14. BÖLÜM
"KUNDAKLAMA."
Zaman, kan veren bir insan suretine bürünmüş, saatleri bırakıyordu sanki damarına saplanan şırınganın içine.
Şırınga bir tek zamana değil, annemin de damarlarına saplanmıştı. Burada, hastanedeydik. Bir haftadan uzun bir süredir buradaydım ve bundan yana bir şikâyetim yoktu. Benim nerede olduğumla ilgili değil nerede olamadığımla alakalı şikâyetlerim vardı.
Duman, bir haftadır yoktu.
Annemi dört gün önce hastaneye yatırmıştık ve ameliyatı olalı dört günden fazla oluyordu. Saat sabaha karşı beşti, gün yavaşça ağarıyordu. Annem odasında, ben onun odasındaki koltuktaydım. Abimi görmemiştim, aynı hastanede olmamıza rağmen, annemi onunla aynı ameliyathaneye sokmuş olmama rağmen abim olacak salağı görmemiştim. Abimin isteği üzerine doktorlar buna engel olmuşlar, ameliyatın ardından abimi hastanenin diğer katına indirmişlerdi. Abimle yıllar sonra aynı yerde, birbirimize somut bir şekilde yakındık ama onu göremiyor, onunla yüzleşemiyordum. Bu hayatımda yaşadığım en saçma şeylerden biriydi.
Annemi kurtarma şansına ben erişmeliydim, abim değil.
"Bana hissettirdiğin kadar korkak mısın, merak ediyorum abi."
Fısıltım, kendi kulağıma bile zorlukla ulaştı. Camdan dışarıyı, kahırlı gökyüzünü izliyordum. Annemi normal odaya almışlardı, tamamen uyanmamış olsa da ara ara bilinci yerine geliyordu. Dört güne toplamda dokuz saat kadar uyumuştum ve uykuya ihtiyacım vardı. Fakat huzursuz olduğum için uyumakta güçlük çekiyordum. Sızlanan göz kapaklarımı örterek yanağımı bej renkli koltuğun döşemesi üstüne yaslarken, "Bu ne rahatsız bir koltuk?" diye söylendim kendi kendime ve hemen ekledim: "Benim kadar, bir şeylerden şikâyetçi olan insan var mıdır acaba?"
Kendimin bu olumsuz özelliğine gözlerimi devirirken, ellerimi gri taytımın üstüne giydiğim bordo kapüşonlumun ceplerine yerleştirdim ve o anda telefonum titrediğini hissettim. Annem rahatsız olmasın diye sessize almıştım. Sabaha karşı beşte, ben kimin aklına düşmüş olabilirdim ki, telefona mesaj geliyordu?
Göz kapaklarımı yılgınca kaldırarak telefonu cebimden çıkardım ve orta tuşuna basarak ekranı seçmeye çalıştım. Ekranın kısık ışığı etrafı bir nebze aydınlatırken gözlerimi huysuzca ovalayarak bakışlarımı bildirime çevirdim.
Gönderen: Duman Alanguva.
N'aber kız, çatlak?
05.01
Gözlerimi bir an yumarak onun bu mesajını idrak etmeye çalıştım. Yemin ederim, beni sinirlendirmek için yapıyordu. Koskoca beş gündür tek bir mesaj atmamışken, attığı ilk mesajın bu olması ölesiye saçmaydı. Gözlerimden dumanlar çıkararak parmaklarımı hırsla tuş takımında çalıştırmaya başladım.
Gönderilen: Duman Alanguva.
Kafası poposundan büyük olan bir götlek olduğunu biliyor musun?
05.03
Mesajı gönderdikten sonra telefonun flashını açtım ve odanın içerisine doğrultarak annemi seçmeye çalıştım. Yatağında uyuyordu. Seçebildiğim kadarıyla hafiften terlemişti ama bunun dışında huzurlu görünüyordu. Serumu sürekli yenileniyordu, beslenmesi bu şekilde oluyordu. İyi olduğundan emin olarak flashı kapattım ve aynı anda, bir bildirimin daha düştüğünü hissettim.
Gönderen: Duman Alanguva.
Uyumadığını biliyordum. Annen nasıl?
05.04
Benim uyumamam için gerekçelerim vardı peki o neden uyumuyordu? Bacaklarımı toplayarak kalçamın altına kıvırdım ve parmaklarımı tuşlarda gezdirdim.
Gönderilen: Duman Alanguva.
Sen neden uyumuyorsun? Ayrıca annemin ameliyat olduğunu nereden biliyorsun?
05.06
Parmaklarımı telefonun etrafına sıkıca sararken dişlerimi sıkmaya engel olamadım. Neden onunla mesajlaşıyordum ki? Günler sonra ilk defa irtibat halindeydik ve bu göğsümdeki ağırlığın garip bir şekilde gerinerek göğsümden kalkmasını, uzaklaşmasını sağladı.
Telefonum titredi.
Gönderen: Duman Alanguva.
Uyuyamadım, özlediğim birisi var. Ayrıca annen ameliyat mı oldu?
05.08
Birini mi özlüyordu? Geri zekâlı herifin tekiydi, birini özlediği için uyumaması saçmalıktı. Annemin ameliyat olduğunu bilmiyorsa bana neden bunu sormuştu ki? Annemin ameliyat olup olmadığını sormaya çalışmış olabilirdi, takılmadım. Parmaklarım tuşların üzerinde asabiyetle gezindi.
Gönderilen: Duman Alanguva
Kimi özledin?
05.09
Neden bunu sormuştum ki? Bu beni ilgilendirmiyordu, bir gram bile! Ruhum sorgulanmaktan haz etmeyerek beni ve kalbimi sarstığında, telefonu alnıma vurarak camdan dışarıya baktım. En büyük şiiri, Tanrı, gökyüzüyle yazmıştı. Telefonuma bildirim düştü.
Gönderen: Duman Alanguva.
Seni.
05.09
Ha? Neyden bahsediyordu? Şaşırmama fırsat vermeden bir bildirim daha düştü.
Gönderen: Duman Alanguva.
Yani, belki...
05.10
Bu aptal benimle eğleniyor muydu? Sinirimin damarlarıma vurarak beni uyardığını hissederken, bir bildirim daha düştü.
Gönderen: Duman Alanguva.
Evet, düşündüğün gibi dalga geçiyorum. Her neyse, bana fotoğrafını atsana.
05.10
Uykusuzluk bu herifte kafa mı yapmıştı? Beni sinirlendireceğini bilerek konuşuyordu ve bu saatte bunu yapmış olmasına bir anlam veremiyordum. Bir de fotoğraf mı istiyordu? Peki, ona istediğini verecektim. Mesajlardan çıkarak kameraya girdim ama oda karanlık olduğu için ekranda kendimi göremedim. Biraz ışığa ihtiyacım vardı. Sessiz olmaya özen göstererek koltukta birazcık kaydım ve pencereden içeriye sızan gün ışığının yüzüme yansıyarak beni aydınlatmasını sağladım. Simsiyah saçlarım hafifçe kızıllaşmıştı. Orta parmağımı yüzümün hizasına kaldırarak kadraja aldım ve bu anı fotoğrafladım. Tamam, ona el hareketi çekmem terbiyesizceydi ama bu umurumda değildi.
Fotoğrafı gönderdim.
Az sonra bildirim düştü.
Gönderen: Duman Alanguva.
ASDFGASDFGHJKSDFGHJK.
Sinirimiz bozuyorsun.
Uyu.
