31. BÖLÜM
"EVE DÖNÜŞ."
Toprağına su bile dökmeyecek insanlardan, verdiğimiz çiçekleri büyütmesini istedik. Hep de bu yüzden kaybettik.
Elimde olsaydı çok şey yapmak isterdim ama yapamadığım için farklı yollar aramaya mecburdum. Hayatımın son yıllarında hep bir şeylere mecburdum zaten. Öfkeye, sinire, zincirlerime... Çiçekleri gördüğümde gülümseyen birinden, çiçeklerin üzerine basıp geçen birine döndüm ve artık sonunda oraya geldim; kendimden nefret ettiğim yere.
Bir saattir doğan güneşi izliyor, oturduğum koltukta ileriye geriye sallanıyordum. Aklımda tek bir fikir vardı ve o fikri benimsemiş olmam, kendimden nefret etme konusunda beni haklı kılıyordu. Bazı insanlar, kimi acıların bir gecede saçları bile ağartacağını söyler. Kendimi o geceyi geçirmiş biri gibi hissediyordum. Bu geceden daha önce de geçirmiştim; babamı kaybettiğimde, annemi ruhen kaybettiğimde, Duman'ı uzun bir süre göremeyeceğimi anladığım daha küçük yaşımda... Hepsinde sanki birisi bir çekiçle kemiklerimi parçalıyormuş gibi hissetmiştim ama hiçbirinde kendimden bu kadar soğumamıştım.
Aynaya bakamıyordum, artık hiç bakamayacağım.
Ama yine de bunu yapacağım.
Kapının açıldığını hissederek düşüncelerim arasından sıyrıldığımda, başımı omzumun üzerinden çevirdim ve Ömer'in içeriye girdiğini gördüm. Beni, "Günaydın," diye selamladıktan sonra yatağa yaklaştı. Yüzümde mimik oynamadan ona bakarken, Ömer eğilip elini Duman'ın alnına koydu. "Terlemiş," diye fısıldadı.
O an Duman'a bakmak, onun için neler yapabileceğime bakmak gibiydi ve onun için neler yapabileceğimi görmek, bu duyguyu kabul etmekti. Yine de ona baktım ve yüzünün kızarmış olduğunu gördüm. Ömer elini Duman’ın alnından çekerken bağlı olduğu makineye, cihazlara baktı ve değerlerini kontrol etti. "Duman'ın aptalca bir şey yapmasından endişe duyuyorum Mahşer."
"Ne gibi?" diye sorma gereği duydum.
"Sana karşı bastıramadığı duyguları var," dedi ve her nedense bunu başka birinin ağzından duymak, dışarıdan nasıl göründüğümüzü merak etmemi sağladı. "Güçlü duyguları."
"Benim de ona karşı."
Kafasını sallarken, "Duman'ın duyguları kadar güçlü olduğunu sanmıyorum," dedi ve hemen ekledi. "Neyse, zaten mesele bu değil. Bak, Duman'ın durumu kritik, artık bunu hiçbirimiz inkâr etmiyoruz. Kalp çarpıntılarına, heyecanlara kapılmamalı. Sürekli size müdahale ettiğim için rahatsız olduğunun farkındaydım ama ben bir doktordan önce onun dostuyum, Duman'ı gerekirse sana karşı bile korumak istiyorum."
"Arkadaşlığını takdir ettim," dedim yarım ağız gülümseyerek.
"Dalga geçme," dedi kızgın bakışlarla.
Dalga geçmemiştim.
Omzumu silktiğimde daha derin bir nefes aldı ve aynı ciddiyetiyle konuşmaya devam etti. "Nasıl bir ilişkiniz var, ilişkinizdeki sınırlarınız nasıl bilemiyorum ama uyarma gereği duyuyorum: Duman fazla heyecana gelemez. Daha açıkça nasıl söylenir bilemiyorum, zaten bunu da onu düşünen bir arkadaşı olarak söylüyorum; onu heyecanlandırma."
Evet, Duman'ı seviyordu ama bu yaptığı biraz hadsizliğe de giriyordu. "Onunla sevişmemi mi yasaklıyorsun, anlatmaya çalıştığın bu mu?"
Eli ensesinde dolaştı. "Evet, anlatmaya çalıştığım şey buydu. Yakınlaşmanız için iyi bir dönem değil."
Bunu bilmediğimi mi sanıyordu? Bu elbette heyecanlı bir şeydi ve Duman'ın bu kadar heyecanlanmaya hakkı yoktu. Kalbinin benim için hızlanmaya bile hakkı yoktu. "Bu seni ilgilendirmez," diyebildim, Duman’la olan samimiyetimizi onunla paylaşmayı istemediğim için.
"Bırak şu bencilliği," diye kısık sesli bir hiddetle azarladı beni. "Bir kere tamam desen ne olacak sanki? Ölecek misin? Kötülüğüne mi diyorum? Onu yaşatabildiğim kadar yaşatmak için tüm çabam!"
Biliyordum, elbette öyleydi. Belki benden biraz fazlaca uğraşıyordu, en azından bencil değildi ama... Duman'ı o listenin ilk sırasına çektiğimde zaten hayatını kurtaracak, onun için en büyük iyiliği yapacaktım. Başkasının da en büyük kötülüğü olacaktım.
"Ben onun hayatını kurtaracağım," dedim kendimden emin şekilde.
Ömer hiç şüphelenmeden aynı şeyi tekrarladı. "Onunla haddinden fazla temas, yakınlık yok."
"Duman'a âşık olabilir misin?"
Yüzüme boş boş baktı ve sanki ona doğrulttuğum silahı elimden alıp beni vurdu. "Hiç dostun olmamış, anladım."
Nefesim ciğerlerimden boşaldı ve bakışlarım can havliyle camdan tarafa döndü. Ömer sessizliğimi dinledikten sonra, "Erkeğiz biz, erkekçe muhabbetler çeviririz," dedi, sanırım doktorluğunun etkisinden olsa gerek bu konuları konuşurken çekince duymuyordu. "Duman kimseyle birlikte olmadı, biliyorum. Ama sen ne sanıyorsun bilmiyorum, onun seni beklediği falan yoktu, sadece hasta olduğu için bu tarz birlikteliklerden uzak durdu."
Boğazım yanmaya başladı ve sanki kelimeleri, bana karşı kullandığı cephaneliğiymiş gibi beni kendi karşısında savunmasız bıraktı. Ellerimi yumruk haline getirirken, "Yalan söylüyorsun," dedim, tıslamaya benzer bir sesle.
"Ben söyleyeceğimi söyledim," dedi, ardından uzaklaşan adım sesleri duyuldu. "Onu heyecanlandırma."
Kapıyı arkasından örtüp dışarı çıktı ve bizi odada yalnız bıraktı.
O çıkalı yirmi saniye olmadı ki, "Elbette yalan söylüyor," diye bir fısıltı duydum ve bunu içimdeki kızın değil de Duman'ın dediğini anladım.
