21. BÖLÜM
"DEFTERDEKİ İSİM."
Birisi, karanlıkta yolunu bulman için ateşi yaktı ama o ateşi, onu kendi karanlığında bırakmamak için bulan zaten sendin, bilemedi.
Acı beni güçlü yapmadı, acı beni kötü bir yaptı. Güneşe çıktığımda gülümsemeyi bırakıp karanlığa çıktığımda sigara yakmaya başladım. Mutluluğu bildiğim için acıdan şikâyet ettim, yaşamayı bildiğim için ölümden, kazanmayı bildiğim için kaybetmekten... Önce müziğin sesini kıstım, sonra dans etmeyi bırakım.
Ben dansı bırakıp müziğin sesini kıstım diye dünya dönmeyi bırakmadı. Döndü döndü döndü... Hepiniz, onu kendi etrafında dönüyor sanarak yaşadınız. Oysa o kadar küçücüktünüz ki, denize savrulan kum taneleri sizin için neyse, siz de dünya için ondan öte olmaya gidemediniz. Dünya yalnızca kendisi ve güneşin etrafında döndü. Siz yalnızca dans etmeyi bıraktığınızda dünyanın sizin için dönmediğini göreceksiniz. O zamana kadar dans etmeye devam edin ve her çıktığınızda yüzünüzü güneşe dönün; çünkü karanlık hepimizin ensesinde ve sizi ne zaman ele geçireceğini bilemezsiniz.
Hatırlıyordum, bunu hatırlıyordum. Çok zaman geçti, çok şey değişti ama bu aynı kalmış. Dudakları... Onu, okul gömleğinin içinde, lise sırasında öptüğüm gibiymiş. Hiç değişmemiş, birazcık bile. Aynı. Yemin ederim tıpa tıp aynı. Kahretsin, sanki hiç birini öpmemiş gibi!
Aynı olan başka şeyler de var. Kalbimin atışı gibi. Onun bu kadar canlı attığını duymayalı, hissetmeyeli çok uzun zaman oldu. Kimi zaman yerini unuttum, onu aramadım, göğsümün altında bir kalp değil de bıçak taşıdım ve elini uzatacak olan herkesi bununla tehdit ettim. Bir zamanlar yaralı da oldum aşık da fakat bazı anlar ikisi olduğumu da hissettim. Bazı anlar.
Dudakları, dudaklarımın her alanına yetişmeye çalışarak aceleyle beni öpmeye devam ederken, parmaklarım gür saçlarının arasında yolunu buluyor ve onları okşuyordu. Kaç dakikadır bu halde olduğumuzu bilmiyordum ama az önce sırtımın duvardan ayrıldığını anımsayabiliyordum. Duman'ın kucağında, onunla öpüşerek merdivenleri çıkıyor ve birbirimizden nefes almak için bile ayrılmıyorduk. Kalbinin düzensiz ve telaşlı gümbürdemesine kulak asmamaya çalışsam da her an bir yere yığılmasından endişe duyuyordum. "Duman... kalbin..."
"Evet, kalbim," diyebildi soluk soluğa. Dudakları dudaklarımın hâlâ üzerindeydi. Nefes almaya çalışarak devam etti: "Senin."
Evet,
Kalbim,
Senin.
Elim ensesinden aşağıya, omuzuna kaydı ve oradan da aşağıya inerek beline tutundu. Kollarımı belinin etrafı boyunca doladığımda, talepkâr dudakları yavaşladı ve hızlı başlayan öpücüğü yavaşça son buldu. Beni öpmeyi bırakarak ıslak dudaklarını çeneme yasladı ve kalçamdaki eli sağlamlaşarak beni kucağında dengeledi. Yüzündeki ifadeyi görmek için gözlerimi açtım. "Duman..."
"Ne kadar güzel," dedi alçak, kısık sesiyle. Yüksek oranda narkoz almış gibi uyuşmuştum. "Ölüme göze alıp seni öpmek."
Göz kapakları aşağıdaydı, bu yüzden gözlerinin içini göremiyordum ama yüzünün tasvirini yapabilirdim. Yüzünde seçilebilir olan tüm kemikleri belirginleşmiş, yanakları yüksek oranda kızarmış, yüzünü bir arada tutan her kas sanki harekete geçmişti. Dudakları aralık halde çenemin üzerinde duruyor, çok hızlı soluklar alıp veriyordu. Saçları parmaklarımın savruk ve asabi tavrı yüzünden dağılmıştı ve dudakları aralık olsa da her an bir gülümsemeye meyilliydi. Merdivenler bittiğinde, koridorun sonuna doğru yürüdü. "Seni yoruyorum, kucağından inebilirim," dedim ama bunu o kadar da çok istemediğimi biliyordum.
"Kucağımdan gerçekten inmeyi isteseydin indir beni Duman diyerek bağırırdın. Görünen o ki, sende inmeyi istemiyorsun Mahşer. Henüz seni taşıyamayacak kadar perişan halde değilim."
Gözlerini neden açmadığını sormayı istesem de sormadım ve uzanıp alnındaki bir tutam saçı parmağımın etrafına kıvırdım. "O zaman beni odana götür."
Sertçe yutkundu ama gözlerini yine açmadı. Hatta daha sıkı yumdu ve yavaş adımlarla koridorun ucuna yürüdü. Az sonra, ben onun yakışıklı çehresini izlerken hafifçe eğilerek bir kapıyı açtı ve beni kendisiyle beraber içeriye soktu. Kalp atışlarını duyabiliyordum. İnsan kendisine sesleneni hep duyardı.
Kapıyı onun omzunun üzerinden uzanıp örttüm ve o içeriye doğru yürüdüğünde, "Gözlerini neden açmıyorsun?" diye sordum ve o nefes nefese omuz silkerek parmaklarını adeta tenime kenetledi. "Hayal olmandan korkuyorumdur belki."
Odanın ortasındaki yuvarlak yatağa yürüdü ve birkaç saniyenin ardından o yatağa oturduğunda, ben hâlâ kucağında, ona sarılmış halde duruyordum. Dizlerim yatağın soğuk çarşafı üzerine yaslandı ve ellerim belinden yukarıya çıkarak sıcak yüzünü avuçladı. Sokak ışıkları bir miktar yardımcı olduğunda, parmak uçlarımı tekrardan saçlarına daldırdım ve dalgalı saçlarına dolandım. Görmediğini bildiğimden gülümsedim. "Senin saçların kıvırcık sanki biraz? Benimkiler seninkilerden daha düz."
"Evet, dalgalılar," dedi ve elini kalçamdan yukarıya belime kaydırarak parmaklarını tenime kenetledi. "Seninkiler uzun ve dümdüz. Ama dokunmama izin vermiyorsun."
Doğru, dokunmasına pek izin vermiyordum. Bir diğer parmaklarımla uzandım ve sokak ışığının yanağına düşürdüğü gölgenin üzerinden geçtim. "Evet, çünkü en son babam dokunmuştu. Başka bir erkeğin dokunmasını istemiyordum."
Böyle bir itirafı beklemiyor olmalı ki, kaşları hafifçe çatıldı. Açıkçası böyle açık konuşmayı ben de beklemiyordum ama bazı anlar dilime de ket vuramıyordum. "Ben herhangi bir erkek miyim?"
"Değilsin," dedim. Ki, bu bilinen bir şeydi, inkâra lüzum yoktu. Dudakları çenemden azıcık uzaklaştı. "Sen hiç bana yabancı olmadın. Hayatımın her dönemine bir iz bıraktın, hatta hayatımda olmadığında bile. Seninle benim aramda bir ip var ve kimi zaman ikimiz iki farklı yönlerden çekip o ipi koparacak olsak da sonunda daha güçlü düğümler atıp aramızdaki o ipe daha sıkı kenetleniyoruz."
Kaslarının gevşediğini, rahatladığını hissettim. Sanırım kötü şeyler dememden endişe ettiği için kendini kasmıştı. Ona hak verebilirdim, çünkü hep kötü şeyler derdim. "Biz birbirimize yürürken aslında kimse bizi durdurmadı, biz yürümekten vazgeçtik," dedi alçak tondaki sesiyle. Ağzımda hâlâ alkolün tadını duyumsayabiliyordum ama buna rağmen kendimi uzun bir uykudan uyanmış gibi canlı hissediyordum. "Şimdi sana ne kadar yürüsen ulaşamayacakmış gibi hissediyorum. O kadar uzağımda olmana rağmen bunun kilometrelerle alakasının olmaması çok kötü."
Onu ümitsiz bir durumun içine mi sokmuştum? Dediklerim için hâlâ kızgın veya kırgın mıydı? Bu yüzden mi açmıyordu gözlerini? Elimi kaldırdım ve göğsünün üstünden kalbine bastırırken, "Buradayım işte," dedim ve uzanıp yanağından öptüm. Kuru, anlık bir öpücüktü. "Kilometrelerce uzakta değil, buradayım."
