünde buldu, fakat onun tarafından izlendiğimi görmeyi hiç beklemiyordum. Omzunun üstünden bana dönmüştü, kehribarları karanlığı delmeyi başaran ikiz gezegenler gibiydi; parıl parıl parlıyordu. Elinde bir kadeh vardı, gözlerinin rengindeydi ama o kadar güzel olmaya erişememişti. Soğuk ve sebepsizce güldü.

Kadehini bana kaldırdı.

Gözlerimi devirerek kapıyı ittirdiğimde Duman'da önüne dönerek bakışlarını benden koparmıştı. Saat akşam sekiz civarındaydı, eve gidecektim ama öncesinde Melih Han ile ilgili gelişen olayları Dumanla konuşmalıydık. Onun oturduğu koltuğun diğer ucuna yerleşerek bacaklarımı kalçamın altına yasladığımda, Ada'nın göz ucuyla bana baktığını gördüm. Gözlerimdeki buzları eritemeyerek tekrar önüne dönmüştü ve benden korktuğunu bir kez daha görmüştüm. Başımı koltuğun kolçağına yaslayarak saçlarımın aşağıya dökülmesine izin verirken, "Ayakkabılarını çıkarsaydın," dedi Duman, altı kirli topuklu botlarıma bakarken. "Bu evde hijyene dikkat ediyorum."

Haklıydı, bunun yüzünden onu suçlayamazdım. Yine de kendimden ödün vermeden sadece kafamı salladım ve hafifçe doğruldum. Fakat bu sırada kapıdan içeriye giren Rose'u görmek anlık duraksamama ve bilincimin şeytana hizmet etmesine sebep olmuştu. Birbirine kardeş olan renkli gözlerimi Duman'ın üstüne yıkarak, kalçamın altına kıvırdığım bacaklarımı çözdüm ve ayaklarımı onun kucağına doğru uzattım. Katı bir sesle konuştum. "Çıkarsana?"

Tek kaşı alnına doğru yükselirken, dilini alt dudağına yuvarladı ve göz bebeklerindeki soru işaretlerini bana doğrulttu. Omuz silkerek bu soruları geçiştirdiğimde kemikli parmaklarının ayak bileğimi çerçevelediğini hissettim. Ilıktı. Bir eliyle ayak bileğimi dengelerken, diğer parmaklarıyla ayakkabının fermuarını yavaşça indirdi. Bu sırada gözleri ayak bileğimi delecek kadar dikkatli bakıyordu. "Ayak bileklerin çok ince," dedi düşünceli bir tavırla, bundan hoşlanmamış gibiydi. "Zayıf da. Nasıl taşıyor ki bedenini, çünkü cidden yok gibi."

Ayakkabımı çıkararak yavaşça zemine bıraktığında, Rose rahatsız edici bir sesle birlikte çaprazımızdaki deri koltuğa oturdu. Parmaklarının ikinci bir deri gibi tenime tutunma çabasını yok saymaya çalışırken, "Ben memnunum," dedim sadece dudaklarımı kıpırdatma zahmetine girerek. "Öbür ayakkabımı da çıkarsana."

Sakince diğer ayağıma uzanarak elleriyle aynı dengeyi sağladığında, "Üşümüşsün de," dedi, daha çok kendi kendine. "Kalorifer peteğinin yanındaki koltuğa oturabilirsin."

Ayakkabımı yavaşça çıkararak diğer çiftinin yanına bıraktığında, hissiz bakışlarımı gözlerine kaldırdım. Şimdi, benim gibi bana bakıyordu. Parmak uçları soluklanır gibi bileğimde dururken, "Gideceğim birazdan," dedim, yüzümdeki maskeyi sağlamlaştırarak gözlerimi kıstım. "Sağ ol, bırakabilirsin ayağımı."

Kaşlarını çattı. "Senin ayakların niye kokmuyor ya?"