Beklenmedik, yorgun sesini duyar duymaz başımı ona çevirdim ve tesadüf bu ya, göz göze düştük. Odanın içerisine turuncu bir ışık yayılmıştı ve o ışık kehribar renkli gözleriyle oynamış, hafifçe bal rengine çevirmişti. "Yardım etsene," diyerek doğrulmaya çalıştı. "Yastığım çok rahatsız ediyor."
"Dur, yorma kendini." Oturduğum yerden kalktım. Tek solukta yanına vararak ona yardım ettim. Duman elini koluma koydu ve doğrulmaya çalıştı. Yastığını düzelttim ve sırtına yerleştirerek istediği gibi oturmasını sağladım. Sırtını o yastığa yasladı ve kolumdaki elini belime doğru kaydırarak beni de yanına çekti. Yatağın köşesine oturdum ve birkaç kez öksürerek ellerimi kucağıma çektim. Yüzlerimiz arasında, duygularımızı göreceğimiz kadar bir yakınlık oluşurken, Duman başını yana yatırarak yüzümü izledi.
"Doktor olmasına, o kadar insan ellerinde can vermesine rağmen Ömer hâlâ öleceğimi kabullenemiyor. Bu yüzden de bazen beni, bazen de seni benden uzaklaştırmaya çalışarak ömrümü uzatmaya çalışıyor. Bırak didinsin, beni de kaybettikten sonra en azından vicdanı, benim için uğraştığı için daha rahat olur."
Başımı salladım. Bir an için başımı sallarken ölümünü kabul ettiğimi düşündüm. Onun, öleceğini söylediği cümleye başımı sallamak... "Ölmeyeceksin," dedim. Elimi uzatıp yanağına koydum ve tüm dünyaya sahip olmasına rağmen hâlâ ait olduğu yeri arayan bir zavallı gibi hissettim. "Hadi, bana ölmeyeceğini söyle. Sen de didin, yaşamak için."
"Bir elimden yaşam, bir elimden ölüm çekiyor." Gözleri, sırra kadem basmış ruhunu arıyor gibi gözlerimde dolaştı. "Ama ben sana geliyorum. Ölüm ya da yaşam değil, terazide sen ağır basıyorsun. Ölmeyi veya yaşamayı düşünmeyi bıraktım, tamamen seni düşünüyorum." Elini saçlarıma götürdüğünde, simsiyah saçlarımın parmaklarının arasında kendini buluşunu izledim. "Sen de düşünmeyi bırak. Hastane odasında değilmişiz gibi davran, hayatını, ölmemi bekleyerek geçirme. Olacak olanın önüne geçemeyeceğiz, beraber izleyip neler olduğunu göreceğiz."
Hastane odasında değilmişiz gibi davranamazdık, güçlüydüm ama bu kadar değil. Ölmesine izin vermeyecektim, yapacağım şeyde kararlıydım. Uzamış sakalları avucumu kaşındırırken, "Bir tıraşa ihtiyacın var," diye fısıldadım düşünceli bir sesle. "Seni sakal tıraşı edeyim mi?"
"Burada mı?"
"Sadece birkaç şeye ihtiyacımız var."
Omzunu silkti. "Bu seni yanımda daha uzun tutacaksa olur."
Gözlerim kemikli çenesinde dolaşırken, "Ya da hayır," dedim başımı iki yana sallayarak. "Birkaç gün içinde eve çıkarız nasıl olsa, o zaman tıraş olursun."
Duman'ın gözleri bana boş boş baktı. "Eve çıkacağımı sanmıyorum."
"Çıkacaksın," dedim. Aksini düşünmeyi dün gece bırakmıştım. Yanağını okşamaya devam ederken gülümsedim. "Görürsün bak."
Duman'ın parmakları çeneme yerleşti ve yüzümü hafifçe kaldırarak şüpheli bir şekilde gözlerimin içine baktı. Bir şeyler aradığı, bir şeyler görmeyi beklediği bariz belliydi. Sessizce, "Sen iyi misin?" diye sordu, sesi hastalıklıydı. "Garip davranıyorsun."
"Ne gibi?"
"Gülümsüyorsun, bu senin için garip."
"İyileşeceksin ya," dedim, gülümsemeye devam ederken. "Buna gülümsüyorum."
Duman'ın kaşları çatıldı ve dudaklarının arasından nefesi halsizce boşaldı. Ona biraz daha yaklaştığımda gözlerini daha yakından gördüm ve kirpiklerinin ıslak olduğunu fark ettim. O an soğukkanlılığımı kaybederek duygusal bir şekilde başparmağımı kirpiklerine uzattım ve kalbimdeki kasılmayla beraber sordum. "Uykunda... ağladın mı?"
Gözlerini sakince kaçırdı. "Hayır."
"Yalancı!"
Elimi kirpiğinden çekip kokusunun en çok yayıldığı yere, boyun göçüğüne götürdüm ve ne gördüğünü merak ettiğim için sakince anlatmasını istedim. "Rüyanda veya kâbusunda ne gördün de kirpiklerin ıslandı?"
"Ağlamadım!"
"Kirpiklerin ıslak."
Eliyle kirpiklerini temizlemeye çalıştı ve her nedense bu içimi büyük oranda acıttı. "Terlemişimdir," dedi, bunun bir yalan olduğunu ikimiz de biliyorduk.
"Gözlerinin içi de kızarmış," dedim.
Bakışları evine döner gibi döndü bana.
"Ne duymayı istiyorsun?" diye tısladı. “Rüyamda senin bensiz yaşayacağın hayatı görüp kahroldum, bunu mu söyleyeyim?”
Bir şey söylemeden suratına baktım ve içimden bunun olmayacağını fısıldarken, kollarımı beline dolayarak ona sarıldım. Duman sarılmamı beklemediği için kasıldı ve iç geçirerek beni sertçe sardı. Yüzüm göğsüne sürtündü ve kalp atışları bir şarkı gibi kulaklarımda uğuldamaya başladı. Neden onunla olmak böyle yoğun anlamıyordum. Öfke de sevgi de ihtiras da nefret de... o aşk da. Neden bu kadar şiddetliydi bilmiyordum.
"Bunları düşünme," dedim, hislerimden daha sakin bir sesle. "Çünkü hayatımı seninle geçireceğim."
Duman başımın üzerine burukça güldü. "Bu bir evlenme teklifine benziyor."
Dudaklarımı belli belirsiz kıvırdım ancak bir şey demedim. Bir süre ona yaslı, sarılı kaldıktan sonra zor olsa da ellerimi çekerek uzaklaştım. Yüz yüze gelip gözlerini gördüğümde, kollarım bir kez daha vücuduna dolandı ve yüzüm tekrar göğsüne yaslandı. İkinci kez sarılma ihtiyacı duymam onu güldürdü ve güldüğünde göğsü yanağımın altında hareket etti.
"Ayrılamıyorsun bakıyorum."
