0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

12. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

                                          "DENİZLER CİNAYET İŞLEMEZLER."

Yaralarımıza dokunanlar yarınımıza dokunanlardı.

Sen benim hem yaramsın hem yarınımsın.

Kollarım, ona sarıldığımdan beri ağrıyordu, sızlıyordu. En son babamın cesedini kaldırırken bu kadar ağrımıştı bu kollar. Dumana sarılmak bir kez daha babamın cesedine sarılmak gibiydi. Bir mezar taşına yaslanmak gibiydi.

Çünkü...

Aslında ben o gece bir tek babamı kaybetmemiştim.

Sevdiğim adamı da kaybetmiştim.

O yüzden aptallığıma denk gelmiş olan o birkaç saniyede eskiye dönmüştüm. Nasıl oldu da ona sarıldım, bilmiyordum. Lisede etrafa fırlattığı o gülüşler, çapkın bakışlar, serseri tavırlarla hiç alakası olmayan bir adamdı ama baktığımda bana hep lisenin o koridorlarındaymışız hissi veriyordu. Bu his sürekli kaşınan bir yara gibiydi ve ben bu yarayı söküp atmak istiyordum. Fakat yarayı kaldırıp atarsam kan akmaya devam ederdi. Ya yarayla yaşamayı öğrenecek ya da kanımın akmasına izin verecektim.

Hastanenin sıkıcı ve beyaz ağırlıktaki koridorunda, sırtımı duvara yaslamış bir şekilde duruyor ve önümden geçip giden kalabalığın arasından yoğun bakım ünitesine bakıyordum. Kapılar kapalıydı, büyük harflerle yazılmış olan yoğun bakım yazısını oradan kaldırıp indirmek istiyor ama sadece Duman'ın omzuma dayadığı omzunun ağırlığıyla mücadele etmeye çalışıyordum.

Annem acı çekse bile bunu söyleyemeyecekti.

Sadece inim inim inleyecekti.

"Ben bir günah mıyım acaba?" dedim kendi kendime. Sesim porselen bir oyuncak bebekten yükselmiş gibi son derece hissiz ve cansızdı. "Benim dilim kesilmeliydi, annemin değil. Annem kuş gibi şakırdı, konuşmayı severdi. Ben konuşmasam da olurdu. Zaten ben her şeyi gözlerimle anlatabiliyorum..." omzumun üstünden ona döndüm, gözlerimizdeki şeytanları aynı kumar masasına oturttuk. Onunla göz göze gelmek böyleydi. "Bak gözlerime Duman, görebiliyorsun değil mi? Bana ne gördüğünü anlat."

Gözlerime baktı. "Ördüğü duvarlara açtığı delikten beni izleyen bir kızı görüyorum," dedi pürüzsüz sesiyle. Yalnızca dudakları kıpırdadı. "Delikten beni izlerken korkuyor, onu o delikten çıkarıp yanıma alacağım diye. Korkma, seni delikten çıkarmam, o deliğe girerim."

O deliğin onu içeriye almayacak kadar küçük olduğunu söylemek yerine, "Ben korkmam," diye inkâr ettim kızgınca. "Senin neyinden korkacağım ki? Hem ben fare miyim ki delikte yaşayayım!"

Alayla gülümsedi. "Benim küçük farem..."

Dirseğimle karnına vurdum ama karnı sert olduğu için pek etkilenmedi ve hatta alaylı gözlerle vurduğum noktaya bakarak, "Farecik ısırdı," dedi.

Beni, kimse onun kadar kızdırmıyordu. Sinirden göz içlerimin yandığını hissettiğimde onun eğlenen ifadesini zedeleyerek koluna uzandım ve ona geriye çekilme fırsatı tanımadan kolunu kendime çekerek bedenini sarstım. Hırsla dişlerimi çıkararak pazularına geçirdiğimde, tek amacım ona fareyi göstermekti ama dişlerimin paltosunun altından bile tenine değdiğini hissettiğimde haklı bir gurur duydum. Dişlerimi tüm gücümle koluna geçirdiğimde tepki vermediğini fark ederek iri ve renkli gözlerimi ona çevirdim. Gözlerindeki şeytanın muhtaçlığını, kendinden geçmiş fısıltısı destekledi. "Bazen ısırmak sadece birinin canını acıtmaz, zevk verir. Kimi ısırdığına dikkat et yüzsüz şeytanım."

Göz bebeklerindeki ateşi gördüğümde o ateşi yakanın kendim olduğunu fark ettim. Onu ısırırken art bir niyet taşımıyordum ve bunun yüzünden tepkisine ufak bir an şaşırdım ama bunu belirtmedim. Dişlerimi ve ağzımı kolundan uzaklaştırarak elimin tersiyle dudağımın üstünü sildim. "Bir ısırığa bir tarafların kalkıyorsa bu benim değil, senin iradesizliğinin sorunu."

Yukarıdan bana bakarak eliyle ısırdığım yeri ovaladı ve bunu yaparken, gözlerindeki ateşi bir rüzgârla dağıttı etrafa. Kaşlarını çattı. "Doğru konuş.”

Yanağımdan makas almaya çalıştığında elini sertçe ittirdim ve parmakları boşluğa çarptığında, gözlerini devirdiğini gördüm. Ona sarıldığım için cıvımış mıydı? Ne sanıyordu? Ona sarıldığım için ona olan öfkemin kırıldığını mı? Yanılıyordu. Bende, benden talep ettiği şeyler yoktu. Ona itaat edemezdim. İstediği şey olamazdım. Sarıldık diye bir şeyler değişmemişti. Sıcaklığını hissettiğim için de bir şeyler değişmemişti. Hem bir kere sarıldım diye yine sarılmak isteyecek değildim. Hataydı. İkincisi olmazdı. Aynı hatayı ikinci kez yapmazdım.

Duman ellerini cebine yerleştirerek sırtını duvardan ayırdığında, omuzlarımız arasındaki temasa son vermişti. Kollarımı göğsümün üstünde kavuşturarak yoğun bakım ünitesine bir kez daha bakarken, "Neden biri bir şey demiyor ki," diye isyan ettim sinirle. "İki saatten uzun oldu."

Sesini duydum. "Biz sarılalı iki saat oldu mu ya..."

Bunu, beni iğnelemek için yaptığını fark ettim ama ona istediğini vermek yerine önüme bakmaya devam ettim. Etrafımda dolaşıyordu, neden burada kalmakta ısrarcı olduğunu bile anlamıyordum. Ellerimle kollarımı kavrarken, "Artık gidebilirsin," dedim dümdüz bir sesle. "Sağ ol, gerekeni fazlasıyla yaptın. Git, senin de ilgilenmen gereken insanlar var."

"Ben en çok seninle ilgilenmek istiyorum."

"Niye?" Tekrardan ona döndüm. Göz göze gelişimizde bakışlarımız arasında bir köprü kuruldu ama şeytanlarımız köprülerin ayaklarındaydı. Köprünün ayakları sallanıyordu. Tekrar sordum. "Amacın ne senin? Neden sürekli bana imalar yapıyorsun? Dalga mı geçiyorsun ciddi misin anlamıyorum. Senin sevgilin yok mu? Git ona ilgi göster Allah aşkına! Düş yakamdan."

Uzun boyunun üstünlüğüyle beni ezmek ister gibi, daha da yukarıdan bakarak çehresine ciddiyet yerleştirdi. Hırsla, cevap talep eden gözlerle kendisine bakarken, "Anlamıyorsun," dedi kafasını sallarken. "Sahiden anlamıyor musun?"

Sinirle üstüne atlamamak için direniyordum. "Neyi Duman? Neyi anlamıyor muyum?"

"Seni sev..."

"Mahşer Hanım!" Bir kadın sesi, yoğun bakım ünitesinden bana doğru seslenerek ikimiz arasındaki iletişimi baltaladığında, gözlerimi ondan uzaklaştırarak beklenmedik bir şekilde bize seslenen kadına döndüm. Kapının önünde, önlükleri içinde, temkinle bize bakıyordu. Göz göze geldiğimizde devam etti. "Biraz konuşabilir miyiz?"

Annemle ilgili bir gelişme olduğunu hissederek soğukkanlı bir şekilde başımı salladım ve kadının yanımıza gelmesini bekledim. Ellerini önlüğünün cebine yerleştirerek yanıma vardığında, "Odama geçelim," dedi ama o kadar bekleyemezdim. Hemen şu anda, ne olduğunu öğrenmeliydim. Kendimi yiyordum, o hâlâ vakit kazanmak istiyordu. Şeytanlarımı saklayarak karşımdaki doktorun gözlerine baktım. "Burada anlatabilirsiniz. Odanız yer çekimsiz ortam falan değil herhalde? Orası da aynıdır, değişen bir şey olmayacak."

Kibrim ve asi tavrım kendisini kızdırmış olabilirdi ama bunu belli edecek hiçbir şey yapmadan derin bir nefes aldı. Karşılıklıydık. Bir doktor soğukkanlılığında, hissettiği hiçbir şeyi belli etmiyordu. Duman, birkaç adım ötemizde, bizi duyduğundan şüphe etmeyeceğim kadar yakınımızdaydı. Doktor ela gözlerini çerçeveleyen kirpiklerini ağırca kaldırırken, "Anneniz ciğeri enfeksiyon kapmış," dedi, bu hiç de onu alakadar eden bir şeymiş gibi davranmamıştı. İçimdeki çocukluk yakama yapıştı, haykırdı: annemizi de kaybediyoruz!"Şiddetli bir öksürük krizine girmiş. Hava keseciği iltihaplanmış, böylelikle nefes alamayıp bayılmış. Akciğerindeki iltihabın boyutuna bakmak lazım elbette, yine de size çok iyi şeyler söyleyemeyeceğim. Bu tip hastalıklarda seçeneklerden birisi akciğer naklidir..." sustu ve silahının kurşununu temizledi. İçime sıkacaktı. "En nihayetinde akciğer nakline ihtiyaç duyacak. Bunu ertelememizin bir faydası yok, durumu daha da kötüleşmeden siz gerekeni yapın. Önümüzdeki birkaç ay için endişe etmeyin, ondan son..."

