16. BÖLÜM
"KALBİN GÖĞSÜN İÇİNDEN SÖKÜLMESİ."
Kalbim, artık felaketimdi.
Birinin göğsünüzü hırpalaması için onu eline almasına gerek yoktu, bunu size bakarak da yapabilirdi.
Duman, bana bakarak bunu yapan ilk insandı.
Onun gözlerinin içinde felaketime rastlıyordum. Gözlerine bakarken sanki zaman bir kum saatinin içinden aşağıya akan kum tanecikleri gibi ansızın duruyor ve ben tıpkı o kum tanecikleri gibi havada asılı kaldığımı hissediyordum. Bu aptallığa ilk düştüğümde on altısında, kalbinde henüz hiçbir hasarı olmayan bir kız çocuğuydum ama şimdi büyümüş, fakat uslanmamış bir kadındım. Ne zaman gözlerimi ondan çeksem, duran o kum taneleri akmaya devam ediyor ve ben yine o kum taneleri gibi ansızın boşluğa çakılıyordum.
Boşlukta yolunuzu bulmaya çalışmak, yolunuzu kaybetmekten daha kötüydü.
Sigaramın dumanını takip eden bir öksürük, boğazımdan kurtularak dışarıya taştığında sırtımı duvara daha sert dayayarak destek aldım. Bundan nefret ederdim, yani bir şeylere ihtiyaç duymaktan ama hastane duvarları her yerdeydi ve çaresizce onlardan destek almanızı bekliyorlardı. İki saati aşkın bir süredir burada, hastane bahçesindeydim. Ada beni aradığında ve ben annemi bırakarak evden çıktığımda doğrudan Duman'ın evine gitmiştim ve beni karşılayan Ada gözyaşları içinde şunları söylemişti: "Babam birkaç dakika önce geldi, abimi götürdü bile. Benimle uğraşamayacağını söyledi. Lütfen Mahşer Abla, beni de götür hastaneye, abimin yanında olmalıyım."
Vicdanım kendini mi hatırlatmıştı bilmiyordum ama yapmış, Ada'yı buraya getirmiştim.
O içeride, tekerlekli sandalyesinde ve üzgün bekleyiş içerisindeydi ama ben hastane bahçesinde, soğuktaydım. Gece yarısıydı, arada bir şimşek çakmasına rağmen henüz yağmur yağmıyordu ve Duman'ın ne durumda olduğundan haberim yoktu. Buraya geldiğimizde Ada'yı üst kata çıkarmış, abisini aldıkları yoğun bakım odasının önüne bırakmış, kendim de aşağıya inerek sigara içmeye başlamıştım.
Bir yığın halinde önümde duran izmaritlere keyifsizce bakarak, parmaklarım arasında duran sigarayı, külünü silkmek için dudaklarımdan uzaklaştırdım. Az önce yanımdan geçen bir temizlik görevlisi yere attığım izmaritler yüzünden bana huysuz bakışlar atmış ve ben de kendisine hepsini alarak çöpe atacağımı söylemiştim. Bu sigaranın da sonunu gördüğümde, dumanın soluk borumu yakmasına izin vererek izmariti avucuma aldım ve eğilerek ayaklarımın ucundaki bir yığın izmariti topladım.
Duman yoğun bakımdan çıkmış mıydı?
Ona ne olduğunu bilmiyordum ama kalbi delik bir insanın her an risk de olduğunu biliyordum. Duman'ın bu tarz vakaları beni şaşırtmazdı ama bu haberi hiç beklemediğim anda almıştım. Hastaneye girdiğimde kemiklerimi canımdan adeta sıyırıp atan soğuğun biraz kırıldığını ve sıcaklığın dalga dalga çarptığını hissettim. İzmaritleri gördüğüm ilk çöp kutusuna atarak ellerimi yıkamak için gördüğüm tuvalete girdim ve birkaç dakika sonra işimi hallederek çıktım.
Biraz sonra yoğun bakım katındaydım.
Fakat bir sorun vardı, bu kat sessizdi ve Ada, onu bıraktığım yerde değildi. Bir hanım çalışanı görerek kendisine Duman'ı sorduğumda, hastanın alt kata alındığından bahsetti. Alt kata indim. Burası daha telaşlı bir koridordu ve baktığım yerden birkaç hasta bakıcıyı görüyordum. Hangi odada olabilirdi? Koridorun sonundaki, masa başında oturan çalışana, Duman'ın hangi odada kalacağını sormak için yürümeye başladıktan az sonra, kulaklarımı tanıdık bir erkek sesi doldurdu. Duraksayarak o sesi takip ettim ve sağ cephedeki, kapısı aralık odadan Doktor Ömer'in sesini duydum. "Ada, biliyorsun ki abin yaşamak için çabalamıyor," dedi, sesi netleştiğinde duyduğum ilk cümle bu olmuştu. "Çünkü yaşamaya olan hevesini kaybetmiş ve başına geleni kabul ediyor. Savaşmadığını görmüyor musun?"
"Görüyorum," diye yanıtladı Ada. Onları göremiyor, yalnızca seslerini duyuyordum. "Ona yaşam için umut vermeliyiz ama umut onu istemiyorsa, ben ne yapabilirim?"
Ömer'in sıkıntıyla nefeslendiğini duydum. Bu adam, Duman'ın arkadaşı olduğu gibi doktoruydu da ve her seferinde onunla ilgileniyordu. Kapıyı çalma nezaketi göstermeden ittirdim ve açtığımda, başlarının bana dönmesini bekledim. Ada'nın gözleri dolu doluydu, bitkin ve fersizdi. Ömerle göz göze geldiğimizde onu hatırladığım gibi beni hatırladı ve baş selamı verdi. Fakat gözlerinde garip bir suçlama, hoşnutsuz bir tavır vardı. "Nasıl?" Diye sordum, sanki düşündüğüm tek şey buymuş gibi. "Onun neyi var?"
Ömer ellerini doktor önlüğünün ceplerine yerleştirdi. "Sanki neyi olduğu ve nasıl olduğu umurundaymış gibi..."
Ömer de benden pek hoşlanmamıştı demek ki, buna hiç şaşırmadım. İnsanlar tarafından sevilmemek sorun olmaktan çıkmıştı. Odadan içeriye girdim, etraf loş ve ıssızdı. "Yargılanmaktan bıktım," dedim oldukça ruhsuz bir sesle. "Sadece onun nasıl olduğunu öğrenmek istiyorum."
Ömer, burun kemerini sıkarak bakışlarını hastane yatağına çevirdi. Oraya, henüz bakmamıştım. "Durum iç açıcı değil," dedi dürüstçe. "Ciğerleri büzüşünce uzun süre nefessiz kalmış. Bir çeşit nefes darlığı sonucunda, durumu krize vurduğu için kendinden geçmiş..." oldukça mutsuz görünüyordu. "Bunu sık sık yaşayacak, çünkü artık sadece kalbi delik değil, var olan kalbi ona yetmiyor."
Kalp yetmezliği.
"Anlıyorum." Anlamıyorum.
Ada ellerini yüzüme kapatarak hıçkırdı. "Ömrü, artık ölümüne gün biçeceğimiz kadar azaldı mı yani?" diye sordu Ada, kontrolünü kaybettiğini görmeye başlamıştım. "Şimdi de üç ayı falan mı kaldı diyeceksin?"
"Abinin iyileşmeyi istemesi gerekiyor," dedi Ömer, bakışları Ada'nın eğik başındaydı. "Tabi, bu saatten sonra işe yararsa..."
Ona ters ters baktım. "Kıza umutsuzluk aşılamaktan vazgeç."
Ömer bana ters çıkıştı. "Senin, Duman hakkında konuşmaya yüzün olmamalı. Karışma Mahşer."
Bastırılmaktan, ses yükseltilmesinden, azarlanmaktan asla hoşlanmazdım ama şu an o kadar bezgin ve ruhsuz hissediyordum ki, onu kale bile almadım. Sallantılı ama yere sert basan ayaklarımla odanın içerisine ilerleyerek köşedeki koltuğa oturduğumda, "Bilinci yerinde mi?" diye sordum, yerdeki döşemelere bakarak.
"Birkaç saate ayılır," diye yanıt verdi bana.