05.13
Hah! Gıcığın tekiydi, bir de gülüyordu. Uykusuzluk gerçekten kafasını bozmuş olmalıydı, çünkü ne dediğini bilmiyordu. Onu gülerken düşündüm. Onu hiç büyük gülerken görmemiştim, hep sinsice sırıtırdı, küçükçe gülümserdi ama onu büyük gülüşleriyle düşünemiyordum. Onun bir şeylerini düşünmekten rahatsız olarak homurdandığımda, parmaklarım tuşlar üzerinde hareketlendi.
Gönderilen: Duman Alanguva.
G
I
C
I
K
05.13
Telefonu koltuğun üstüne fırlatarak bacaklarımı yükselttim ve kollarımı dizlerimin etrafına sararak yanağımı dizlerimin üstüne yasladım. Saçlarımın azımsanamayacak yükü belimden aşağıya kıvrılarak koltuğun üstünde biriktiğinde uyumak için gözlerimi kapattım. Onunla mesajlaşmanın bir gereği yoktu. Eğer uyuyabilirsem birkaç saat uyuyacak, dinlenecek, annem için enerji biriktirecektim. Camdan içeriye giren güneş yığınının göz kapaklarıma yüklenmesi karşısında huysuzlanırken, telefon bir kez daha titredi.
Bakmayacaktım!
Bakmayacaktım!
Telefona uzandım.
Gönderen: Duman Alanguva.
Yıldızın bol olsun, Gül Dikenim.
05.14
💔
Biz ölümlüler, gülleri, yalnızca dikenlerinden ayıklandığında tutmayı isterdik.
Benim için günah, aşığınızdan bir buket çiçek almak gibiydi. Şeytan da aşığına çiçek verir gibi geliyor, beni günaha davet ediyordu ve onu reddetmiyordum. Üstelik bu günahların bedelini ödeyecek olmak, o çiçekleri, dikenleriyle kabul etmek gibiydi.
Aşığımdan hiç çiçek almamıştım ama şeytandan günah almıştım ve belki de hissedemiyor olmak, hislerimi kaybetmek bu günahların bedeliydi. Açtım, ellerime baktım; tırnak izlerim vardı ama onları ne zaman açtığımı bilmiyordum. Sabah kalktığımda ellerimi yumruk yaptığımı görmüştüm, muhtemelen gece gördüğüm kâbus sırasında yapmış olabilirdim. Sol elimin baş parmağıyla sağ avuç içimdeki tırnak izlerinin üzerinden yüzeysel olarak geçerken, Çisem'in enerji yüklü sesinin beni rahatsız ettiğini hissettim. Buradaydı, annemi hastaneden çıkarmam konusunda bana yardım ediyordu ve az ilerimde, annemin dolaşmış olan saçlarını nazikçe tarıyordu. Annemin üstünü giydirmiş, son kontrollerini olurken izlemiş ve saçlarını düzeltme kısmını Çisem'e bırakmıştım.
Başımı duvara yaslayarak avuç içimdeki tahribatı kontrol ederken, bakışlarımı yatağa çevirdim. Annem, yıllardır var olan kabanını giymiş, yatağın kenarına oturmuş, Çisem'in saçlarını taramasına izin veriyordu. Çisem her zaman tatlı, sevimli olanımızdı. Mavi saçlarına yakışan kırmızı renkli, kadife bir bluz giyinmiş, siyah pantolonuyla bunu tamamlamıştı. Annemi gülümsetiyordu, ki bu, benim bahçeme girip, benim uzanamadığım meyveye uzanması gibiydi. O meyveyi yemesini izlemeye devam edemeyerek ağzımın içinde geveledim. "Cadıya bak, sanki kendi annesi... Bir de öpüyor."
Annem iyiydi. Ama yüzü yorgun, bakışları cansız, elleri üşümüş, omuzları düşük, cildi solgun... Sanki annem her gün, babamı tekrardan kaybediyordu. Yıllardır tuttuğu yas, onu öldürüyordu. Çisem'in kendisine karşı olan sevimli gösterisinin mahcubiyeti içerisinde, ona karşılık vermek için elini Çisem'in yanağına uzattığında, "Hadi," dedim aniden. Sesim toktu. "Gidiyoruz artık."
Annem elini indirdi, onu sevmemişti. Gözleri Çisem'in omzunun üstünden bana düştüğünde, yaşlandığımda olacağım kadını gördüm. Annem, aşığının kurbanıydı. Ben, intikamımın. Elini bana uzattı. İnledi. Çünkü dili yoktu. Çünkü ondan dilini alırken, bana bu azapla yaşamayı bırakmışlardı. Yanına gelmemi istediğini anladığımda omzumu duvardan ayırarak ona yaklaştım. "İnleme, parmaklarını kullan."
Çisem bana azarlayıcı bir bakış atarak duvar kenarındaki tekerlekli sandalyeyi getirmek için yanımızdan ayrıldığında, annem elimi tutarak bir müddet yalnızca parmaklarımı izledi. Ona çirkin günahlarımı bu ellerimle yaptığımı söylesem, hâlâ sever miydi ellerimi? Parmakları tembelce hareket ederek şöyle dedi: neden ölmeme izin vermiyorsun?
Hâlâ, vicdansız olanın ben olduğumu mu düşünüyorsunuz?
Annem, bana benden daha vicdansızdı. Hastalığı onun için sorun değildi, bu hastalığın onu öldürmesini isterdi; çünkü babama kavuşacaktı. Onu ameliyata zorladığım ve ölmesine izin vermediğim için beni suçluyordu.
Anne, benim için bile mi yaşayamazsın?
Çisem tekerlekli sandalyeyle yanımıza vardığında, dişlerimin ağzımın içinde parçalanacağını sandım. Omuzlarımı dikleştirerek homurdandım. "Bu dünyadan yok olduğunda, bana ne olacağıyla asla ilgilenmediğini görüyorum ama lütfen..." boğazım cehennem köprüsü gibi yanmaya başladı. "...bunu yüzüme vurup durma."
Çisem sandalyeyle beraber yanımıza vardığında, annemle olan göz temasımızı kopararak elimi dirseğine yerleştirdim ve bir diğer dirseğini de Çisem'in tutmasını izledim. Annemin bedenini sandalyeye bıraktık, bu kolay olmuştu, çünkü annem zayıf bir kadındı. Sandalyeye huysuz bakışlar attığında, "Mahşer'in bu huysuzluğunu senden aldığına emindim," diyerek anneme takıldı Çisem. "Naz mı yapıyorsun tontonum."
Gözlerimi devirdim. "Annem tonton bir kadın değil."
"Hayır, yaşlılar hep tonton olur."
Ben ona gözlerimi devirirken annemin uzunca bir süre sonra ilk kez bu kadar insancıl bir tepki verdiğini gördüm. Gözlerini omzunun üstünden Çisem'e çevirerek dik dik baktığında, "Saçmalama Mahşer," diyerek beni kınadı Çisem. "Annenin neresi yaşlı, neler diyorsun öyle..."
Annemle ikimiz ona bir süre ifadesizce baktığımızda Çisem maviye boyadığı saçlarını omzunun üzerine atarak yanımızdan sıvıştı. İyi yapmıştı, çünkü cıvıklıktan hoşlanmıyordum. Ah, onu ne diye seviyordum ki? Homurdandım, annem öksürdü. Ellerimi sandalyesine dayayarak sandalyeyi sürüklemeye başladığımda, hastanedeki sessizliğin bir yaygarayla dağıldığını hissettim. Birileri acı acı bağırdı ama sizin olmayan acı, sizi acıtmazdı. Odadan dışarıya çıktığımda koridorun ucunda ağlayan kadını gördüm. Babası kanser hastasıydı, onu kaybetmiş olmalıydı. Gözlerimi anneme çevirdiğimde onun da ileriye, benim baktığım yere baktığını gördüm. Gülüşüm küstahtı. "Benimde mi böyle olmamı istiyorsun anne? Arkandan bağırmamı?"