Kucağındaki ayağımın yardımıyla onun dizine bir güçlü darbe indirdiğimde, dudaklarının içinde gevelediği küfrüyle birlikte hırladı. Bacaklarımı tekrardan kalçamın altına kıvırırken, "Günde iki defa çorap değiştirdiğim için olabilir mi ahmak," dedim, resmen tıslayarak. "Seninle aynı evde yaşayacak kadına acıyorum. Ayağın kokmuyor da ne ya? Nasıl bir angutsun sen."

Bıkkın bir şekilde kafasını arkaya yatırarak kolunu alnına yasladığında, küllü ve soluk teninin az daha renk kaybettiğini gördüm. Ağzının içinde geveledi. "O zaman kendine acımaya başlasan iyi edersin Gül Dikeni."

Ona orta parmağımı kaldırdım.

Serseri bir şekilde sırıtarak gözlerini kapattığında, onu kızdırmayı başaramadığım için kendime sinirlendim. Kontrollü olması çıldırtıyordu. Dişlerimi sertçe ısırarak doğrulduğum sırada, bir telefon melodisi sessizliğin içini deldi ve orayı doldurdu. Telefon Duman'a aitti. Hızlı bir şekilde koyu kot pantolonundaki telefonuna uzandığında Ada bir an için abisine döndü. "Bir sorun mu var Abi?"

Duman sahte bir şekilde güldü. "Hayır Abiciğim."

Ada önüne döndüğünde, durum tespiti yapmak için ona baktım. Buz gibiydi. Uykuya dalan siniri ayılmış olmalıydı. Oturduğu yerden, hesap edemediğim kadar hızlı bir şekilde kalkarak seri adımlarla odayı terk etti. Sabitlenmiş bir robot gibiydi. Birkaç saniye anlamak ister gibi arkasından baktım, arayan onu memnun edecek bir kişi değildi sanırım. Omuzlarımı dikleştirerek geniş ekranda dönen sahneye bir bakış attım, Ada kocaman açtığı gözlerle, sanki ilk kez izliyormuş gibi izliyordu filmi.

Ne yapmam gerektiğini düşündüm. Beni alakadar eden bir durum muydu? Bence değildi. O yüzden sadece omuz silktim ve bomboş gözlerimi tavana diktim. Kalkıp gitmeli, bir süre Dumanla görüşmemeliydim. Bu düşüncelerin bir cinayet gibi zihnimin içine serildiğini hissederken, Duman'ın çıktığı kapıdan yine sessiz bir şekilde girdiğini gördüm. Üstüne siyah, kaşe paltosunu almıştı ve açtığı kapının ardından Ada'ya bakıyordu. Onun dikkatle televizyon izlediğini gördüğünde uğursuz adımlarla yanıma yanaştı. Kafamı hafifçe geriye atmış, onun bakışlarını karşılarken üzerime doğru hafifçe eğildi. Sadece bana bir şey demek istediğini anladığımda dudaklarımı araladım ama benden önce davranarak konuştu. "Bu gece burada, Ada ile kal. Sabaha karşı döneceğim, uğramam gereken bir yer var."

Kirpiklerimin arasındaki mesafe azalırken, burnumdan sert bir nefes verdi. Emrivaki içeren cümlelerinden haz etmiyordum. Sessizliğe sadık olarak, "Seks yapmaya mı gidiyorsun?" dedim, oldukça sakin ve anlaşılabilir bir sesle. "Hayır, sen seks yaparken kendisine acıyan kardeşine bakıcılık yapmayacağım."

Aniden çenemi kavrayarak yüzümü yüzünün hizasına kaldırdığında, alışkanlık haline getirdiği bu hareketi bir daha tekrarlamamasını söylemek istedim ama yine benden önce davranarak mekanik bir şekilde dudaklarıma indirdi gözlerini. "Nereye gittiğimi öğrenmek için kudursan da ben istemediğim sürece öğrenemeyeceksin. Beni dinle. İstersen geç ve geceyi odamda geçir. Sadece burada kal."

Çisem'i arayıp annemin yanında kalmasını isteyebilirdim, bu sorun olmazdı. Nereye gidiyordu, bunun kumpaslarımızla bir ilgisi olabilir miydi? Bunları öğrenmek için kalabilirdim ama biraz süründürmekte sorun görmüyordum. Dudaklarımı sertçe gererken, "Rica et," dedim kesin bir tavırla. "O zaman düşüneceğim."