"Peki ya ben?" dedi ve benim gibi elini kaldırarak göğsümün üzerinden sertçe kalbime yasladığında, fısıltıyla devam etti. "Ben burada mıyım?"
Ellerimiz birbirinin kalbi üzerinde dururken, bir haritanın üzerinde kendi bölgemi işaretliyormuş gibi sertçe dayandım göğsünün üzerine. "Senin orada olman için kalbimin seni gördüğünde ne kadar atması gerekiyor?"
Dudaklarından muzip, sersem bir tebessüm gelip geçti. "Ne kadar atması değil, ben diye atması gerekiyor?"
"Senin kalbin ben diye mi atıyor?"
"Sen diye atıyor."
Ona sarıldım.
Vücudumun büyük kısmıyla onu kucakladığımda, bu rahatlığıma biraz da çakır keyifliğimin sebep olduğunu biliyordum. Kendimi özgür bırakmıştım ve bir süre tadını çıkarmak istiyordum. Uzun zamandır karanlıkta sigara yakıyordum, bir kere güneşe gülümsesem ölmezdim ya... Başımı boynunun çıkıntısına yasladım ve gözlerimi yavaşça yumdum. "İyi geceler," diye fısıldadım ve devamını içimden getirdim. Eski aşığım.
Boyun girintimde çok uzun bir nefes aldı. Vücudumun tümünü içine çekmiş gibi hissetmiştim.
"Yıldızın bol olsun Gül Diken’im."
💔
Zamanın yıllar ötesinde, dünyanın kıtalar, şehirler uzaklığında birisi ateşi bulduğunu sandı ama cehennem ondan önce de vardı, anlayamadı.
Başımda kuvvetli, beni kedere sürükleyecek bir ağrı vardı ve uykudan uyanmamı tetikleyen de tamamen bu ağrı olmuştu. Vücudumda, rahatsız edici olmayan ama bunaltıcı bir sıcak vardı ve bedenim kaşık pozisyonu almıştı. Gözlerimi açmasam da güneş ışığını hissediyordum. Duman'ın bedeni benim bedenim doğrultusunda şekil almış, elinin birini sırtımdan, diğerini göğüslerimden bastırmıştı. Aradaki kalbimi eziyordu ve başı ensemle omzum arasında bir yerdeydi.
Öpüşmüştük ha?
Hem de birkaç kere.
Gözlerimi açtım ve dilimle şimdiden kurumuş dudaklarımın üzerinde bir tur attım. Dudaklarımda farklı bir şeyler vardı, sanki sakallarının hissi hâlâ oradaydı. Gözlerimi kırpıştırdım ve parmaklarımı dudaklarıma götürürken odanın içerisine bakındım. Dün karanlıkta iyi görememiştim ama gün ışığında çok büyük bir oda olduğunu görmüştüm. Yatak bir kere kocamandı ve yatağın tam karşısında, koyu renkli, geniş mi geniş kıyafet dolabı bulunuyordu. Zeminden yukarıya doğru uzanan pencerelerde krem renkli tül, perde takımı vardı ve bahar yağmurunu görebiliyordum. Yatağın bir yanında komodin, bir yanında berjer vardı ve bunun haricinde boş bir odaydı. Bir misafir odasını andırıyordu ama sanırım Duman buraya geldikçe bu odada kalıyordu. Nefesleri düzenliydi, hâlâ uyuduğunu anladım ve kollarının arasından yavaşça sıyrılmaya çalıştım. İlk anda güçlü kollarının baskısı artmış olsa da yavaşça, alıştırarak onun yanından kalktım.
Yatakta dizlerimin üzerine oturarak ona döndüm ve uyuyan yüzünü izledim. Huzurlu görünüyordu. Diyebileceğim en net şey buydu. Çehresinde bir dinginlik, sakinlik vardı ama hırıldayarak, rahatsızmışçasına nefesler alıyordu. Onu uykusunda bile rahat bırakmayan canavarının adıydı, kalp. Uzandım ve alnındaki saçları arkaya doğru ittim. "Günaydın eski aşığım."
Başının arkasına doğru ittiğim arsız tutamlar tekrardan alnına düştüğünde gözlerimi devirdim ve uzanıp onları tekrardan geriye ittim. Bütün gece bana sarıldığından olsa gerek terlemişti ve yüzü nemliydi. Elimin tersiyle alnını sildim. "Geniş bir alnın var, kadın olsaydın kâkül yakışırdı." Sırıttım ve elimi uzaklaştırdım. "Seni kâküllü düşünmemeliyim. Bunu yaparsam kesin gülerim."
Yanağımın içini sertçe ısırdım ve kafamı iki yana sallayarak gülüşümü bastırmaya çalıştım. Kendime homurdandım ve onu uyandırmamaya dikkat ederek yataktan kalktım. O sırada, gözlerim çıplak vücudunda, daha öncede birkaç kez fark ettiğim pansuman bezine kaydı. Karnının civarında bulunan geniş bir pansuman bezi vardı. Ne olmuştu? Pansuman bezinin olduğu yer tam olarak neresi oluyordu? Parmaklarımı götürdüm ve usulca oraya dokundum. "Kendine az dikkat etsen ne olur sanki? Hastasın ama ne sigaran ne alkolün ne de yaramazlığın eksik! Aptalsın, aptal!"
Kızgınlıkla yataktan çıktım ve pencereye yürüyerek perdeyi açtım. Evet, bahar yağmuru sepken halinde, hızla yağıyordu. "Bahar geldi... Aa, doğum günüme az kalmış..."
Mırıldanarak odadan dışarıya çıktım ve etrafı izleyerek merdivenleri indim. Dışarıdan bir yazlık görünümüne sahipti ama içerisi daha ağır mobilyalarla döşenmişti. Merdivenler krem renkliydi. O basamakları inerken duraksayarak korkuluklara tutundum ve derin derin nefesler aldım. Çakır keyif olsam da her görüntü çok netti. Başımdaki ağrıyı savuşturmak isteyerek şakağımı ovuşturdum ve dudaklarımı sertçe ısırarak merdivenleri hızla indim.
Salona bir göz atıp mutfağı bulduğumda, çok düzgün ve temiz bir mutfak olduğunu gördüm. Bir zamanlar, babam yaşarken bizim de evimiz çok güzeldi, anımsıyordum. Bir süre bembeyaz tezgâhın önünde durdum ve ne yapabileceğimi düşündüm. Duman kahve severdi, sert bir kahve yapmalıydım. Yanına atıştıracak bir şey... Krep, evet, krep yapabilirdim. Yalın ayaklarla mutfakta koşturdum ve krep için malzemeleri aradım. Şansıma, hepsi mevcuttu. Kısa süre içinde her ikimize yetecek kadar krep pişirdim ve sert iki kahve yaptım. Mutfaktaki tezgâh Amerikan tarzı tezgâh olduğu için pişirdiğim krepleri ve kupaya koyduğum kahveleri oraya koymuş, çatalla bıçak çıkarmıştım.
Evet, kahve ve krep midesindeki açlığı yatıştırırdı, çünkü muhakkak acıkmış olmalıydı. Mutfakta işim bittiğinde çıkışa yöneldim, gidip ona bakmalıydım. Uyanmış mıydı? Uyuyorsa uyandırmalı mıydım? Ne tepki verecekti? Dün gece öpüşmüştük, normal insanlar bu olduğunda ne yapardı? Ya da ben ne yapmalıydım? Beni tekrar öpmek ister miydi? Bir daha öpüşecek miydik?
Bunları düşünerek, başımı önüme eğmiş şekilde mutfaktan çıktığımda merdivenlerin önüne kadar başım önümde yürüdüm ama az bir an sonra başımı kaldırdığımda, Duman'ı merdivenlerin ortasında görerek afalladım. Aniden karşılaşmayı beklemiyordum ama zaten onun bana baktığı yoktu. Basamakta oturmuş, başını ellerinin arasına almıştı ve yüzünü göremiyordum. Duraksayarak gayretle yutkundum ve bakış açısına girdiğimde, yüzünü bana doğru kaldırmasını bekledim. Gözleri beni görmeye hazırlıksız yakalanarak büyüdü ve yüzünde apaçık bir şaşkınlık meydana geldi. "Sen," deyiverdi gözlerini kırpıştırırken. Bu haline bir anlam veremeyerek üzerimdeki badinin uçlarına tutunduğumda, "Sen," diye tekrarladı bir kez daha. "Buradasın?"
Badimi yumruğumun içine alarak kıpırdandım. "Gitse miydim?"
"Yoo, hayır! Ben, şey..." gözleri bakabildiği tek yer dudaklarımmış gibi gözlerimden aşağıya, dudaklarıma indi ve bana ateşin içine girmeden de yanılabildiğini hissetti. Gözlerini sertçe yumdu ve bir anda basamaktan fırlayarak kalktı. Bana arkasını dönerek merdivenleri tırmandığında ve gözden kaybolduğunda sadece arkasından bakakaldım.