Acımasız olmayı öğrenmiştim ama bazen bunun bana genlerimden bulaşan bir hastalık olduğunu düşünüyordum. Kahretsin, annem irkilmemişti bile. Ona, neden bir şey hissettiremiyordum? Yalnızca biz koridordan ayrılana dek oradaki kadını izledi ama bunu yaparken bomboş baktı. Asansöre bindik, birkaç dakika sonra indiğimizde Çisem'in, arabasını park alanından çıkararak kapının önüne yanaştırdığını gördüm. Fazla oyalanmadık, anneme, kalkması için yardımcı olarak onu arka koltuğa yerleştirdiğimde, bir hemşire sandalyeyi almak için yanımıza gelmişti.
Birkaç dakika içinde hastane bahçesinden çıktığımızda Çisem'den arabayı ısıtmasını istedim ve o da bunu yaptı. Annemi artık daha sıcak tutmalıydım. Koltukta gergince oturarak ellerimi bacaklarım arasına bıraktım ve tırnak diplerimdeki etleri kopardım. Kömür siyahı saçlarım, yüzümü iki yandan gizlemişti. Maskemi bir kıyafet gibi giyinmiştim yüzüme. Parmaklarım zayıf ve hırpalanmıştı. Bir eczanenin önünde durarak ilaçları aldıktan sonra tekrardan aynı pozisyonu alarak araba içerisinde, eve gelene kadar oturdum. Çisem genel olarak çok geveze olmasına rağmen yolculuğumuz esnasında bu sessizliğimize saygı göstererek susmuştu.
Eve ulaştığımızda Çisem de bizimle eve girmişti. Elektrikli sobayı çalıştırarak odayı ısıtırken, Çisem'den anneme bir yatak yapmasını isteyerek mutfağa geçmiştim. Annem salonda kalacaktı. Dolaba bakındım ve Çisem'in getirdiği yemekleri gördüm. Dün, annem çıkacağı için buraya birkaç çeşit yemek bırakmıştı. Bu kız, minnet duygumu hatırlatıyordu. Homurdanarak tenceredeki çorbayı ısınması için ocağa bıraktım ve ısındığında bir kaseye çıkardım. Tepsi içine birkaç dilim ekmekle çorbayı koydum ve kısa süre içinde salona döndüm. Bu sırada salon bayağı ısınmıştı. Annemi, Çisem'in yaptığı yatağın içinde gördüğümde önüne bir sehpa çektim ve yemesi için tepsiyi önüne bıraktım. Annem itiraz etmedi, ben onun üstündeki battaniyeyi düzeltirken kaşığına uzanmıştı. Başının üstünde biriken dağınık, küllü sarı saçlarına, çizgileri beliren açık renkli yüzüne, kaşığı tutan cılız parmaklarına baktım.
Üstümdeki siyah, boğazlı kazağımla kendimi dışarıya, bahçeye attığımda, Çisem montunu alarak beni takip etti. Sokak kapısını kapattım, soğuğun içeriye sızmasını istemiyordum. Evden bahçeye inen merdivenlere oturarak yanımda getirdiğim paketten bir dal sigara çıkardım, çakmağı Çisem uzattı. Montu sırtıma bıraktığında, ittirmeye çalıştım ama elini sırtıma dayayarak montu desteklediğinde gözlerimi devirdim. Bana bazen anneleşiyordu. Kendisinin üstünde daha kalın, içi yünlü ceket vardı. Bacaklarımı kendime doğru çekerek dirseğimi dizim üstüne yasladım ve sigarayı tutuşturarak dudaklarım arasına yasladım. Çisem parmaklarını çıtlattı. "Neden sigara içiyorsun?"
"Kötü kızlar böyle yapar,” dedim dalga geçer gibi. Kötü biri olmanın iyi bir şey olduğunu düşünmesini istemezdim.
Kıkır kıkır gülene kadar söylediğimin komik bir cümle olduğunu düşünmemiştim. Kollarını dizlerinin etrafına sararken, "Ben de kötü kız olmak istiyorum," dedi ve devam etti. "Sigara mı içmeliyim?"
Onu azarladım. "Bence sen dayak istiyorsun."
Yanaklarını şişirerek sıkıntıyla inledi. "Neden hiç sigara içmeme izin vermiyorsun?"
"Neden sigara içmek istiyorsun?"
Duraksadı. Çenesini omzuma dayadığında, bana teninin ne kadar sıcak olduğunu hatırlatmıştı. Sessizlik, birkaç dakikalıktı. Kendini kaybetmiş bir sesle konuştu. "Neden sigara içmeyi istediğimi hiç düşünmemiştim."
"İyi, bana tatmin edici bir cevap verene dek sana sigara içmene izin vermeyeceğim."
Buna sessiz kaldı. Sanırım beni tatmin edecek bir cevap arıyordu ama hiçbir cevap beni tatmin etmeyecekti. Onu sadece geçiştirmiştim. Kafamı kaldırarak gökyüzüne baktım. Gökyüzündeki kızıllık, bir kadehin içinden dökülen kırmızı şaraba benziyordu. Çisem ağzının içinde geveledi. "Dumanla nasılsınız?"
Duman. İs gibi. Nefes gibi. Beş harflik, tüyler ürpertici bir sis birikintisi... Adının zihnimin içinde büyüyerek düşüncelerimin alanını daralttığını hissettim. "Onunla ne olabilir ki?"
"Aşk."
Aşk.
Yüksek sesli, kendini bilmez kahkaham boğazımın derinliklerinden taşarak dudaklarımdan döküldüğünde, Çisem'in irkilerek gerilediğini gördüm. Bahsettiği şey gülebileceğim kadar saçmaydı. Gözlerim kısılana kadar güldüm. Gerçekten bunu mu düşünmüştü? Çisem ani gülmemin şaşkınlığı içerisinde bana bakarken, sigaramı, külünü silmek için parmaklarımla dengeledim. Yanaklarım, hazırsız gelen gülüşümle beraber ağrımıştı. Basamağa düşen küle baktım; ıslak zeminde cızırdadı. "Aşk tek soluktur," dedim rahatsız edici bir ifadesizlikle. "Ben o soluğu çok önceden çektim."
Ciğerime zift gibi yapıştı,
Asıl zehir bu.
Sessizliği seçti. Ciğerime yapışan bu zifti kaldırmaya çalışmaktan vazgeçmiş, onunla yaşamaya başlamıştım. Bu şey ziftti, çünkü Duman birike birike zift olmuştu ciğerimde. Sigaramın izmaritini fırlatarak ayakkabımın ucuyla ezdim ve az sonra kalkarak sokak kapısına yüklendim.
Annemin koltukta uyuduğunu gördüğümde yanına yürüyerek tepsiye göz attım. Çorbasını yarım bırakmıştı, ekmek hiç yememişti. Allah aşkına, ona nasıl kızmayacaktım? Ne yapsam fayda etmiyordu. Onu sağlıklı olması, yemesi, ilaçlarını alması için ikna edemiyordum. Sağlıklı olması için ona daha ne kadar kötü olabilirdim ki. Ağzımın içinde sertçe homurdanarak başının altındaki yastığı düzelttim ve battaniyeyi omuzlarına kadar örttüm.