Çenemi parmaklarının ucundan uzaklaştırarak kararlı gözlerimi inatçı bir şekilde ona diktiğimde, solgun tenindeki sakalları sıvazlayarak hışırtılı bir sese sebep oldu. "Güzelim, bu gece burada kalmaya ne dersin?"

Sesim netti. "İki paket mentollü marlbora sözü verirsen neden olmasın."

"Sen iste, ben marlborayı senin üstüne yaparım."

Duvarlarıma çarpa çarpa yaralanan avuçlarıyla birlikte bana sırt çevirerek arkasını döndüğünde, duvarımdaki kan lekelerinde bir portrenin yüzü oluşmuştu. Ona aitti. Birbirini kovalayan adımlarıyla birlikte salonu terk ettiğinde, onu takip eden gölgesine şunu fısıldamak istedim: Onu kolla.

Sokak kapısının gürültüyle örtüldüğü o andan sonra salonda kısa sürelik bir sessizlik oluşmuş, hemen ardından Rose Ada'ya bitki çayını ve ilaçlarını vererek evi terk etmişti. Gitmesi iyiydi, aksi halde ne zaman ne yapacağı belli olmaz yapım sayesinde onu da incitebilirdim. Sahi, incinmesi ne kadar umurumdaydı? Hiç. Bir süre bu loş odanın içerisinde, televizyondaki filmi izlemiş ve birbirimizin sessizliğe sadık kalmıştık.

Saat on biri geçtikten sonra Ada'nın tekerlekli sandalyesinde uyuyakaldığını görerek memnuniyetsizce burun kıvırdım. Başı sandalyesinden aşağıya düşmüş, boynunun ağrıyacağı bir pozisyon oluşturmuştu. Abisi geldiğinde onu yatırırdı, ilgilenmeyecektim. Biten filmin jeneriğine bomboş gözlerle bakarak telefonuma uzandım ve Çisem'e, bu gece gelmeyeceğimi belirten bir mesaj çektim. Evet, annem konusunda güvenebileceğim tek kişi şu an için oydu.

Televizyonu kapatıp evi tamamen kararttım, sokak ışığının yardımı olmasa önümü dahi göremezdim. Perdeleri örterek gözlerimi ovalarken bakışlarım tekrardan Ada'ya tırmanmıştı, ne diye uyumuştu sanki? Yanına ilerleyerek son derece kullanışlı olan tekerlekli sandalyesini yavaşça hareketlendirdim, onu yatırmak benim için zor olmamalıydı.

Dupduruydu. Benim vahşi yüz hatlarıma orantısız bir şekilde masumane hatlara, küçük dudaklara, katkısız bir tene sahipti. Verdiği huzursuz nefesler uykusunun tatlı değil, zehir olduğunu kanıtlar nitelikteydi. Saçları zarif boynuna düşmüştü, başı tekerlekli sandalyeyle beraber sarsılıyordu. Saçlarından yayılan bahar kokusunun tazeliğine imrenirken koridor boyu ilerleyerek odasının kapısı önünde duraksadım. Sandığımdan kolay olmuştu.

Onu içeriye sokarak komodin üstündeki abajuru yaktıktan sonra, içimi kemiren düşünceleri elimin tersiyle savurarak yorganını kaldırdım. Bedenini kaldırmayı başarmam gerekiyordu. Bu yüzden sandalyesini iyice yatağına yaklaştırdım ve ilk olarak eğilerek bacaklarını kavradım. Onu anlamadığımı düşünüyorlardı ama onu anlıyordum, yine de bir şeyler hissetmiyordum bu durumuna karşı. Bacaklarını yatağa bıraktıktan sonra doğruldum ve sandalyenin arkasına geçerek ellerimi omuzları boyunca kaydırarak beline sabitledim. Kuvvetli bir şekilde belini yakalayarak sırtını sandalyeden ayırdıktan sonra herhangi bir hasara yol açmadan onu yatağa doğru yanaştırdım. Bedeni tümüyle yatağın içine gömüldüğünde açık renklerdeki yorganını yakaladım ve omuzlarına doğru örttüm. İyi, cadıdan kurtulmuştum. Pembeleşen yanaklarına bakarak saçlarından dağılan taze bahar kokusunu bir kez daha kokladım ve odayı terk etmek üzere arkamı döndüm.