Kendisine cevap vermeyi istemiyordum, zaten o da benimle konuşmaktan haz etmiyordu. Bunu ses tonundan bile anlıyordum. Dirseklerimi dizlerime dayayarak başımı hafifçe öne eğdim, sanki beynim başımda ağır bir yük gibiydi. Her yerim ağrıyordu. Ada hemen yanımda, tekerlekli sandalyesinin üstündeydi. Tüm gün boyunca orada oturmak, bacaklarını hissetmemek nasıldı acaba? Yürüyen insanları gördüğünde kalbine ne olduğunu merak ediyordum? Ya da koşan insanlar gördüğünde... Hâlâ hıçkırarak ağlıyordu. Neyse ki o hıçkırabiliyor diye düşündüm ve korkunç bir ses içimden bana seslendi: en azından sen yürüyebiliyorsun.
"Ben çıkıyorum, bir hastama bakayım, geri döneceğim," dedi Ömer, oldukça yorgun görünüyordu. Nöbet günü olabilirdi. Daha gergin bir şekilde devam etti. "Duman ayıldığında burada olursan sakın onu incitecek şeyler söyleme, kalbini yorma."
"Merak etme, sandığın kadar korkunç değilim." Ya da öyleyim.
Ağzının içinde geveledi. "Duman sen de ne buldu acaba..."
Ona ters ters baktım.
Huysuzca soluklanarak hastane yatağına yürüdüğünde, Duman'ı son kez kontrol edeceğini anladım. Öyle yaptı ve az sonra kapıyı sessizce örterek odadan dışarıya çıktı. O gittiğinde etraf daha ıssız olmuştu. Ada hıçkırmıyor, artık sadece iç çekiyordu. Üzerinde yalnızca kazağı vardı, oysa ki gelirken ona mont giydirmiştim. Ne yapmıştı ki? Koltuğun üzerinde bulunan montunu gördüğümde sıkıntıyla ona uzandım ve omuzlarından aşağıya bıraktım. Dehşet bir şekilde ürperişini parmak uçlarımda hissetmiştim. Göz göze geldiğimizde, burnunun yüzünün birçok kısmı gibi kızardığını gördüm. İnci gibi gözyaşları, çenesinin altında kayboluyordu. Burnunu çekti. "Teşekkür ederim."
"Baban nerede?"
"Bilmiyorum."
Onu yormadım, yeterince bitkin görünüyordu. Babasının burada, evladının yanında olmasını dilerdim ama gittiyse bu onun suçuydu. Elimi Ada'nın omzundan çekerken, "Nasıl oldu?" diye sordum, loş ışıktaki yüzünü seyrederken. Ay ışığı içeriye sızıyordu. "Yanına gittiğinde nasıldı?"
Gözlerindeki acı, vücuduna yayılmış gibi elleriyle kollarını sararken, "Abimden, bir şeyler isteyecektim," dedi duygu yüklü sesiyle. "Rose gittiği için ona ihtiyacım vardı. Birkaç kez adını seslendim ama geri dönüş alamadığımda uyuduğunu düşündüm fakat huzursuz hissetmiştim, çünkü o beni hep duyardı..." omuzları, taşıdığı şeyin ağırlığına dayanamayarak çöktü. "Yanına gittiğimde onu yatakta, bilinçsiz halde gördüm. Gözleri açıktı, o kadar korkunçtu ki, bir an öldü..."
"Ölümü ağzına, abinin mezarına çiçek bırakmaya hazır olduğunda al," diye mırıldandım, cümlesini tamamlamasına izin vermeyerek. "Görüyorum ki, buna hazır değilsin."
"Ölümün bir şeylere hazır olmamızı beklediğini falan mı sanıyorsun. Vakit geldiyse bir an bile fazladan yaşamazsın."
Ne diyebilirdim ki? Çok fazla doğruydu. O zaman ölüme neden üzülüyorduk ki? Herkes, bunu kabullenip hayatına devam mı etmeliydi? Bilmiyordum. "O tekerlekli sandalye üzerinde sabaha kadar kalamazsın. Hadi, sana yardımcı olayım da koltuğa çık."
Sulu gözlerini yumruğuyla sildi. "Yardım eder misiniz ki?"
"Korkma. O kadar da kalpsiz değilim."
Burukça gülerek kalktığımda, hâlâ yatağa bakmıyor, doğrudan Ada ile ilgileniyordum. Sandalyesinin yönünü koltuğa çevirerek dizlerinin koltuğa yaslanmasına izin verdikten sonra onu koltuk altlarından tutarak kaldırdım ve kalçası koltukla temas edene kadar kollarım arasında tuttum. "Tamam, bırakabilirsin."
Onu yavaşça bırakarak bacaklarını kavradım ve koltuğun üzerine çıkararak, yastıklardan birini arkasına yerleştirmesi için ona uzattım. Geniş, rahat bir koltuktu, gece boyunca uyuyabilirdi. "Sen?" diye sordu kısıkça. "Nerede uyuyacaksın Mahşer Abla?"
Omuz silktim, uyumayacağımı bilmesine gerek yoktu. "Rahat mısın?"
"Göğsümde büyük bir ağırlık var, onun dışında iyiyim."
"Biliyorum."
Doğrulduğumda önce camdan dışarıya baktım. Burası daha önce de bir kez geldiğim, Ömer’in doktorluk yaptığı özel bir hastaneydi ve oldukça konforlu görünüyordu. Geniş bir oda, rahat koltuk, geniş camlar, büyük ekran televizyon, yatak ve tabi hasta. Hasta? Duman. İs. Oradaydı, hemen arkamda. Bilinci kapalı vaziyette uyuyor, yokluğunun ağırlığıyla varlığından daha çok yer kaplıyordu. Çok derince soluğumda kokusunu duyumsuyordum. Ciğerimin aşinalığı vardı. Camdan dışarıya uzunca baktım ve yelkovan akrebe henüz yetişti ki, Ada'nın iç çekişlerle beraber uykuya daldığını gördüm.
İç bile çekemiyorum, çünkü duman yoğun.
Omzumun üzerinden arkama baktığımda, beyaz yorganın altında uyuyan adamı gördüm. Bir süre onu izledim. Yorgan, göğsüne kadar örtülmüş ve başı boynuna doğru düşmüştü. Üzerinde açık renkli bir tişört olduğunu anlamıştım. Göz kapakları, evini örttüğü kapısı gibi, beni dışarıda, onu içeride saklıyordu. Solgundu, kanı damarlarından çekilmiş gibiydi. Saçlarını ilk kez bu kadar dağınık görmüştüm. Bir eli yataktan aşağıya sarkmış olmasının yanında parmakları da açılarak zayıfça düşmüştü avucundan. Yorgunluğu bedeninden fışkırıyordu. Usulca yatağa yaklaştım ve Ada'nın tekerlekli sandalyesini de yatağın kenarına çekerek o sandalyeye oturdum. Dirseklerimi yatağın kenarına dayayarak yüzümü avucuma aldım ve bu sefer aşağıdan izledim onu.
Bitkin, fersiz görünüyordu. Hiçbirimiz sanki artık onun için bir şey yapamazdık. Bu kötü bir düşünceydi ama ben hep kötüsünü düşünürdüm zaten. Parmaklarımla sakallarına uzandığımda beni hiç beklemediğim bir şey karşıladı. Teni soğuktu, elimi üşütecek kadar. Hafifçe irkilerek elimi sakalsız olan tarafa kaydırdığımda, onda, bir insanda olan o yaşam sıcaklığına rastlamadım. "Buz gibi," dedim kendi kendime. "Acaba bu soğuğu hissedip üşüyor musun?"
Üşüdüğünü düşünerek ve buna inanarak göğsünün üstünde toplanan ince pikeyi yukarıya çekiştirdim ve omuzlarını içine alacak şekilde örttüm. Hatta boynuna doğru çekiştirdim, nefes alabilse yüzüne bile örterdim. Gerçekten çok soğuktu. Ayaklarına baktım, neyse ki onlar örtülüydü. "Bu Ömer aptalı bilmiş bilmiş konuşuyor ama tenin buz gibi, haberi yok," diye fısıldadım, yanağını yavaşça okşarken. Göz kapaklarındaki lekeleri uzunca izledim. "Neyse bak, montumu sereyim."
Üzerimdeki siyah montumu çıkarmak için ellerimi üzerinden çektim ve seri bir şekilde montu çıkararak onun göğsüne örttüm. Mont iri vücudu için çok yetersizdi ama göğsü ve etrafı daha sıcak olacaktı. Koltukta tekrar aynı pozisyonu alarak dirseklerimi yatağın kenarına yasladım. Şimdi her yeri ısınabilirdi ama ısınmayan tek yeri, açıkta kaldığı için yüzü olacaktı. Parmaklarım geceden bir hırka gibi örtülü duran sakal yığınına karışırken, "Ellerim bir işe yaramalı," dedim sessizce. Avuçlarımla yüzünü kavrayabildiğim her yerden kavradım. Isı paylaşımı onu ısıtırdı. "Tabi, seni ısıtarak. Birkaç saat böyle kalabilirim."