Bu da neydi?
Arkasından merdivenleri çıkmaya başladım. "Neden öcü görmüş gibi davranıyor ki şimdi? Tamam, sabahları pek güzel olmuyorum ama..." durarak kendime kaşlarımı çattım. "Ne sikim konuşuyorum ben ya!"
Merdivenleri tırmandığımda koridorun sağ cephesinde bulunan bir kapının açık olduğunu gördüm ve yaklaştığımda buranın banyo olduğunu anladım. Başımı aralıktan içeriye soktuğumda Duman yüzüne soğuk su çarpıyor ve ağzının içinde mırıldanıyordu. Neden bir garip davranıyordu? Pervaza yaslanarak yüzüme soğuk bir maske geçirdim. Hayatta en iyi yapabildiği şey yüzüne maskeler geçirmek olan bir kızdan, o istemedikçe duygularını öğrenemezdiniz. Aynaya düşen yansımasına bakarken mırıldandım. "Kahve içer misin?"
İrkildi ama ben bunu yüzünden değil, kasılan omuzlarından anladım. Akan suyu kapatarak doğruldu ve bana, gözünün önünde olmama rağmen bakmadan köşedeki yüz havlusuna uzandı. "İçerim," dedi, yüzü sesinden daha telaşsız ve sakindi. Yüzünü silerek havluyu indirdi. "Bana kahve mi yaptın?"
"Sen seversin diye."
Havluyu kenara bıraktı ve dönüp bana baktı. Dudaklarımı kemirme dürtüsüyle başa çıkarak yutkunurken, Duman'ın gözlerinden bir kış mevsimi gelip geçti. Bakışlarını yüzümde gezdirdi. "Buradasın?"
Kör müydü? Buradaydım işte! Yoksa... Gideceğimi mi ummuştu? Gitmemi mi istiyordu? "Buradayım, eğer gitmemi hâlâ istiyorsan da çıkar gi..."
"Aptal," dedi dişlerinin arasından, ansızın. Gözleri, kalbi hayata geri çevrilemeyen bir hasta kadar ümitsizdi. "Aptal! Gittiğini düşünmüştüm. Yatakta yoktun ve ben gittiğini düşündüm!"
Bu telaşı, garipliği, burada olduğuma şaşırması bu yüzden miydi? "Gitseydim ne olurdu?"
"Bir şey olmazdı. Çünkü ben aptalın tekiyim ve çıkıp tekrar geldiğinde evimin kapısını sana açarım."
Yanımdan geçerken, sadece yüzüme hafifçe dokundu.
O gözden kaybolduğunda bir süre durup aynada, suratıma baktım. Saçlarımı mutfağa inmeden önce tepemde bağladığım için yüzüm kendini daha çok belli etmişti ve küçük, kemikli suratımda bir canlılık vardı. Dudaklarım kızarık, berelenmiş duruyordu ve uzun yıllardır nefretle bakan gözlerimin en dibinde, cılız bir ışığın karanlığı eşelediğini görebiliyordum. Yanaklarımda kızarıklık vardı ama buna sebep olan utanç duygusu değil, şehvet duygusuydu.
Banyodan çıktığımda Duman'ın etrafta olmadığını görerek merdivenlerden indim. Salonda olabileceğini düşündüm ama onu orada da bulamayarak mutfağa yöneldim. Evet, mutfaktaydı. Bar tezgâhı şeklinde olan tezgâha oturmuş, dirseklerini yaslamış, ilgiyle krep ve kahveye bakıyordu. Benim geldiğimi fark ettiğinde genzini temizledi. "Bunları benim için mi yaptın?" Diye sordu, şaşırdığı belliydi ama bunu saklamaya çalışıyordu. "Krep ve kahve?"
“Evet,” dedim.
Yavaşça yürüyerek onun karşısında bulunan yüksek, tabure tarzı oturağa oturdum ve ellerimi granit tezgâha yaslayarak parmaklarımla oynamaya başladım. Kendimi sakin ve dinmiş hissediyordum. Sanki uzun bir savaştan sayısız yara alıp çıkmıştım ve artık yapmam gereken tek şey bu yaraları sarmaktı. İkimiz de başımızı önümüze eğerek bir süre tezgâhın üstündeki parmaklarımızla oynadık. Ne denilebilirdi ki? İnsanlar öpüştükten sonra ne yapıyorlardı? Veya biz normal insanlar mıydık ki? Alt dudağımı ısırarak ona bir bakış attım ve o da tam o sırada bana baktığında, birbirimize yakalandık. Duman'ın dudakları tek bir çizgi halinde gerilmeden hemen önce, "Pişman mısın?" Diye sordu sadece. "Çünkü ben değilim..." gözleri bir anlık boşlukta burnumdan aşağıya, dudaklarıma indi ve harelerinin rengi koyulaştı. "Bir daha olsa bir daha öperim."
Omzumu silktim. "Pişman değilim."
Çok sert bir nefes alarak elini ensesine götürdü ve ense kökünü sertçe ovaladı. "Aynen devam o zaman."
"Aynen." Parmaklarımla daha çok oynadım. "Öyle devam."
Bakışlarımızı önümüze çektik ve bir süre sadece sustuk. Kafam çok karışmıştı. Nasıl aynı kalabilirdik? Beni bir daha öpmeyi istemediği için öyle demiş olabilirdi. Sanırım iyi öpüşmüyordum, çünkü hiçbir tecrübem yoktu. Duman'dan başkasını öpmemiştim ve asıl sorun şuydu ki, öpmeyi istememiştim. Ellerimi uzatarak kahve kupasını kavradığımda, "Mahşer," dedi Duman, ansızın.
Kafamı kaldırmadan, "Hımm?" diye karşılık verdim.
"Bir daha ne zaman öpüşürüz?"
Gözlerim suratının ortasında donup kaldı. Bu sorarak mı olurdu? İnsanlar öpüşmeden önce şu zaman öpüşelim diye mi kararlaştırıyorlardı? Yani böyle şeyler doğal gelişmez miydi? Suratı o kadar gergindi ki her an çatlayacakmış gibi duruyordu. Üstelik parmakları stresle tezgâhın üzerinde hareket ediyor, her an kalkıp gidecekmiş gibi duruyordu. Yüzüne birkaç saniyeden fazla bakamadım. Yoksa... gülecektim. Omzumu silkerek önüme döndüm ve krepime uzandım.
O da bu sessizliğe sadık kalarak uzandı ve tabağın içinden bir krep alıp yemeye başladı. Her ikimiz de tutuk, sakindik. Evet, ona karşı nasıl davranmam gerektiğini bilmediğimi itiraf edebilirdim. Dün gece planlanmadan gelişen o öpüşme tüm dengelerimi sarsmıştı. Krepi kemirmeye başladığımda tadının çokta fena olmadığını fark ederek rahatladım. Kupamı dudaklarıma yaslayarak içinden uzun yudumlar aldığımda, "Karnındaki o pansuman bezi ne için?" diye sordum hem merak ederek hem de aramızdaki gerginliği kırmayı isteyerek. "Daha önce de gördüm birkaç kez."
Bir an duraksadı ama hemen sonra elinde tuttuğu krepi yemeye devam etti. "Rutin kontroller işte."
Tek kaşımı kaldırdım. "Kalbinin ciğerinle ne alakası var?"
Gözleri gözlerime ansızın çakıldı. "Asıl kalbimin seninle ne alakası var ki?"
Önüme dönüp krepimi kemirmeye devam ettiğimde, avuçlarımın içindeki nemi hissettim ve açıp şaşkınca bakmayı istedim. İçleri baya ıslanmıştı. Birini kucağıma indirip kotuma silerken diğeriyle de kupaya uzandım ve serin bir şeylere ihtiyacım olmasına rağmen sıcak kahvemi yudumladım. Aniden bir şeyler söylüyor ve ona karşı siper almama bile izin vermiyordu. Düşmanım safıma çok yakındı.
Devamında sessizliğimizi koruduk. Neden oradaki pansumandan bahsetmediğini anlamamıştım ama aklıma takılmasını önleyemiyordum. Krepimi bitirdiğimde bir tanesine daha uzanacak oldum ve Duman da aynı zamanda tabağın içindeki son krepe uzandı. İkimiz de birbirimizin o krepe uzandığını fark ettiğinde ellerimizi geri çekerek birbirimize bakakaldık.
"Sen ye."
"Sen ye."
İkimizde yine aynı anda konuştuk ama ikimiz de o krepi yemek için harekette bulunmayarak tekrardan önümüze döndük. Tamam, buna bir son vermeliydik. Normal dışı davranıyorduk. Kahve bardaklarımızı ellerimize alarak içmeye devam ettik ama tabağın içindeki krepe hiç dokunmadık.
"Babanın eşyalarını karıştırdın mı?"
Bu beklenmedik soruyu duyduğumda irkildim ve kaşlarımı sertçe çatarak kupamı elimden bıraktım. "Hayır," dedim dudaklarım tek bir çizgi halini aldığında. "Bakmadım."