Biri bütün her şeyi ruhumu bedenimin içinden çıkarmak için yapıyor olmalıydı. Benden daha ne istiyorlardı? Ben günahtım belki ama ben bu kadar çirkin bir günah mıydım? Annemin ciğerindeki iltihap benimde kalbimde vardı. Neden orada yatan ben değildim o halde? Bacaklarım mıydı titreyen, yerin kendisi miydi bacaklarımı titreten? Kasırga mı bana vuruyordu, ben mi kasırganın önüne çıkıyordum, anlamıyordum.

Karşımdaki bir şeyler telaffuz ediyordu ama onu dinlemediğimle dahi ilgilenmiyordu. Kadının yanından geçene kadar annemle ilgili bir şeyler söylemeye devam etti. Çok umurumda olmadı. Yanından geçtim ve uyuşmuş bir şekilde merdivenleri inmeye başladım. Annem hastaydı. Nakile ihtiyacı vardı. Yaşamak istiyorsa ciğere ihtiyacı vardı. Benim ciğerim ne güne duruyordu ki! Ona verirdim, ben zaten ciğerimi kaybetmeye, Duman'ı sevmekle başlamıştım. Onun için aptal sigaraları içmekle başlamıştım. Ben ciğerimden yıllar önce vazgeçmiştim. İstemiyordum, bu ciğer annemin olmalıydı.

Akciğerim, şimdi bende bir fazlalıktı.

Hastaneden ne ara çıktığımı bilmiyordum ama botlarımın üstünde merdivenlerden inerken hissettim başıma düşen iri yağmur damlasını. Merdivenleri bir çift bacakla inerek arabaya dek yürüdüm ve kapıyı açarak kendimi koltuğa bıraktım. Bacaklarımı koltuğa çıkardım, kollarımı bacaklarımın etrafına sardım ve parmaklarımın kenarındaki etleri izledim. Galiba arabanın kapısını açan Duman'dı. Ondan başka kimse, benim olduğum yere bu kadar rahat giremezdi. Arka koltuktaydım ve kendisi yanıma oturmuştu. Saçlarımın ağırlığı omuzlarımdan düşerek yanaklarımı gölgeledi ve bir yığın saçım kucağıma döküldü. O kadar çok saçım vardı ki, onlara sahip çıkamıyordum.

Anne, seni ciğersiz bırakan bu hastalık, belki beni de annesiz bırakacak.

Belki sen benden vazgeçtin ama ben senden nasıl vazgeçerim?

Hissizliğime vurduğum pranga, paslanmış zincirleri sayesinde koptuğunda hislerimin özgür kalarak etrafa savrulduğunu hissettim. Özgürdüm. Belki bir an için bile olsa hissettiğim acı yüzünden inim inim inleme hakkına sahiptim ama yüzümdeki maske benimle o kadar bütünleşmişti ki, onu aşağıya indiremiyordum. Kendimle olan mücadelem sırasında Duman'ın ikiz gezegenlerini saçlarımın arasında hissettim. Orada öylece, bana bakarak duruyordu. Sanki yapmakta yükümlü olduğu tek şey buydu. O bakacaktı ve ben... "Sana kestane alayım mı?"

Acımı paylaşmadı, acımı yok saydı. O bunu yapınca acı çektiğimi bilmek bana güçsüz hissettirmişti. Kehribarları beni kendine bulaştırmak isteyen bir hastalık gibi yüzümü izlemeyi sürdürürken, "Sıcak olsunlar," dedim hissettiklerimden arınmış, sessiz bir fısıltıyla.

Yanağımdaki bir tutam saçı parmaklarının ucuna aldığında, elini o tutamlardan uzaklaştırmak istedim ama o aramıza koyduğum sınırlara asla saygı duymayan bir adamdı. Benim dokunuşuna karşı çıkacağımı anladığında, "Bir kez izin ver," dediğini duydum. Sesi, tutmayan bir yara bandı gibi, yarasının üstünden yükselmişti sanki. Burnunu şakağımın üstünden dayadı saçlarıma. Tam o köşede çok sert bir soluk aldı. O yara bandını yarasının üstünden acımasızca çekip almak istedim ama bana fırsat vermeyerek sürdürdü konuşmasını. "İzin ver ki kendini bir kez olsun bana bırakmanın seni ne kadar rahatlatacağını göstereyim. Sadece izin ver!"

Burnunu dayadığı şakağım, bir silahla tehdit altında gibi hissediyordu. Cümleleri, kafamın içine, bir pencereye çarpan kartal gibi çarparak camı içime devirdiğinde, ona karşı pes etmemek için direndim. O bir kez daha ona direndiğimi gördüğünde, kısık ve melankolik bir şekilde güldü saçlarımın arasına. Az sonra uzaklaşırken mırıldandı. "Canın sağ olsun."

Kendini araladığı kapıdan dışarıya bıraktığında bile onun arkasından bakmadım. Kokusundan biraz bırakıp gitmişti. Amacını, ne yapmaya çalıştığını anlayamıyordum. O herif şu an umurumda değildi. Gitsindi, zaten o, kendisini tanıdığımdan beri gidiyordu. Şu an umurumda olan şey annemdi. Ciğerim acıyordu, sanki o bile artık beni istemiyordu. Annemin olmalıydı, hatta dilimi verebilsem kesip dilimi bile verirdim ama bazı şeylere gücüm yetmiyordu ki. Hemen şimdi ve şu anda bu ciğeri söküp anneme vermeli ve onu evimize götürmeliydim.

Babamın hayaleti olan evimize.

Soğuk olan evimize.

Birbirimizi yok saydığımız eve.

Kafamı sertçe dizlerime gömerken göz kapaklarımı bir örtü gibi çektim gözlerimin üstüne. Dişlerimin arasından tısladım. "İki ciğer zaten bana fazla. İstemiyorum. Ben senin yokluğunu çektiğin bu ciğerle nasıl yaşarım. İstemiyorum onu. Hemen şu an senin olmalı!"

Başımı dizlerimin üstünden kaldırdığımda, gözlerim doğrudan ön cama düşmüştü. Hastane merdivenlerindeki karmaşaya bomboş gözlerle bakarken hiç durmadan kapıya uzandım ve kendimi açtığım kapıdan dışarıya bıraktım. Ayaklarım üstünde dikildiğimde aslında bacaklarımın üstünde sarsıldığımı biliyordum. Yumruk halindeki ellerimi montumun cebine saklarken, uzun saçlarımla sırtımı döve döve hastaneye doğru ilerlemeye başladım. Bu ciğeri hemen şu an anneme vermekten başka istediğim bir şey yoktu. Bu yüzden neredeyse koşar adımlarla hastane merdivenlerine yöneldim ve ilk basamağa tırmandığımda, arkamda onun varlığını hissettim. Bu beni durdurmadı. Bir basamak daha çıkarak sinirden titreyen parmaklarla saçlarımı çekiştirirken eli dirseğime uzandı ve beni bir basamak aşağıya düşürerek kendisine çekti. Sırtım göğsüne denk düştüğünde, bedenimin kıvrandığını hissettim. Kolları iki yanımdan beni sararak kendine kafeslediğinde, şeytanını kafesin önüne bekçi gibi diktiğini hissettim. Çenesini başıma dayadı. Bir yığın sakal çizdi tenimi.

"Bırak beni," dedim öfkeden, sinirden kudurmuş bir sesle. Kollarını ittirmeye çalıştığımda daha sıkı, göğsünü ittirmeye çalıştığımda daha da sıkı sarıldı. İnledim. "Bıraksana Duman. Anneme gideceğim, ona vermem gereken bir ciğerim var. Neyi bekliyorum ki, hadi gidelim de şu ciğer benden alsınlar..." saçlarımı karıştırdım, onları çekiştirdim, yoldum. "Annemi kurtarmaları lazım, anlamıyor musun aptal herif!"

Benim ayaklarımı yerden kestiğinde, aslında ayaklarımı ilk kez on altı yaşında yerden kestiği düştü aklıma. Merdiven basamaklarından indirdi beni, bu sırada ona vurmamı sorun etmemişti. Dirseğimden arabaya çekiştirene kadar onu öldürmeyi ne kadar istediğimi düşündüm. Bana böyle hadsizce davranamazdı. Üzerimde nasıl fiziki gücünü kullanarak beni etkisiz hale getirebilirdi ki? Nefretle inleyerek kolumu bir çırpıda elinin tutuşundan kopardım ve o sırada geriye doğru sıçrayarak arabanın kaputuna çarptım. Kalçam kaputa yaslanırken seri bir şekilde yükselip alçalan göğüslerimle ve sıktığım dişlerimle ona bakıyordum. Bana göre sakin, temkinliydi. Ellerini iki yanından beline yaslamış, kehribarlarıyla ruh yaramı gözetlerken, "O işler öyle olmuyor," diye açıkladı son derece kayıtsız bir sesle. Ruh yaramı kaşıdı. "Ciğerimi alın diyeceksin ve onlar da alacaklar mı Mahşer? Sittin tane testten geçeceksin, dokularınız uyuşmazsa annene bir sikim veremezsin."