Akrep bire vurduğunda ve ay ışığı gümüşi rengiyle odanın içinde daha etkin hale geldiğinde, ellerimi yüzünden çekmeden başımı yatağının üstüne, onun başının biraz altına bıraktım. Simsiyah saçlarımın ağırlığını biraz onun biraz da kendi omzuma yaymıştım. Esnedim. "Evet, yüzünün ısınmaya başladığını hissediyorum Duman."
Bu ona mı yoksa kendime mi yaptığım bir iyilikti bilmiyordum ama bu gece, canavarlar az ötede bekleyecekler, biliyordum. Aklım annemdeydi ve doğrusu onun yanında olmam gerektiğini biliyordum. Duman'ın evine giderken, Çisem'i çok yorduğum için Öğünç'den annemle kalmasını istemiştim ve o da bunu kabul etmişti. Yalnızca birkaç saat idare edebilirdi, zaten annem uyuyordu.
Duman'ın kalbi hâlâ sıcaktı ve yaşam atıyordu.
Kalbi soğuk olan bendim.
Ne kadar vakit geçti bilmiyorum ama canavarlarla boğuştuğum huzursuz uykum esnasında, rahatsız edici sesler duyarak kıpırdandım. Kafamı koyduğumdan beri bir dalmış, bir ayılmış vaziyetteydim ve az bir zaman önce tekrardan dalmıştım. Bocalayarak uyuyordum ama şimdi gecenin içinde çoğalan sesleri duyabiliyordum. Kaşlarım, o sesleri duymuş olmanın verdiği hoşnutsuzlukla beraber yukarıya kalktığında, başımın altında yastıktan daha sert bir şey hissettim.
Hem, bu sert yerden ses geliyordu.
Yüksek şekilde ritim tutturmuş kalbinin sesi.
Bunu idrak ettiğimde, göz kapaklarımı kaldırdım ve kapkaranlık geceyi gördüm. Gümüş rengindeki soluk ay ışığı gözlerimi kamaştırmıştı. Ellerimin hâlâ onun yüzünde olduğunu ama bu sefer parmak uçlarımın kirpiklerine denk düştüğünü hissettiğimde, başımı kalbinin üzerinden kaldırarak onunla göz göze geldim.
Onun ayıldığını, kıpırdandığını, gece yarısı olduğunu ve ben yattığım yerde uyuya aldığımı anladığımda uykulu bir şekilde esneyerek ellerimi yanaklarından ayırdım. Sakallarının üzerinden geçerek omuzlarına indim ve bedeninden uzaklaştırdığımda, onun komodin üzerindeki suya uzanmaya çalıştığını gördüm. Bir eli komodin üzerindeydi, gözleri fersizce bana bakıyordu ve sırtını yataktan hafifçe kaldırmıştı. Terden sırılsıklam olan avuçlarımı kotumun üzerine silerken, "Burada ne yapıyorsun?" dediğini duydum, sessiz bir fısıltıyla. "Yanımda mı kaldın?"
"Gördüğün gibi," dedim dağınık saçlarımı kulaklarımdan arkaya ittirerek kendime çekidüzen vermeye çalışırken. "Su mu istiyorsun?"
Sırtını, yorgun bir şekilde kaldırdığı yatağa bıraktı. "Lütfen."
Tamamen yatmamıştı, başı yatak başlığına yaslıydı ama bu boynunu ağrıtabilirdi. Beyaz yastığını almak için sandalyeden kalktığımda, bitkin bakışlarla beni takip etti. Saçlarım yüzüne dökülürken, uzanarak yastığı aldım ve boynunun altına yasladım. İşim bittiğinde geri çekildim ve o kendisine ettiğim yardımları sessizlikle karşılarken, komodindeki sürahiye uzandım. Bir miktar suyu bardağına aktararak, içmesi için ona uzattığımda, gözlerinin tekrardan kapandığını gördüm. Elimi ensesine yerleştirerek başını hafifçe kaldırdığımda gözlerini açtı. Ayakta durmaya devam ederek onun hizasına eğildim ve bardağı dudaklarına yasladım. "İç."
Dudakları aralandığında bardağı kaldırdım ve su, ağzıyla buluşarak boğazından aşağıya indi. "Çok yorgunsun," dedim gördüğümü söyleyerek. "Gözlerini açık bile tutamıyorsun."
"Belki boş bakışlarını görmek istemediğim için açık tutmuyorumdur gözlerimi."
Bu, ondan beklemediğim kadar uzun bir cümleydi. Ensesindeki soğukluk tüylerimi havaya dikmişti. Kâfi kadar içtiğini anladığımda, su bardağını uzaklaştırdım ve uzanarak komodine bıraktım. Teni soğuktu ama terlemişti. Komodin üstündeki peçetelerden bir tane alarak ensesini ve saçının diplerindeki teri yavaşça sildiğimde, Duman yüzünü ovalayarak mırıldandı. "Zahmet etme, uğraşmak zorunda değilsin."
"Zorunda olduğum için yapmıyorum."
Peçetenin nemlendiğini hissettiğimde, elimi yavaşça ensesinden çektim ve başını tekrardan yastığa bıraktım. Kalktığım yere, sandalyeye oturarak dirseklerimi yatağa yasladım ve yüzümü avucumun içine aldım. Sol yanağı üzerine yatmıştı ve baygın gözleri eksiksizce bana bakıyordu. Oda loştan ziyade karanlıktı, yalnızca bir parça ay ışığı vardı. Parmakları yatağın üzerine dökülmüş olan simsiyah saçlarıma uzanarak onları hafifçe çekiştirdiğinde, sızlanarak homurdandım. "Yapma..."
Tabi, daha çok yaptı.
Dudağının bir kenarı usulca kıvrıldığında, bunun ona komik geldiğini anladım. Önce bir tutamını aldığı saçlarımdan daha çok alarak, elini başıma kaydırdığında, "Kalbin seni bana getirmiş," dedi ansızın. Sesini oradan duydum ama yara içeriden kaşındı. "Kalp bazen insanın pusulasıdır, yönünü belirler, evini gösterir. Söylesene, burada, yanımda olmanın başka açıklaması var mı?"
"Biz seninle aynı taraftayız, ölmeyeceğini görmem lazımdı. Başka yere bağla..."
"Sus," diye çıkıştı, dişlerinin arasından. Şahadet parmağı çoktan yaslanmıştı dudaklarımın üzerine, beni susturmak için. "Kendimi kandırmama izin ver."
"Nasılsın?"
Gözleri halsizce dudaklarıma düştüğünde, parmağı hâlâ sıcak dudaklarımın üzerinde, yarayı benimle birlikte kaşıyordu. Nasıl olduğunu sormamın üzerine birkaç saniye sustu. Bana kalbimizin anahtarsız da açılabileceğini gözleriyle gösterdi. "Fena değil," diyerek geçiştirdi halini. "Sabaha bir şeyim kalmaz."
"Halsiz görünüyorsun."
"Doğrudur," dedi inkâra meyletmeden. Parmağını dudaklarımdan ayırdı ve bu sefer elinin tümüyle yanağımı kavradı. "Bana ne olduğunu tam hatırlamıyorum aslında."
Parmaklarının yüzümdeki maskeyi delip geçmesini istemeyerek yüzümü uzaklaştırmaya çalıştım ama buna izin vermedi. "Uzun bir süre nefes alamamışsın," diye açıkladım, birkaç kuru öksürükten sonra. "Ee, haliyle bilincini kaybetmişsin. Ada beni aradığında çok telaşlıydı, korkmuştu. Eve gittiğimde Ada söyledi, baban seni çoktan alıp hastaneye getirmiş."
"Babam burada mı?"
"Onu hiç görmedim."
"Bak," dedi ansızın. Bana dediği şeyi yaparak gözlerimde ufka açıldı. Bu denizler hırçındı ama o iyi bir kaptandı. "Görüyorsun ya, ikimiz de kimsenin umurunda değiliz. Biz onlar için intikam istiyoruz ama ne annen seni senin istediğin şekilde umursuyor ne de babam beni."