"Korkak," dedi ansızın, alay eder gibi. "Telefonunu karıştırmaktan korktun değil mi? Annemle yasak bir ilişkileri olduğunu görmek seni delirtecek."
"Kes sesini," dedim gürültüsüz bir şekilde.
"Ya sen bakarsın ya ben bakarım," dedi, ben ne kadar gürültüsüzsem o da o kadar gürültülüydü. "Babanın gerçek yüzünü gör ve ondan sonra geçip bir aynanın karşısında yüzüne bakarak sor: babam, kendimi feda etmeme değecek bir adam mı? Bu sorunun cevabına hayır dersen devam etmeyiz ama buna rağmen devam etmek istersen, kaldığımız yerden devam ederiz."
Kaldığımız yer... Çok eski Duman. Çok öncede kaldık biz seninle. Yıllar öncesinde, bir okul sırasında...
"Ben aynadaki yüzüme bakamam."
"Ne?"
"Hadi diyelim ben babamın gerçek yüzünü gördüm, bu intikamdan vazgeçtim. Sen ne yapacaksın Duman? Sen de kendi intikamından vazgeçebilecek misin?"
"Ben annemin değil, Ada'nın intikamını alıyorum Mahşer," dedi tek düze bir sesle. "Bir çift bacağın." Paketi çıkarıp içerisinden bir dal aldı. "Aslında benim alınacak intikamım yok, senin var. Sen bana yardım etmiyorsun, ben sana yardım ediyorum. Yani bırakalım dersen bırakırız devam edersen ederiz."
"Madem kendi hesabını kapattın neden bana yardım etmek için bunca uğraşa giriyorsun?"
Pis pis güldü. "Seni yatağa atmak için."
Homurdanarak önüme döndüm. Normalde ağız dolusu küfür edebilirdim ama yapmadım ve tezgâha bıraktığı sigara paketine uzanıp içerisinden bir dal aldım. "Çok sigara içiyorsun," dedi alçak bir sesle. "Pis, ağzın hep sigara kokuyor."
"Gece bundan bir şikâyetin yoktu.”
Sigarayı dudaklarına götürdü ve öpüşmemize yaptığım imayı duymazdan gelerek yüzümü izledi. Bana bakışı, kanlı ayak izlerini kapımın önüne silerek içime girmesi gibiydi sanki. Sigarayı ağzından alıp konuştu. "Bence ne yapalım biliyor musun Mahşer? Girip evine Melih Han'ı öldürüp çıkalım?"
"Almayayım canım. Üstelik o ölürse bunu neden yaptığını veya birilerinin yaptırdığını öğrenemeyiz.”
Duman ikinci bir sigarayı daha bitirdikten sonra izmaritini kül tablasına bıraktı ve tabureden kalkarak granit tezgâhın yanından yürüdü. Az sonra arkama geçtiğinde kılımı bile kıpırdatmadan izmaritlere, kül yığınına bakmayı sürdürdüm. Duman çenesini biraz bekledikten sonra başımın üstüne yasladı ve burnundan derin bir nefes aldı. "Bugün burada kalalım," dedi, pürüzlü, boğuk sesiyle. "Sadece sen ve ben. Ne yapacağımızı konuşalım. Yaptığımız hiçbir plana sadık kalmıyoruz, artık daha düzgün bir plan yapıp bu işten kurtulmalıyız. Hem senin masumiyetini özlemişim, biraz tadını çıkarayım."
"Ben senin beni tanığın hiçbir zamanda masum değildim."
Dudaklarını saçlarımın üzerine dokundurdu. "Öyle mi dersin?"
"Hımm."
İtiraz etmeyeceğimi anladığında çenesini başımın üstüne bastırmaya devam etti. "Seni ilk gördüğümde manyak güzel olduğunu düşünmüştüm."
Ne tesadüf ben de.
"O gün hastanede karşılaştığımızda hiç de güzel değildim, hatta berbattım Duman. Gözlerinin bana baktığı bile yoktu, beni nasıl güzel görmüş olabilirsin."
"Bazen aptallığın tutuyor. Öleceğim, konuşsam da faydasız olacağı için susuyorum."
Küreği kalbime gelmişti. "Bana sürekli öleceğini söyleme.”
"Duymak canını mı yaktı?"
"Benden sevgi mi dileniyorsun?"
İç çekti. "Şu zehirli dilin yok mu... İnsanı öldürmüyorsun da yaralı bırakıyorsun."
Göğsüme uzunca bir nefes alarak yutkundum ve taburede dönerek yüzümü ona çevirdim. Şimdi karşılıklı duruyorduk ama alnım göğsüne denk geliyordu. Bir süre tişörtünün üstünden göğsüne baktım ve sonra ellerimi tişörtünün uçlarına yerleştirdim. Duman buna şaşırmış olmalıydı ama ses etmedi. Ellerini ve çenesini vücudumdan uzaklaştırmıştı. Ellerimi, göğsüne sürterek yukarıya çıkardım ve yüzünü okşayarak parmaklarımla gözlerini örttüm. Dudakları seğirdi ama gülmedi. Gözlerini, beni göremeyeceği kadar kapattıktan sonra, "Senin gözlerin de farklı bir şey yapmıyor," diye fısıldadım. "Çok derinden bakıyorsun..." bir elini aldım ve ağzımın üzerine kapamadan önce mırıldandım. "Sen bana bakma, ben de seninle konuşmayayım. Böylece ikimiz de rahatsız olmayız."
Avuç içi ağzıma, dudaklarıma yaslandığında Duman'ın boğazından hırıltılı bir inleme yükseldi ve bu iniltinin doğrudan kasıklarıma yüklendiğini hissettim. Kirpiklerinin avuçlarıma sürtünmesi adeta yakıcı bir maddeye dokunuyormuş gibi hissetmemi sağlamıştı. Avucu daha sertçe ağzıma dayandığında, göğsümde bir mezarı anımsatan boşluğun açıldığını, içine yumruk kadar kalbiyle birinin girdiğini gördüm ama karanlıktı, kimin girdiğini göremedim. Dilimi çıkarıp avucunu yaladım ve fısıldadım. "Nasıl? Zehir miymiş dilim?"
"Salyalarını çek elimden."
Avucunu boydan boya yaladım. "Öyle mi istersin?"
"Pis kız."
Elini avucumun üstünden çekti ve bileğimi tutarak benim elimi de gözlerinin üstünden çekti. Ağzımın üstünü elimin tersiyle silerken Duman koyu bakışlarını avuç içine indirerek salyalarıma baktı. "Temizle şimdi elimi."
"Çok beklersin."
Tabureden indim ve ayaklarım yere bastığında, "Kaçma," dedi ama ben çoktan sırtımı dönüp seri şekilde mutfağın çıkışına ilerlemiştim. Arkamdan homurdandı. "Kalçaya bak, üç kişilik kalça..."
Dönüp ona el hareketi çektim.
Üstüme yürüyecek olduğunda hızla arkamı döndüm ve onun kadrajından çıkar çıkmaz koşmaya başladım. Nefes nefese salona varıp kendimi koltuğa attım ve başımı arkaya yasladım. TV hâlâ açıktı. Dünden beri kapanmamıştı ve ekranda saçma reklamlar vardı.
Duman birkaç dakika sonra mutfaktan çıktığında koltukta oturan bana baktı ve merdivenleri tırmandı. Basamakları çıkarken, öpüştüğümüz basamakta bir süre kalması dikkatimi çekmişti. Gözden kayboldu ve beni yalnızlığımla bıraktı. Evet, kalabilirdim. Fakat annem? Onu sürekli Çisem'e emanet etmek hoşuma gitmiyordu. Tek kalsa, yemek yemez, ilacını almazdı. Yanaklarımı şişirerek dalgınca TV ekranına baktım. "En son ne zaman kendim için bir şey yaptım ki?" diye fısıldadım, sessizce. Sonra durdum ve mırıldandım. "Dün yaptım, uzun süreden sonra dün kendim için bir şey yaptım ve onu öptüm."
Parmaklarım bilinçsiz bir şekilde dudaklarıma uzandı. Dudaklarımın etrafını okşayarak ısırık izlerinin üzerinden geçtim. İlki buseydi, bu çılgın bir öpüşme.
Duman'ın indiğini, ahşap basamakların gıcırdamasından anlayarak elimi hızla dudaklarımdan çektim ve normal görünmeye çalıştım. Duman salonun içine doğru yürüyerek çaprazımda bulunan koltuğa oturdu ve elindeki bilgisayarı ortada bulunan sehpaya bıraktı. "Televizyonu kapatsana," dedi ve diz üstü bilgisayarın kapağını kaldırdı. "Seninle film izleyelim."
Dudağımı ısırdım. "Beraber mi?"
"Biraz kafamızı dağıtırız belki."