Yanaklarıma dökülen saçlarım, hırıltılı soluklarımla birlikte uçuşurken, kaşlarımı korkutucu bir şekilde çattım. Bu aptalın bir bok bildiği yoktu. Onu aşağıladım. "Sen ne anlarsın ki? O benim annem! Elbette uyuşuyor olmalı."

Dudağının sol tarafı kederli ama biraz da umursamaz bir şekilde yukarıya doğru kıvrıldığında, beni aşağılayanın kendisi olduğunu gözlerinde gördüm. Dudaklarını sertçe emdi. "Bazen annen olsa bile uyuşmaz. Annem öldüğünde kalbinin beni iyileştireceklerini düşünmüşlerdi ama olmadı. Annem ölürken bile her şeyini benden mahrum etmişti sanki. Yaşarken sevgisini, ölürken kalbini."

Şimdi basit halde kurduğu cümleler, geçmişin akıttığı bir kova benzin gibi geleceği tutuşturmuştu sanki. Onun hayatı veya kaderi, doğduğu gün bir tarafından tutuşmaya başlayan kâğıt gibiydi. O kâğıt tamamen yanarak kül olduğunda, Duman ölecekti. Durdum. Yanağımın içini ezerken sordum. "Baban? O kalbini sana veremiyor mu? Test falan yaptırdı mı?"

Omuzlarını silkti. Rüzgâr perçemleri alnına serpti. "O verebilir ama vermiyor. Benim için ölmeye göze almıyor..." bakışlarını etrafta gezdirdi. "Baban bile olsa can tatlı, kolay geçilmiyor."

Babam, benim için kalbini verirdi.

Ona acıdım mı bilmiyorum. Pek bir şey hissetmedim galiba. Sadece ona ve acısına saygı duydum, ben acılara saygı duyabilirdim. Saçlarımı kulaklarımın arkasına ittirerek görüş alanımı genişlettikten sonra, "Her neyse," diyerek geçiştirdim meseleyi. Siktir! Babası ona nasıl kalbini vermezdi! Yumruklarımı sıktım, herif piçin teki olmalıydı. "Sonuçta testler yapamadan bilemeyiz anneme ciğerimi verip veremeyeceğimi. Gidip şimdi o testleri yapacağım ve bu ciğeri anneme verecekler."

"Tamam inatçı keçi, gideceksin." Aramızdaki kol mesafesini kapatarak yanıma yerleşti ve benimle aynı pozisyonu alarak kalçasını kaputa yasladı. Dümdüz suratını önüne eğerek elini paltosunun cebine attığında, sıkmaktan ağrıyan çenemi ovaladım. Hay sikeyim, cidden dişlerim acımıştı baskıdan dolayı. Çenemi ovarken, "Dişlerinin arasından benimle konuşursan öyle olur tabii," dedi azarlayarak. "Yerden bitme."

"Erken ölmek istiyorsun galiba Duman. Yoksa benimle böyle konuşacak cesareti nereden bulduğuna anlam veremedim."

"O ağzının benimle dalaşmasını seviyorum." Ellerimi aldı, gözlerim olmasa bile bu elleri tanırdım ben. Cesaretinin baltalanması gerektiğine inandığım o anda, avuç içlerime sıcak bir kese bıraktı. "Hadi, şimdi o güzel ağzına birkaç kestane at. Sıcaklar ama dikkat et de yanma."

Elimi hızlıca elinden uzaklaştırarak kalçamı kaputta biraz daha yükselttim ve kaputun üstünde bağdaş kurarak oturdum. Keseyi kucağıma bırakarak başaçıkılması zor saçlarımı sırtıma savurdum ve küçük kesenin ağzını açtım. Buhar, kestanenin kokusuyla beraber yüzüme yükselirken, gergin parmaklarımı ovuşturdum. Kendimi o kadar sıkmıştım ki, parmaklarımı hareket etmekte zorlanıyordum. Yüzümü buruşturarak parmaklarımı avucuma doğru açıp kapattım ve bu hareketi birkaç kez tekrarladım. Damarlarım demirdendi sanki. Kasılmış parmaklarımla bir kestaneye uzandığımda, "Sinirini sürekli içinde yaşıyorsun," dedi, hâlâ kaputun önündeydi. Aşağıdan bana bakıyordu ama göz göze değildik. "Bu seni hasta eder. Neden ağlamamak veya gülmemek için bu kadar direniyorsun ki? Ruhun, onu serbest bırakmadığın için acısını bedeninden çıkarıyor. Bunu kendine yapma."

Kendime yaptığım şeyleri onunla konuşmayacaktım. Hayatıma bu kadar karışmasının beni ne kadar beni rahatsız ettiğini ona göstermek için sertçe gözlerine baktığımda, tutmayan yara bandını acımasızca üzerinden çekip çıkardım. "Benim kendime yaptıklarım neden senin umurunda?"

"Allah aşkına!" Sol elime uzandı, acaba kalbime daha yakın olduğu için mi o elime uzanmıştı, merak ettim. Kalbime erişeceğini mi sanmıştı? Ona göre daha küçük kalan kemikli elimi iri avuç içine aldı. "Sen nasıl umurumda olmazsın ki?"

Kestaneyi suratına fırlattım. "Ayıkla şunun kabuğunu."

Sersem bir şekilde gülerek suratına fırlattığım kestaneyi sol eliyle yakaladı. Elimin elinin içinde ne işi vardı ki? Elimi sertçe elinden çektiğimde, "Annende böyle inatçı ve asiyse babanı baya zorlamış olmalı," dedi iğneleyici bir tavırla. "Babana üzüldüm."

"Sen git de kardeşine üzül," diye acımasız bir karşılık verdim ve çenesinin anında kasılarak cümleme tepki vermesini umursamadan devam ettim. "Annem bana benzemez. Sakin, uysal, kedi gibidir. Babama direnmezdi. Ben babama benzerim. İkimizde annemden başka herkese tırnaklarımızı çıkarırız."

Kabuğunu ayıkladığı sıcak kestaneyi elimin içine bıraktığında, ona yaptığım gereksiz açıklama yüzünden dilimi ısırdım. Neyse ki bana göre açık olan bu hareketi pek ciddiye almadan kendi içinde bir kestane ayıkladı. Kestaneyi ağzının içine atarak yavaşça çiğnedi. Ben çenesinin hareketine bakarken, "Deniz dinmiyor," dediğini duydum. Bakışlarını kaldırarak olduğu yerden hafifçe kaykıldı ve ellerini iki yanımdan kaputa uzattı. Tek kaşımı tehditvari bir şekilde kaldırarak kendisini sorguladığımda, yüzünü yüzüme yaklaştırdı. "Ama onu terk edesim yok."

Kestaneyi dişlerim arasında ağırca ezdim. "O zaman boğulursun."

"Deniz çok güzel. Boğulmayı dert etmiyorum."

Sakal yığını tenimi kıymık gibi çizerek yanağıma sürtündü ve ağzını kulağımın eşiğine dayadı. "Haberin olsun," dedim sessizce. Saçlarım, sakal yığınını bir hırka gibi örttü. "Bu deniz çok hırçın, seni öldürür."

"Kimse tatlı bir ölümün acı bir hayattan daha iyi olduğunu inkâr edemez."

"Hah! Ben mi tatlıyım, rüya görüyorsun canım.”

Yürek hoplatacak kadar içten bir şekilde gülümsedi ama yüreğim hoplamadı. Elimi yüreğime götürmek istedim ama yürek dediğimiz şey neredeydi onu bile bilmiyordum. Bir kestaneye daha uzanırken saçlarımın arasından onun dudaklarını gözetledim. Gülümsüyordu işte. Eskiden, yani o bildiğiniz on altıyken onu bu haliyle aptal aptal izleyebilirdim ama şu an sadece boş boş bakıyordum. Hissedemiyordum. Gerçekten bir şeyler hissedemiyordum. Aslında o gece elimden aldıkları şeylerden birisi buydu.

Benden, onunla birlikte olabilme şansımı almışlardı.

Aslında, sırf bunun için bile o cinayetleri işleyebilirdim.

💔

Olmamıştı.

Annemle organ ve dokularımız uyuşmamıştı.

Bunu üç gün sonra, annem eve çıktığında ve hastanede yaptırdığım sayısız testten sonra öğrenmiştim. Annemi çıkardığım ilk gün beri ona bir şeyler söylememiştim ve yakın zamanda da söylemeyi düşünmüyordum. Bu üç gün boyunca Çisem annemin yanında kalmış ve ben çoğu vaktimi hastanede geçirmiştim. Girdiğim, yaptığım testlerin, konuştuğum doktorların adını bilmiyordum. Yetersizdim. Annem için her bakımdan yetersizdim. Organım ve dokum onunla uyuşmuyordu. Annemle uyuşmayan bu ciğerden nefret etmiştim ama ondan nefret ettiğimde bile annemle uyuşmuyordu!

Doktor, önümüzdeki birkaç ayın annem için riskli olduğunu ve belki mucize eseri bir organa ihtiyacı olmayabileceğini söylemişti ama beni mucizelerle kandıramazdı, gerçekler lazımdı. Önümüzdeki aylar boyunca kullanacağı tüm ilaçları almış, ilaçları hakkında sorduğu her soruyu savuşturmayı ustalıkla başarmıştım. Doktor nefes krizine girdiği anlarda kullanacağı ilacın sürekli yanında olmasını ve annemin yalnız kalmaması gerektiğini eklemişti. Önümüzdeki aylar içinde annemin ölme riski yoktu ama ondan sonraki sürede akciğerinin artık hava keseciği dolayısıyla nefes almakta ona ciddi zorluklar çıkaracağını biliyordum.

Ölmek, annem için sorun değildi.