Omzumu silktim. Alayını ciddiye almadan derince soluklandım. Birazdan kalkıp gidecektim ve yanına dönene kadar, bana yetecek bir sarılma istiyordum. Artık iyiliğimi, vicdanımı, son merhamet kırıntılarımı ve hatta kalbimi bile kaybetmiştim. İçimden geleni yapacaktım ve buna, onu öpücüklere boğmakla başlayabilirdim. Yüzümü göğsünden kaldırdım ve dudaklarımı üzerinde kaydırarak göğsünden yukarıya öpücükler bırakarak çıktım. Çenesinin altına yaklaşıp yüzüne sert bir dalga gibi çarptım ve yanaklarından yukarıya çıkarak dudaklarımı ıslak kirpiklerine bastırdım. Sırasıyla gözlerinden öptüm. "Benim senden başkasına verecek bir kalbim yok," dedim ve dudaklarımı gözlerinden çektim.
Yataktan kalkmak için harekette bulunacakken, sırtıma koyduğu eli oturmamı sağladı ve yüzünü alçaltıp dudaklarını çeneme bastırdı. Saçlarını okşadım ve beni bırakana kadar oradan ayrılmadım. Orası, yanı. Dudaklarını çektiğinde elimi ve kendimi ondan uzaklaştırarak ayağa kalktım ve cihaza temkinli bir bakış attım. Değerleri normaldi, artık cihazdaki normal ve normal olmayan değerleri anlayabiliyordum.
Ona göz kırpıp koltuğa yöneldim ve cam küreyi elime aldım. Çok güzeldi, hem eve götürüp saklamak hem de biz hastanedeyken yanımızda olmasını istiyordum. Cam küreyi okşadım ve sallayarak içindeki karları dağıttım. Kar taneleri dağılarak kırmızı bereli kızın başından aşağıya dökülüp yavaşça yere düştü. Gülümsedim.
"Bugün çok gülümsüyorsun," dedi Duman, bunu yadırgamış fakat buna memnun olmuş gibiydi.
"Kürenin içindeki ben miyim?"
"Kürenin içindeki kız daha güzel," diyerek takıldı.
Fakat evet, bendim. O kız da benim gibiydi; yalnızdı, beresi kırmızıydı. "Bana ver," dediğini duydum ve istediğini yaparak küreyi ona uzattım. "Hayır, sen daha güzelmişsin," dedi, bir yanlışı telafi eder gibi.
Cam küreyi salladı ve karlar içinde dağılırken, belli belirsiz gülümsedi. O gülümseme sanki gözlerimin önünde asılı kaldı ve bana adeta, yaşıyorum, diye haykırdı. Hâlâ yaşıyorum!
Montumu alıp giyinirken camdan dışarı bakınıyordum. Hastanenin önü sakindi ve üç kedi bir ağaca tırmanıyordu. Etrafı ruhsuzca izledikten sonra montumun fermuarını çektim ve omzumun üzerinden ona baktım; hâlâ küreyi sallıyordu.
Sanırım bu duyguya alışmam gerekiyordu; ona baktıkça içimin acıması duygusuna.
"Bir işim var," dedim gitmemi açıklama gereği duyarak. "Bir şey olursa beni ararsın olur mu?"
Elindeki cam kürenin üzerinden bana baktı. "Nereye gidiyorsun?"
Kızarmadan yalan söyledim. "Anneme bakmaya."
"Dikkatli ol, amcamın neler yapabileceğini kestiremiyorum."
"Bir bok yapamaz," dedim ve onu son kez öpüp öpme konusunda kararsız kaldığımda, Duman anlamış gibi elini bileğime uzatıp beni kendine çekti ve dudaklarını alnıma bastırdı. Ani ve sert öpücükle sersemleyerek doğrulduğumda, elimi alnıma götürmemek için çabaladım ve genzimi temizleyerek güçlü bir şekilde yutkundum. "Sen de kendine dikkat et..." Kaşlarımı çattım. "Hemşirelerden uzak dur."
Sırıttı. "Bilemem artık, oramı buramı elleyip duruyorlar zaten..."
Ona muzip bir el hareketi çektim.
Sırtımı çevirip odadan çıkmadan önce içten bir şekilde güldüğünü gördüm ve gözlerimin önünde bu gülümsemeyle birlikte hastaneden ayrıldım. Sanki bu gülümseme bana rehber olmuş, yolumu aydınlatmıştı ve ben o gülümsemeyi takip etmiştim. Elimde bir harita vardı ve hangi yoldan gidersem gideyim hep ona çıkıyordum.
Telefonu cebimden çıkararak evrak fotoğrafını açtım. Adrese baktım. Ve o an kadının yattığı hastaneyi gördüm, adresi yanında yazıyordu. Kadın hastaneye kaldırılmıştı, Duman gibi. Sıkıntıyla ofladım ve hastanenin önündeki taksilerden birini çevirerek bindim. Taksi hareket ettiğinde başımı camdan çıkarıp hastaneye, Duman'ın kaldığı odanın camına baktım ve içimden fısıldadım. Her şey senin için.
Taksi verdiğim adrese ilerlerken ellerimi kucağımda birleştirdim ve kaskatı bir şekilde oturdum. Verdiğim adres listenin ilk numarasındaki kadının adresiydi ve şansıma İstanbul'da yaşıyor, şu an ise bir hastanede tedavi görüyordu. Yanımda onu öldürecek hiçbir şey yoktu, şimdilik sadece kim ve nasıl biri olduğunu inceleyecektim. Evli miydi, çocuğu var mıydı merak ediyordum.
Çocuğunu yetim mi bırakacaktım?
Tıpkı beni bıraktıkları gibi.
Daraldığımı, boğulmaya başladığımı hissederek camı aşağıya indim ve süratle ilerleyen arabanın içerisine dolan rüzgârı hissederek oksijeni ciğerlerime çektim. Dağılan saçlarımı başımın arkasına atarak telefon ekranındaki fotoğrafa baktım. Fotoğraftaki kadın mutlu görünüyordu ama bir gün mutlu göründüğü fotoğrafının bu şekilde kullanılabileceğini nereden bilebilirdi ki?
Ekranı karartarak fotoğrafı gözümden sildim ve camdan dışarıya baktım. Gerçekten, kendimden nefret ediyordum.
"N'olur çocuğun olmasın..."
Ellerime, avuç içlerime baktım ve dakikalar boyunca sustum. En nihayetinde taksi uzun bir yolculuk sonunda durduğunda başımı kaldırdım ve etrafa bakındım. Hastanenin önünde durmuştuk.
Midem bulanıyordu.
Taksi şoförüne ödemeyi yaparak taksiden indim. Taksi uzaklaşırken boş boş arkasından baktım. Bilinçsiz bir adım atarak kaldırıma çıktım ve kafamı kaldırıp önümde uzanan hastaneye baktım. Oda numarasını gişeye soracaktım.
Gerçekten yapabilecek misin, diye sordu içimden bir ses.
Onu nasıl öldüreceğim? Ben onu öldürürken baygın olmalı, yoksa gözlerinin içine bakamam, bakarsam... yapamam.