Doğru, buna ihtiyacımız vardı. Maden tüm gün bu dağ evindeydik, bir şeyler yaparak vakit geçirebilirdik. Ortada bulunan alkol şişelerinin yanındaki kumandayı aldım ve kırmızı düğmesine basarak televizyonu kapattıktan sonra oturduğum yerden kalktım. Duman'ın oturduğu ikili, deri döşemeli koltuğa oturarak parmaklarımı dizlerime yasladım ve sırtımı dikleştirerek ekrana baktım. Mavi ekran gelmiş ve bilgisayar şifre sormuştu. Duman bir an omzunun üzerinden bana dönerek kaşlarını yukarıya kaldırdı. "Bakma şifreme."
Parmaklarıyla bilgisayar tuşlarının bir kısmını gizlediği için zaten hangi tuşa bastığını görememiştim. "Neden? Bilgisayarına gizlice girecek değilim."
"Olsun. Telefonumun da bilgisayarımın da şifresine bakma."
Omzumu silktim ve buz gibi bakışlarımı sehpaya çevirdim. "Ne izleyeceğiz?"
"Aşk ve Gurur'u izlemiş miydin?"
"Hayır. Uzun zamandır film izlemiyorum."
"Üşüyor musun?"
Ellerimi kollarıma sarıp ovuşturmaya başladığımı o bunu dediğinde fark ettim. Bakışlarını indirmiş, vücuduma bakıyordu. "Şömine yanmadığından biraz soğuk," dedim ve omzumu silktim. "Sorun değil."
"Şömineyi yakayı..."
"Hayır," dedim ve koltukta yana doğru kaydım. "Sarıl."
Gözlerimi, yüzünün alacağı ifadeyi görmemek için kaçırdım ve başımı izin almadan göğsünün üzerine yaslayarak bacaklarımı yukarıya topladım. Bacaklarım kalçamın altına yerleştiğinde, elim dizlerimin arasına yaslanmıştı ve yanağım Duman'ın göğsüyle beraber yükseliyordu. Sırtını koltuğun arkasına yaslayarak elini sırtıma doğru doladı. Parmaklarının dizilimini hissetmiştim. Bir piyanist kendi piyanosundan nasıl anlarsa, Duman'da benim vücudumdan anlıyordu. "Sarıl zaten, yoksa geçecek gibi değil."
Filmin jenerik müziği salonun içini doldurduğunda her ikimiz de sustuk ve gözlerimizi ekrana diktik. Duman'a kendi rızamla üçüncü kez sarılıyordum ve üçü de hep duygusal olduğum anlarda gerçekleşmişti. Bu duygusallığımın sebebini sorgulamayacak, biraz sınırlarımın dışına çıkmaya çalışacaktım. İçeride, tek kalmak ve dışarıya çıkmamak için o kadar fazla çabalamıştım ki, gün ışığını unutmuştum. Derin bir iç çektim ve jeneriğin ardından filmi izlemeye başladım. "Elbiseler çok güzel değil mi?" diye sordum bir an kendime engel olamayarak.
"İçinde sen olsaydın daha güzel olurlardı."
İçimde sen olmasaydın ben nasıl olurdum?
Parmaklarımı belli belirsizce karnında gezdirdim. "Bu cümlelerle... Kaç kızı düşürdün?"
"Neden inanmıyorsun?" dedi aniden. Sesi sert olmasına rağmen hâla kısık tondaydı. "Ben hiçbir kızla birlikte olmadım Mahşer."
Buna gülünürdü ama gülmedim. "Evet Duman, biraz daha zorla, inanırım belki."
Başımın üzerinde homurdandı ama cevap vermedi. Allah aşkına, böyle bir şeye nasıl inansaydım? Birkaç kez bunu söylemişti ama hiç inandırıcı değildi. Üstelik dün beni öperken oldukça tecrübeli görünüyordu. Duman... Bakışlarıyla bile hep cinsel gerilin yaratan birisiydi bunu çok kez yaptığına emindim. Dudaklarımı gergince birbirine bastırdım ve filmi izlemeyi sürdürdüm. Aşk ve Gurur... Bana neden bu klasiği izletiyordu. "Film aracılığıyla bana bir gönderme mi yapıyorsun?" diye sordum, adeta homurdanarak. "Gurur falan?"
"Aşk kısmına itiraz etmiyorsun?"
"Göt."
"Açayım da ye. Ne göt göt..."
Ağzı bozuk sersemin tekiydi ve olan şuydu ki, benim de ağzım çok bozuktu. Bu yüzden ona küfür ettim ve Duman susarak elini sırtımın üzerine yasladı. Film yavaş ama güzel ilerliyordu. Kitabını okuduğum bir eserdi ama filmini izlememiştim. Filmin nasıl biteceğini, kitaba sadık kalıp kalmayacağını ilgiyle izledim ve mutlu sonla bittiğinde, dudaklarımı bir tebessümün ele geçirdiğini hissettim. Duman iç çekti. "İşte böyle. Gururun aşkın yanında hiçbir şansı yok."
Buna verdiğim tek cevap şu oldu. "Tamam."
Onunla alay ettiğimi fark ettiğinde gözlerini devirdi, bunu çenesinin altından ona baktığımda görmüştüm. Sakallı, köşeli bir çeneye sahipti. O laptopa uzanıp bir başka film seçerken ben güzel çenesini izledim. "Şimdi hangi filmi açıyorsun?"
"Buz Devri."
Gerçekten mi? Bunu söylediği ilk birkaç dakika şaka yaptığını sandım ama animasyon filmin jeneriği kulaklarımı doldurduğunda gözlerimi devirdim. "Çocuk filmi mi izleyeceğiz?"
"İzlersen yetişkin filmleri açalım. Anlarsın ya..."
"Tamam, bu olsun."
Yanağımı tekrardan göğsüne gömdüm ve başlayan animasyona dik dik bakışlar attım. İnsanlar bunun neyini komik buluyordu anlamıyordum. Sanırım mizahtan, gülmekten hoşlanmadığım için bana hitap etmiyordu. Animasyon boyunca sadece birkaç sahnede dudaklarım kıvrılır gibi olmuş, onun haricinde suratımı asmıştım. Animasyon bittiğinde Duman sanki bu pozisyonumuzun hiç bozulmaması içim hızlı davranmış, izlememiz adına başka bir film açmıştı. Bu da daha önce hiç izlemediğim ama duyduğum bir filmdi. Açıkçası bunu izlememiştim, çünkü Duman'ın mayıştırıcı bir kokusu vardı ve bir süre sonra göğsünde uyuklamaya başlamış, bunu fark etmemesi için yüzümü ondan gizlemiştim. Filmde bir müzik çalıyor, dışarıda ince ince yağmur yağıyor ve Duman'ın kalbi bir mızıka gibi uzaktan uzağa dolduruyordu sesini kulaklarıma.
Yıllar öncesi.
Galata Lisesi.
Silahı nereye doğrulttuğunu bilmeden sıkıp durdurdun da gözlerini açıp kurşunlar nereye gitmiş diye hiç bakmadın. Kalbime gelmişti mesela, niye bakmadın?
Gözlerini hiç kapatmadın ama hep kördün sen.
Hep baktın ama bir kere bile görmedin.
Niye görmedin mesela? Bunu soruyu bin defa sormak istedim. Niye görmüyorsun mesela? Bin defa da bu soruyu sormak istedim ama karşına geçip hiç konuşamadım. Çünkü hep korktum. Eğer karşına geçtiğimde bana herkes gibi bakarsan, biraz bile etkilenmezsen diye korktum. Ben seni ilk görüşümde etkilendim ve hep beni gördüğün ilk anda gözlerini benden alamamanı bekledim. Öyle olmadı. İki bahar, bir kış geçti ama değişen hiçbir şey olmadı. Yine aynı koridorlardan geçiyoruz ama hep ayrı ayrı geçiyoruz. Mesela elimi tutup geçmiyorsun, mesela elini tutup geçemiyorum. Sadece geçiyorum ve seninle geçsem anlamı olacak bu koridor, yalnız yürüdüğümde hiçbir anlam içermiyor. Her şey boş geliyor, özellikle son zamanlarda.
Duman'ı daha ne kadar uzaktan izleyip karşısına geçmeden durabileceğimi bilmiyordum.
Onu bir köşeye çekmek, bağıra bağıra anlatmak istiyordum ama o cesareti bir türlü toplayamıyordum. Yine bir teneffüste, sırf o indiği için kantindeydim ve uzaktan onu izliyordum. Bugün sakal tıraşı olmuştu, çünkü duyduğuma göre okul müdürü onu koridorda görüp sakallarını kesmediği için azar çekmişti ve bugün kesmek zorunda kalarak okula gelmişti. Benim için sakallı ya da sakalsız olması problem değildi. Fakat sakallarını keserken onu izlemeyi çok isterdim, seksi olabileceğini düşünüyordum. Seksi... Bu kelime Duman'ı tanıyana kadar aklıma bile almadığım bir kelimeydi ama o beni harekete geçirebiliyordu. Onu düşündüğümde veya çok yakınından geçtiğimde...