Babama kavuşacaktı.

Ve ben, yetim kalacaktım.

Sigaramın dumanı dudaklarım arasından süzülerek karanlık odanın içinde, pencereye doğru belirsiz bir kavis çizdi ve aralık camdan dışarıya süzülerek gözden kayboldu. Evde sigara içebileceğim tek yer burasıydı, aksi anneme zarar verebilirdi. Üstümde bir askılıyla ve bacaklarımda bir taytla, yatağımın köşesinde oturuyordum. Yanağımı pencereye yaslamış, yoksul mahalleyi izlerken, sigaramdan sert bir yudum daha alarak ciğerimi cezalandırdım. "Hak ediyorsun," dedim kızgınca. Ciğerime kızmamın ne kadar komik olduğunu umursamadım. Sonbahar, bir kürek rüzgârı çarptı pencereme. "Anneme bile yardım edemiyorsun! Onunla uyuşmayan bir ciğer olduğun için seni suçlamam çok normal tamam mı? Umarım çürürsün! Sen çürüyene kadar durmadan sigara içeceğim."

Ciğerimi çürütmenin beni ne kadar öldüreceği sorun değildi. Sorun bu ciğerin anneme yetememesiydi. Sigaramın külünü, pencere önündeki mermerden aşağıya silkerek ıslak toprağa düşmesine izin verdikten sonra gözlerimi gökyüzüne kaldırdım. En iri yıldızı gördüm. En parlayanını seçtim. Belki de o yıldız beni seçmişti. Evimizin çatısındaydı. Sanki karanlıkta yolumu seçebilmem için oradaydı. Ne zaman kafamı kaldırıp baksam oradaydı.

Tıpkı... Tıpkı babam gibi.

Sigarayı titreyen dudaklarım arasına yaslayarak sert bir yudum almak istedim ama dudaklarım titrediği için bunu beceremedim. Hırsla sigarayı avucuma alarak yanıyor olmasını önemsemedim ve parmaklarım arasındaki minik ateşi havasız bırakarak sigaranın sönmesini sağladım. Artık benim için önemsiz olan bu sigara cesedini ve avucumdaki bir yığın külü hızla camdan aşağıya bıraktım. Sızlayan elimi cama yaslayarak soğukluğu hissettim ve sonrasında buna hakkım olmadığına karar vererek elimi kucağıma indirdim. Acı çekmeliydim. Babam vefat etmişken, annem hastalıktan kıvranırken neden elimdeki ateşin bana verdiği acıyı azaltıyordum ki? Alnımı cama yasladım. "Ona bakamadım baba," dedim yalnızca kendimin duyabileceği şekilde. "Beni affet. Ne olursun bana küsme. Her şey o kadar zor ve ben o kadar sevgisizim ki..." saçlarımı okşadım, hâlâ babamın el izi olmalıydı. İstedim ki parmaklarım denk gelsin babamın emarelerine. "Çok sevgisizim baba, çok."

Elimi saçlarımdan indirerek kucağıma bıraktıktan sonra duygusallaştığımı fark ederek kendime kaş çattım. Bu kadar duygusal olmayı yıllar önce bırakmıştım. Basit bir örükle tutturduğum saçımı sırtıma atarken yatağımın kenarından doğruldum. Çıplak ayaklarıma siyah, yünlü pandufları geçirerek doğruldum. Kirden hoşlanmazdım ama çok dağınıktım. Yerdeki kıyafetleri etrafa saçarak odanın çıkışına yöneldim ve kendimi odadan dışarıya attım. Odamın kapısı doğrudan salona açıldığı için kendimi aydınlık salonda bulunca gözlerimi kırpıştırma gereksinimi duydum. Odam loştu, genellikle aydınlıkla savaşırdım ben.

Bakışlarımı anneme diktim. Yeşil renkli koltukta, üstüne serdiğim battaniyenin altında, cenin pozisyonu almış uzanıyordu. Eli yanağının altındaydı ve sarı saçlarının bir kısmı omzuna, bir kısmı yastığa dökülmüştü. Karşısındaki televizyonu dalgınca izlediğini bilmeden hissettim. O baktığı yerde hiçbir zaman baktığı şeyi görmezdi.

Babamı görürdü.

Bu annem için engel olmayı dahi istemediği bir histi. Neyse ki babam annem tarafından bu kadar sevilmeyi hak ediyordu. Çisem'in kırmızı pijamaları içinde oturduğu koltuktan dikkatle filmi izlediğini görürken, yanlarına doğru süzüldüm ve bedenimi annemin uzandığı koltuğun ucuna bıraktım. Annem gözlerinin bir miktar ilgisini üzerimde gezdirerek solgun bir vakitte açan çiçek gibi ansızın gülümsediğinde, "Çorbanı içtin mi?" diye sordum ciddiyetle. Ciddiyetim kırılırsa ona olan zaafımı kullanır ve yapması gerekenleri yapmazdı. Gözlerini kaçırdığını gördüğümde sıkıntıyla inledim. "Anne!"

Annem telaşlı parmaklarını hızlıca kullanmaya başladığında konuşamıyor olduğu gerçeğiyle bir kez daha yüzleşmek zorunda kaldım. Gözlerimle parmaklarını takip ettim. Aslında içtim, hatta doydum. Çok lezzetli olmuştu, eline sağlık.

Çisem inanamaz gözlerini anneme çevirdi. Dağınık topuz yaptığı saçlarından birkaç tutam yanaklarındaydı. "İnanamıyorum Mircan Teyze, resmen yalan atıyorsun! Sen dememiş miydin bu çorba lezzetsiz, Mahşer yemekten hiç anlamıyor diyen!"

Annem ona kaş göz yaparak başının altındaki yastığı yüzüne fırlatırken, kıstığım kirpiklerimin altından anneme bakıyordum. Bu beni incitmezdi. Yemek yapamadığım konusunda hem fikirdik. "Kızma kız fıstık," diyerek anneme uzandı Çisem. Kıvrılmaya meyilli dudakları şımarık bir tebessümle kıvrıldı. Annemin yanağını öptü. "Tüh, bu aramızda kalacaktı değil mi? Baksana, Mahşer'in bozulduğu yok..." bu sefer de yanağından makas aldı. "Kız, sen sanki bu aralar daha güzelsin? Makyaj falan mı yapıyorsun?"

Annem onun kendisine takılması karşısında az daha gülümsedi ama onun gülümsemeleri, toprağından ayrı büyüyen çiçek gibi, kısa ömürlüydü. Çisem kendisinden ayrılarak benim de yanağımdan bir makas aldı ve Öğünç'ün aradığını söyleyerek mutfağa koşturdu. Kollarımı göğsümde kavuşturmadan önce battaniyeyi annemin omuzlarına iyice örttüm ve çatık kaşlarla yanağına baktım. Ben bile annemi böyle özgürce öpemiyorken Çisem niye öpüyordu ki! Hızla annemin yanağına uzandım ve onun tedirgin bakışları altında yanağını sertçe silerken kızgınca homurdandım. "Niye herkese öptürüyorsun ki yanağını?"

Hislerinin, bakışları gibi sersemlediğini gördüm. Cansız çehresine, bana anlam veremediğini gösteren bir ifade yerleşirken, olduğum yerde hafifçe kaykılarak mesafemizi yitirdim ve hızlı, sert bir öpücüğü varlıksız yanağına kondurdum. Aceleyle geri çekildim. "Ben öperim seni! Bak, öptüm. Öptürme o çırpı bacaklıya..." bakışlarımı televizyona çevirerek ilgisizce devam ettim. "Mıç mıç öpüyor bir de! Iyy. Hatta dur..." bir kez daha ona dönerek parmaklarımı yüzüne uzattım ve yanağından bir makas aldım. "Bak, bunu da ben yapabilirim!"

Soluk soluğa, kızgınca önüme dönerek ağzımın içinde gevelemeye devam ederken, annemin bir şeyleri anlamlandırmaya çalıştığını hissediyordum. Beni ona olan zaafımla kandırmasını istemiyorsam kendimi ve zaafımı ona karşı korumalıydım. Hem bu zor değildi. Diktiğim buzdan şatonun içinde yaşamaya alışmıştım. Kimsenin eritmek için bile yaklaşamayacağı kadar soğuktum ve kendimi böyle korunaklı hissediyordum. Az da olsa açık verdiğimi hissettiğimde annemin ısrarlı bakışlarına daha fazla tahammül edemeyerek omzumun köşesinden döndüm ona. Küçük yüzüne göre daha iri duran gözleri, ne için yandığını kendisi bile bilmeyen cehennem gibiydi. Ateşi görüyordum, nasıl yandığını hissediyordum. Bir anne gibi gülümseyerek parmaklarını kaldırdı. Sen beni Çisem'den mi kıskandın?

Sinirle tırnağımı yedim. "Yok daha neler! Beni kıskanan o çırpının kendisi..." konuyu geçiştirerek sertçe sordum. "İlaçlarını aldın mı?"

"Ben getirdim!"

Çisem elinde bir bardak su ve ilaçlarla salondan içeriye girdiğinde aksi bakışlarımı ona çevirdim. Kaşlarımı hep çattığım için artık onlar bu ifademden eskisi kadar ürkmüyor ve bu da beni sinirlendiriyordu. Çisem sevimli olduğuna inandığı şekilde gülümseyerek annemin baş ucuna yaklaştı ve eğilerek minik şişeyi anneme uzattı. Annem doğrulmak istediğinde elimi omzuna yerleştirerek ona yardımcı aldım ve Çisem'in verdiği hapı diline yerleştirmesini izledim. Hapı yutmak için duyduğu ihtiyaçla beraber su bardağını ağzına dayadığında, "Su ılık değil mi?" diye sordum Çisem'e. Sesim sorgulayıcıydı. "Soğuk herhangi bir şey yiyip içmemeli."