Kapının önünden sesler geldi.
Duman mıydı?
Bir saniye, neden aklıma o gelmişti ki? Siktir! Gür saçlarımı karıştırarak seri adımlarla kapıya yürürken, ciğerimin genişleyerek mideme yükseldiğini hissettim. İçimde bir huzursuzluk vardı. Bu huzursuzluğun adı Duman mıydı? Sokak kapısına uzandım, açtığımda gördüğüm kişi, dalgalı saçlarını kırmızı bereyle gizleyen Öğünç'ün kendisi oldu.
Kapının sesini işiterek başını bana çevirdiğinde, rengi koyu olan gözleri gözlerime düştü. Gözlerinin içi parladı. Bana bakarken parlayan gözleri bir tek Çisem ve Öğünç de görmüştüm. Fakat şu vardı ki, Çisem'in de gözleri Öğünç'ü gördüğünde parlıyordu. Ciğerimdeki şişkinlik indi, midemi rahat bıraktı, huzursuzluk bitti. “Mahşer, seni çok özlemişim."
Var olduğunu iddia ettiği veya var olduğunu sandığı çaresiz aşkı için ona acırken, Çisem'in ellerini ovuşturduğunu gördüm. Öğünç'ün cıvık konuşma tarzına alıştığım için gözlerimi devirmekle yetindim. "Hoş geldin.”
“Hoş buldum.”
Beresini başından çıkararak birkaç basamağı tırmandı ve yanıma yetiştiğinde üşümüş parmaklarıyla yanağımdan makas aldı. “Seni özledim.”
Çisem dalga geçer gibi güldü.
Bunun üzerine Öğünç başını arkaya çevirerek ona dik dik baktı. Belki Çisem'i ciddiye alsa, ona, daha fazlasını hissetmemek için çabalamasa her şey daha kolay olurdu. Çisem yanımızdan geçerek içeriye girdiğinde sokak kapısını kapatacak oldu ama Öğünç onun ciddiyetini farkına vardığında elini kapının üzerine yaslayarak bu eylemin önüne geçti. İkisi karşıya geldiğinde, tam ikisi arasında durdum. Yaralı hayvan gibi, dişlerini çıkararak birbirlerine bakıyorlardı. "Beni zorlama," dedi Öğünç, sesi, ağaca inen balta gibi iniyordu Çisem'in umutlarına. "Biz, bizi nereye koydularsa oraya aitiz. Biz, bizi ne yaptılarsa o olmak zorundayız. Artık zorlama. Sen küçük kardeşsin, ben abiyim."
Çisem, titreyen soluğunu dişlerinin arasından verdi. Sol gözü seğiriyordu. Bıçağı daha derine itmek ister gibi konuştu ama Öğünç'ü delen bıçağın kendini öldürdüğünü unutmuş olmalıydı. "Korkaksın Öğünç! Hep korkaktın!"
Soktuğu bıçağı acımasızca çıkarması gibiydi çığlık atarak kapıyı Öğünç'ün yüzüne örtmesi. Öğünç bir an tökezledi, geriye doğru birkaç adım düşürdü. O genelde enerjisi yüksek, eğlenceli bir adamdı ama ciddileştiğinde uzun süre sessiz kalırdı. Ağzının içinde geveleyerek basamakları inerken, "Sadece böyle olmak zorunda," diye bağırdı. "Duyuyor musun Mahşer, böyle olmak zorunda."
"Duyuyorum Öğünç."
"Tamam!"
Ve sonra geldiği gibi aniden çıkıp gitti.
Arkasından bakmadım. Çisem onu camın ardından izledi. İçeriye girdiğimde Çisem yeşil kanepeye oturarak sinirle saçlarını çekiştirdi. Aralarındaki elektriği görüyordum. Odama geçerek paspal kıyafetlerimden kurtuldum ve kırmızı renkli, kadife, bedenimi saran bluz ile simsiyah olan pantolonumu giyindim. Kemerimin tokasını takarak gür, kömür siyahı saçlarımı tepemde sıkı bir at kuyruğu yaptım. Yüzüm, saçlarımı bağladığımda daha çok belli oluyordu. Sivri çeneme, dik burnuma, üstü altından kalın olan dudaklarıma, geniş alnıma uzunca baktım.
Gül Dikeni.
Şişme, siyah montumu giyerek odadan çıktığımda, kalın siyah kaşkolumu portmantodan alarak boynuma sardım. Bu sırada Çisem gayet sakince nereye gittiğimi sorduğunda, ona, anneme iyi bakmasını söyleyerek ve cevapsız bırakarak evden çıktım.
Duman'ın yanına gidiyordum.
Böyle şımarıklık yapamazdı. Bizim bir iş birliğimiz vardı, kumpasımız, planlarımız vardı. Bu kumpasın içindeyse özgürce hareket edemezdi. Plana sadık kalmalıydı. Başına buyruk olmasından nefret ediyordum. Metro durağına yürüyerek bir metroya bindiğimde, ellerim cebimdeydi ve ağzımdan verdiğim soluklar sisli havaya karışıyordu. Metrodan indim, bir taksi çevirdim. Duman'ın evde olup olmadığını bilmiyordum ama günler sonra bana mesaj attığına göre evine geldiğini tahmin ediyordum.
Taksiden indim ve apartmana girip merdivenleri tırmandım. Islanmış başımı ve yüzümü, yünlü atkımla silmeye çalışarak dairenin önünde durdum ve uzanıp kapıyı çakdım. Bekledim. İçeriden herhangi bir ses gelmedi. Duman yoksa Ada ile Rose olmalıydı. Bekledim. Hâlâ ses yoktu. Parmaklarım bir kez daha gürültüyle kapıya indiğinde, gözlerimin, cehenneme giden köprü gibi kalabalık duygularla dolduğunu hissettim. Sonuçta cehenneme giden köprünün kalabalık olacağını bilirdik. Kapıyı bir kez daha çaldım ve henüz parmaklarım uzaklaşmadan, dairenin kapısı aralandı.
Kapıyı Rose açtı.
Bakışlarımız çarpıştığında yüzündeki bir anlık bocalamayı, bir cinayeti temizler gibi temizledi ve bana, samimiyetini sorgulayacağım gülümsemelerinden birini sundu. Dümdüz baktım ve kapıyı aralamasını beklemeden fevrice eşikten içeriye girdim. "Her zaman ki gibi kabasınız," dedi dürüstçe. "Ne hoş."
"Ben her zaman hoşum.”
Giydiği taş grisi kazağına ve kumaş pantolonuna kısa bir göz attım. Burun kıvırarak yanından geçerken, "Kimi görmeye geldiğiniz?" diye saçma bir soru sordu. "Ada, salon..."
"Rose, bu eve geldiğimde, beni sorgulayarak, kendimi bu eve karşı yabancı hissetmeme sebep olacağını düşünüyorsan yanıldığını bilmeni isterim."
Sesi aramızda kayboldu. Doğrudan Duman'ın odasına geçmek için koridor boyu yürürken, salonun açık kapısından Ada'yı görmüştüm. Kanepenin üzerinde, bacaklarını kanepe boyunca uzatmış vaziyette oturuyordu. Belinden aşağısında kareli bir battaniye örtülüydü, dümdüz saçları sırtınaydı ve dizleri üstündeki bilgisayarın ekranına bakıyordu. Bakışları, güzel bir düşü izliyor gibi canlı ve parlaktı. Tazelenmiş görünüyordu. Tek kaşımı kaldırdım, onun ikinci kez, bilgisayar ekranına gülümseyerek baktığını görüyordum. Garipti. Abisinin güldüremediği küçük kardeşi ne güldürüyordu?