Merhamet, aşkın önünde diz çöker.
Yutkunarak hastaneye girdim, görevliye kadının ismini söyleyip oda numarasını sordum. Bana yakınlık derecemi sorduğunda teyzem olduğunu söyledim, oda numarasını verdi ama yoğun bakımda olduğu için onu göremeyeceğimi söyledi. Kaldığı odaya çıktım ve koridorda ilerlerken, küçük bir kızın kapının önünde olduğunu gördüm. On iki on üç yaşlarında gibiydi. Kadın annesi miydi? O da benim Duman’ın kapısında beklediğim gibi bekliyordu, benim gibi çaresiz hissediyordu. Hatta yanakları parlıyordu, küçük kız annesi hasta diye ağlıyordu.
Ve benim aklımdan, Duman’ın yaşaması için o kadını öldürmek geçiyordu.
İğrenç bir insandım.
Göğsüm sertçe inip yükselmeye, kalp ritmim deli gibi atmaya başladı. Bir anda arkamı döndüm ve merdivenleri inmeye başladım. Soluğum acı verene kadar koştum ve hastaneden ayrılıp sokağın karşısına geçtim. Kaldırımın üstüne oturup çarpan kalbimi tuttum.
Sol gözümden bir damla yaş aktı.
Kelimeler dudaklarım arasından acıyla boşaldı. "Nasıl yapacağım, Duman için bile olsa bunu nasıl yapacağım..."
Bacaklarımı kendime çektim ve kollarımı etrafıma dolayarak dişlerimi, acımı bastırmak için dizlerime sapladım. Tamam, çok değiştiğimi biliyordum ama bir böyle bir şey yapacak kadar değiştiğimi düşünmemiştim. Sanki kararmıştım, içimde beyaza dair hiçbir şey kalmamıştı. Duman bunu bilse benden tiksinir miydi? Kendimi, insanlığımı bu kadar kaybetmiş olmamdan gurur duyacak değildi ya! Elbet tiksinti duyacaktı.
Bana âşık olduğuna inanamayacaktı.
Senin kalbin taşa dönmüş diyecekti belki.
Evet, diyecektim ben de ona. Kalbim taşa döndü.
Telefonumun sesini duyduğumda vücudumdaki kaslar bir an gevşedi. Sonra daha fenası kalbim hızlı atmaya başladı. Duman'dan kötü bir haber alacak olma endişesiyle telefonumu cebimden çıkardığımda, arayanın Öğünç olduğunu gördüm ve telefonu açtım.
“Günaydın," diyen bezgin sesini duydum. "Neredesin?"
Doğrularak pantolonuma bulaşmış olan çamur lekesini silerken, "Konum atayım," dedim, onun kadar bezgin bir sesle. "Gel beni al."
Motor sesi duydum. "Bir dakika... Sesin neden bu kadar kötü geliyor?"
"Anlatırım," dedim ama anlatamayacağımı biliyordum. "Adresi konum atıyorum."
"Tamam güzelim, geliyorum."
Telefonu kapatıp adresi mesaj attım. Çok beklememe gerek kalmamıştı, ya da çok beklemiş ama bunu hissetmemiştim. Gürültülü bir motor sesi duyduğumda irkilerek başımı kaldırmış ve Öğünç'ün arabasını görmüştüm. Ben arabaya varmadan Öğünç yolcu koltuğunun kapısını açmıştı.
"Berbat görünüyorsun."
Öğünç uzanıp montumun şapkasını başımdan indirdi ve yüzünü yüzüme doğru eğerek dikkatli gözlerle beni süzdü. Ruhsuz bir şekilde ona bakmaktan başka şey yapmadığımda, "N'oldu sana?" dedi, duyduğu endişe yüzünü kırıştırmasına neden olmuştu. "Ağladın mı?"
"Hayır," dedim cansız bir sesle. Bir damla yaş akıttım diye ağlamış sayılmazdım ya. "Duygusuz kaltağın tekiyim, kolay kolay ağlamam."
Elini montumun şapkasından bir çırpıda çekerek, "Aptal aptal konuşuyorsun," diyerek azarladı beni. "Ne işin vardı burada?"
"Önemsiz şeyler."
Elleriyle direksiyonu kavradı ve tekrar yola doğru atılırken, "Önemsiz şeyler mi kirpiklerini ıslatıyor," dedi, hâlâ ağladığıma inanarak. "Ne olduğunu niye anlatmıyorsun? Güvenmiyor musun bana?"
Uzanıp dikiz aynasını kendimi göreceğim bir şekilde çevirdim. Evet, gerçekten berbat görünüyordum. "Şu dünyada güvendiğim birkaç insandan birisin," diye devam ettim. "Bunu göstermiyor olduğum böyle olduğunu değiştirmez."
"Ama göstermezsen de insanlar bunu anlamaz."
Duraksadım ve bakışlarım aynanın üzerinde donduğunda, beynimin içinde açığa çıkan o soruyu fark ettim. "Birini sevdiğimi nasıl gösterebilirim ki?"
Tıraşsız yüzündeki iri gözler bu sorumu tuhaf bulmuş gibiydi. "İçinden gelir herhalde Mahşer.”
"Çisem nerede?" diye sordum, onu uzun bir süredir görmediğimi hatırlayarak.
"Dün bir kız arkadaşının evinde kaldı," dedi, rahatsız şekilde. "Ona, insanların sandığı kadar güvenilir olduğunu öğretemedim."
"Bunu zaten öğretemezsin," dedim, bacaklarımı karnıma çekerken. "Bunu, güvendiği birisi tarafından hayal kırıklığına uğradığında anlayabilir."
"Ama o zaman iş işten geçmiş olur," dedi Öğünç, sesinde huzursuz bir tını vardı. "Kalbi çok acır."
"Bazen canın acımadan bir şeyleri öğrenemezsin."
Başımı cama çevirdim ve elimi kalbime götürüp ritmini hissetmeye çalıştım. Acaba kalbim bir dakikada ne kadar atıyordu? Dün gece birkaç kez aralıklarla Duman'ın kalp atışlarını saymıştım ve dakikada sekseni bulduğunu fark etmiştim. Kendi kalp atışlarımı hiç saymamıştım, çünkü kendim için ölme korkusu taşımamıştım.
"Nerelerdesin kaç gündür, ne yapıyorsun?"
İrkilerek elimi kalbimden çektim. "Ben... hastanedeydim."
"Neden? N’oldu?”
Endişesini yatıştırarak, "Bana bir şey olmadı," dedim ve dilimi sertçe ısırdım. "Duman hastanede yatıyor."
"Ne olmuş piçe?"
Öfkelendim. "Doğru konuş."
Öfkemin sahiciliğini görmüş olmalı ki ciddileşti. "Tamam bir şey demiyorum Duman mıdır İs midir neyse artık... Neyi varmış?"
"Kalbi var."
Kafasını bana çevirdi. "İnanır mısın Mahşer, benim de kalbim var."