Çisem şefkatle annemin omzunu sıvazladı. "Sıcak su koyup ılıttım," dedi anlayışlı ses tonuyla. "Üşütmüşsün Mircan Sultan, kendine dikkat etmelisin."

Çisem, annemin aniden gelişen hastalığından haberdardı ve istediğim gibi ona hiçbir açıklama yapmamıştı. Annem sormuştu, sormaya devam edecekti ama sadece ben istediğimde öğrenecekti. Annem suyuyla birlikte ilacını içerek bardağı sehpaya uzattığında, Çisem'in annemin omzunda duran eline uzandım ve o eli oradan uzaklaştırırken ona buz gibi gözlerle baktım. "O benim annem!"

Çisem gözlerini hayretle açarak anneme döndü. "Ne kadar kıskanç olduğunu görüyorsun değil mi? Allah bu kızın ilerideki sevgilisine kolaylık versin..." annemin kulağına fısıldadı. "Ne dersin? Belki Duman..."

Ciddi anlamda sinirlerimi germeye başladığını hissettiğimde, onun geniş sırıtmasını zedeleyerek saçlarına uzandım ve huysuz homurtularına aldırmadan onu çekiştirerek annemin yanından kaldırdım. Saçlarından tutarak kapıya doğru çekiştirirken canı acımadığı halde boş yere, yalandan sızlanmaya başladı. Umursamadım. Onu dış kapıya doğru ittirdim ve sarsılarak kapıya yapıştığında, portmantodaki montuna uzandım. "Beni kovuyor musun?" dedi, bir kısmının mavi olduğu saçlarını özenle düzeltirken. "Hani bu gece burada kalacaktım?"

Siyah, şişme montunu üstüne doğru fırlatırken yukarıdan ona baktım. "Burada kalmana izin vermem, sen anneme sırnaşmadan hemen önceydi."

Bana kötü kötü bakarak montunu üzerine geçirirken, kollarımı göğsümün üstünde kavuşturdum. "Zaten Öğünç beni almaya gelecekti," dedi, yüzündeki keyifli ifade parçalanmıştı. Gözlerini etrafta gezdirdi. "Ben onunla gideyim bari."

Bir ayağımla yerde ritim tuttum. "Onun seni incitmesine izin verme."

Portmantodaki beresini aldı ve bir kısmı renkli olan saçlarının üzerinden örttü. Dağınık, paspal görünüyordu ama dert etmiş değildi. Omzunu silkerek uyarımı geçiştirdiğinde ağzının üstüne vurmamak için neyi beklediğini düşündüm. Hak ediyordu. Ah, suç benimdi! Bana neydi? Ne hali varsa görebilirdi. Bana sırnaşarak yanağıma bir öpücük kondurduğunda, "Annen, ona söylediğimiz yalana inanmış görünmüyor," dedi. "Ama akciğerinin rahatsız olduğunu bilmeli."

Beni, kurduğum düşler düşürmüştü.

Onu sertçe ittirirken, "Ben annem için en iyisini bilirim," dedim aksi iddia edilemeyecek bir sesle. "Sakın o ağzını açma!"

Evimizin sokak kapısını açarken, anlık kızgınlıkla gözlerimin içine baktı. Kafasını iki yana salladı. "Anneni, hasta olduğunu öğrenince düşünmeye başlaman ne korkunç!"

Beni incittiğini sanarak mahcup olduğunu, benden kaçırdığı gözlerinde gördüm. Dümdüz, taş gibi bir yüzle ona baktığımda geriledi ve suçlulukla eşikten dışarıya çıktı. Saçlarını karıştırarak kurduğu cümleyi telafi etmeye çalıştı ama onun gevelemelerini dinlemeyecektim. Çelik kapıyı acımasız bir şekilde yüzüne kapatmadan önce donuk bir sesle konuştum. "Saçlarını başka renge boya artık, ben bile sıkıldım maviden."

Kapının ardından kısık kısık konuştu. "Öğünç bu saçlarımdan hoşlanıyor ama."

Kendisinin ve olduğu durumun zavallılığını unutmuş gibi, yaptığımı sandığı hatalarımı yüzüme vurması onu resmen çocuk yapıyordu. Kabul, ben zaten erken büyümek zorunda kalmıştım ama aramızda hep en büyük olan ve ona ablalık yapan bendim. Tam bir aptaldı. Olmayacak hayaller kuruyor, yıkıldığında dizlerimde ağlıyor ve iyi bir insan olduğuma inanıyordu. Onun gibi şımarık ve hayalperest bir kızın hayatımda işi yoktu ama işte... Kahretsin ki benim için önemliydi.

Tekrardan salona döndüğümde annemi aynı pozisyonda buldum. Battaniyesinin altına hem kendini hem de kıvranan ruhunu saklamıştı. O saklanmayı, gizlenmeyi, karanlığın içinde olmayı seviyordu. Yanına yanaştım, ona ulaşabileceğim en yakın yere oturarak yukarıdan kendisini izlemeye başladım. Saçları, yaşlandıkça kırılıyordu. İpek gibi zarif, ince telli ve dümdüz saçlara sahipti. Dişlerimi sıkarak parmaklarımı avuç içime sakladığımda, beni görmek için gözlerini yukarıya kaydırdı. Anneme baktığımda, kime yandığını bilen bir cehennem gördüm bu sefer. Hastayım, değil mi?

Alnımın kırışmaması adına, yüzüme daha sağlam bir maske geçirdim. O kadar çok maskelerim vardı ki, ben artık kendi kimliğimi unutmuştum. "Kendine acımayı bırak," dedim kelimelerin üstüne vurgulayarak. "İyisin. Sorun yok. Bir şeyleri kafana takma. Sadece dediklerimi yap ve ilaçlarını aksatma."

Gözleri küçüldü, kirpikleri birbirine uzandı. Parmakları yine hareket etti. Bu kadar duygusuz olma.

Şakağındaki küçük benin üzerinden hafifçe geçtim. "Bunu ben istemiyorum.”

Battaniyeyi biraz daha omuzlarına çekerek üşüme riskini yok ettiğimde bu ev ilk kez bu kadar sıcak dedi parmaklarıyla. Terledim.

"Uyu, anne." Saçlarını ensesinden çıkardım. "Kızın, senin için burada."

Belimin ne kadar ağrıyacağını umursamadan başımı başının üstüne yasladım ve kokusunun burnuma yükselerek beni küçüklüğüme sürüklemesine izin verdim. Ben, annemin kurmaya yeltenemediği o hayallerin yıkılışıydım.

💔

Ölülerden korktuğumuz kadar korkmuyorduk dirilerden.

Eğer korkmasaydık, morglarda ceset bile bırakmazdık.

Nefes alandan değil de nefes alamayandan korkuyorduk. Bir kartalı ağacınızın dalından kovabilirdiniz ama ölen bir kartalı ağacın dalından düşürürken korkardınız. Çünkü aslında korktuğumuz şey ölen değil, ölümün kendisiydi, ölümle yüzleşmekti. Bu yüzden insanların olduğu bir eve hırsız olarak girmek cesetlerin olduğu bir morga girmekten daha caziptir.

Annemi Çisem'e bırakmış, Dumanla görüşmek için Kaptan'ın kafesine çıkmıştım. Şimdi kafenin merdivenlerinde, parmaklarıma sıkıştırdığım sigarayı içerek Duman’ı beklerken yanımdan geçen birkaç liselinin beni görerek ıslık çaldığını duydum. O veletlere göz devirdim, beni tanıyorlardı. Omzumun üstünden onlara döndüğümde, birinin iç çekerek hayran gözlerle bana baktığını gördüm.

"Önüne bak, ufaklık."

Çocuk kızaran yanaklarıyla beraber önüne döndüğünde, ona göre daha utanmaz görünen uzun boylu liseli bana çapkın bir gülüş fırlattı. "Titrettin beni, titrettin."

Üçü birlikte gülüşerek mekânın kapısından içeriye girdiklerinde, sigaramın külünü silkerek söylendim. "Ergenler.”

Sigaranın fersiz külü ıslak merdiven basamağına düşerek söndüğünde, sigaranın ağzımda bıraktığı tadı hissederek yüzümü buruşturdum.  Hafifçe yana kayarak ayak altından çekilirken siyah kot pantolonuma düşen közleri silkeledim. Üzerime kırmızı bir sweatshirt ile deri ceketimi giyinmiştim. Saçlarımı uzun zamandan sonra ilk kez bağlamıştım ve bunun yüzümü biraz daha vurguladığına emindim. Saçlarım aşırı uzun olduğu için onlarla başa çıkamıyordum. Sigarayı bir kez daha ağzıma dayadığımda, görkemli bir Range Rover'ın kaldırımın önünde tozu dumana katarak durduğunu gördüm.

Beni bu kadar beklettiğine inanamıyordum.

Tamam, sadece altı dakika beklemiştim ama...

Her neyse!

İzmariti iki parmağım arasından fırlatarak son basamağa düşürdüm ve ellerimi arka ceplerime yerleştirerek botlarımın ucunda yükseldim. Arabadan inmesi çok kısa sürmüştü, sanki beni bekletmiyormuş gibi sakin adımlarla kaputun etrafını dolanırken üzerinde yine sık giydiği paltolardan birinin olduğunu gördüm. Koyu renkli kotu bacaklarını sarmıştı ve paltosunun altına taş renkli bir kazak geçirmişti. Rüzgâr başının üstündeki saçlarını alazlarken, aramızda bir basamak kala durdu ve çattığı kaşlarının altından tuhaf tuhaf yüzüme baktı. "Saçların nerede?"