Beni fark etti.
Gülüşünü sığdırdığı gözleri benim üstüme düştüğünde, gülüşü azalarak bitti ve dudakları tek bir çizgi halinde gerildi. Bilgisayarın kapağını hafifçe eğerken, "Mahşer Abla," dedi stabil bir sesle. "Burada ne yapıyorsun?"
Omuzlarımı dikleştirerek elimin tersiyle yanağımdaki ıslaklığı sildim. "Henüz bir şey yapmıyorum," dedim ve devam ettim. "Ama yapacağım. Abini görmeye geldim."
"Abim..." bakışları koridora taştığında Duman'ın burada olduğundan emin oldum. "Abim yorgun, uyuyor. Dilersen başka zaman..."
"Ne yaptı da yoruldu ki?"
Gözleri harlandı. "Sevgilisi için, yapması gereken şeyler vardı."
Sevgilisi.
Umursamazca omuz silktim. "Ne kadar yorulduğu umurumda değil." Gerginleşen yüzüne anlamsızca baktım. "Yapmamız gereken şeyler var, yatmanın sırası değil. Ben, yarası taze olan annemi bırakıp da geliyorum, o da kalkacak!"
Gözleri, bana gelecekten seslenir gibi, bilmişlikle baktı. "Abimin de yarası taze!"
"Umurumda değil," dedim katı bir sesle. "Herkesin yarası var."
"Herkesin yarasına, senin gibi acımasızca kül basan birileri yok ama. Abim uyuyor, onu rahatsız etme!"
Soğuk rüzgârlar uğultulu esti.
"Ada?"
Sertti. "Ne var?"
"Kül bastığında yara kapanır."
Ona sırt çevirdim, küçük kızı daha fazla azarlamayacaktım. Kendisinin bana kırılıp kırılmadığını umursamadan salondan uzaklaştım ve az ilerideki odanın kapısına yanaştım. Bu sırada Rose mutfağa geçmişti. Kapıyı çalmak gibi bir nezakete gerek duymadan gürültülü bir şekilde açtığımda, koridordan daha kasvetli ve karanlık görünen odanın içerisinde buldum kendimi.
Duman uyuyordu.
Kapıyı örttüm. Artık bu odanın oksijenini paylaşıyorduk. Sırtımı bir süre kapıya yaslayarak onu izledim. Siyah saten çarşafların arasında, ayakları dışarıya taşmış vaziyette, dağınıkça uyuyordu. Saten beline kadar örtülüydü ve iri gövdesinde rengi solmuş tişörtü vardı. Özensiz ve yorgun görünüyordu. Sakal tıraşı olmamıştı, birkaç günlük sakalları, teninin hırkası gibiydi.
Yatağa yaklaştım.
Dizlerim üstünde yatağa tırmanarak yukarıdan ona bakmaya başladığımda, yatakta bana doğru kaymış ama uyanmamıştı. Bir eli... Kalbindeydi. Kalbi mi ağrıyordu? Ama hayır, ağrırsa hissediyordum garip bir şekilde.
Dizimi sırtına, kaburgalarının az berisine yaslayarak onu dürterken, "Alanguva," dedim, beni sesimden tanıdığını bilerek. "Uyan."
Yanağını yastığına sürttü, sakalları hışırdamıştı. Atkımın bir kenarı onun omzuna düşerken, "Uyansana," diyerek sesimi yükselttim. "Eşek gibi yatıyorsun!"
"Aaaii."
Durdum. Gözlerimi kısarak yüzüne çıktığımda, kehribarlarını gördüm. İkiz gezegenleri, doğrudan bana bakıyordu ve dudakları tek bir çizgi halinde gerilmişti. Bir an çıkarttığı sese anlam vermeye çalışarak, "Aai mi?" Dediğimde dudakları aralanarak beni cevapladı. "Aai."
"Benimle dalga geçme," dedim sertçe.
"Eşekler aai der, Mahşer."
Bulutların önüne geçen güneş, gölgelerini odanın içine düşürmüştü. Gökyüzüne oturan kuşlardan birkaç tanesi pencerenin önünden geçerken Duman esnedi. "Burada ne işin var?"
Mimiklerimi sabit tutarak maskemi sıkıca yüzüme giyindikten sonra, hafifçe ondan uzaklaştım. Gözleri, yörüngesinden çıkmaya korkan gezegen gibi bir an bile benden ayrılmazken, "Neredeydin?" diye hesap sordum ona, buna hakkım olduğuna inanarak. "Bu kumpastan daha önemli bir işin mi vardı?"
"Evet."
Neden gizemli davranıyordu? Bu işi yaparken birbirimize karşı dürüst olmayacaksak hemen şu an siktir olup gidebilirdim. Kötü huylu bir tümör gibi içimde taşıdığım hisler gerinerek göğsümü huzursuz ettiğinde, "Bu işin bu kadar çok savsaklanması canımı sıkıyor Duman," dedim tek solukta. "Harekete geçmek istiyorum."
Yatakta hafifçe doğrularak sırtını başlığa yasladığında bile gözlerini benden ayırmamıştı. Parmakları ovalamak için şakağına tırmanırken, "Sesini alçalt," diye buyurdu, sinirlerimi biraz daha tetikleyerek. "Gerçekten buraya bunun için mi geldin? Bu kumpasın savsaklandığını düşündüğün için mi buradasın?" Göğsümdeki canavarı, üstüne çağırarak konuşmaya devam etti. "Yoksa ne yaptığımı, kiminle birlikte olduğumu delicesine merak ettiğin için mi buradasın? Mahşer, maskeni indir."
Oradan baktığında ne görüyordu ki bana bunları söylüyordu? Ne yaptığı, kiminle ne halt ettiği umurumda değildi. Sadece planlarımızın aksamasından hoşlanmıyordum. "Kiminle ne bok yediğin umurumda değil."
Sanki üzerine saldığım canavarla baş etmeye çalışıyormuş gibi, sıkıntıyla homurdanırken kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuştu. "Beni çok merak etmişsin."
Ona küçümseyici gözlerle baktım. "Seni merak edecek vaktim bile olmadı, domuz."
Hakaretimi ciddiye almadan gür kaşlarını kaldırarak beni süzdüğünde, aramızdaki dengenin bir elektrik ipi gibi gerildiğini hissettim. Kokusu yakınımdaydı, çarşaflardan çok şiddetli bir şekilde yükseliyordu. Gözleri, itinalı süzülüşünü gözlerimde tamamladığında, bakışlarındaki karanlık ayla gölgelenmişti. "Göz altların, yumruk yemişsin gibi, mosmor," dedi ve bana itiraz etme hakkı tanımadan parmak uçlarını göz altlarıma yasladı. "Kendine ne yapmışsın?"
Dokunuşuna hazırlıksız yakalanmıştım. Göz altlarımda parmaklarını hissetmek o kadar ani oldu ki, elinin gerçekten orada olduğuna emin olmak ister gibi gözlerimi eline çevirdim. Dokunuşunu hissizce karşıladım ama canavar çoktan çırpınmaya başlamıştı. Göz altlarımda gezindi. "Bir şey yaptığım yok. Sadece... uyumadım tamam mı? Çek elini."