Utanarak bakışlarımı başka yöne çevirdiğimde, bir an sol masada oturan Furkan'ı görerek duraksadım. Duraksadım, çünkü harita gibi dağılmış olan suratını görmek beni epey şaşırtmıştı. Daha dün hiçbir şeyi yoktu, hatta beraber bir şeyler içmiştik ama bugün baya şeyi var görünüyordu. Furkan'ın ara ara benden hoşlandığını düşünüyor olsam da onu arkadaş olarak gördüğüm için bana açılmasını hiç mi hiç istemiyordum. Anlaşabildiğim bir arkadaştı benim için. Göz göze geldiğimizde elimle suratını gösterip bu halin ne, dercesine baktım ama onun yaptığı tek şey bakışlarını acele içinde benden kaçırmak oldu.
Hah! Bende seni yiyecektim zaten.
Homurdanarak tekrardan Duman'a doğru döndüğümde, elinde okul kravatını çevirerek arkadaşlarına takıldığını gördüm. Kravatını taktığı yoktu zaten, gömleği de hep dağınıktı. Günde üç kez falan kavga ediyordu ve yüzünün birkaç yerinde bu yüzden morlukla vardı. Kaşındaki yarığa bakamayarak gözlerimi yumdum. "Üff, geçmemiş hâlâ! Serseri!"
"Mahşer!"
Çisem'in yüksek sesini duydum ve herkesin onun yüzünden dönüp bana baktığını fark ettiğimde, utanarak başımı önüme eğdim. Salaktı bu kız yahu! Yanımdaki tabureyi çekip oturduğunda, sinirle ona döndüm. "Adımı niye öyle bağırıyorsun be aptal!"
Bana sırıttı. "Duman adını duyunca dönüp bu tarafa baktı."
Elimle saçlarımı düzelttim. "Ya? Sahi mi?"
Bu halimi komik bulmuş olmalı ki dişlerini göstererek güldü. "Baktı ama... herkes baktı zaten, özellikle seni görmek için bakmadı."
Aptal! Ona neydi de hevesimi kursağımda bırakıyordu. Uzanıp kolunu sıktım. "Öyle bir gün gelecek ki, o bana bakacak ama bu sefer ben onu umursamayacağım."
"Ya. Tabi tabi."
Kollarımı tavırlı bir şekilde göğsümde kavuşturarak başımı önüme eğdim. Çisem siyah saçlarını iki yandan örmüş, örüklerini gömleğinin üzerine bırakmıştı. Halimle eğleniyor olsa da gözleri hüzünlüydü ve buna bir anlam verememiştim. Simsiyah, düz saçlarımı sırtıma atarken, "Ne oldu?" diye sordum endişeyle. Çisem'e bir şey olsa hemen hissettirir, duygularını saklayamazdı. "Söylemek istediğin bir şey mi var canım?"
"Aslında evet," dedi ama sesinin tonu da yüzü de oldukça kararsızdı. Bir anlık dönüp Duman'ın oturağına baktım ve hâlâ orada olduğunu gördüm. Zaten kalbimin atışı senin yakınlığınla doğru orantılı ve kalbim hâlâ böyle atıyorsa, sen buradasındır. "Kızlar tuvaletinde bir şeyler duydum, şu Duman'ın sınıfındaki kızlardan."
Dişlerimi sıktım! O sınıftaki kızların tümünden nefret ediyordum, çünkü hepsinin Duman'da gözü vardı. Üzüntüyle iç çektim. "Yoksa... aralarından biriyle çıkmaya mı başlamış?"
Nefesimi öylesine tutmuştum ki, o cevap verene kadar fark etmedim. "Hayır öyle bir şey değil ama... kızlar Duman'ın aşık olduğu biri olduğunu konuşuyorlardı. Deftere adını falan yazmış, Duman bir süre sınıfta dalga konusu olup birileriyle kavga etmiş..."
Yalnız olmalıydım. Tam şu an yapayalnız olmalı, bağırarak ağlama isteğimle mücadele etmeden ağlamalıydım. Deftere, aşık olduğu birinin adını yazmış mı demişti? Nasıl? Bildiğimiz aşk mı? Defterinde, ismi ben olmayan bir kız... İnsanın katili, zaafıydı ve beni öldüren şey bu zaaftı. Ağlamamak için dilimi, yanağımı ısırdım ve Çisem'in üzüntüyle bakan gözlerine sırt çevirerek tabureden seslice kalktım. Tam şimdi o masaya gidip ona bağırmak, çağırmak istiyordum. Senin de ismin yazıyor demek istiyordum. Her yerde.
Kantine sırt çevirdim ve asabiyetim dolayısıyla insanların bana baktığını anlamış olsam da umursamadan okulun içine doğru koşturdum. Kısa eteğimin uçları yukarıya doğru kalkmış olmalıydı ama onları düzeltmedim bile. Saçlarım omuzlarıma savrula savrula katları çıktım ve Duman'ın sınıfına gelene kadar durmadım. Ah, gözlerimden yaşlar boşalmaya ve tenimi yakarak çeneme inmeye başlamıştı. Ben bu kalbi sana saklıyorum, sen kendi kalbini kimlerle harcıyorsun?
Sınıfından içeriye rüzgâr gibi girdiğimde etraftakilerin ne oluyor, kim bu gibi sorularla bana seslendiğini duydum ama umursamadan oturduğunu bildiğim sıraya koşturdum. Acı, üzüntü, öfke, garip bir ihanet duygusu yüzünden nefes alamıyor, önümü göremiyordum. Soluk soluğa sırasına vardım ve etrafta çantasını aradım. Kimin adını yazmıştı buraya? Kimin! Sıranın üzerindeki defterleri karıştırdım ve içlerinde yazı aradım. Kızın birisi arkamdan çemkirdi. "Duman senin eşyalarını karıştırdığını görse var ya kızım... Okul hayatını burnundan getirir!"
"Söylemezseniz haberi olmaz değil mi!"
Böyle anlarda daha cesur, gözü kara birisi olup çıkar ve genelde etrafımdaki insanları hayrete düşürürdüm. Kız ve arkadaşları homurdanmaktan başka bir şey yapmadığında, siyah çantasını sıranın üzerine aldım ve içerisinden bir başka defter çıkardım. Bu daha günlük tarzı, kısa ama kalın bir defterdi. Başka defter yoktu, diğer defterinde olmadığına göre kesin bundaydı. Yakacaktım bu defteri, o sayfayı yırtmam yetmezdi. Çantayı oturduğu sıraya fırlattım ve defteri aldığım gibi göğsüme yapıştırıp sırasına kederli bakışlar attım. "Unutayım seni de gör!"
Kafamı önüme eğerek, duyduğum utanç ve öfkeden kızarmış bir şekilde sırasının önünden ayrıldım ve sınıf kapısına doğru sert adımlarla yürüdüm. Bu sırada sınıfın sessizleştiğini anladım ama o kadar berbat hissediyordum ki, kafamı kaldırıp hiçbirinin suratına bakamıyordum. Titreyen dudaklarımı ağzımın içine alırken, başım önümde kapıya kadar yürüdüm ama kapının dikilmiş olan birini görerek duraksamak zorunda kaldım. Geniş bir gövde kapının ağzında dikilmişti ve kafam yerde olduğu için suratını görememiştim ama... hissetmiştim. Duman'dı.
Gözlerimi kocaman açtım ve kafamı biraz daha aşağıya eğerek yüzümü görmemesini sağladım. Boğazıma çok güçlü bir yumru oturmuş, sanki kalp atışlarım sessizliğin içinde bir kuş gibi şakımaya başlamıştı. Hemen karşımdaydı, kucağımda onun defteri vardı ve her an yüzümü kaldırmamı isteyip, bana bunun hesabını sorabilirdi. Aman Allah'ım! Köşeye sıkışmış, adeta öfkemin kurbanı olmuştum. Sırtımdan soğuk soğuk terler akıtırken, Duman bana doğru doğru bir adım daha attı ve neredeyse göğüslerim göğüslerine temas edecekken durdu. Çığlık atmakla uzanıp onu öpmek arasında müthiş bir arzuyla kıvranırken, başını bana doğru eğdiğini hissettim. Bu kalp, küçük bir kız için fazla hızlı atmıyor mu? Kulağıma doğru fısıldadı. "Bu defter benim olmalı."
Zamanı dondurmak bazı anlarda mümkün olmalıydı, tıpkı bu anda olduğu gibi. Mümkün olmayana karşı duyduğum bu istek, onu hemen kulağımın yanında tutma isteğinden doğmuştu. “Ben..." tecrübesiz, heyecanlı, kekeleyen tek kelimeyle ona cevap verdim ve gözlerimi yerde tutarken, hıçkırdım. "Ka... karıştırmış olmalıyım..."
"Sen onuncu sınıfsın, bu sınıfta ne işin var ki?"