"Aptal olma," dedim ve duyduğum kederin hüznüyle çıkıştım. "Kalp hastası."
Dudakları aralıklı kaldı ve sarsılmış bir yüz ifadesiyle başını kaşırken, "Affedersin ya," dedi, üzülmüş görünüyordu. "Aklıma gelmedi."
Üstüne gitmedim, Duman bunu bana ilk söylediğinde ben de inanamamıştım. "Hastanede yattığına göre durumu epey ciddi olmalı," dedi. "Doktorlar ne diyor?"
Avuçlarımı o kadar sıktım ki, eğer Duman'ın kalbi bu avucun içinde olsa kimsenin benden alamayacağını düşündüm. "Az vakti kaldığını..."
"Hadi ya..."
Avuçlarımı dizlerime gömdüm ve camdan dışarıyı izledim. Ölüm dendiğinde herkes susuyordu ama asıl söz konusu ölüm olduğunda konuşmamız gerekmez miydi? Orada bir ölüm vardı, konuşulmayı hak etmiyor muydu? İnsanların bir ölü için cenazelerini kaldırmaktan başka yapabileceği bir şey yok muydu? Cenaze kaldırmak… Kalbimde taşımayı bile beceremediğim birini omzumda mı taşıyacağım?
Öğünç arabayı denize bakan bir kafenin önüne çektiğinde denizi izleyerek kafeye girdim. Denize sıfır olan bir masaya oturduğumuzda Öğünç garsonu çağırarak bir şeyler sipariş etti ama ne sipariş ettiğine karışmadım. Masa dolana kadar hiç konuşmadan denizi izledim. Ne zaman bir deniz görsem, engin bir mavilik görsem aklıma hep bu cümle düşer.
Denizler güzelse batmak bir lütuftur.
"Soğutmadan iç kahveni."
Önüme döndüm ve kahve bardağını kavradım. Sanırım bana kalan günlerimde böyle ruhsuz, hissiz yaşamayı sürdürecektim. En azından yaşayacağım, belki o bunu bile yapamayacak...
"Konuşmayacak mısın?"
"Ne duymayı bekliyorsun, anlatacak bir şeyi olmayan birinden?"
"Herkesin anlatacak bir şeyleri vardır," dedi bana.
"Anlattığımda bana neyin değişeceğini söyleyebilirsin."
"İllaki bir şeyleri değiştirmek için mi konuşmalıyız?"
"Susalım," dedim gözlerimi denize çevirirken.
"Bu da bir şeyi değiştirmez."
Haklıydı. Şu an konuşmak ne kadar bir şeyleri değiştirmeyecekse susmak da bir şeyleri değiştirmeyecekti ama seçim benimse, ben susmayı seçiyordum. Bir tarafta sırasını bekleyen hasta kadın, bir tarafta Duman vardı. Biri, bana kalan insanlığımdaydı, biri bana bıraktıkları kalbimdeydi. İnsanlığı çıkarıp ortaya koysam yaşayabilirdim ama çıkarıp kalbimi koysam yaşayamazdım.
Ben de bu yüzden kalbimi insanlığıma tercih edecektim.
Ama işte, nasıl yapacaktım?
Yarım saat sonra kafeden ayrıldığımızda Öğünç'e beni hastaneye bırakmasını söyledim ve o da sessizce kabul etti. Beni çok nadir böyle yorgun, üzgün gördüğü için rahatsız etmiyordu. Hastaneye gidene kadar da susmuş, ondan özellikle sahil yolundan gitmesini istemiştim ki denizi izleyeyim.
Hastaneye vardığımızda bir süre arabanın içinde bahçeye baktım. Duman günlerdir odanın içindeydi. Ömer'e soracak ve eğer mümkün olursa onu dışarıya çıkıp gezdirecektim. Arabadan inmeden önce son kez dikiz aynasını kendime çevirip nasıl göründüğüme baktım. Yüzümü seviyor, güzel olduğumu da düşünüyordum ama şu an solgun görünüyordum. Kapı açıldığında, Öğünç'ün de dışarıya çıktığını gördüm ve aynadaki aksime bakmaya utanarak ben de onun akabinde dışarıya çıktım.
Arabanın etrafından dolanıp onun karşısına vedalaşmak için geçtiğimde, gözlerimi tekrar açmıştım. İçtiği sigaranın dumanı, rüzgârla beraber yüzüme doğru uçuştuğunda elimi yüzüme siper etmek zorunda kalmıştım. Öğünç buna gülümseyerek uzandı ve elimi aramızdan indirdi. "Sen sigarayı seversin."
"Sigarayı seviyorum diye dumanını yüzümde hissetmeyi isteyecek değilim."
"Fark ettin mi?" dedi elimi yavaşça bırakarak. Ardından uzanıp saçlarımı kulağımın arkasına koydu. "Daha az asabisin, bugün küfretmedin."
Sırıttım. "İstiyorsan edebilirim."
"Yok canım, Çisem'den yediklerim yetiyor."
Elini ittirerek ağzımı açtığım sırada, Öğünç'ün bakışları omzumun üzerinden arkaya kaydı ve aynı esnada gözleri, bir şeyi daha net görme gayesi taşıyormuş gibi kısıldı. Nereye baktığını merak ederek ben de kafamı arkaya çevirdim, herhangi anormal bir şey görmeyerek sordum. "Nereye bakıyorsun?"
"Şu penceredeki… Seninki değil mi?"
Beni hayatın içinde nereye koyarlarsa koysunlar, o camdaki adamın gözlerinde bulacakmış gibi odasının camından bize bakan Duman’la göz göze geldim ve bir an dengelerin değiştiğini hissettim. Duman... İs gibi, nefes gibi, anlık bir günah gibi...
"Sen geç, ben de gideyim."
Başımı salladım ve Öğünç arabasına binip uzaklaşana kadar orada durup odasının camından beni izleyen Duman’la bakıştım. Öğünç'ün arabası uzaklaştığında ancak kıpırdayabildim ve göz temasını kesmeden hastanenin içine yürüdüm.
Asansörden inerek koridorun sonuna doğru yürüdüm, içeri girmeden önce kapının önünde bir müddet bekledim. Duman, son zamanlarda yaşadığı sıkıntılı günler yüzünden çok gergindi ve dengesiz davranıyordu. Bir an kızıp bağırıyor, bir an sonra beni kendine çekip öpüyordu.
İçeriye girip odada ilerledim. Yatağının ucunda, onun biraz gerisinde durarak sırtına baktım. Üzerinde gri renginde, yıpranmış bir tişörtle eşofman altı vardı. Elinden birini pencerenin kenarına yaslamıştı, serum hâlâ kolunda takılıydı. Montumu çıkarıp koltuğun üzerine bıraktıktan sonra ellerimi gergince ovuşturup arkasından yaklaştım.