Cansız sesi hemen ardımdan doldurdu kulaklarımı. "Teşekkür ederim Mahşer Abla, seni sevmeyi deneyeceğim."

Üzgün değilim Ada, bu denemen başarısız olacak.

Çünkü sevgi, hak edenindir.

Kapıyı sessizce kapatarak odadan ayrıldığımda bir süre koridorun sessiz duvarlarına bakındım. Uyumalı, sabah kimseye görünmeden bu evden gitmeliydim. Fakat ondan öncesinde bedenimdeki bu yorgunluktan arınmak için bir duş almalıydım. Banyoyu aradım, bu sırada bedenimdeki kıyafetleri çıkarmaya başlamıştım.

İç çamaşırlarımla birlikte banyoya girerek kapıyı kapattıktan sonra ampulle etrafı aydınlattım ve içeriye göz gezdirdim. Siyah ve beyaz renk dışında hiçbir renk kullanılmamıştı. Küvet dışında tek kapaklı, siyah bir dolap vardı ve katlanmış el havluları, üst üste dizilmiş bir şekilde tezgâhın köşesinde duruyordu.

Küvet içine girdiğimde tamamen çıplaktım. İç çamaşırlarımı çıkarmıştım, almayı aklıma tembih ettikten sonra sıcak suyu ayarladım ve küvetin içine oturarak bacaklarımı kendime çektim. Normal de kimsenin evinde kalmaz, duş almazdım ama Duman ve onun evi bu kuralımı gevşetmemi sağlamıştı. Akan su saçlarımı ağırlaştırarak tüm bedenim boyunca gezinirken, bastıran uykuma yenilmemek adına gözlerimi sayısız kere kırpıştırdım.

Varlığımı inkâr edecek kadar sessiz davrandım. Yorgundum, burada olmayı istemiyordum, canımın istediği intikam için sabretmem gerekiyordu ve babamın mezarına gitmeyeli uzun zaman olmuştu. Bir an onu ihmal ettiğimi düşündüm, bu o kadar korkunç bir düşünceydi ki göğsümü yaktı.

Saçımı, Ada'ya ait olduğunu düşündüğüm bir şampuanla yıkayarak kısa süre içinde duruladıktan sonra küvetin mermer taşından kalktım vücuduma akan köpüklerin su yardımıyla temizlenmesini sağladım. Tamamen arındığıma inandığımda kirlettiğim küveti yıkadım ve banyo dolabına ilerleyerek raftan bir havlu alıp vücuduma sardım. İç çamaşırlarımı bir daha giymeyeceğimi bildiğim için doğrudan çıkışa ilerledim ve kendimi koridora attım.

Duman'ın odasının kapısını araladığımda, bir hazinenin kapağını kaldırmaktan çok raf arasına sıkıştırılmış bir defterin tozlu kapağını kaldırmışım gibi hissettim. Buram buram kasvet vardı. İs kokuyordu odası. Katran bir renk olsaydı bu odanın, bu yatağın çarşaflarından sorulurdu. Kapıyı sakince kapatarak çattığım kaşlarımla birlikte, neredeyse bir duvarı kaplayan kıyafet dolabına ilerledim. Dolap kapaklarını açtığım an o sıcak koku burnuma yükselmişti.

Parmaklarım tüy dokunuşu kadar zayıf bir şekilde onun ütülü, bir jilet kadar keskin renkli gömleklerine dokunurken, gözlerim kocaman dolap içini gözetledi. Baya kıyafeti vardı ve dolabı nizami bir düzene sahipti. Bozarık siyah rengine sahip bir tişörtü yakaladıktan sonra iç çamaşır raflarını açtım ve gri bir baksır aldım.