Cevap vermedim, çünkü haklıydı. O geceden sonra hiçbir şey eskisi gibi kalmamıştı. "Senin bir kardeşin var, başında bekliyor."
"Senin de arkadaşların var, sana bir şey olsa senin de başında beklerler." Doğru, burada da haklıydı. Öğünç ve Çisem herhangi bir durumda benim başımda bekler, türlü ihtiyaçlarımı karşılarlardı. Sanırım hayatta beraber gidiyorduk, birimiz bir şeye bir diğerimizden fazla sahip değildi. "Ve ben varım," diye devam ettiğinde, cümlelerinin bir kumbaranın içinde biriken paralar gibi biriktiğini düşündüm zihnimin içinde. "Hep başında beklerim."
"Ben hasta olmam."
Gülümsemesini tazeledi. "Tamam, eğer olursan beklerim."
Bakışlarımı önüme düşürerek ellerimi izlemeye başladığımda, başı yastığında biraz daha kayarak bana yaklaştı. Eli yanağımdan kayarak kulağımın üstünden yüzeysel bir geçiş yaptı ve elinin içi beni başımın üstünden kalbine doğru bastırdığında, şikâyet etmeden yanağımı o köşeye dayadım. Kalbinin ritmi bozulmasına rağmen oradan kalkmadan gözlerimi yumdum. "Kalbin seni evine getirdi," dedi, saç diplerimi okşarken. "Kalbin seni evine getirdi."
💔
Hâlâ kalbimi arıyorsam, asıl aptal olan bendim belki de. Organ oradaydı, işlevlerini yerine getiriyordu ama duyguları hissetmek olduğunda, yaşadığına dair bir belirti göstermiyordu. Onun için yas tutmaktan vazgeçmiştim. Duman'ın hasta, ağrılı kalbi bile benim kalbimden daha yaşam doluydu ve elimi göğüs kafesimden içeriye her sokmak istediğimde önüme çıkan etten duvarın adına artık kalp diyemiyordum. O, insanlarla arama koyduğum bir surdu ve surun altındaki mayın, göğüs kafesimin kendisiydi. Patlamaya, kıyamet kadar yakındı.
Ada için aldığım kahveyi onun önüne ittirirken, artık kafama ağır gelen beynimi taşıyamadığımı hissederek kendime bir sandalye çektim ve onun karşısına oturdum. Sabah uyanıp Duman'ın hâlâ uyuduğunu gördüğümüzde kantine inmiştik ve Ada ona aldığım bir simiti yemiş, şimdi kahvesini içecekti. Kantinin sessiz olması iyiydi, gürültü bu iyiliği yapamazdı. "İç," dedim kısıkça. "Kafein zihnini açar."
"Sen neden kendine yiyecek bir şeyler almadın?"
"Ben boğazıma kadar doluyum."
Beni sorgulamadı. Karton bardağı alarak kahvesinden birkaç yudum içti. Dün geceye göre daha iyi görünüyordu. Sabah abisinin başında biraz ağladığı için göz çevresi kızarıktı ama umudunu, sallandığı ipten almıştı. "Abim de öyledir, hatırlatmasam yemek hiç aklına gelmez."
Gözlerimi bile kırpmadım. "Bir poğaçayı tek lokmada bitirebiliyor."
"Evet ama bu onun çok yediği değil çabuk yediği anlamına gelir."
"Doğru."
Gülümsediğinde, gülümsemenin ona yakıştığını düşündüm. Beyaz teni bahar çiçeği misali açılıyordu. "İçindeki nefretten kurtulduğunda gözlerini bir daha görmek isterim," dedi sessizce. Bakışları kederliydi. "Çok güzel gözlerin var ama hiçbir göz sevgi dolu bir gözün ki kadar güzel bakamaz. Sende güzel gözler var, sevgi yok. Aslında birinden sevgi görsen aç köpekler gibi dadanırsın değil mi?"
"Kahveni iç."
Yanaklarını şişirerek sıkıntıyla ofladı ve sütlü kahvesini içmeyi bitirdiğinde sakince kantinden beraber çıktık. Tekerlekli sandalyesini kendi çevirebiliyordu ama çok yorgun olduğu için sandalyeyi ben itmek istemiştim. Doğrudan asansöre binmek için kantinden açılan koridoru yürürken, Ada'nın gerçekten daha iyi olduğunu gördüm. Abisinin atağı onu korkutmuştu, dün ki hali berbattı. Asansöre binmek üzere köşeyi döndüğümüzde Ada'dan aa gibisinden bir mırıltı döküldü ama dönüp ona baktığımda, yalnızca kaşlarının çatık olduğunu gördüm. Kendisine baktığımı fark ettiğinde, gözlerimi omzunun üzerinden bana dikti. Rengi atmıştı. "Başka asansöre binebilir miyiz?"
Onu buna teşvik eden neydi? Tabi binebilirdik ama kendisini huzursuz eden şeyin ne oldu mühimdi. Kaşlarımı çattım. "Sorun ne Ada?"
Gözleri kaçıyordu. Eliyle saçlarını yüzüne doğru dökerek hızlı bir şekilde konuştu. "Sorun yok, yalnızca..."
"Aa." Yakınlardan bir ses duyduğumuzda Ada'nın gözlerindeki sıkıntı büyüdü ve ben başımı yukarıya kaldırarak az ötedeki kıza baktığımda, Ada'nın eli kuvvetle koluma sarıldı. Kız birkaç adım ileride hayretle Ada'ya bakıyordu. Kemikli, küçük bir yüzü tamamlayan kahverengi gözler şaşkın ve acıma doluydu. "Ada," diyerek devam etti aynı sesin sahibi. "Bu sen misin sahiden? İnanamıyorum! Ama sen..." bacaklarına baktı.
Vücudumdaki sinirlerin tetiklendiğini hissettiğim o kısacık anda, Ada'nın parmakları kolumdaki baskısını çoğalttı ve canımı yakacak kadar asileşti. Bu kız her kimse gidip kendisine acıyabilirdi, Ada'ya değil. Ada'nın berbat hissettiğinden şüphe duymayarak, genzimi temizledim. "Ada biraz rahatsız," dedim bir tartışma çıkmaması için benden beklenmeyecek şekilde sakin davranarak. "Yolumuzdan çık da geçelim."
Kız imalı bir şekilde onun bacaklarına baktı. "Evet, ben de görüyorum ki rahatsız..."
İnsandım ama insanlık için hiçbir şey yapamıyordum. Onun için utanmaktan başka ne yapabilirdim? Onu dövebilirdim. Cidden, ellerim çok kaşınıyordu. Ben de kabaydım ama yürüyemediği için birine acımazdım. Ada'nın başını, hiçbir suç işlememesine rağmen önüne indirmiş olması ondan tiksinmeme yardımcı olmuştu. "Buradan baktığımda sen daha rahatsız görünüyorsun," dedim dişlerimi birbirine vurarak. Ada'nın parmakları demir gibi olup bileğime daha fazla yapıştı. Kız sorar gibi kaşlarını kaldırdığında devam ettim. "Tekrarlamak zorunda kaldığım için anladım, beynin ağır alıyor galiba. Önümüzden çık."
Kız gözlerini devirerek tekerlekli sandalyenin önünden yana doğru kayarken kürkünün yakalarını düzeltti. Hâlâ acıyarak Ada'ya bakıyordu. Ada'nın solukları hızlandı. Kız yanımızdan yürüyüp geçmeden önce mırıldandı. "Çok yazık."
Onu tokatlamamak için beni durduran ne oldu bilmiyorum ama kıpırdamayı başararak Ada'nın sandalyesini asansörden içeriye ittirdiğimde, ellerinin sandalyenin iki yanına sıkıca tutunduğunu gördüm. Kızın nereye gittiğini görmüştüm. Kapılar kapandı, içeride birkaç kişi vardı. Gözlerimi bileğime indirdim, kızarmıştı. Yüzü hâlâ önüne eğikti ama kendini benden saklayamazdı. Sıtmaya tutulmuş gibi titriyordu. Bu asansörden inene dek devam etti. Onu koridorun sonuna, abisinin odasının önüne bırakana kadar da devam etti. Saçları yüzündeydi, parmak boğumları bembeyaz kesilmişti. Sandalyesini duvara dayayarak, "İster burada bekle ister abinin yanına geç," dedim sert bir sesle. "Benim bir işim var, hemen döneceğim."