Tam arkasındaydım. Aramızda kalp sağlığını bozacak bir yakınlık vardı ama o hâlâ hiçbir şey demiyordu. Ellerimi kaldırıp tişörtünün üzerinden sırtının yanlarına koydum ve sıcaklığı avucumun içinde hissederken Duman kasıldı. Sanki neresine dokunsam dokunayım kalbiyle iletişime geçiyor gibi hissediyor, bu histen vazgeçemiyordum.
"Manzaran benden daha mı güzel?" diye fısıldadım, bana dönmesi için. "Neye bakı..."
"Bu çocuk sana âşık mı?"
Bir anlık duraksamanın ardından neden söz ettiğini anladım ve doğru kelimeler söylemek için bir dakika kadar sustum. "Bir aralar âşık olduğunu sanıyordu," dedim dürüstçe. "Bunu söylemişti de ama onunla benim aramdaki şey hep arkadaşlık olarak kaldı. Zaten şimdi kendisi de bana âşık olduğunu düşünmüyor."
"O zaman söyle, ona göre davransın," dedi, tükürür gibi.
Onu rahatsız eden neydi, merak etmiştim. "Öğünç'ten rahatsız olmanı gerektirecek bir durum yok," dedim, öfkesini sakin karşılayarak.
"Saçlarına öyle dokunması yeterince rahatsız edici.”
Muhtemelen benimle uğraşırken refleks olarak yaptığı, özel olmayan bir hareketti ama Duman bunu kendince yorumlamıştı. Ben de onun saçlarında yabancı bir kadının parmaklarını dolaştırdığını düşündüm ve anında gözlerimin önündeki görüntüyü silmek için gözlerimi daha sıkı yumdum.
“Öylesine yaptığı bir şeydi..."
"Öylesine de yapmasın," dedi, aynı ses tonuyla.
Aslında onunla kavga edebilirdim ama yapmayacaktım. Sessizliğini koruduğunda "Buraya dönsene," diye devam ettim fısıltıyla. "Dışarıda, benden daha güzel bir şey olabileceğine inanmıyorum."
Ellerim geniş göğsüne yerleştiğinde inatla camdan dışarı bakmayı sürdürdü. Parmak uçlarımda ne kadar yükselirsem yükseleyim boyuna yetişemedim. "Çok uzunsun."
Mırıldandı. "Herhalde kızım."
"Bana dön."
Pes ederek benden tarafa döndüğünde istemsiz şekilde dudağımı kıvırdım. Duman'ın iri avucu yanağımı kavradı. "Yıldızlar da neymiş gülüşünün ışığının yanında..."
Bakışlarımı omzuna sabitledim ve bu iltifat karşısında sakin kalmaya çalıştım. Boğazımdaninen yutkunuşla beraber bana biraz daha yasladı. "Kaderin bir cilvesi seninle ilgili her güzel şeyin kalbime zarar vermesi."
Böyle iltifatlar almazdım, bu gibi durumlara nasıl tepkiler verileceğini de bilmezdim. Bu yüzden aptalca bir şey yaparak omzumu silktiğimde, öbür elini de yanağıma yerleştirdi ve çenesiyle göğüslerimi gösterdi.
Gülmekle sırıtmak arasında kalarak kaşlarımı çattım. "Sapıklık ediyorsun."
"Ben anlamam, hasta adamı kandırıp onun duygularıyla oynayamazsın." Gayet ciddi duruyordu. "Sen bile bu kadar vicdansız olamazsın."
Sırf yanaklarımı daha fazla tutması için ondan uzaklaşmıyor, dalga geçmesine müsaade ediyordum. "Gayet iyi görünüyorsun," dedim ona. "Hatta baştan çıkarıcı..."
"Bana bunlarla gel."
Yüzümü bıraktığında bir daha tutmasını istemiş olsam da dudaklarıma sahip çıkarak kendime mâni oldum ve geçip koltuğa oturduğunda saçlarımla uğraştım. Duman sırtını koltuğa yaslamış, kolunun birini, serumun kablosuna uzanabilmek için dışarıda bırakmıştı. "Neden uzağıma oturdun?" diye sordu, diğer elini dizine koyarken.
"Karşındayım," dedim, yakınlığımızı vurgulayarak.
"Karşımdasın işte," dedi, imalı şekilde, dikkatli bakışlar eşliğinde. "Niye yanımda değilsin? Hadi, biraz daha yanıma gel."
"Burası iyi," dediğimde Duman'ın kehribar gözlerinde koyu bir mürekkep damlası göründü. Saniyeler içinde elimden tutup beni kucağına çektiğinde, kalçam dizine yerleşti ve elim tutunma ihtiyacıyla omzuna kondu. "Böyle daha iyi," diye fısıldadı ve elini elimden çekerek belime koydu. "Niye buluştun o Dövünç’le?"
Nefesimi üfledim. "Onun adı Öğünç."
"Tamam işte, ben de Dövünç diyorum."
Gülmemek için yanağımın içini sertçe ısırdım ve gözlerinin dudaklarımdaki gülüşe saplandığını bilerek bakışlarımı etrafta dolaştırdım. "Birbirinize gıcık olmanıza gerek yok Duman. O en yakın erkek arkadaşım, sense..."
Duraksadım.
"Ben?"
Parmaklarım saçlarımın arasında düşerken, doğru kelimeyi bulmak için yutkundum. "Âşığım," diye fısıldadım ince, belli belirsiz bir sesle. "Sen âşığımsın."
Duman yüzümü tutup kendine doğru çektiğinde ona yetişecek zaman bulamadan dudaklarının saldırısına uğradım ve kendimi, aniden dünyanın dışına çıkmış gibi hissettim. Dünyanın dışına çıkıp kendimi böyle sıcak bir yerde bulmam... Güneşe mi çok yakındım ateşe mi? Neye ne kadar yakın olduğumu bilmiyordum ama en çok Duman'a yakındım, hissediyordum. Beni öptüğünde onun avucundaydım ve beni öpmeyi bırakana kadar nefesim, onun izin verdiği kadardı.
Onun zihnini dağıtmak için kulağındaki metal küpeyle oynamaya başlarken, "Öğle yemeğini yedin mi?" diye sordum ilgiyle. "Buradaki yemekleri sevmediğini biliyorum ama yemek zorundasın."
Ansızın, beklemediğim şekilde kıkırdayarak kulağını elimden çekmeye çalıştı. "Yapma, huylanıyorum."
Küpesini çevirirken bile isteye parmaklarımı kulağına sürttüğümde, "Yapma," dedi ve bir kez daha istemsizce kıkırdadı. "Yapmasana kızım. Güldüğüme bakma..." huylanarak bir başını uzaklaştırmaya çalıştı ve kıkırdadı. "Vallahi sinirleniyorum!"
"Duman, cidden huylanıyorsun."