Tamamen kurulandıktan sonra baksırı ve bana en üç beden büyük gelen tişörtü üstüme geçirdim. Tişörtün uçları diz kapaklarıma kadar uzanmıştı. Saçlarımı öylesine bir kurulayıp havluyu boşluğa fırlattım ve dolabın kapaklarını kapattım. Perdeler açıktı ama izlenilme riskim yoktu; bu yüzden abajuru yakmak yerine pencereden içeriye düşen sokak ışığını tercih ettim.

Son derece sade odanın içindeki yuvarlak, konforlu yatağa kendimi atığımda, tüm bedenimdeki yorgunluğun bir elbise gibi üstümden sıyrılarak altımdaki yatağa düştüğünü hissettim. Yatağın tam ortasındaydım, saçlarım saten çarşafa serilmişti ve yatağın yaslı olduğu duvardaki tabloyu görmek ilgimi çekiyordu. Kesinlikle sıradışı, aykırı bir tabloydu ve neden seçtiğini anlayamıyordum. Anlamak için uğraşmayacaktım.

Tablo kırmızı ve beyaz renklerden oluşuyordu. Bir küvet vardı, küvet içinde iki beden ve küvetin içini ağzına kadar dolduran kan... Oluk oluk sızıyordu küvetin ağzından beyaz mermerlere. Kaşlarımı çatarak başımı iki yana salladım ve bastıran uykunun etekleri altına girdim. Göz kapaklarımı örttüm.

Direnmeyecek, uyuyacaktım.

Tatsız, çoğu zaman olduğu gibi kâbusların misafir olduğu uykuya daldığımda saatin kaç olduğundan habersizdim. Uykuyla uyanıklık arasındaki çizgide bocaladığım vakitten sonra tamamen uyuduğumu hissetmiştim ama bir gözüm daima açıktı. Tetikte bekleyen, namlusu doğrulmuş bir silah gibiydim ve en ufak bir seste uyanabiliyordum.

Ne kadar sürenin geçtiğini bilmiyordum. Vücudum ağırlaşmış, uyku mahmurluğu bastırmış ve tenim buz kesmişti; sanki birden fazla iğne ucu batırılıyordu. Esnemeyle homurdanma arasında bir iniltiyi bırakarak parmaklarımla altımdaki sateni kavrarken birtakım sesler duydum. Hemen ardından edepsiz birkaç küfür duyuldu, itinayla sessiz olmaya çalışmış ama becerememiş gibiydi. Beni kolları arasına almaya çalışan uykuya karşı koyarak yattığım yerde kıpırdandığımda, sesler tamamen kaybolmuştu.

Hafif bir ışığın ağırlığı göz kapaklarıma yüklendiğinde, hissettiğim sinir bozucu huzursuzlukla birlikte kaşlarımı kaldırdım. Uykum dağılmaya başlamıştı. Göz kapaklarımı yavaşça kaldırdığımda gördüğüm ilk şey gölgelerin oyalandığı tavandı.

İki gölge vardı.

Biri bana aitti.

Biri gölgeme.

Duman, kapaklarını araladığı dolabının önünde, üstündeki gömleğin düğmelerini ağırca çözerken, ağaran günün kızıllığı gözlerimi kamaştırdı. Şeftalili bir turuncu, kasvetli bir siyahla ikiz bebekler gibi karışmış, gökyüzünü süslüyordu. Oda soğuk ve ağaran güne rağmen karanlıktı. "Uyumaya devam et," dediğini duydum, akrep ve yelkovanın tik tak sesinden hemen sonra devam etti. "Seni rahatsız etmeyeceğim."

Uyumam için bilincimin eteklerini çekiştiren istekle savaşırken, "İstesen de rahatsız edemezsin," dedim, yeni ayılmış olmama rağmen hiç uyumamış gibiydi sesim. İyi olmadığını gördüm. "Kötü görünüyorsun Duman."

Cevap vermedi.

Soğuk ve mesafeliydi. Gömlek, üstünden sıyrılarak yere düştüğünde çoktan bir tişörte uzandığını gördüm. Soluk ama terli bel kavisinden uzaklaşan bakışlarım pencereyi örten tüle doğrulduğunda, "Uyumayacağım," dedim sessizliğini asla umursamadan. "Marlboralarım nerede?"