O kadar kötü ve dalgındı ki, yalnızca başını salladı. Arkamı dönerek yüzümü sertçe ovalarken adeta yeri ezen adımlarla koridoru yürüdüm. Asansöre binmek yerine merdivenleri indim, daha kolaydı. Kızı kaçırmak istemiyordum, tuvalete girmişti ve orada oyalanacağına emindim. İki katı indikten sonra başımın üzerinden koridor sonundaki tuvalete baktım. "Ellerim kaşınıyordu zaten..."
Gitmemiş olmasını dileyerek tuvaletin kapısına doğru rüzgâr gibi estim ve sertçe açarak içeriye girdiğimde, bakışlarım arayışla etrafa düştü. İşte oradaydı, aynanın önünde, yüzünü inceliyordu. Dönüp gelene bakmamıştı bile. Erken vakit olduğundan olsa gerek ondan ve benden başkası yoktu. İşime gelmişti. Hiç durmadım, tez vakitte yapacağımı yapıp çıkmak istiyordum. Sinsice ona yaklaştığımda, hâlâ aynaya bakıyor ve kaşlarına söyleniyordu. Mesafe eksildiğinde ve benim yansımam aynanın üzerine düştüğünde, bir an irkilerek durdu ve kadrajına beni aldı.
Yutkundu.
Onun için geldiğimi anladığında, elleri yüzünden ayrılarak bir şeyler anlatma gayretiyle havada duraksadı ve aynı anlarda dudakları duruma uygun birkaç kelime söylemek için aralandı. Uğraşamayacaktım. İnsanlığı için yapabileceğim bir şey yoktu, ben doğrudan onu incitmek istiyordum. Bir elim doğrudan sırtında salınan dalgalı saçlarına uzandığında, diğer elim muhtemel atacağı çığlığı bastırmak için ağzının üzerine yerleşti ve parmaklarım saçlarını diplerinden çektiğinde savunmasız bir şekilde yalpalayarak dizlerinin üzerine düştü. Ani dehşet onu sarsarken, gözleri bana ne olduğumu hatırlattı; katil. Çığlığı boğazında sıkışıp kalırken, saçlarını avuçlayarak yüzünü kaldırdım ve eğilerek kendimi yüzüne hizaladım. Kurtuluş için çırpınıyordu. Göz pınarları sulanmıştı. "Bir kez söyleyeceğim," dedim korkutucu bir sakinlikle. Gözleri, aynaya bakıyormuşum gibi hissettirmekten vazgeçmedi. Bana, kötülüğümü bağırıyordu. "İki kat yukarı çıkacak, acımaya cüret ettiğin o kızdan özür dileyeceksin..." saçlarını daha sert çektim. "Bunu bir kez daha tekrarlamayacağım. Ya şimdi çıkar af dilenmeyi kabul edersin, ya da senin, içinde beyin olmayan bu kafanı aynanın içine geçirerek parçalanmasını izlerim. Tamam mı? Çıkacak ve özür dileyeceksin!"
Acı onu uyardığında ve gözlerinde biriken sıvı taşarak yanakları boyunca ılık ılık dökülmeye başladığında, kurtuluş için kilidi kırmayı değilde, kapıyı açmamı beklemeyi kabul ederek kafasını hızlıca salladı. Beni ona inandıran bu değil, korkusuydu. Bunu seviyordum, beni tatmin ediyordu. Onu sertçe ittirerek özgür bıraktım. "Arkandan geleceğim..."
"Sen..." yerde, şuurunu kaybetmiş vaziyette bana bakakaldı. "Sen ne yapıyorsun!"
"Şşt." Parmağımı dudaklarım üzerine yaslayarak kaşlarımı kaldırdım. "Bir şey mi diyorsun?"
Kalçasının üzerinde gerilerken, kalkmak için ellerinden destek aldı. Öfkeden kuduruyordu ama korkusu daha baskın çıktığı için ağzını bıçak açmıyordu. Onun için daha fazla eğilemezdim, doğrularak kollarımı göğsümün üstünde kavuşturduğumda, kalkarak ayakları üstünde dikildi ve aynaya bakarak kendine çekidüzen verdi. Bana nefret dolu bakış fırlattı. "Ada senin gibi bir arkadaşa sahip olduğu için şanslı olmalı, onu koruduğuna göre..."
"Bana benziyorsun aslında, ben de senin kadar rahatsız ediciyim.”
Öfke içinde kıvranarak tuvaletten çıktığında, gözlerimle onu takip ederek peşine düştüm. Katları çıkarken içini yiyor olmalıydı ama dönüp bir şey diyemiyordu. İkinci kata çıktığımızda etrafına bakındı ve ben durup onu izlerken, koridorun sonundaki Ada'ya doğru ilerledi. Duvarı bedenime siper ederek kısık gözlerle onları inceledim. Kız ona yaklaştığında Ada başını kaldırıp yukarıya baktı ve ben o bakışı asla unutamayacağımı anladım. Ürkmüş, utanmış, telaşlı... Evet, bir bakışa bunların hepsini sığdırdı. Ellerinin bacaklarını sıktığını görürken, kız ona birkaç şey dedi ama Ada bunların hiçbiriyle ilgilenmedi. Onu kızla tekrar yüz yüze getirmek istemezdim ama utanması gerekenin ona acıyan o kaltak olduğunu öğrenmeliydi.
Ada başını salladı ama yüreğinin bu özrü kabul etmediğine emindim.
Kız benimle bir daha yüz yüze gelmeyi istemediğinden olsa gerek kattaki diğer merdivenlere yöneldiğinde, omuzlarımı dikleştirerek ona pis pis baktım. Umarım bir daha engelli olan birilerini aşağılamazdı. Yürümek için saklandığım yerden çıkmak üzere hareketlendiğimde, bakışlarım tekrardan Ada'ya düştü ve onun gülümseyerek bana baktığını gördüm. Hasiktir! Dişlerini göstererek taze bir çiçek gibi gülümsemeye devam ederken, ona dil çıkardım ve yanına gitmek yerine aşağıya inmeye karar vererek arkamı döndüm.
O sırada birine sertçe çarptım.
Ellerimle arkamdaki duvardan destek alarak kontrolümü sağlarken, çarptığım adamın biraz gerilediğini ve beni tutmak için uzandığını gördüm. Gecikmişti, kendimi düşmekten kurtarmıştım. Gergince bakışlarımı kaldırdığımda, amacım adamın yanından yürüyüp geçmekti ama gözlerine baktığımda beni durduran şey, bu gözlere olan tanışıklığımdı. Kehribarlar canlı ve sihirliydi. Tıpkı Duman'ın ki gibi. Duraksayarak düşüncenin tahribat verici bir şekilde zihnimde derinlik kazanmasına izin verdim. Yaşlı bir surat, kalın kaşlar, kalın kirpikler, kavisli burun ve bunu tamamlayan esmer bir ten. Gözleri, adı gibiydi, kim olduğunu söylüyordu. Duman'ın babasıydı.
"İyi misiniz?" diye sorduğunda ben hâlâ o gözlere bakıyor ve babamın bu adamı gerçekten aldatmış olabileceğiyle yüzleşiyordum. Bu gözler karısının ihanetini görmüş müydü? Belki görmüş ve her şeyi kurmuştu. Yapar mıydı? Babamı öldürür müydü? Yapabilirdi. Bir an ona gerçekten babamı öldürenin kendisi olup olmadığını sormak istedim ama ne kadarından haberi olduğunu bilmediğim için susmak zorunda kaldım.
“Seni hatırlıyorum,” dedi ansızın. Gözleri yavaşça kısıldı. “Tanıdık geliyorsun bana.”
Ona... Tabii ki, Duman’ı hastanede ziyaret ettiğimde babası yanındaydı, beni görmüştü. Bundan bahsediyor olmalıydı, hatırlayacağını düşünmemiştim. Duman’ın bunu öğrenmemesi lazımdı. Kafamı iki yana salladım ve göz temasını keserek ondan uzaklaşmaya başladım. Bacaklarım üstünde dik durmaya gayret ederek ona arkamı döndüğümde, bakışlarının sırtımdaki ağırlığını hissettim. Bu aileden uzaklaşmak, kaçmak istiyordum. Hayatınıza giren her insan size sorumluluk yükü veriyordu ve bunu sevmiyordum.
Yalnızlık belki üzücüydü ama size hesap soramazdı.