Neden bilmiyorum ama bu beni çok eğlendirmişti. Bir elim saçlarının üzerinde dolaşırken, küpesini çevirdim ve o anda Duman'ın gülmeyi çok ani bir şekilde kestiğini gördüm. Sert, hızlı nefes alışını duyduğumda başımı aşağıya indirerek baktım ve yüzünde, gülüşünden eser kalmadığını gördüm. Yüzü kızarmıştı ve elini boğazına sarmış, güçlü bir nefes çekmeye çalışıyordu. Bir anda kanım dondu ve o kaygı sırasında nasıl yaptım bilmiyordum ama kendimi kucağından atarak ondan uzaklaştım. Kafasını iki yana sallayarak bir şeyler söylemek istedi ama nefesi yetmedi. Kalbi ve ciğeri için duyduğum endişe, sanki dalağımda bir kesik açtı ve dudaklarımdan ismi dökülürken, yardım çağırmak için odanın çıkışına ilerlemeye başladım.
"Dur..." Öksürük sesleri geldi ve ardından derin bir soluk sesi duyuldu. Başımı omzumun üzerinden arkaya çevirdiğimde, şaşkınlığın bir sarmaşık gibi boğazıma dolandığını hissettim. "İyiyim... Alışkınım bunlara, bir şey yok."
Sanki kesilen benim nefesimmiş gibi canım acıyordu. "Nefes alamadın..."
"Nefesimi kestin işte, hoşuna gitsin..." Elini ağzının üzerine örterek öksürüklerinin şiddetini azaltmaya çalışırken gözlerinden yaş geldiğini gördüm ve titreyen bacaklarımla yanına yürüdüm. Az önce duyduğum korku, şimdi avuçlarımın arasında, parmaklarımı kesiyordu adeta. Yanına vardığımda titreyerek oturduğu koltuğun önünde diz çöktüm ve elimi öksürükleri yüzünden ıslanan gözüne götürdüm. Islak kirpiklerini parmak uçlarımda hissetmek, bir bıçağın üzerine yatmışım gibi hissettirdi ve sanki o bıçak bana batmasın diye olduğum yerden kıpırdayamadım.
Gözyaşına dokunmuştum, daha kahkahasına bile dokunmadan...
Kirpiklerini ve gözkapaklarını silerek sıcak damlaları temizlediğimde, Duman da elini ağzından indirmiş ve sakinleşmiş bir şekilde bana bakmaya başlamıştı. Yanakları ve gözlerinin içi kızarıktı ama gerçekten daha iyi görünüyordu. "Bu sık sık oluyor mu?"
Duman kafasını sakince iki yana doğru sallarken, "İlk defa gülerken nefesim kesildi," dedi, sesi pürüzlüydü. "Uzun zamandır böyle güldüğümü de hatırlamıyorum zaten..."
"Aklıma bile gelmedi! Gülüyorsun diye eğleniyorsun sandım, nefesini keseceğini düşünmemiştim."
"Ondan önce o öpücükle nefesimi kesmiştin zaten."
"Dumaaaan."
Elimi hâlâ düzensiz bir şekilde atan kalbimin üstüne yaslarken, odanın kapısı açıldı ama başımı çevirip kimin geldiğine bakamadım.
"Yemeğiniz... Aa, siz iyi misiniz?"
Duman genzini temizledi. "Yine haşlanmış patates mi?"
Hemşire beyaz üniformasıyla bakış açıma girdiğinde, gözlerimi yerde tutarak kollarımı kendime dolamaya devam ettim. Hemşire elindeki tepsiyi yatağın başındaki komodine bıraktı. "Siz neden yatağınızda değilsiniz? Durun, yardımcı olayım da yatağınıza yatıra..."
"Ben yardımcı olurum."
Oturduğum yerden doğruldum ve buz gibi bir ifadeyle Duman'a ilerledim. Dirseğinden tutup kalkmasına yardımcı olduğumda, derin bakışlarını yüzümde hissettim ama ona bakamadım. İtiraf edeyim, bazen korkağın tekiyim. Yatağın üzerindeki yorganı düzelterek oturması için yardımcı olduğumda, sırtını yatak başlığına dayayarak hemşireye döndü. "Siz çıkabilirsiniz," dedi. "O yardımcı olur."
Hemşirenin duraksadığını hissettim. "Peki, size kolay gelsin."
Dişlerimi gıcırdatırken, hemşirenin uzaklaşan adım seslerini duydum ve az sonra çıkıp gittiğinde saçlarımı sinirle omzuma attım. Duman mırıldandı. "Neden insanların senden nefret etmeleri için her şeyi yapıyorsun?"
Çenemi kaldırdım. "Sevmesini istediğim insanlar beni seviyor, fazlasına ihtiyacım yok."
"Onların nefretlerine de ihtiyacın yok ama senden nefret etmelerini sağlıyorsun."
Kaşlarımı biraz daha çattım. "Bir şey yapmadım ki benden nefret etmesi için!"
"Nazik olamıyorsan bile biraz yumuşak olmalısın."
"Biliyor musun nezaketin, inceliğin, alttan almanın insana bir bok kazandırdığını hiç görmedim." Gözlerimi aşağıya indirerek onunla göz teması kurduğumda, kalbinin hıçkırıklarını görür gibi oldum ve gözlerimi yummak istedim. "Sen gördün mü? İnsanlar bu güzel şeyleri sadece sana karşı kullanır! Biri kullanmazsa diğeri kullanır! Hiç unutmam üniversitede bir kız vardı, notlarını eksiksiz tutardı ve herkes o kızdan not isterdi. Hiçbirini geri çeviremezdi, istemese de iyilik için, nezaket için o notları verirdi. Ama bunun ona ne kazancı oluyordu? Hiç! Diğer aptalların hiçbiri not tutmaya gerek duymaz, o kızı kullanırdı. Hak ettiğine emin olana kadar kimseye iyi olup alttan almayacaksın! Ben buna inanıyorum, sen de inandığın şeyle yaşayabilirsin. Beni uyarıp durma!"
Yüzüme baktı, baktı, baktı. "Yemeğimi yedir, soğuyor."
Gözlerimi devirerek tepsiye uzandım ve alıp dengeli bir şekilde kucağıma koydum. Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş, eğlenen bir ifadeyle bana bakıyordu. "Komik olan ne?"
"Hiç, bana bakıcılık yapman hoşuma gidiyor."
"Bakıcılık değil, demiştin ya insanların benden nefret etmeleri için uğraşıyormuşum... Senin de beni sevmen için uğraşıyorum."
Bir daha göz göze geldiğimizde, bazı bakışların neler yapabildiğini gördüm. Mesela bazı bakışlar sizi kendine çekip sarılıyor, yüzünüzden, gözlerinizden öpüyordu. Bu da öyle, beni elimden yüzümden öptüğü bir bakıştı. Bakışlarımı kaçırdım ve saçlarımı kulağımın arkasına ittikten sonra, bir şey demesine müsaade etmeden hemen konuştum. "Aç ağzını, uçak geliyor..."
"Uğraşmana gerek yok."
Tepsinin içindeki dumanı tüten çorbaya bakarak kaşığı kâsenin içine daldırdım ve yağsız, muhtemelen de tuzsuz çorbadan bir kaşık olarak ona verdim. Yiyebileceği en hafif yemeklerdi ve ekmek yoktu; onun ekmeksiz doyabileceğini sanmıyordum.