Evet, haklıydı ama benim buna verebilecek bir yanıtım yoktu. Bu yüzden, o bu kadar yakınımdayken bayılmamak için titreyen ellerimle desteklediğim defteri kaldırdım ve adeta onun göğsüne yapıştırarak ellerimi kendime çektim. Parmak eklemlerimin bir an için bile gömleğinin üzerinden gövdesine sürtmüş olması, damarlarıma güçlü bir his yaymıştı ve sanki ben buna muhtaç olmamak için hemen kaçıp kendimi kurtarmalıydım. Yanından sıyrılıp geçerken bir an kıpırdayacak gibi oldu ama geriye gitmekten başka bir şey yapmadı. Sınıf kapısından dışarıya çıkarak kendimi koridora attım ve etrafta yaslanabileceğim bir şey aradım. Duvar... Şu duvara yetişir yaslanırsam heyecandan bayılmazdım belki. Göğsümde, kökleri kalbime ekilen bereketli bir duygu büyüyordu ve ben buna mâni bile olamıyordum. Gözlerimi yumarken kafamın içinde bir soru yumağı oluştu ve ben bir anda kendime şu soruyu sorarken buldum: Onuncu sınıfa gittiğimi nereden biliyor?
💔
Uyandığımda, saat gecenin üçüydü.
Bir kâbustan sıçrayarak uyanmış, bir sigara yakmış ve camın karşısına geçip hâlâ yağan yağmuru izlemeye başlamıştım. Vakit öyle bir vakitti ki hem en karanlık hem de güneşin doğmasına en yakın vakitti. Rüzgâr cama uğultulu şekilde vuruyor, bazen beni irkiltiyordu. Gün boyunca sadece film izlemiş, biraz yemek yemiş, bazen içmiş ama çok az konuşmuştuk. Konuşamadığımızda daha iyi anlaşıyorduk ve belki de bunu fark ettiğimiz için sessizliğimizi koruyorduk. Oturup hâlâ bir plan bile kurmamıştık. Sorun şuydu ki, sürekli tartışma halinde olduğumuz için kurduğumuz planlara sadık kalamıyorduk. Aklımda bir şeyler vardı, ona da anlatıp mümkün kılmak istiyordum ama bu gece değil. Dün geceden beri kavga etmemiş, tartışmamış, sakinliğimizi korumuştuk ve bu gecenin sabahına kadar böyle olmasını istiyordum. Zaten Duman uyuyordu, ben de başında bekliyordum. Sigaranın külünü araladığım sürgülü camdan dışarıya silkeledim ve oksijeni içerime çektim.
"Mahşer?"
Duman. İs gibi, nefes gibi... Anlık günah gibi. Yutkundum ve başımı omzumun üzerinden, sesine doğru çevirdim. Doğrulmuş, ellerini koltuğun döşemelerine yaslamış, karanlığın içinde delici gözlerle bana bakıyordu. Uzandı ve elinin yetiştiği yerde duran abajuru aydınlattığında, odanın içerisini loş kırmızısı bir ışık kapladı. Bu birbirimizi yeterince görmemizi sağladığında, koyu renkli kaşlarının çatılmış olduğunu gördüm. Gözlerinde uykunun emaresi olmasına rağmen gizlediklerimi bile görebilirmiş gibi bakıyordu. İdrak etmek için biraz bekledi. "Ne yapıyorsun orada?"
Camdan içeriye serbestçe giren rüzgâr boyun açığımı ürpertti. "Uyku tutmadı, uyanınca da sigara çekti canım."
Gözleri elimdeki sigaraya düştü ve her şeyin yolunda olduğunu anladığında kafasını salladı. Saçları çok dağınıktı, gövdesi çıplaktı ve ışığın altında vücudunun nemi parlıyordu. Yumruğunu kaldırıp gözlerini ovalarken, "Alıştım mı ne yaptım varlığına," diye homurdandı. "Yanımdan kalktığını hissedince fazla uyuyamıyorum yatakta."
Anlaşılabilirdi, sonuçta insan nasıl yatağında yastığını arıyorsa o da alıştığı şeyi arıyordu. Sigaramı dudaklarıma yaslayarak nefeslendikten sonra, "Kokuma mı alıştın?" diye sorma gereği duydum. "Yoksa kollarının arasındaki o varlığa mı? Sana ayı alırım, kollarının arasına koyar uyursun. Sonuçta mesela kollarının arasında alıştığın o hissin boşluğuysa..."
"Senin boşluğun," diye tamamladı beni, yıllardır bir sandık gibi saklayıp durduğum göğsümün kilidini kırarak. "Senin boşluğun bu. Herhangi başka bir şey doldurmaz."
Sigaranın külünü silkmek için cama döndüm. "Ben, son birkaç aydan önce hayatına bile değildim ki Duman."
"Ama sen demedin mi birbirimizin hayatında olmadığımızda bile birbirimizin hayatına iz bıraktık. Benimki de öyle."
Ben onu, sana aşık olduğum için demiştim.
Ya sen?
"Gecenin bir saatinde bunları konuşmamızın bir gereği yok. Uyku tekrardan bastırıyor, uyuyacağım ben."
Hemen koltukta yana kayarak bana yer açtı. "Gel."
Alt dudağımı ısırdım ve onun bakışlarının dudaklarıma yoğunlaştığından hiçbir şüphe duymadan koltuğun kenarını yürüdüm. Bu deri koltuklar baya geniş olduğu için her ikimiz de sığıyorduk. Dizlerimin üzerinde karşısına oturduğumda, o da sırtını koltuğun arkasına yasladı. Aramızda tehlikeli, her an birimizin şuursuzca uzanıp kapatabileceği bir mesafe vardı. "Sana bir şey soracağım," dedim gergin bir sesle. Omuzlarımı dikleştirdim, aptal gibi görünmek istemezdim. "Sorabilir miyim?"
"İzin istedin... O halde cevabından korktuğun bir şey soracaksın."
Gözlerimi devirdim, böyle olduğunu anlamaması gerekiyordu. "Sorayım mı sormayayım mı! Uzatma işte!"
"Sor."
"Hiç hoşlandığın birinin ismini defterine yazdın mı?"
Aniden, kendime düşünme fırsatı tanımadan sormuştum ve onun gözbebeklerindeki hafifçe büyümeyi görmüştüm. Bunu sormuştum, çünkü uyandığımdan beri, hatırladığım anı yüzünden sürekli aklımdaydı. Bunu sormuştum, çünkü o gün o deftere, o isme bakamamak hep içimde kalmıştı. Duman'ın gözlerinde bir kıvılcım çaktı ama yangını bastırarak, "Neden soruyorsun?" dedi ve ardından kaşlarını çattı. "Gecenin bir yarısı, aklına neden böyle şeyler geliyor?"
Geliyordu işte, ona neydi? Omuzlarımı silktim. "İnsanlara bazen böyle garip sorular sorarım. Hadi, sende cevap ver? Hiç defterine hoşlandığın bir kızın adını yazdığın oldu mu?"
Uzanıp tekrar yüzüme düşmüş olan saç tutamını aldı ve kulağımın arkasına koydu. "Bunu herkes yapar."
Hemen hemen herkes. Bir nevi kabullenişti, zaten kabullenmese de bunun olduğunu biliyordum. Sırtımdan içeriye bir soğuk girdiğini hissettim. "Peki, adı neydi?"
"Neyin?"
"Kızın be aptal!"
"Ağzını bozup beni delirtme, bozuşmayalım."
Elini hızla kulağımın arkasından ittim. "Söylemiyorsan söylemiyorum de tamam mı!"
Ben elini itmiş olsam da o elin parmakları akan bir su gibi yolunu buldu ve tekrardan kulağımın arkasına yerleşerek saçlarıma uzandı. Orada oyalanırken, "Biliyor musun Mahşer, ben kalbimin üzerine yatamam," dedi fısıltıyla. "Kalbim acır."
Durdum. Kalbinin acıdığını ilk kez bu kadar net bir şekilde söylemişti ve ben belki de ilk kez ona ne diyeceğimi bilememiştim. Bu açık bir yara değildi ki sardığımızda geçsin. Bu görünenin ötesinde, ölümcül bir acıydı. O bu kadar dürüst ve içten davranmışken duramayarak uzandım, yanağını tuttum. "Geçebilir."
"Geç kalınmasaydı, başka şansımız olsaydı, ya da ne bileyim... ömrüm olsaydı sustuklarımın hepsini söylerdim. Fakat şimdi bir faydası olmayacak, neden söyleyeyim ki?"
Farkında olmaksızın dizlerimin üzerinde ona biraz daha yaklaşarak beş parmağımın beşiyle de sakallı, kemikli yüzünü kavradım ve başımı sol omzuma doğru eğdim. "Sen... Ölmekten korkuyor musun Duman?"
Soru aramızda bir bomba gibi durdu ve Duman konuşarak onu patlattı. "Son beş altı yıldır bu düşünceyle yaşıyorum, alıştım, artık korkutmuyor. Sadece öleceğini bildiğin için en sevdiğin şeylerden kendini men etmek can sıkıcı. Sigara, alkol, sonra..."