Babası, Duman'ın yanında çok durmadı. On dakikadan biraz fazla, yirmi dakikadan azdı. Kapıyı çarpıp çıktığında koridordaki birkaç insan onun arkasından bakmıştı. Merdivenleri fırtına gibi indiğini gördüm, Duman onu kızdırmış olmalıydı. Aile bağları gevşemişti, benimki gibi. Ada onun gidişini izledikten sonra tekrar cama döndü ve oradan sokağı izledi. Daha fazla oyalanmadan koridoru yürüdüm ve kapıyı çalmadan içeriye girdiğimde, onu görmek için yatağına baktım. Baktığım yerdeydi ama yatıyor değildi, doğrulmuştu.
O kadar bitkin görünüyordu ki, hep böyle görünüp görünmeyeceğimi düşündüm.
Varlığımı farkına vardığında omuzlarını hafifçe dikleştirerek kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. Sırtını başlığa yaslamıştı ve pike beline dek örtülüydü. Beyaz, bol tişörtünü görüyordum. Yatağın ucuna oturak ellerimi yatağın yüzüne yasladığımda, "Neden hâlâ gitmedin ki?" dedi, sesi, yorgunluğu kabullenmiş görünüyordu. "Ben iyiyim, birkaç saate hastaneden çıkacağım."
"Gitmemi mi istiyorsun?"
"Gitmeyi istediğine eminim."
Öyle miydi? Bilmem, belki öyleydi. Hâlâ buradaydım, çünkü tamamen kendine gelmesini beklemiştim. Doğru, aslında şimdi gidebilirdim. "Tamamen iyi olduğunu bilmeliydim. Bazen unuttuğunu düşünüyorum, biz bir süreliğine birbirini koruması gereken iki insanız ve bunun gereğini yapıyorum."
"Sikmişim işi."
Gözlerimi devirdim, görüyorsunuz ya kaba olan tek kişi ben değildim. Onun ne istediğini göremiyor, anlamıyordum. Sürekli imalar yapıyor, bana söylememesi gereken şeyler söylüyor, bana bazen çok derin bakıyordu. Yapmamız gerekenleri yaparak yollarımızı ayırmalıydık ama o bundan fazlasını talep ediyordu. Saçlarımın tümünü sol omzuna toplayarak başımı hafifçe sağ omzuma düşürdüm ve gözlerimi ona kaldırdım. Nasıl baktım bilmiyorum ama gözlerindeki duvardan bir tuğla indi ve biz o duvara açılan boşluktan gördük birbirimizin kalbini. Bana yumuşadığını anladım. "Benden ne istiyorsun?" diye sordum açıkça. "Beni mi istiyorsun nefretimi mi? Dürüst ve açık ol."
Masumiyet, onda görmeyeceğimi düşündüğüm bir duyguydu ama bana baktığı o kısacık anda ben bunu gördüm. Zavallılığı, sefilliği, kayboluşu, umutsuzluğu... Ben kapıları kırarak girerdim ama o kapının açılmasını bekliyordu. "Artık seni isteyemem," dediğinde, kalbini avuçlarımda sıkıyormuşum gibi hissettim. "Buna hakkım kalmadığını dün gece bir daha anladım. Yas tutmanı istemiyorum. İstediğin gibi, ömrümün geri kalanında yalnızca bu ortaklığa hizmet edeceğim. İmalar yok, duygusallık yok, yalnıza iş var. Ansızın sana mesajlar atmayacağım ya da kapına gelip sana kestane falan getirmeyeceğim..." yorulmuş olmalı ki, susarak nefesini tazeledi. "İstediğin bu değil mi?"
Kafamı salladığımda dudaklarından küfür gibi alaylı bir gülüş geçti. Buna kısa kesmişti. Bilmesini istedim. "Bana kestane getirdiğinde rahatsız olmamıştım."
"O zaman bir daha getirebilir miyim?"
"Olur."
Karşılıklı bir şekilde sustuğumuzda gözlerimizi de birbirimizden çekmiştik. Dediklerini yaparsa güzel olurdu, iş biter ve ayrılırdık. Evet, imalar ve duygusallık yoktu. Bununla birlikte rahatlayarak omuzlarımı serbest bıraktığımda, Duman'ın kollarını göğsünden çözdüğünü gördüm. Kollarım, bir şey taşıyormuşum gibi ağırlaştı. "Hadi, bana yardım et," dedi yerinde kıpırdanırken. "Giyineyim."
Etrafıma bakındım. "Pantolonun nerede?"
"Dolapta olmalı."
Tek kapılı, küçük ihtiyaç dolabını gördüğümde kalkarak ilerledim ve kapılarını açarak içerisini karıştırdım. Pantolonu ve kazağı buradaydı. Askıdan alarak kapıları örttükten sonra elimdekilerle ona ilerledim. Doğrulmuş, ayaklarını terliklerin üzerine basmıştı. Üstünde açık renkli bir hastane pijaması vardı, bunlarla dolaşmak istemeyeceğini biliyordum. Yanına vardığımda, kazağı ve pantolonu yatağın kenarına bıraktım ve çıkarmak için üzerindeki tişörte uzandım. Kaşlarını kaldırdı ama itirazda bulunmadı. Yorgundu, kazağını giydirmemin bir sakıncası olmazdı. Tişörtü çıkartıp attıktan sonra geniş, çıplak göğsüne bakarak kazağına uzandım. Köprücük kemikleri çok derindi, çukurları net şekilde görüyordum. Kazağı kafasından geçirerek indirirken, "Merhamete mi geldin?" diyerek benimle alay etti. Yüreğinin kendine ihanetiydi gözlerindeki acı. "Neden siktiri çekip gitmiyorsun."
"Doğru, normal de öyle yapan bir kadınım," diyerek itiraf ettim düz bir sesle. Siyah kazak üstüne oturarak bedenini çerçevelediğinde, onu kolu boyunca okşadım ve ensesinde durdum. Kaşları çatılmıştı. "Ama sen dünümde de vardın yarınımda da var olacaksın. Kızayım, küfür edeyim, inkâr edeyim, yok sayayım... Bunların hiçbiri, şimdi karşımda durup bana ihtiyacın varken sana sırtımı dönmemi sağlayacak şeyler değil. İhtiyacın varsa yanındayım?"
"Seni bir tane öpebilir miyim?"
Kulaklarımın uğuldadığını hissettim. "Ne?"
"Yanağından," diye devam etti aynı ses tonuyla. Sesinde biraz yaramazlık biraz keder vardı. Sesinde mucizeleri gerçekleştiriyordu. "Öpebilir miyim?"
Bahsettiği şey ve yüzündeki istekli ifade gerçekten... komikti. Bir an gülümseyecek gibi oldum ama hemen sonra yanağımın içini ısırdım. "Duman, daha az evvel bu tarz şeyler konuşmayacağımızı söylemiştin."
Göz kırptı. "Bir tane."
Hastalığını resmen kullanıyor, buzdan duvarları elleriyle ısıtmaya çalışıyordu. Bir öpücüğün anlamı olamazdı, bu yüzden öpmesinin mahsuru yoktu. Yüzüne yeterince eğilmiştim, bu yüzden yalnızca yanağımı çevirdim ve öpmesi için yanağımı ona uzattım. Hiçbir erkek yanağımı öpmemişti, tabii babamdan ve Öğünç'ten başka. Kuru, rastgele öpücüklerdi. Duman'ın şaşkınlığını anladığım sıralarda, ağzını bana doğru yaklaştırdı. Ilık nefesi yanağıma yayılırken, kuru dudakları elmacık kemiğimin az altına yerleştirdi ve ufacık öptü. Onda tutkuyu görmüştüm, şehveti görmüştüm, arzuyu tanımıştım ama artık masumiyeti de biliyordum. Öpücüğün vakti bir kalp çırpıntısına sığdı. Yanağıma bıraktığı öpücüğün sesi göğsümdeki gerginliği köpürtürken, parmaklarını enseme dolayarak hafifçe az aşağıya kaydı ve dudağıma az kalan yerden öptü. Ölümün silahsız da gerçekleştiğini gördüm.
Geri çekildiğinde gözlerinde olay yerini gördüm,
Cinayet saati, az evveldi.
Pantolonunu giyinmesi için arkamı döndüğümde fazla oyalanmadan pijamayı çıkardı ve kemerinin sesini duyana kadar o şekilde durdum. Birkaç dakika içinde kotunu giyinmiş, kemerinin tokasını takmış, saçlarını el yordamıyla düzeltmiş, hazırlanmıştı. Evet, onu böyle dik omuzlarıyla görmek sefil, hasta görmekten daha iyiydi. Önüne düşmüş saçlarını gördüğümde ona giderek parmak uçlarımda yükseldim saçlarını düzelttim. Tazelenmiş görünüyordu. Teni o kadar da solgun değildi. Yediği serumlar onu toparlamış olmalıydı. Beni belimden kavrayarak ittirdi. "Dokunma saçlarıma, çok hoşlanmam."