Beni gördüğünden beri gözlerindeki ifadenin yumuşadığını hiç görmemiştim. Âdem elması yukarıya ve aşağıya yavaşça kavislendiğinde, gözünün teki seğirdi. "Ölecek olan bir adama karşı fazla acımasızsın Mahşer."
Ona karşı silahlandığım her anda kendini böyle savunması, o silahların mermisiz olduğunu gösterir gibiydi. Kahretsin! Mermisiz silahlar bir işe yaramazdı. Parmakları yüzüme çarpa çarpa indiğinde, "Kendini acındırma," diyerek onu azarladım, hararetle. Elimin altındaki sateni sıktım. "Ne? Burada ölmeyi mi bekliyorsun?"
Dudağının bir köşesi büküldü. Bir avucumu, kesik açması için ona doğru uzatmışım gibi hissettim. Tebessümü kahırlıydı. "Bana borçlandın, artık iyi davranmanı hak ediyorum."
Kollarımı göğsümün üstünde kavuşturduğumda bakışları bir an dar badinin üzerinden kendilerini belli eden göğüslerime kaydı. Çenesini oynattı. "Ne borcundan bahsediyorsun?"
"Her neyse," diyerek beni geçiştirdikten sonra hafifçe doğruldu ama bunu yaparken çenesini biraz daha sıktı. Omuzları kaskatı kesilmişti. Elini midesine dayayarak bacaklarını yataktan indirdiğinde, "Miden mi ağrıyor?" diye sordum ama cevap vermeye tenezzül etmedi.
Kapıları zaten açık olan kıyafet dolabına doğru yürüyerek elini kapının üstüne yasladı ve bir süre içeriyi gözetledi. Eşofmanı belinden düşmek üzere gibiydi ve sanki biraz kilo kaybetmişti.
Hasta insanlar sürekli kilo vererek ölür.
Kendisine bir pantolon aldığında bacaklarımı yataktan indirmiş, hâlâ onu izliyordum. Omzunun üzerinden bana döndüğünde kurşun geçirmez bakışlarımız kesişti. Kehribarları bir bıçağın üzerine düşmüş olan güneş gibi parlıyordu. "Soyunacağım."
"Yani?"
"Çık. Es kaza bir şeyler görmeni istemem."
"Meraklın değilim."
Fevrice önüme döndüğümde bugün ilk kez alaylı ama kısıkça bir şekilde güldü. Bu sanki eksik olanı tamamlamıştı. Duvarı izlerken üstünü değiştirdiğini anladım. Yere düşen eşofmanının sesini, bacaklarına sürtünen kotunu, kemerinin tokasının çınlamasını... Az sonra çıplak adımlarını yanıma taşıyarak tam önümde durduğunda, bakışlarımı yana kaydırarak onu kadrajıma aldım. İri bedeni ve uzun boyuyla sur gibi geçilemez görünüyordu. Bakışlarımız karşılaştığında ellerini belinde sabitleyerek, "Kemerimi tak," diye buyurdu beklemediğim şekilde. "Çok yorgunum."
Kafam attı. Saçmalıyordu. Dudağımı ısırdım. "Git başımdan."
Sinsi sinsi parladı gözleri. Tembelce gülerken, "Öyleyse bunu benim için Rose yapabilir," dedi ve bunu derken Rose'un ismini aksanlı bir şekilde söyledi. "Kendisinin memnuniyetle yapacağına emi..."
Onu, kemerinden tutarak kendime çektim. "Çeneni kapa!"
Gülüşü gözlerine taştı ama küstah ve alaycıydı. Bedeni yaklaştığında dizlerim bacaklarına çarpmıştı. Göz kontağı kurmaya son vererek gözlerimi karnına indirdim ve kemerini, bedenine dokunmamaya çalışarak tokasına yerleştirdim. Bunu yaparken bana sırıttığına emindim. Geri zekâlı! Kafasına ıslak odunla vurmak istiyordum!
Kemerle işim bittiğinde bozulan tişörtünü düzeltmek adına tişörtü uçlarından yakaladığımda ben ne olduğunu anlayamadan geriye doğru sıçradı. Ellerim havada kaldığında şaşkınlığımı bir cinayet gibi ortadan kaldırarak ifadesiz gözlerimi kendisine çevirdim. Tişörtünü aşağıya çekiştiriyordu. Parmaklarını gür saçlarından geçirerek bana sırt çevirdiğinde, "Gel," dedi. "Şu işleri konuşalım."
Odadan çıktığında bugün ki tutarsız hareketlerine bir anlam veremeyerek arkasından küfrettim. Düşünmeyecektim. Kasvetli odadaki koyu perdelere son bir bakış atarak odadan çıktığımda Duman'ın Rose ile yabancı dilde bir şeyler konuştuğunu duydum. Vay canına, Rose seksi Fransız’casıyla onu etkilemeye mi çalışıyordu?
Salona geçtim, burası güneş alıyordu ve ferahtı. Ada onu en son gördüğüm gibi koltukta oturarak bilgisayardan bir animasyon izlerken, tekli koltuğa yerleşerek ellerimi dizlerim arasına kıstırdım. Ojelerim berbat görünüyordu. Stresten, hastanede kaldığım sürede onları soymuştum. Duman biraz sonra elindeki iki siyah kupayla kapıdan içeriye girdiğinde, Ada'nın gözlerinin parladığına yemin edebilirdim. Fakat aynı zamanda tedirginliği, endişesi vardı. Abisi için miydi? Duman kardeşine göz kırparak onun oturduğu koltuğun kenarına yerleşti ve dudaklarını Ada'nın başına dayayarak bir süre onunla konuştu.
Ada için, onunla animasyon izledi.
Peki abim? O benim için ne yapmıştı?
Hiçbir şey.
Sırtımdaki hançerin izi, açıp bakabileceğim kadar derindi. Bir an elimi sırtıma götürerek abimin indirdiği hançerin izini hissetmek istedim ama sadece Duman'ın yanıma gelmesini izledim. Pencerenin yanında dikilerek elindeki bir diğer kupayı bana verdiğinde aksilik yapmadan kupayı aldım ve avuçlarımı ısıtmasını bekledim. Kahveydi, kokusu hoştu. Duman tülü çekiştirerek pencereden dışarıyı süzerken, "Anlat," dedi tek solukta. "Aklında ne var?"
Koltukta bağdaş kurarak heyecanla kendisine döndüm ama otomatikleşmiş gibi duran yüz hatlarımda bu heyecanı belli eden bir ifade belirmedi. Hevesle konuştum. "Elbette Melih Hanla uğraşmak. Oyalanmaktan bıktım," dedim kızgınca. Ada'nın kulaklığını taktığını gördüm, bu iyiydi. Soluk almadan, peş peşe konuştum. "Karşısına çıkalım, huzursuz edelim, ayağına dolanalım.”
Kahvesinden bir yudum alırken, “Edelim,” dedi savsaklar gibi.
Canım sıkılmıştı. Kupayı ağız hizama kaldırarak birkaç yudumu seri halde içtim. "Sana güvenmeli miyim?"
"Bana zaten güveniyorsun."
Bu, bahsi açılmayan bir meseleydi. Tırnaklarımdaki soyulmuş ojeleri izlerken kahvemi tüketmeye devam ettim. Rose koridorda koşuşturuyordu. Neden bu evin her tarafına yayılmıştı? İşi sadece Ada'ya bakmaktı ama onu her yerde her işi yaparken görüyordum. İncecik bacakları vardı.
Duman dönüp bakıyor muydu?