Saçlarımı ilk kez bu kadar toplu gördüğü için şaşırdığını düşünerek bu aptallığına sadece göz devirdim. "Bağladım, geri zekâlı."

Kafasını sol omzuna doğru düşürerek rüzgârda iki yana doğru uçuşan saçlarıma baktı. "Ha, oradalarmış."

Ellerimi yüzüme vurdum. "Bu kadar aptal bir adamla ortak olduğuma inanamıyorum!"

Bana ters ters bakarak aramızda kalan iki basamağı da çıktı ve benimle aynı basamağa yükselerek fiziksel olarak yakınlaşmamızı sağladı. O kadar yakındık ki, düşmemek için ya o alt basamağa inmeliydi ya da ben yukarıya çıkmalıydım ama ikimiz de bedenlerimiz arasındaki bu savaşı asla sonlandırmıyorduk. Benim topraklarımda yetişmiş bir çiçek gibi, benden uzaklaşırsa ölecekmiş gibi asla yakınımdan ayrılmadan eliyle ceketimin iki yakasından kavradı ve yakaları birbirine doğru çekiştirirken usul usul fısıldadı. "Üşüme Gül Diken’im."

Nefesi, tenimi bir neşter gibi yırttı ve sadece bir neşterin açabileceği o kesik yarasını tenime emare olarak bıraktı. Elimi yanağıma götürerek nefesini ve nefesinin sebep olduğu kesik yarasını aramamak için yutkundum ve ceketimin iki yakasını ayırarak samimiyetsizce güldüm. "Üşüyeceğim tamam mı? Al işte, üşüyorum. Sana ne be?"

Sabır dilenerek bir kez daha ceketimin yakalarına uzandı ve iki ayrı yakayı birbirine çekiştirerek tekrardan önümü kapattı. "Yanakların yeterince kızarmış. Biraz daha kızarırsa çok ilgi çekersin..." ağzının içinde geveledi. "Sonra bakıp bakıp duracaklar, uğraşamam seninle."

"Bana kimse bakamaz."

"Bakamaz tabi.”

Bir kez daha ceketimin yakalarını birbirinden ayırarak onun inadına gittiğimde, dilini dişlerinin arasına kıstırdı ve sinirlerinin bozulduğunu belli eden bir gülüşü boğazının derinliklerinden fırlattı. Onu omzundan ittirerek sinirle bir basamak aşağıya inerken, "Altı dakika geciktin," diyerek ona uyarı dolu bir bakış attım. "Tekrarlamazsan sevinirim."

Serseri bir tebessüm yuva yaptı dudaklarına. "Tekrarlayacağıma emin olabilirsin."

"Ağzının ortasına çakacağım bir tane..."

Beni sinir etmenin gururuyla birlikte basamakları tırmanırken, "İki kahve alıp döneceğim," dedi ve ekledi. "İstediğin bir şey var mı?"

"Yere yapışman."

Duman omzunun üstünden bana dönerek alaylı ve kendinden emin bir sırıtma gönderdiğinde ona orta parmağımı kaldırdım ve gülümsemesindeki alayın çoğaldığını gördüm. Genişçe ve dilediğim şeyin asla gerçekleşmeyeceğine inanarak gülüyordu. Bir basamak daha çıkarken göz kırptı. "O dediğin asla ol..."

Kafenin kapısından koşturarak çıkan iki gençten birisi küfürler ve kahkahalar eşliğinde kendilerini merdivenlerin ilk basamağına attıklarında, Duman böyle ani bir darbeyi beklemediği için onun üstüne doğru sıçrayan çocuğu görmedi ve daha ne olduğunu anlayamadan sol omzuna yediği darbeyle beraber sersemleyerek yere düştü. Basamakta olduğu için dengesini toplayamadığında birkaç gence çarparak durdu ve çocukların arkasından kükredi. "Hadi ama ya!”

Çocuklar onu asla kaale almadan sırtlarındaki çantalarıyla beraber gözden kaybolduklarında alt dudağımı yavaşça büzerek Duman'a göz kırptım ve onun ağır ağır, belki zorlukla yutkunduğunu gördüm. Omuzlarımı dikleştirerek bacaklarıma yüklendim ve saçlarımı sırtıma çarparak ona arkamı döndüm. Ağırca, oldukça sakin şekilde basamakları inerek kaldırıma çıktığımda, "Ne gülüyorsunuz," diyerek etraftaki gençleri azarladığını duydum Duman'ın. "Veletler!"

Gülüşmelerin azalarak yok olduğunu anladığımda onu bekleyerek kendimi yormanın aptallık olduğuna inanarak arabaya yanaştım ve kendimi şoför koltuğuna bıraktım. Piçin havalı bir arabası vardı ve baba parası yemek kendisi için pek sorun değildi galiba. Kapıyı kapatarak şoför koltuğuna iyice yerleştim ve direksiyonu kavradım. Araba kullanmayı biliyordum, ehliyetim vardı ama direksiyona oturmayalı baya olmuştu. Özlediğimi hissederek parmaklarımla direksiyonda ritim tutturmaya başladım. Bugün ben sürecektim, ondan izin istemezdim ama kullanmamı istemezse de sürecek halim yoktu. O kadar gurursuz değildim.

Az sonra Duman, elinde kahveleriyle etrafa korkutucu bakışlar atarak merdivenleri inerken, kısık gözlerimin ardından kulağındaki küpesini izledim. Kaldırıma çıkarak doğrudan arabaya, ön koltuğa yanaştı ve birkaç dakika boyunca elindeki kahvelerle kapıyı açmaya çalıştı. Alayla onun bu ilginç halini izlediğim birkaç andan sonra kapıyı kendine çekerek açtı ve beni görerek duraksadı. Kehribar harelerindeki sönmüş ateşiyle beni tehdit ederken, "Madem şoför koltuğundasın da neden kapıyı açmayıp beni gülünç durumuna düşürüyorsun Mahşer?" dedi, yüzündeki maskenin sinirden çatladığını gördüğüm sıralarda.

Boş boş baktım. "Gülünç duruma düşmeni istediğim için."

Sakallı çenesini sıktı.

Neden şoför koltuğunda oturduğumu sorgulamadan yanımdaki koltuğa yerleşerek karton bardak içindeki kahveleri aramızdaki boşluğa bıraktı. Uzun süredir araba kullanmadığım için kendimi direksiyona alıştırmak için biraz bekledim. Bu sırada, onun ikiz gezegenleri, benim dünyama ışığını yansıtarak yüzümün her tarafında gezindi. Dikkatle, sorgulamadan bekliyor ve yapacağım her şeyi kabul ediyordu. El frenini çektim. "Ben bu arabanın direksiyonuna daha çok yakıştım Duman."

"Senin olabilir."

Motor tatsız ve gürültülü bir ses çıkararak kulaklarımı rahatsız ettiğinde, dikiz aynasından arkayı kontrol ettim ve arabayı kaldırım kenarından kaldırdım. Bu sırada benimle alay ettiğini düşünerek ona çıkıştım. "Ben dilenci değilim."

Beni izlerken, gözlerini kırpmak sanki zaman gibi, hiç durmadan beni izliyordu. "Boyundan büyük kaprisin var Mahşer."

"Duman, bana laf çarpacak vaktini planlarımız için ayırsan ve beni sinirlendirmesen mutlu olurum."

Kafasını koltuğa vurduğunu göz ucuyla görürken, dikiz aynasından arkamı ve önümü kontrol ederek cadde boyunca normal bir hızda sürmeye başladım arabayı. Baya iri ve kullanımı zor bir araba olsa da şoförlüğüm iyiydi. Doğrusu benim her şeyim iyiydi, kendimde o gücü buluyordum. Altımdaki bebekle beraber köşeyi dönerek caddeye çıktığımda, "Bırak laga lugayı," dedi alaydan arınmış, gergin bir ciddiyetle. "Annen nasıl?"

Elimin altındaki direksiyonu olağan gücümle sıkarak gaza yüklenirken, göğsümdeki dikişlerin atarak kalbimin bir kısmının dışarıya çıktığını hissettim. Onu biraz beklettikten sonra, "İyi olacak," dedim sadece. "O ciğer her kimdeyse bulacağım ve anneme vereceğim. Annem yaşadıktan sonra başkalarına ne olduğu umurumda değil."

"Bencilsin."

"Öyleyim," dedim asla inkâr etmeden.

Trafiğe karıştığımızda direksiyondaki hakimiyetimden emin olarak aramıza bıraktığı karton bardağı kavradım. Çıplak elimde hissettiğim ani sıcak bir an beni irkiltti ama bu kısa sürmüştü. Karton bardağı iki dudağım arasına yaslayarak uzunca bir yudum aldığımda, "Aslında kimse sencil değil, herkes bencil," dedi düşünceli bir sesle. Deri koltukta az daha kaykılarak kollarını göğsü üstünde kavuşturdu. "Sadece, bazıları bunu itiraf edecek kadar yürekli değil."

Kahvenin ağzımda zerk eden lezzetli ve sert baskısını zevkle indirdim boğazımdan aşağıya. "Belki."

"Ağzın ne güzel belki diyor öyle..."