"Ah, lütfen dokunayım. O saçlara dokunmadan nasıl yaşarım Duman Hazretleri!"
Saçlarımı çekiştirdiğinde kasıklarına vurmaya çalıştım ama buna hazırlıklı olarak gerilemeyi başardı. Sırıttı, dişlerinin birazını görmüştüm. Beni ittirdiğinde ona vurmak istedim ama kapı çalınmadan açıldığında duraksayarak oraya baktım. Doktor Ömer, beyaz önlüğünün içindeki bedeniyle kapının ağzında bize bakarken oldukça sorgulayıcı görünüyordu. Kaşlarını çattı, Duman'ın giyinmiş olduğunu fark ettiğinde muhtemelen azarlamak için ağzını açacak oldu ama Duman elini havaya kaldırdı. "Yorma beni, gayet iyiyim Ömer," dedi, sesi itiraz kabul etmiyordu. "Gideyim artık. Ararım seni, sonra konuşuruz."
Ömer sinirlenmiş görünüyordu, kendince haklı olabilirdi. Onlarla ilgilenmek yerine yatağın üstündeki şişme montuma uzandım. Duman çoktan çıkışa yürümüştü ama Ömer'in bakışlarını hissetmiyor değildim. Montumu üzerime geçirirken, "Sen salak mısın?" Dedi Ömer, Duman'a. Duman duraksayarak omzunun üstünden ona bakmıştı. "Kalbini hızlandıracak şeylerden uzak dur diyorum, sen kızı burnunun dibinde tutuyorsun."
Duman'ın bakışları alayla gerçek arasında sıkıştı. Ömer'in yüzüne vurduğu şeyden hiç hoşlanmamıştı ama sert bir çıkış da yapmıyordu. Uzanıp onun omzunu sıvazladı. "İflah olmam oğlum ben, köpeğiyim bu kızın."
Duman çekip gittiğinde ben montumun fermuarını çekmiş, boş gözlerle Ömer'e bakıyordum. Duman'ı sevdiğini görmemek aptallık olurdu ama arkadaşı ölmemek için uğraşmıyorsa bu benim suçum değildi. Duman git dese bir an durmayacak kadar gururluydum ama o gitmemi istemiyorsa gidecek değildim. Yapacak işlerimiz vardı. Ellerimi ceplerime yerleştirerek çıkmak için kapıya doğru yürüdüğümde, geçmem için onu bakışlarımla uyardım ama önümden çekilmedi. "Senin sikik buhranlarınla uğraşamayacağım, önümden çekil."
Bir anda ben daha ne olduğunu anlayamadan parmaklarını çeneme yaslayarak yüzümü adeta boynumdan koparacak kadar sertçe kaldırdığında, parmaklarım havada sersemleyerek onun omuzlarına inmişti. Baskısıyla beraber dişlerim birbirine vurduğunda, gözlerimin öfkeden yandığını hissettim. Benim kadar öfkeli şekilde araladı ağzını. "Asıl sen o sikik buhranlarınla Duman'ı incitir ve onu hastanelik edersen, iki elimi indirmem yakandan haberin ol..."
Cümlesini tamamlayamadı. Zaten ben de buna izin vermeyecek, onun cezasını kesecektim ama Duman benden önce davrandı. Önce kolunu gördüm, sonra yüzünü görmeme bile vakit kalmadan o iri elleriyle Ömer'i doktor önlüğünün yakasından kavradı ve adeta havaya kaldırarak fırlatıp koridorun diğer ucuna attı. Bunun olduğuna o kadar inanamadım ki, Ömer yerde sızlanıp küfürler ederken yalnızca bakabildim. Fersiz ve bitkin olduğunu, elini kaldırmaya dahi gücünün olmadığını sanıyordum ama işte, Ömer yerde sızlanıyordu. "Dostum, ne yapıyorsun Allah aşkına? Gel bir de üstümden geç istersen!"
Ben Ömer'e orta parmak çıkarırken, Duman koluma asılarak beni çekiştirmeye başladı. Ada, hâlâ koridorun ucunda şaşkınca buna tanıklık ediyordu ama abisinin bakışlarını gördüğünde hareketlenerek sandalyesini bu tarafa doğru sürmeye başladı. Duman Ömer'e cevap vermemişti ve koridordaki birkaç hemşirenin Ömer'i kaldırmak için telaşla koşturduğunu görmüştüm. Ona arkamızı döndüğümüzde Duman durdu ve Ada yanımıza gelene kadar bekledi. Ada'nın sandalyesinin arkasına geçerek onu sürmeden hemen önce birkaç parmağı çenemi kaldırdı ve hasar tespiti yaptı. "Seni incitmesine zarar verdiğine inanamıyorum," dedi, beni azarlayarak. Gözleri cehennemi görmüş gibiydi. "Acıyor mu?"
"Sıkmadı, yalnızca kavradı," dedim dürüst davranarak. Arkadaşıyla arasındaki krizin adı olamazdım. Yüzümü geriye çektiğimde parmakları yanına düştü. "Müdahale edecektim zaten."
"Onu ciddiye alma. Öleceğimi kabullenemediği için kuduruyor. Seninle alakası yok."
Stresle saçlarımı karıştırdım. "Benim burada ne işim var ya..."
Küfür eder gibi güldü. "Ben de ne zaman gitmekten bahsedeceğini düşünüyordum."
İkimizde birbirimize kötü kötü baktıktan sonra Ada'nın imalı bakışlarını görerek ilerlemeye başladık. Asansöre binerken Ömer Duman'ın adını seslendi ama Duman ona bile dönmeden el hareketi çekerek kardeşinin sandalyesini asansörün içine yerleştirdi. Bizden başka yalnızca bir kişi vardı, az sonra ilk kata indiğimizde aralanan metal kapıdan dışarıya çıktık. Duman birkaç dakika çıkış işlemleriyle uğraşırken, ben dışarıya çıkarak bir taksiyi çevirmiştim. Duman peşimizden geldiğinde Ada'yı sandalyesinden kaldırarak arka koltuğa yerleştirdi ve arabasını katlayarak bagaja koydu. Taksi şoförü Duman'ın bakışlarından o kadar ürkmüş görünüyordu ki, Duman arabayı kaputa vurduğunda bile ses etmedi.
Arabaya yerleştiğimizde Ada'ya yardımcı olabilmek için arkaya oturmuştum ve Duman şoför koltuğunun yanına oturmuş, bir sigara yakmıştı. Kendini öldüren şeylere bir düşkünlüğü var olmasa kendine karşı bu kadar merhametsiz olamazdı sanırım. Duman kendi evinin adresini vermişti ve ben kendi evime gideceğimi söylememiştim. Onu yatağına yerleştirip Ada'nın da iyi olduğunu gördüğümde siktir olup giderdim.
Bir sigara da ben yaktım.
Sokağa girdiğimizde taksi Duman'ın kardeşiyle beraber yaşadığı apartmanın önünde durdu. Ben inerken Duman borcu ödüyordu. Ada ortama girmeyi, sokağa bile çıkmayı sevmeyen bir kızdı ve bugün yaşadığı şey yüzünden onu daha az suçlar olmuştum. Bakışlar onu aşağılıyordu ve bunu sürekli yaşamak istemiyordu. Abisi onu taksiden indirdiğinde bile kimseyle göz göze gelmemek için yüzünü abisinin koynuna gömmüştü.
Kendisine acımaya devam ederse insanlarda ona acırdı.
Bunu öğrenmesi gerekiyordu.
Bu evin soğuk, loş bir havası vardı. Koridor hiçbir yerden güneş almıyordu. Montumu ve ayakkabılarımı çıkararak portmantoya bıraktıktan sonra koridora bakındım ve onların ardından salondan içeriye girdim. Duman Ada'yı koltuğa bırakmış, bacaklarının duruşunu düzeltiyordu ama Ada fısıldayarak karnına zarar vermekle alakalı bir şeyler söylüyordu. Karnına ne zararı olabilirdi bilemedim ama sorgulamadım da. Duman kardeşinin montunu çıkarmasına yardımcı olduktan sonra aç olup olmadığını sordu ama Ada benim ona bir şeyler yedirdiğimden bahsetti.
İyiliklerimin konuşulmasından hoşlanmazdım.