Bana neydi? Omuzlarımı silkerek kupamı ağzıma dayadığımda aldığım yudum baya uzun oldu ve bir kısmının çeneme sıçramasına sebep oldu. Homurdanarak elimin tersiyle onları silerken, "Annen nasıl?" dediğini duydum Duman'ın. İsin. "Şu an karşımda oturuyorsan ameliyatı başaralı geçmiş olmalı."
Ada bir şeyler söyledi ama ağzının içinde gevelenmiş bir kelime cümbüşü olduğu için anlamadım. Kahve, bir an içtiğim zehir oldu. "Annemin ameliyat olduğunu nereden biliyorsun?"
Cevabı ertelemedi. "Benim yokluğumda olduğunu düşünüyorum Mahşer."
"Senin yokluğun," diye tekrarladım kısıkça. Yokluğunda döndüğüm aynalar, bana seni sordular. "Evet, oldu. Eve çıkarttım, durumu iyi."
Kendi kendine mırıldandı ama az buçuk duymuştum. "Bu dünyada artık yapacak iyi bir şeylerim kalmadı."
Kafamı iki yana çıtlattım. "Neyden bahsediyorsun?"
"Boş versene. Ya da dur... Zaten hep bunu yapıyorsun."
"Ne, trip mi atıyorsun?"
Gevşek gevşek güldü. "Evet, tutsana."
Düz düz baktım. "IQ seviyen düşündürücü."
Küçük, çıkarcı bir şekilde gülerek bakışlarını odanın içerisine düşürdüğünde Ada'nın neşeli gülüşü çınladı. Animasyondaki bir sahneye omuzları sarsılarak, içten şekilde gülüyordu. Duman gözlerini hafifçe büyüterek bakışlarını Ada'ya düşürdüğünde onun da şaşkın olduğunu gördüm. Evet, şaşırmıştım çünkü Ada'nın gülüşlerinin toplamı bile bu kahkahası kadar etmezdi. Duman Ada'nın yanına yaklaştı ve kulaklığının birini kulağından çekerek onun hizasına indi. Onu saçlarından öperken, "Kız kardeşi bu kadar güldüren ne?" diye sordu ilgili bir şekilde.
Ada'nın yanakları kızardı, duru ve pürüzsüz teni onu utanmış gösteriyordu. Güzelliği, bacaklarının kefareti miydi? Gözlerini abisinden kaçırırken, "Yalnızca komiğime gitti," dedi sevgi dolu bir sesle.
Duman başındaki saçlarını okşadı. "Seni böyle gülerken görmeyeli uzun zaman olmuştu."
Ada bir an bana baktı, kızarıklığı boynuna taşmıştı. "Bir arkadaşım önermişti abi, gerçekten komikmiş."
Duman kurcalamadı. Birkaç dakika orada öylece durarak kız kardeşin başına sayısız öpücük bıraktı. Bu anda Ada, huzurlu görünmüştü gözüme. Huzur... Eski bir sevgili gibiydi. Ellerimi kotumun üzerine sürterken Duman hareketlenerek orta sehpaya yürüdü ve ahşap sehpanın altından bir paket çıkardı. Sigaraydı. Çakmağı ve kül tablasını da alarak yanıma yürüdü ve paketin içini açarak bana uzattı. İçerisinden bir dal aldım, sigaraya hayır demezdim. Geçti, yanımdaki bir diğer tekli koltuğa yerleşti ve kül tablasını koltuğun kenarına bıraktı. Sigarasını yaktıktan sonra istememe fırsat vermeden çakmağı bana uzattı.
Ada'nın daha az etkilenmesi için camı açtı ve duman birikintisi başımızın kenarındaki camdan dışarıya çıkarak gökyüzüyle kucaklaştı. Rose bu sırada salona gelmiş, benimle asla irtibata geçmeden Duman'a bir şey isteyip istemediğini sormuştu. Duman ondan kahve istemişti, bugün ikinci kahvesiydi. Rose Duman'ın kahvesini bırakıp kalçalarını sallayarak odadan ayrıldığında gözlerimi devirerek sigaramın külünü silktim.
Mentollüydü.
Ağzımdaki tadı, tükürüğümle ittirirken, bacaklarımı çözerek yere indirdim ve Duman'ın bakışlarını yok saymayı başardım. İşimizi hallettiğimize göre gidebilirdim, daha fazla kalmak istemiyordum. Sigara az sonra bittiğinde, izmaritini kül tablasına bıraktım. Koltuktaki atkımı alırken, "Gidiyor musun?" Diye sordu Duman, yerinde dikleşerek. Çok kısa bir an bundan endişe duyduğunu hissettim. "Hemen mi?"
Nemli atkımı boynuma dolarken omzumun üzerinden ona baktım. Bakışmamız her defasında aynı şeyi, şeytanla masaya oturmuşum gibi hissettiriyordu. Düz düz cevapladım. "Kalmam için bir sebebim yok. Sen ne yapacağımızı, Melih Han’ı nasıl huzursuz edeceğini araştır, bana söyle."
Sigarasını, daha bitmeden kül tabağına bırakarak sertçe yutkundu ve bakışları arayışla üzerimde gezindi. Islak dudakları gergin görünüyordu. "Atkın!" Dedi aniden, sesinin yüksek çıktığını fark ederek kaşlarını çattı. "Biraz ıslak, peteğin üstüne koy, kurusun bence. Hem montun da ıslak, üstelik yağmur yağmaya devam ediyor. Bir süre daha onlarla kalırsan hasta olursun, hem planlarımız aksar."
Yüzümde mimik oynamadı. "Planlarımız aksar?"
"Elbet, tabi. İstemeyiz bunu değil mi?"
Boş boş bakıştık, hâlâ uyku sersemi olduğu için saçmalıyor olabilirdi ama kahretsin, haklılık payı vardı. Baya üşümüştüm, yağmur altında biraz daha kalırsam üşütürdüm ve bu beni yavaşlatırdı. Gözlerimde, ikna olduğumu görmüş olmalı ki, derince bir nefes verdi ve önüne döndü. Kolları göğsünün üzerindeydi, omuzları gerginliğinden sıyrılmıştı ama sakallı çenesi iki yana oynuyordu. Homurdandım. "Senin neyin var geri zekâlı?”
Dik dik baktı. "Ağzını bozma."
"Aptal!"
"Ağzını bozma."
"Tıpkı bir salaksın."
"Ağzını bozma."
"Ağzımdan ne istiyorsun ki..."
"Öpmek."
Zaman aksadı.
Ciddiyetini sorgulamama gerek bırakmadan dudakları iki yandan, çıkarsız ve serseri bir tebessümle kıvrıldığında, yavaşça yutkundum ve bakışlarımı önüme çevirdim. O, kendisine hakaret etmemi, kızmamı bekliyor olabilirdi ama beklediğinden daha sakin karşılamıştım. Onu, ağzından zaten öpmüştüm. Hayatımda ilk kez bir erkek ağzımdan öpmek istediğini söylüyordu ama ciddiyeti yoktu. Donuk bir şekilde koltukta oturarak onun verdiğim sessiz tepki karşısında şaşırmasını bekledim.
Ada'nın bir kıkırtısı daha yükseldiği esnada, Duman benimle oturduğu yerden sertçe kalktı ve birkaç kuru öksürükle beraber odadan dışarıya çıktı. Ada abisinin çıktığını fark ettiğinde gülüşünü toparlayarak dudaklarından temizledi ve kulaklığını çıkararak abisinin arkasından baktı. Duman gözden kaybolmuştu. "Onun nesi var?"