Donuktu. "Bir ara alırım."

Ah, çok güzel. Bir avuç şekerle kandıracağı bir çocuğa mı benziyordum? Gerilen çenemi nemlenmiş parmaklarımla kaşırken, "Böyle konuşmamıştık," diye tısladım, sinir bozucu bir tavırla. "Sigaralarımı alacak ve eve gidecektim. Zaten uykumu da böldün, ne kadar uyuz bir adam olduğunu farkın mısın?”

Cevap vermedi.

"Seksi popomu görmek istemiyorsan gözlerini kapat."

Bomboş gözlerle tüle bakmaya devam ettim, soyunduğunu hışırtılı seslerden anlasam da kadrajımda olmadığı için onu göremiyordum. Yüzümü buruşturarak bacaklarımı ileriye doğru açarken, "Başka yerde soyun," dedim homurdanarak, uykum iyice açılmıştı. "Kaba konuşmaya da son ver."

Kemeri tokasının sesi bir çınlamayla beraber doldu kulaklarıma. Ardından pantolonun parkede bıraktığı o tok sesi duydum. Sakin ama huzursuz, sessiz ama zihni çok gürültülüydü. Giyindiğine emin olduğumda tekrardan ona baktım, dolabın içinde bir şeyler kurcalıyordu. Az sonra kapakları kapattı, bana dönmüştü bedeni ama o melankolik kızıllığı kapattığı için yüzünü seçemiyordum. Ağırca yatağın başındaki komodine yürüdü, eğildi ve kısa süre içinde, elinde bir alkol şişesiyle göründü.

Pencerenin önündeki koltuğa geçip oturana kadar onu izledim. Yan bir şekilde oturmuştu ve başını koltuğun arkasına yaslamış, yeni uyanmış bir bebek gibi güzelleşen gökyüzünü izliyordu. Yüzünün bir kısmı seçilebilirdi. Bacaklarını tekli koltuğun kolçağından aşağıya bırakmış, alkol şişesini parmakları arasında dengelemişti. Bir sorun vardı, nedense bu sorunun benimle de ilgili olduğunu hissediyordum.

Yatakta toplanarak doğrulduğumda üstündeki tişörtün etekleri dizlerime kadar inmişti. Dağılan saçlarımı parmaklarımla tarayarak sırtıma düşürürken yataktan indim ve çıplak ayaklarım üstünde dikildim. "Ada'yı yatırmışsın," dedi ansızın, sesi sabit ve tek düzeydi. Hislerden arınmıştı. "Bu konuda sana güvenebileceğimi biliyordum."

Bir an açık verdiğimi hissettim. Benimle ilgili tahminlerinin doğru çıkması hiç de iyi değildi. Telaşsız bir şekilde soğuk parkeleri yürürken, "Görüntü kirliliği yapıyordu," dedim gözlerimi ovuşturarak. "Yoksa, yardım etmek istediğimden değil."

"Hadi oradan."

Bana baktı. Bu sefer gözlerine erişebilmiştim; ikiz gezegenlerde yıldızlar sönmüştü. Kehribarları karanlık bakmıyordu, karanlığı inşa ediyordu. Bakışları saç diplerimden başlayarak ayak parmaklarıma kadar beni ağırca süzerken, omzumu pencere camına yasladım. Saçlarım göğsümün içine ve omuzlarıma dökülmüştü. Simsiyah saçlarıma, vücuduma baktığından daha uzun baktı. Sonra tekrardan pencereden dışarıya bakarken, "Galiba bir gün tam gözlerinin içine bakarken öleceğim," dedi hiç beklemediğim bir anda. Sesi, dağınıktı. "Kalbimin ibreyi zorladığı o anda."

Parmaklarımla göbeğimin üstünden tişörtü avuçlarken, alaylı gözlerle ona baktım. "Bakma o zaman," dedim omuz silkerek. "Ölmezsin belki?"