Duman bana minnet dolu bir bakış attığında omuzlarımı silkerek arkamı döndüm ve onun odasına yürürken etrafta Rose'u aradım. Evde değildi, onu görmeyi istemezdim. Duman'ın odasında biraz uyuduktan sonra evime geçmeliydim, iyi olduğunu bilsem de annemi merak ediyordum. Duman'ın odasına kendi odammış gibi rahatça girerek düzgün, tertipli yatağı inceledim. Yuvarlak yatağa bakarak ilerledim ve kendimi yüz üstü o yatağa bıraktım.
Bu koku uyumama yardımcı oluyordu ve ben uykusuzdum. Dakikalar içinde dalacaktım.
Duman'ı odadan içeriye elinde bir kadehle girerken görmeden hemen önce telefonumun çaldığını duydum ama o kadar fersizdim ki, arka cebimdeki o telefonu alamadım. Telefon ikinci kez çaldığında Duman kotumun cebindeki telefonu, kalçamı okşayarak aldı ve yanıtladı. Uzaktan uzağa kısıkça konuştuğunu duyuyordum. Ona kızmak istiyordum, azarlamak... Ama yorgundum ve beynim uyku için kıvranıyordu. Birkaç dakikanın ardından telefon konuşmasını bitirerek telefonu yatağa fırlattığında, sesi bir düşün içinden sesleniyormuş gibi boğuk yankılar şeklinde kulağıma ulaştı. "Döğünç piçi aramış, annenin iyi olduğundan, ona çorba içirdiğinden falan bahsetti..." kendi kendine söylendi. "Hiç hoşlanmıyorum ondan, sana benden bile daha yakın."
Artık onu duyamaz olduğumda, uyku beni karanlığın içine çekiştirerek soktu. Uyurken çoğu zaman bir köprüden yürüyor gibi hissediyordum. Düşecek korkusuyla tetikte olduğumdan bir gözüm hep açıktı. Ben uyanana dek o köprü hiç bitmiyordu. Ne zaman uyanıyordum, işte o zaman köprüyü geçmiş, geceyi sabah etmiş oluyordum.
Ne kadar vakit geçtiğini bilemedim ama bir süre sonra uykumdan huysuzca uyandığımda yaptığım ilk şey gözlerimi aralamak olmuştu. Karanlığı ve duvardaki gölgemi görmeye hazırlıksız yakalanarak bir an duraksadıktan sonra hâlâ Duman'ın yatağında olduğumu kavradım. Odanın içerisi ıssızdı, uzun saatlerdir uyuyor olmalıydım. Yanağım yastığın üstündeydi, kolum uyuşmuştu ve parmaklarımı hissetmiyordum. Sırtımda bir yük hissediyordum ve yüreğimin alanı sanki daralmıştı. Ensemdeki ter damlasının aşağıya doğru kayışını hissederken, aklıma ilk düşen şey annem oldu ve ben burada kaybettiğim zamana kızarak başımı yastıktan kaldırmak için kıpırdandım. Fakat Duman'ın sesi buyurgandı. "Biraz daha uyu."
"Ben..." ağzımın kurumuş olduğunu, dilimin adeta damağıma yapıştığını hissettim. Sesi çok yakından gelmişti, o an sırtımdaki ağırlığın ona ait olduğunu anladım. Beni sırtımla beraber kavrayarak kendisine yaslamıştı ve nefesi saç diplerime doğrudan akıyordu. "Beni uyandırmalıydın. Saat kaç?"
Terlediğimi hissetmiş gibi, saçlarımı ensemden çekerek hafif bir rüzgârın oluşmasını sağladı. "Ona geliyor," dediğinde sesi baygın, rahattı. Alkol, kanına karışmakla kalmamış, şuurunun bir kısmını kaybetmesine sebep olmuştu. "Bu gece kal burada, çok geç oldu. Bu saatte uzun bir yol gitmeni istemiyorum."
Duman'ın yanında kalacağıma hasta annemin yanında kalmalıydım. Öğünç beni aramış olmalıydı, hâlâ annemin başında olup olmadığını merak ederken, "Gideyim," dedim teklifini reddederek. "Aklım annemde."
"Döğünç annenin iyi olduğunu söyledi."
Gölgelerimizi izledim. "Onun adı Öğünç."
"Evet anlıyorum, Döğünç."
Annen iyi diyorsa iyi olmalıydı, bu konudaki hassasiyetimi biliyordu sonuçta. Onun Öğünç'e takılmasını umursamadan yanağımı yumuşak yastığa biraz daha sürttüm ve gözkapaklarımı indirdim. Madem öyle, birkaç saat daha uyuyarak gün ağardığında eve giderdim. Kendime, annemle daha fazla ilgileneceğime dair bir söz vererek kasılan bacaklarımı kıpırdattığımda, "Farkında mısın, seninle yatıyorum?" dedi, sesi araştırıcıydı. Göğsüme çekiç gibi iniyordu. "Beni kovman gerekmiyor mu?"
"Sadece uyu Duman."
Kolunun ağırlığı adeta sırtımı eziyordu ama rahatsız edici değildi. Eli göbeğimin üstünden hafifçe karnımı okşuyordu ve gölgelerimiz sürekli kıpırdıyordu. "Pekâlâ," dediğinde, sesinde memnuniyeti duydum. "İlk defa mı bir erkekle uyuyorsun?"
Uykum vardı, benimle konuşmasını istemiyordum. Bu yüzden kısa kesmek için, "Hımm," diyerek onu geçiştirdim.
Gölgelerimiz, bir kalemle duvara çizilmiş gibi belirgin tavırla her kıpırdayışımızı kaydederken, elini uzun saçlarımda hissettim. Saçlarımı, tepemden başlayarak uçlarına doğru yavaşça okşarken, "Ben de," dedi efsunkâr bir sesle. "Ben de ilk kez bir kadınla uyuyorum."
Tavandaki gölgemize, sonra duvardaki gölgemize baktım. Her ikisinde de bir beden gibi görünüyorduk. "Komikmiş," diyerek ona takıldım. "Sus artık, uyuyacağım.
"Ciddiyim."
Gözlerimi devirdim. "Tabi tabi."
"İlkimsin."
Benimle alay etmesini istemiyordum. Duman'ın gözlerine bile baktığınızda cinselliğe olan eğilimini görebilirdiniz. Tutkusunu görebiliyordum. Bu yüzden benimle alay ettiğine emindim. Bir elimi yavaşça yukarıya kaldırarak duvardaki gölgeleme baktım. Gölgem, oyun arkadaşımdı. Duvardaki parmağımı izlerken, Duman'ın güldüğünü duydum. "Ömer neden bana karşı bu kadar kaba?" diye sordum "Seni öldüren benmişim gibi davranıyor."
"Bazen cehennemin yedi kat altındaymışım gibi hissediyorum," dedi alakasız bir şekilde. Ona cehennemde kaç kez yandığını sormak istedim. Cehennemi küçümsememesi gerektiğini bilmesi gerekirdi. Elini kaldırdı, yukarıya kaldırdığım elimi tuttu. Parmaklarımız sanki bir alışkanlıkmış gibi birbirinin arasından geçti. "Garip olansa o katları ne zaman indiğimi bilmiyorum. Sanki hep oradaymışım gibi."
"Çünkü doğduğundan beri hastasın," dedim usulca. Göz kapaklarım kapanmadan hemen önce, gölgelerimizin uyumunu gördüm. Saçlarımı okşamaya devam ediyordu. "O yüzden böyle hissediyorsun. Kalbini söküp attığında bundan kurtulabilirsin."
"Biri benim yerime bunu yaptı," dedi, boğazının derinliğinden oldukça kısıkça duyulmuştu cümlesi. Bir anda bana o kadar sıkı sarıldı ki, gözlerimi kapadığımdan daha hızlı bir şekilde açarak duvara bakakaldım. Parçalarını topladığı aynanın önünde benimle birlikte dikilmiş, yansımasını izliyor gibiydi. Bileklerimizden aşağıya dökülen kan ayak uçlarımızda birikiyor ve biz aynaya o kadar çok bakıyoruz ki, az sonra ayna tekrardan parçalanarak etrafa dağılıyor. Yansımamızı artık göremiyoruz. Hiçbir şey bizi bir arada tutamıyor. Gözlerim kapanmadan önce Duman usulca fısıldıyor. "Biri kalbimi göğsümün içinden söküp aldı ve bana kalp ağrısından daha büyük bir şey bıraktı.”
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...