Omzumun üstünden ona ters ters baktığımda, kahvesine uzandı ve benden daha ciddi bir tavırla kahvesini içmeye başladı. Dilimi dişimin arasına kıstırarak sinirimi kendimden çıkarırken, tekrardan önüme dönerek arabayı kullanmayı sürdürdüm. Hızlanmayı istiyordum ama trafik vardı. Birkaç dakika içinde bu trafikten kurtularak bir sokağa çıktığımızda, yolun daha sakin olduğunu fark ederek gaza yüklendim ve altımdaki bebeği uçurdum. Camdan içeriye giren rüzgâr yüzüme ve saçlarıma çarparak özgürlüğü daha şiddetli bir şekilde hissettirirken, Duman'ın bir ıslık çaldığını duydum. Islığı, rüzgârı kırmıştı. Rüzgâr da saçlarımın bir kısmını... Havanın kokusu bastırdı ama arabanın tümü Duman'ın kendisi kokuyordu. Her yeri istila etmişti ve ondan kurtulmanın yolu yok gibiydi.

Kısa bir sessizlikten sonra sahile bakan sokağı aynı hızla indim ve soğuk, külçe külçe rüzgârı cama çarparken, "Yan sokaktan," dediğini duydum Duman'ın. Kahve bardağını avuçları içine almıştı. "Adam bizi bekliyor."

Yüz hatlarım sertleşti. "Bu adam, Melih Han'ı ne kadardır takip ediyor."

"Bugün dördüncü gün," dedi, sesi bir buz kırağı gibiydi. "Kendini sadece Melih Han'a hissettirdi. Pezevenk, çoktan takip edildiği hissine kapılmıştır."

"Daha fazlasını yapmalıyız."

Kaşlarını kaldırdığını gördüm. "Ne gibi?"

Yanaklarımı şişirdim. "İlaç vereceğim. Anla işte Duman, içeceğiz falan katacağız. Tam bir klişedir ama delirtmek için iyi bir seçenek..." keyifle güldüm. Sanki şeytanım beni alkışlıyordu. "Dozu düşük ama etkili haplar."

Memnuniyetsiz, ses tonuna dağılmıştı. "Yani onunla tesadüfi bir karşılaşma daha istiyorsun?”

Omzumu silktim. "Bana çoktan düştü zaten, onunla buluşmak ve ona bir şeyler ısmarlamak kolay olacak."

"Tek olmaz," diye karşı çıktı. Bana karşı çıkma hakkını kendinde nasıl bulduğunu anlayamadım. "Ben de seninle geleceğim. Bu konuda benimle asla inatlaşma..." metal küpesiyle uğraştı, bugün iki tane takmıştı. "Seni o piçin insafına bırakamam. Ayrıca onun, sana baktıkça aklından neler geçirdiğini tahmin etmek zor değil."

Duman'ın kahramanlıklarıyla uğraşamazdım. "Başımın çaresine bakarım."

"Şüphem yok," dedi sakince. Hafifçe koltukta kaykılarak yol ayrımına bakındı ve "Sol taraftan," diyerek tarif etti yolu. Bana döndü, gözlerinde karmaşa vardı ama hissettiği gururun yansıması, sanki bir kalemle göz bebeklerine çizilmişti. O kadar netti. Beni baştan aşağıya süzdü. "Arazi arabalarını kullanmak zordur, gayet iyi kullandın."

"Sağ ol, ortak."

Onunla alay etmeme rağmen art niyetsiz bir şekilde, küçücük gülümsedi ve bakışlarını ön cama düşürdü. Tarif ettiği gibi sol tarafından girdim ve arabanın hızını bir hayli yavaşlattım. Herhangi bir tehlike olmaması adına adamla kafede buluşmayacaktık, bir sokak arası bizim için yeterliydi. Karamsar gökyüzünün yeryüzüne acımasızca uyguladığı yağmur arabanın ön camına inerken, "Kaldırıma yanaş," dedi Duman ve ona tip tip baktığımı gördüğünde dişlerini bugün sayısız kez tekrardan sıktı. "Kaldırıma yanaşır mısın Mahşer?"

"Evet, yanaşırım."

Büyük arabayı sokağın ucuna doğru, kaldırımın kenarına park ettiğimde, buranın bakımsız bir sokak arası olduğunu gördüm. Sokağın iki yanındaki evler ve dükkanlar oldukça eski, çöküktü. Sokak bayır aşağı inen, müstakil evlerinde olduğu bir sokaktı. Patlamış sokak lambaları, yamulmuş çöp konteynırları, eşofmanlarını çekiştirerek bayır aşağı koşuşturan çocuklar...

Duman sokağa diktiği uğursuz bakışlarını bana yönlendirdiğinde, "Geliyor," dedi dikkatimi çekerek. "Şu, kertenkele gibi yürüyen var ya, o."

Kaşlarımı çatarak dikiz aynasından arkaya baktığımda, kertenkele yürüyüşlü bir adam aradım ve sonra bunu yaptığım için kendime sövdüm. Onun bu saçmalığını ciddiye aldığım için kendime öfkelendiğim sırada, adamın az daha yaklaştığını gördüm. Duman kafasını aralık camdan dışarıya çıkarak parmaklarını şıklattığında, adam bakışlarını sakince yukarıya kaldırdı ve hafifçe göz kırparak Duman'ı onayladı. "Adı ne?" diye sordum katı bir sesle.

Küpesini çekiştirdi. "Abdulrezzak."

Tısladım. "Benimle alay etme."

"Çok ciddiyim."

"Hadi canım..."

Dudaklarından bir gülümseme geldi geçti. "Sen bana canım mı dedin?"

Kafamı direksiyona gömmemek için Allah'tan sabır dilenirken, arkadaki adamın arabaya yaklaştığını gördüm. Birkaç saniye içinde arabanın arka kapısını açarak kendini arabanın içine attı ve kapıyı arkasından kapattı. Derince çattığım renkli gözlerimle onu gözlemlerken, "Selam," dedi ciddi bir tavırla. Duman'a baş selamı verdikten sonra bakışlarını bana çevirdi ve gözlerini kıstı. "Selam bacım."

"Bacı?"

Kaşlarını çattı. "Biz de kadına kız yan gözle bakılmaz, hepsi benim bacım."

Sınanıyor olmalıydım. Gerçekten, birbirinden garip insanlar tarafından sınanıyordum. Parmaklarımı şakağıma dayayarak orada kilitlenen ağrıyı savuşturmaya çalışırken, "Bu adam mı bize yardım edecek?" Dedim inanamayarak. Elimle arkamdaki adamı gösterdim. "Ona baksana, hiç bu işlerden anlıyor görünüyor mu?"

"Yalnız bacım..." adam çenesiyle elimi işaretledi. "O eli bir indirsek."

Hırlayarak koltuğumun üstünden adama döndüğümde gözlerini irice açarak sırtını koltuğa yapıştırdı ve ağırca yutkundu. Gözlerimle onu susturmayı başardıktan sonra aynı korkutucu ve soğuk bakışlarımı Duman'a çevirdim. Kolları göğsünün üstündeydi, uzun, kıymık gibi duran kirpiklerinin arkasından rahat bir ifadeyle bana karşılık veriyordu. Tanrı, beni ondan hep saklamıştı. Bir saklambaç gibi. Beni bulamamıştı, çünkü aslında benden hiç haberi olamamıştı. Kafamı iki yana sallayarak saçlarımı silkeledim. "Bu adamı sen mi kovarsın ben mi kovayım?"

Kalın dudaklarını yavaşça ıslattı dilinin ucuyla. "Onu kovmayacağız. Tarzı böyle, takılma. İşinde iyidir."

"İşi ne ki?"

Adam ceketinin cebindeki kırmızı, ipek mendili düzeltti. "Kiralık katilim ben."

Tısladım. "Hay sikeyim!"

Duman yan yan sırıtırken adam ağzının içinde cıkladı. "Bacım neler diyorsun öyle..."

Çıldırma vaziyetine gelmiştim. "Bana doğru dürüst bir açıklama yap. Hemen!"

Duman sakallarını uzun parmaklarıyla sıvazladı. Sakalları, teninin hırkası gibiydi. O hırkayı kaldırıp atmak ister gibi sertçe çenesini kaşırken, "Bakma katilim dediğine, daha bir kişiyi öldüremedi," diye açıkladı Duman. "Silahı eline aldı diye kendini katil sanıyor sadece. O namluyu doğrulttu ama hiç sıkamadı. İçinde yok, öldüremiyor, katil olmak için fazla iyi."

Adam kısık sesle mırıldandı. "Kan görünce bayılıyorum ben."

Bu işi yapmak için böyle bir adam seçmesine anlam veremiyordum. Düzgün görünümlü, maskesiz, saf bir adamdı. Sakalsız, buğday tene sahipti. Gözleri mavi, kaşları koyu ve kalındı. Yanakları kızarmıştı, saçları üç numaraydı ve en fazla otuz yaşında gösteren, takım elbiseli bir herifti. İç çektiğimde Duman, ben sormadan anlatmaya devam etti. "Ama kurnazdır, zekidir. Bir dediğimi ikiletmez. Kafasına koyduğunu yapar, bu işte ondan daha fazla kimseye güvenemem."

Abdulrezzak elini kalbine yaslayarak minnetkâr bir ifadeyle Duman'a baktı. "Eyvallah Abi."

"Anlat Abdulrezzak."

"Abi bu Melih Han denen kavat..." durdu. "Kusura kalma bacım... Ha abi, bu kavatı takip etmeye başladığımdan bu yana herhangi garip bir davranışını görmedim. Şirketten eve, evden şirkete gidiyor. Yanında hep iki adamı var, tuvalete bile gitse onlarla gidiyor, göt korkusundan galiba abi. Kendimi hissettiriyorum ama göstermiyorum. Sürekli arkasına bakıyor, beni arıyor ama göremiyor. Korkmaya başladı."