"Sonra?"
"Bak, yine söyleyemiyor, tutuyorum kendimi. Çünkü tutmalıyım, öleceğim."
Elimin altındaki yüzüne, sol tarafa baktım ve her kasının muntazam bir şekilde seğirmesini izledim. O bana ne zaman bahçede büyüttüğü bir çiçekten bahsetse, ben elimde bir makasla o çiçeği budamıştım ama hiç alıp koklamamıştım. "Ölümden korkmuyorsun yani?"
"Korkmuyorum."
"Kanıtla."
Tek kaşı acelesiz bir şekilde yukarıya kalktı ve gözleri yüzüme adeta kat çıkarak, beni uzunca izledi. "Kanıt mı? Sensin işte."
"Ne alaka?"
"Hiçbir boktan anladığın yok." Homurdandı ve ansızın hareketlendiğinde elim yüzünden kaydı. Eğildiğinde, omurgaları sırtında ihtişamlı çıkıntılar oluşturmuştu. Ortada bulunan sehpaya uzandı ve alt köşesini bir süre kurcaladıktan sonra siyah bir silah çıkardı. İlk an irkildim ama silah taşıması beni şaşırtmadı. Tekrardan eski pozisyonunu aldığında elime uzandı ve elimi tekrardan yanağının üzerine yerleştirdi. Gözlerimi devirdim ama ses etmeden yanağını tuttum.
Çünkü hoşuma gidiyordu.
Silahı havaya kaldırarak ortamızda tutarken, "Bana üç tane soru sor," dedi ciddiyetle. "Her soru için bir de silah sık, içerisinde kurşun var. Bakalım denk gelecek mi? Kendime silah doğrultursam ölümden korkmadığıma emin olursun değil mi?"
Rus ruleti? Bunu mu istiyordu? Kaşlarımı hızla çattım ve uzanarak elinden silahı aldım. İlk kez silah tutmuyordum. Metalin ağırlığı elimi kapladı ve is kokusu burnuma yükseldi. Silahı elimde bir sarstım ve... Silah boştu! İçinde mermi falan yoktu! Uyanık piçin teki, resmen beni oyuna getiriyordu. Aptaldı, ben anlamaz mıydım sanki? Mermi ağırlığı zerre yoktu silahta. Bunu anladığımı çaktırmadan, sırıtmamın önüne geçerek, "Peki," dedim onu şaşırtarak. Silahı kaldırdım ve alnına hedef aldım. "Alnındayım işte. Her soru için bir atış yapacağım ve kurşun denk gelirse, muhtemelen ölmüş olacaksın."
Yanağı hâlâ avucumda yaslı dururken, dudaklarını kemirerek kıpırdandı. "Yani, tereddüt etmeden bana silah mı sıkacaksın?"
Silahın içinde kurşun olmadığını her ikimiz de biliyorduk ama o benim bunu bildiğimi bilmediği için kendisine karşı tereddütsüzce silah doğrulttuğumu sanıyordu. Beni kandırmaya kalkışmıştı madem, ben de onu kandırırdım. O, gözlerimde onun için bir korku görmemi istemişti. Dudaklarım sinsi bir gülümsemeyle kıvrıldığında silahın namlusuyla alnını eşeledim. "Evet, tıpkı öyle yapacağım."
"Ellerin... O güzel ellerin, hiç mi titremeyecek?"
Sinsi gülümsemem katlanarak büyüdü. "Hiç."
Bu onu incitti. Onu incitmeyi istememiştim ama o beni kandırmayı göze alıyorsa yapabileceğim bir şey yoktu. Ben kötü bir kızdım ve ilk kez kalp kırmıyordum. Öksürse bile beni içinden atamayacağını bildiğinden kızmadı, öfkelenmedi. Omuz silkti. "Sor o halde."
Evet, güzel bir şanstı. Sorulacak üç güzel soru lazımdı. Düşünceli bir şekilde mırıldanarak ona biraz daha yaklaştım ve silahı alnından ayırmadan, kolumu boynuna doladım. Bir an kalbi gümbürdedi ve yüksekten kırılıp düşen cam bardak gibi ses çıkardı. Gözlerimi gözlerine hedef alarak dudaklarımı araladım. "Annenin gerçekten bir fahişe olduğunu mu düşünüyorsun?"
Bu nefes kesici bir soruydu. Duman nefes almayı bıraktığında buna emin olmuştum. Bu soruyu, annesine hakaret etmek için değil, bir erkeğin annesini böyle gördüğüne inanamadığım için sormuştum. Annesi umurumda değildi ama Duman öyleydi. Kaskatı kesildiğinde gevşemesi için ensesini okşadım. "Evet, düşünüyorum," dedi ama bunu demek onun için hiç kolay olmadı. Geceleri üstüne yatamadığı yeri, kalbi sızlıyor olmalıydı. "Düşünüyorum, çünkü bu ilk değildi. Annem babamı babam da annemi sayısız kere aldattı. Babamın ne olduğu umurumda değildi ama annemin, olmasını istemediğim her şey olduğunu fark ettiğimde ona olan saygı ve sevgimi yitirdim."
"Ben de anneme bazen çok kızıyorum ama onu sevmekten hiç vazgeçmedim."
"Biliyorum Mahşer."
Annesi konusundaki netliği ve açıklığı karşısında biraz susarak soracak başka sorular düşündüm. Sonra gözlerinin içine bakarak parmağımı tetiğe yerleştirdim. İçinde kurşun olmadığını bilsem de ona silah sıkacaktım. Gözlerinin içine bakarak bunu yapamadım ve silahı ateşledim. Alnı dağılmadı, kurşun çıkmadı, Duman ölmedi. Ve ben tuttuğum nefesi bıraktığımda, gözlerinde acı belirdi. Onu korkusuzca vurduğumu sanıyordu. Bakışlarımı çektim. Kendimi, ona gitme konusunda nasıl durdurabilirdim? Soru sormalıydım, hemen. Kafamı toparlamaya çalıştığımda güzel yüzüne denk geliyor ve kafamın içindeki düzeni baştan yıkıyordum. Kendime duyduğum öfkeyle ensesindeki saçları çekiştirdim ve ikinci soruyu sordum. "O adam öldü mü?"
Vurduğum adamdan bahsettiğimi hemen anladı. Bana dürüst davranmalı, gerçeği söylemeliydi. O adamı göğsünden vurmuştum. Bu geçen bir haftada o herife ne olduğunu ben bilmesem bile o muhakkak biliyordu. Gerçek bir katilin sınırları olabilir miydi? Bu ilk cinayetim miydi? Duman, durdurulamaz zamanın içinde beni gözlerine tutsak ederek zamana meydan okurken, "Ölmedi," dedi inkâr etmeden. "İki yüzlü yüzsüz şeytanım... Olamıyorsun, istesen de katil olamıyorsun.”
Bu sefer hiç düşünmedim ve gözlerinin retinasını bile görebildiğim kadar yakından ona bakarken, silahı ikinci kez ateşledim. Kurşun çıkmadı, beyni dağılmadı, Duman ölmedi. Rahatladım ve kendimi içimde yargılamaya son verdim. O herif ölmemişti ama ölebilirdi. Ne için? Bu surat için mi? Bu güzel yüz, bu güzel gözler için mi? Dişlerimi sıktım ve gözlerimi tereddütle ellerime indirdim. Kanı görebilir miydim? Hayır, göremiyordum. Elimde kan falan yoktu. Tekrardan gözlerine baktım ve o gözlere bakarken nasıl yapabiliyorsun, diye sormayı istedim. Nasıl sadece gözlerime bakarak, zamanı senin yanında dondurmayı istememi sağlıyorsun! Zamanı donduramam, bana öyle bakma. Ben bir silahla onun alnını eşeliyordum ama kahretsin, o sadece dokunarak, hiçbir cinayet unsuru olmadan öldürmüştü birini. "Peki," dedikten sonra dişlerimin arasından sert bir nefes aldım ve devamında şöyle dedim: "Deftere kimin ismini yazdın?"
Aptalsın Mahşer, aptal!
Gözlerinin içinde bir ışık parladı ve o an, silahı ben doğrultuyor olmama rağmen zaferi kucaklayanın kendisi olduğunu hissetim. Bir tutam saçımı kıvırarak parmağının etrafına doladı ve dudaklarıma az daha yaklaştı. Aramızdaki mesafe şuursuzca kapanıyordu ve ikimizin de bunu durdurmayı istediği yoktu. Üfleyerek geçirebildiğimi sandığım için onda açtığım yaraları sayısı kadar beni öpebilseydi onu sağ bırakmamış olurdum. Aramızda anlık bir mesafe kaldı. An kaldı. Duman gözlerime cesurca bakarak fısıldadı. "Senin."
Ve silahı üçüncü kez alnının ortasına ateşledim.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...