"Hayır," dedi hiç tökezlemeden. "Öleceğim."

Tırnaklarımı karnımın derisine geçirirken, bakımlı sakalları arasına gizlenen yaraya baktım. Bir çeşit minik kesikti. Kesikler... Yaralar... Geçmişin en sevdiği şeylerdi; eğer sevginin ekmeği hak etmekse, geçmişin ekmeği bu yaralar, bu kesiklerdi. Kaşlarımı sertçe kaldırdım, mekanik bir hareketti. "İşimiz bittikten sonra geberebilirsin," dedim acımasızca, tırnaklarımı karnıma biraz daha geçirdim. "Öl, bana ne sanki?"

Elmacık kemikleri üstündeki kasların mekanik bir hareketle oynadığını gördüm. "Hiç mi üzülmeyeceksin Gül Dikeni?"

Hızlıca kafamı salladım. "Yoo. Niye üzüleyim ki? Yok yani, üzülmem."

Dudaklarının ucunda çiçeklenen küfür misali gülüşünü kafamın içindeki duvarlara çarparken, "Güzel," dedi alaylı bir aksanla. "Ölüyorum çünkü."

"Söz, mezarını çiçeksiz bırakmayacağım."

Sebepsiz, belki nedensiz bir şekilde gülerek kadehini ağzına kaldırdığında yumruk halini alan ellerimi yüzüne geçirmeyi istedim. Gerçekten, şu an onu yumruklamayı talep etsem izin verir miydi? İzin vermese dahi şu an onu dövmeyi istiyordum. "Bir de ağla istersen," dedim küstah, insani bezdirecek bir sesle. "Seni tekme tokat dövmek istiyo..."

"Amcamla buluştum."

Aniden sarf ettiği cümleyi anlamak için kendime birkaç saniye verdim. Neden buluşmuştu? Ona doğru bir adım atarak yüzüne doğru eğildiğimde, bu talebimi geri çevirmedi ve yüzünü hafifçe kaldırarak bakışlarımızı hizaladı. "Sorun ne Duman?"

Gözleri karardı. Hazmedemediği bir şeyler var gibiydi. Eliyle boynunu ovdu, âdem elmasının güçlükle kavislendiğini fark ettim. Gözlerim kısıldı, az daha eğilerek parmaklarımla nemli alnına dokunduğumda, "Dokunma," diye olumsuz bir tepki verdi, dudağını ısırdı. "Benimle temasa geçme. Erken ölmek istemiyorum."

Parmaklarım yanıma düştü ama göz temasımızı koparmadım. Tamam, dediğini yapacaktım. Fakat söylediği şeyin devamını getirmesini bekliyordum. Sertçe mırıldandım. "Amcanla ne konuştun ki?"

Tekrardan yutkundu. Ben de sanki o yutkunduğu için yutkunmak istedim ama bu isteğin kural dışı olduğunu bildiğim için boyun eğmedim. "Amcam," dedi dişlerinin arasından yuvarladığı tıslamayla. "Amcam bana bir şeyler dedi."

Pür dikkat ona baktım. "Ne dedi?"

Küfür etti. Aniden elinde tuttuğu kadehi zemine doğru fırlattığında, sıçramamak için bir elimle omzuna tutundum. Alkol şişesi etrafa dağıldı, gürültülü sesi baskın koku takip etti. Cam kırıklarını bir kısmı çıplak bacaklarıma sıçradığında, gözlerini yere eğerek ellerini ovuşturduğunu gördüm. Kalbinde, gözyaşlarından ıslanmış kanatlar taşıyordu sanki. Ağırlığını kaldıramadığı kanatlar, birer gerçeklerdi. Sabırsızca hırladım. "Duman..."

"Annem ve babanın neden öldürülmüş olabileceğini söyledi!"

Bir şeylerin ters gittiğini hissettim. "O nereden bilebilir..."

Yaralı bir hayvan gibi kükredi. "Annemin babanla bir ilişkisi olduğunu söyledi!"

Annesinin babamla bir ilişkisi olduğunu...

Hayır. Hayır. Hayır.

 BÖLÜM SONU.