"Onu kendi korkusuyla öldüreceğim," dedi Duman, ellerini dizine indirdiğinde. Bir yemin içmekten farksızdı ses tonu. "O kadar korkacak ki, kaçacak delik arayacak. Girdiği deliğe de gireceğim. Öyle korkacak ki, artık kaçmak için bir mezar kazıp, o mezara girecek. Biz sadece üzerine toprak vuracağız."

Abdulrezzak dikkatle Duman'a baktı. Sorup sormamakta kararsız görünüyordu. "Abim, bu herif çok mu canınızı yaktı?"

"Yaktı," dedim kısık bir sesle. Ruhum, üstündeki yanık lekesinden şikâyetçi değildi, o lekeyi bırakanlardan şikâyetçiydi. Şikâyetin olduğu yerde cezaları inkâr edemezdiniz. "Çok yaktı. Sorun yanmakta değildi biliyor musun? Sorun ne için yandığımı bilmiyor olmamdaydı."

"Boş versene," dedi Duman Alanguva. Bana baktı. Gözlerimizdeki köprü, kırık kadehler gibiydi; bu yüzden birbirimize ilerlediğimiz köprüde acıyordu çıplak ayaklarımız. "Cehennem biliyor mu sanki ne için yandığını?"

Susmam gerektiğini fark ederek sustum ve arkamızdaki bu adamı arabadan indirip daha fazla oyalanmadan sokaktan ayrıldık. Arabayı hâlâ ben kullanıyordum ve Duman direksiyona geçmek için bir girişimde bulunmuyordu. Soğumuş olan kahvemin çöpünü, yanından geçtiğimiz bir çöp konteynırına fırlattıktan sonra arabayla köşeyi döndüm ve yokuş aşağı indim. O sırada Duman bir sigara tutuşturmuş, dumanı camdan dışarıya bırakıyordu. Şakaklarımı daha sert darbelerle ovalarken, cebimdeki telefonun titrediğini hissederek elimi cebime indirdim. Mesaj olmalıydı, Çisem'e ait olabileceğini düşündüğüm için mesajı açmak için beklemeyecektim. Telefonu almakta zorlandığımda, Duman elini montumun cebine indirdi ve parmaklarını parmaklarımın arasından geçirerek telefona uzattı. Soğuk eli, tenime kışı getirmişti. Parmaklarımı okşamaktan çekinmeyerek telefonu alırken, "Bakma öyle katil bebek Chucky gibi," dedi düz, renksiz bir sesle. "Ben o bakışlarından korkmuyorum."

"Elini derhal çek."

Elini derhal çekmedi. Bana dokunmakta özgür olduğunu sandığından olsa gerek elini elimin her kıyısına sürterek yavaşça dokunuşunu uzaklaştırdı ve koltuğunda tekrardan geriye kaykıldı. Burnumdan sert bir nefes bırakırken, "Telefonumu izinsiz alma bir daha," diyerek uyardım onu, tahammülsüzce. "Mesaj kimden?"

Cevap vermedi. Birkaç dakika boyunca, kendime inanamadığım bir sabırla soruma yanıt vermesini bekledim ama bu defa da beklediğim şeyi yapmadı. Altımdaki arabayı beklenenden çok daha sert bir şekilde, ani frenle durdurarak zemindeki toz birikintisini yukarıya kaldırdığımda, sert çehremle ona doğru dönmüştüm. Ona döndüğümde görmeyi beklediğimin ne olduğunu bilmiyordum ama böyle görmeyi beklemediğimi biliyordum.

Sinirliydi.

Doğrusu, çok sinirliydi.

Bizim, bu isimsiz ilişkimizde sinirli ve gergin olan taraf her defasına ben olurdum. O genelde sakindir, rahattır, hislerini kontrol altında tutmasını bilir. Fakat şimdi... Kimseyi içine düşüremeyen bir çukur gibi öfkeli ve tahammülsüzdü. İyiliğin kazanmasını hazmedememiş bir şeytan misali oyunbozandı ama bizim bu hikâyedeki yerimiz çoğu zaman şeytan, kimi zaman melekti. Ona, cevap isteyen gözlerle baktığım andan sonra, "Bu," dedi yalnızca. Çenesini oynattı, boynu gergindi. "Bu pezevenk, sana böyle edepsiz mesajlar atabiliyor mu?”

Ah, Öğünç!

Yine saçma bir mesaj atmış olmalıydı, Duman görmüştü. Fakat bu kadar öfkeli bakmasının bir gereği yoktu, saçmaydı. Yüzüne doğru sallamak için işaret parmağımı kaldırdım ama ben daha ne olduğunu anlayamadan ona savurduğum işaret parmağımı yakaladı. Gözlerimi irice açarak hadsizliğine inanamazken bir diğer elini de belime yerleştirerek ona göre küçük kalan bedenimi kendine doğru savurdu. Ufak bir öfke iniltisi bırakarak ona çarptığımda, bir ampulün kırıldığını ve ışıkların sonsuza kadar söndüğünü hissettim. Tanrı burayı ışıksız bıraktı, birbirimizi asla bulamayalım diye. Bu bir sınavdı ve sen karanlığın içinde bile beni bularak bu sınavdan geçtin.

Yüzlerimiz arasındaki mesafe onun tarafından kapatıldığında, avuçlarım öylece havada kalmış ve gözlerim kocaman açılmıştı. Bu beni böylesine şaşırttığı ilk andı ve birkaç saniye tepki verememiştim. Beni, karanlığın içinde bulduğu bir ışıkmışım gibi, her tarafımdan sararken, kendisine karşı olan mücadelelerimi kırdığını bilerek, "Aynen böyle, sus," dedi dudağımın üstüne doğru. Bana daha ne kadar yakın olabilir, bilmiyordum. Burunlarımız birbiriyle temas halindeydi ve nefesi, dişlerime çarparak ağzımın içine yayılıyordu. "Seni susturmayı beceremediğim için konuşuyor değilsin, ben konuşmanı sevdiğim için konuşuyorsun. İstediğimde seninle başa çıkarım ama senin, bana karşı bile olsa yenilmiş olmanı istemiyorum. Çünkü sana sadece zaferi yakıştırıyorum..." bir tutam saçımı hırsla ittirdi kulağımın arkasına doğru. "Ateşin etrafında dönüyorsam yanmayı da göze almışımdır, aklından çıkarma.

Bana denizler güzelse batmanın bir lütuf olduğunu söylerdi ama benim ne kadar çirkin bir deniz olduğumu nasıl göremiyordu? Burada batsa, cesedi kıyıya bile vurmazdı ki. O, batmak için yanlış deniz seçmişti. Burnumu burnuna sürttüğümde, kalbinin sesi arabanın içini doldurdu. "Beni mi kıskanıyorsun Duman?"

Saçımı okşadı. "Saçına değen rüzgârdan bile."

"Neden!" Gözlerim kalbine indi. Zaten gözlerinde de gördüğüm şey kalbiydi. Tekrarladım. "Neden Duman? Oyun arkadaşını mı kaybetmek istemiyorsun?"

"Neden..." elini saçlarımdan çekti ve havada duran elimi yakalayarak elini elimle birlikte kalbine indirdi. Seri, tutarsız kalp atışları bir kuş gibi çırpındı avucumda. Ah, bu kuşu vurmuşlardı. Kanıyordu. Kanı avucumdaydı. Elimi sertçe bastırdı göğüs kafesinin üstüne. "Aptalın biri denizde boğulduğunda suç hiç denizin olur mu Mahşer? Aptalın biriymiş derler, yüzmeseymiş derler, üzülürler, ah vah ederler..." cümlesini bitirmeye kelimeleri yetse de nefesi yetmedi. Soluk soluğa kalmıştı. "Kimse bunun, denizin işlediği bir cinayet olduğunu düşünmez."

"Denizler cinayet işlemezler."

Kalbinin sesinden korktum, saymaya çalışsam yetişemezdim. "Senin silahın, güzelliğin, tıpkı denizler gibi."

"Tamam."

"Tamam."

Beni çektiği gibi tekrardan ittiğinde bu sefer daha hazırlıklı ve kontrol sahibiydim. Koltuğumda geriye kaydığımda, kendisi de arabanın kapısını açtı ve kendini kapıdan dışarıya atarak kapıyı gürültüyle örttü. Önüme döndüm. Ruhsuzca ön camdan dışarıya, dağınık İstanbul'a baktım. Kalbim göğüs kafesimden, göğsümü ittire ittire taşıyordu. Parmaklarım halsizce direksiyonu kavrarken, kafamı koltuğun arkasına vurdum ve kafamın içinden bana seslenen hatıraya kulak kabarttım. Yıllar önceydi, Duman lisesinin koridorundaydı, cebinde telefonu, kulağında kulaklığı vardı. Şarkıyı, keyifli mırıltısıyla eşlik ediyordu.

"Denizler cinayet işlemezler, aslında kimseyi istemezler."

O hatırayı savuşturmak için kafamı iki yana sallarken, lanet telefonumun bir kez daha titrediğini gördüm ve sinirle telefona uzandım. Kimin aradığına bile bakmadan ekranı kaydırarak aramayı kabul ettim ve telefonu kulağıma dayadım. Duman ellerini kaputa yaslamış, dışarıdan, ön camdan doğrudan bana bakarken, karşı taraftan bir kadın sesi yükseldi.

"Akciğer nakli için beklemenize gerek kalmadı," dedi doktor, sesi sevinçli bir haber veriyormuş gibiydi. Heyecanla sürdürdü cümlesini. "Abinizin dokusu annenizle uyuştu. Ameliyat için hiç beklemeyelim. Sahi, bize neden bir abiniz oldu..."

Çünkü ben abimi sildim, üzerini çizdim, silinen de kaybolur, görünmez.

 

BÖLÜM SONU.