Donuk bir baş hareketiyle bana döndüğünde, gözlerindeki tüm parıltının söndüğünü gördüm. Az önce kahkahalar atan kızı ortadan kaldırmıştı. "Sen de onun bir şeyi olduğunu fark ettin değil mi?"
"Bugün olduğundan daha garip."
"Çünkü günden güne daha kötüye gidiyor."
Duman'ın öksürükleri buradan duyuldu.
İkimizde kısa bir an susarak bakıştık. Gözlerimin hislerden arınmış bir şekilde ona baktığından emindim ama Ada için aynı şeyi söyleyemezdim. Gözleri, tırnak geçirilmiş bulutlar gibi taştı taşacaktı. Burnunu gürültüyle çekti. "Mahşer Abla, abim için yapabileceğimiz hiçbir şey yok ve bu bana acı veriyor."
Gözyaşları yanaklarına taştığında, bomboş bakışlarla cildi üzerinden akan birkaç damlaya baktım. Ne diyordu? Ne için ağlıyordu? Ona bakıyordum ama onu görmüyordum. Beni bakışlarıyla yargılamaya devam ederken, "Onu sadece azarlıyorsun!" dedi gücenmiş şekilde. Sertçe yanağını sildi. "Fark ettirmiyor ama kırılıyor, biliyorum ben."
"Ağlama," dedim sadece.
Titreyen çenesindeki birkaç damla gözyaşı kucağına düştüğünde, boğazının derinliğinden mücadele içinde bir inilti döküldü. "Onun için çok üzülüyorum," dedi zayıf sesiyle. "Kendime üzüldüğümden çok ona üzülüyorum. Belki bacaklarım yok ama yaşıyorum ve yaşamaya devam edeceğim. Ama o..." gözleri beni yakaladı, kıstırdı, o kadar içten baktı ki sırt çeviremedim. "Lütfen onu kırma! Neden bir aradasınız tam bilmiyorum, belki ondan hoşlanmıyorsun ama onun kalbini kırma. Lütfen Mahşer Abla, onu erkenden öldürme."
"Ağlama," diye tekrarladım bir kez daha, hissizce.
"Sürekli öksürdüğünü duymak ve kilo kaybettiğini görmek bana acı veriyor!"
Acı, onu hissetmeyi reddettiğimizde daha yoğun saldırırdı. Ada, tüm birikintisini taşırarak, gözlerinden yaşlar boşanarak ağlamaya devam ederken, yerimden kalkarak yanına gittim. Bir mendilim vardı, pantolonumun arka cebinden alarak ona uzattım. Mendili aldı ama gözyaşlarını silmedi.
Sahibini kaybetmiş bir ruh gibi başıboş şekilde oturma odasından dışarıya çıktığımda, Duman'ın seri şekilde devam eden öksürüklerini banyodan duyarak oraya yöneldim. Birkaç adım atmam yeterli olmuştu. Banyo kapısı hafifçe aralıktı ve gözlerimi o kapıdan itmem, Duman'ı görmeme olanak vermişti. Önüne, lavaboya doğru eğilmiş ve bunu yaparken ellerini lavabo mermerine yaslamıştı. Kuru öksürüyordu. Sırtındaki kasların seğirmesini, omuzlarının sarsılmasını izlerken banyodan içeriye girerek ona yaklaştım. Öksürüklerinin sesi şiddetli olduğu için beni duymamış gibiydi. Arkasında durduğumda, lavabo içinde biriken kanı gördüm. Saçlarım başımdan düşerek omzuna çarpana kadar beni görmedi.
Aynanın yüzeyinde göz göze düştüğümüzde, çenesi kanlıydı.
İrkildi. Gözbebekleri hafifçe büyüdüğünde, iki yüzlü bir şeytandan çok eli ayağına dolaşan bir hırsız gördüm. Onu suç üstünde basmışım gibiydi verdiği tepki. Doğrularak bana döndüğünde, su, çeşmeden şırıl şırıl akmaya devam ediyordu. Parmak uçlarımda, ona yetişmek için yükseldiğimde, bedenimize sahiplik yapan ruhların bu bedenleri terk ettiğini hissettim. Beni, inanamayarak izledi. Ona yetişerek parmak uçlarımla çenesindeki birkaç damla kanı sildiğimde, "İlaçların nerede?" diye sordum, rutin halinde kullandığı ilaçları kastederek. "Senin için getireyim."
Çenesindeki kan parmaklarıma yayıldığında, bizi besleyen bu kanın, aynı zamanda onu öldüren şey olduğunu düşündüm. Ağır ağır yutkunarak kirpiklerini kırpıştırdı. Kalbinin ağrısını gözlerinde görürken, "Yatağımın başındaki komodinde," diye yanıtladı beni, genzini temizleyerek. Bakışlarını cinayet yerinden uzaklaştırdı. Cinayet yeri gözlerimdi. "Ben alabilir..."
"Ben getiririm."
Onun boyuna kadar yetişmişken, parmaklarımı çenesinden ensesine doğru kavuşturdum ve göz kapaklarının yukarıya doğru kalkmasını izlerken, dudaklarımı yüzüne yaklaştırdım. Teni ısınmıştı. Damarlarının seğirişini avuç içimde hissederken, dudaklarımı yanağına yaslayarak ufak bir öpücük kondurdum ve kalbinin gerinerek göğsüne dayandığını hissettim. O anlık öpücüğümüm şaşkınlığıyla gözlerini bana çevirdiğinde, gözlerimi uzaklaştırdım ve arkamı dönerek banyodan çıktım.
"Öpücük müydü o?"
Koridorun sağ cephesinde kalan odaya girdiğimde, odanın bıraktığım gibi basık ve karanlık olduğunu gördüm. Gözlerim arayışa düştü ve yatağın sol tarafında kalan ahşap komodini buldu. Saçlarımı kulağımın arkasına ittirerek eğildim ve komodindeki ilk rafı açtım. Duman'ın şaşkınlığı sürüyor olmalıydı, onu dumura uğrattığımı biliyordum. Onu ilk kez isteyerek öpmüş olduğumu düşünüyordu ama hayır, ilk öpücüğü zaten benimdi. Komodin rafı kalabalıktı, birkaç ilaç görmüştüm ama şu saatte hangisini içeceğini bilemiyordum. Elimin altındaki ilacı ittirerek başka ilaç olup olmadığına bakarken, gözlerim tuhaf bir şeye denk düştü. Duraksadım. Arayıştaki parmaklarım kaskatı kesilirken, dizlerim üzerinde komodin önüne oturarak kendime, gördüğüm şeyi açıklamak için zaman tanıdım.
Fotoğraftaki babamdı.
Parmaklarım titreyerek fotoğrafa uzandığında, gözlerimden dumanlar çıktığını hissettim. Bu karanlık oda, bu an ve bu zaman, yaşadığım belirsizliğe tanıklık ederken, fotoğrafı çekerek bir yığın dosyanın altından çıkardım ve böylelikle fotoğrafın tümünü görmüş oldum.
Ruhum için hiç umut kalmadığını hissettim.
Fotoğraftakiler babam ve Duman'ın annesiydi.
Annemle babanın bir ilişkisi olduğunu...
Fotoğrafa baktım. Babam ve o kadın yan yanaydı, babamın kolu annemden başka bir kadının omuzundaydı. Saçları koyuydu, anneminkiler gibi sarı değildi. İkisi de genişçe gülüyordu, arkalarına denizi almışlardı, dişlerini görüyordum. İşte bir anlıktı ölüm. Aldığım nefes boğazımı parçaladı ve yaşam ağır bir yük olup kalbime oturdu.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...