Çorbanın son yudumlarını da ona içirdikten sonra tepsinin kenarında duran peçeteyi aldım ve yavaşça ağzının kenarlarını sildim. Tepsiyi kucağımdan kaldırıp komodinin üzerine koyduktan sonra yorganı kaldırıp omuzlarına doğru örttüm ve boynunun yanını okşadım. "Uyu, dinlen."
"Burada mı olacaksın?"
Hayır, gideceğim.
"Evet canım."
"O zaman bana bir şeyler anlat, sesini dinleyerek uykuya dalayım."
Kollarını etrafıma sararak ellerini karnımda birleştiğinde, yakınlığımızın onun sağlığını tehlikeye atmasından kaygı duydum ama makinede herhangi ters bir şey yoktu. Karnımda birleşen iri, kemikli ellerine ve uzun parmaklarına baktım. Beni bu avucun içine almıştı, kalbimi de. Ama kendi kalbini... O ne benim avuçlarımdaydı ne de kendi avuçlarında. O artık ikimizin de dokunamayacağı bir yerdeydi.
Bir anda başımı çevirdim ve dudaklarımı yetişebildiğim yere, yanağına bastırarak içten bir öpücük kondurdum. "Sen benim için çok değerlisin, biliyorsun değil mi Duman?"
Ani öpücüğüm onu etkilemiş olmalı ki sarsıldı. "Biliyorum... Gül Dikeni."
"Bana neden hep böyle diyorsun?"
"Çünkü seni anlatıyor.”
"Tamam, dikenlerim var ama... Bir gül inceliği, güzelliği yok bende."
"Mahşer, bir renk olsaydın eminim ki kırmızı olurdun."
En sevdiğim renk kırmızıydı ama bu beni güle benzetmesini açıklamazdı. Yine de bana böyle hitap etmesini seviyordum, bu yüzden şikâyet etmeden dudaklarımı kıvırdım ve o bu gülümsemeyi görmek için çenemi kaldırdığında, parmağını ısırarak gözlerini devirmesini sağladım. Parmağını dişlerimin arasından bırakıp ucuna bir öpücük kondurdum ve başımı tekrar önüne çevirdim.
"Duman bana söylemen gereken bir şey yok mu?"
"Ne gibi?"
Başımı tekrardan göğsüne yasladım ve omzumu silkerek bunu geçiştirdim. Bir daha sormadı, ben de ne olduğunu söylemedim. Karnımda birleşen ellerine bakarken, "Vücudun bu aralar soğuk," dedim huzursuzca. "Soğuk olmanı istemiyorum."
Bana ölümünü hatırlatıyor.
"Ateşine yakınken sıcağım, merak etme."
Elimi eline koydum, ateşimle onu ısıtmak için.
Sesindeki mahmurluğu fark ettiğimde, uyumak istediğini anladım ve ona bir şeyler anlatmaya başladım. Normalde çok konuşmaz, birilerine bir şey anlatmaz, sadece susardım. Ama ona bir şeylerden bahsettim ve Duman da bir yere kadar bunları dinledi fakat biraz sonra nefesleri düzene girmeye başladığında, uyuduğunu anlayarak gözlerimi ona çevirdim.
Gözlerini kapalı görmekten nefret eder hale dönmüştüm.
Uyku ölüme ne kadar çok benziyordu...
Rahat olması için göğsünden ayrıldım ve yataktan kalkarak ayaklarımı yere bastırdım. Kafası sol omzuna doğru düşmüştü ve oldukça rahatsız bir pozisyonda görünüyordu. Önce yastığını düzelttim, ardından başını düzgünce yastığa koyarak üzerini sıkıca örttüm. Bu aralar çok fazla uyuyordu, sanırım ilaçlar ve kalp atışları onu haddinden fazla yoruyordu. Uyusun ama geri uyansın istiyordum.
Elimle saçlarını, sakallarını düzelttim ve her iki gözünün üzerine de bir öpücük kondurdum.
Onu odasında yalnız bırakıp dışarıya çıktığımda, yüreğimin ağırlaştığını hissetmiştim. Yanında kalacak benden başka kimsesi yoktu. Ada'yı her aradığında geçiştiriyor, sakin kalmasını tembihliyordum ama... Kafamı çevirip ileriye baktığımda, bunların faydasız kaldığını gördüm.
Çünkü Ada burada, koridorun ucundaydı.
Bir anlık şaşkınlıktan sonra soluklandım ve ellerimi kendime sararak ona ilerledim. Muhammet onun tekerlekli sandalyesini itiyor, Ada başını ona çevirmiş bir şeyler söylüyordu. Üzerinde bol paça bir pantolon ve yağmurluk vardı. Muhammet beni görüp durduğunda Ada da başını çevirip buraya baktı ve omuzları çöktü. Yanlarına ilerlediğimde Muhammet'e tedbir dolu bir bakış atarak Ada'nın hizasında eğildim ve elimi üşümüş yanağına koydum. "Ne yapıyorsun burada?"
Kaygı, su gibi güzelliğini gölgede bırakmıştı. "Abimi görmem lazım Mahşer abla. Kaç gün oldu, yüzünü görmüyorum. Nerede, hangi odada kalı..."
"Bak," dedim yanağını bırakıp dizinin üzerindeki elini tutarken. "Abin şu an iyi, uyuyor. Sen geç, bir şeyler iç, uyandığında abini görürsün."
"Yok, yok," dedi hızlıca, gözleri daha umutlu bakıyordu. "Ben onu uyandırmam, uzaktan bakar hemen çıkar..."
"Ada," dedi Muhammet, konuşmamıza dahil olarak. Serseri görünümüne rağmen bakışları ve sesi Ada'ya karşı hep yumuşaktı. "Kantine de inmeyelim, burada bekleyelim. Ama Mahşer'in de dediği gibi içeriye girip uyandırmayalım onu."
Ada ikimize de ters ters baktı. "Size sessiz olacağım diyorum!"
"Ben de sana uyuması gerekiyor diyorum," diyerek elini sıktım ve öfkeli bir soluk alarak doğruldum. "Uyanana kadar içeriye girmeyin!"
Onun kızgın bakışlarına sırt çevirerek asansöre doğru ilerlerken, Muhammet'e uyarı dolu bir bakış atmayı ihmal etmedim. Duman yok diye ortalığı boş sanıp Ada'ya yanlış davranmasını istemezdim, Ada'yı koruyacak birilerinin olduğunu bilmesi gerekiyordu. Asansör kapıları kapandığında sırtımı arkaya yaslayarak kafamı kaldırdım ve aynadaki aksimi gördüğüm an midem bulandı. Yüzümü aşağıya çevirerek sırtımı cama yasladım ve asansörden inene kadar bir daha aynaya bakamadım.
Hastaneden ayrıldığımda taksiye verecek daha fazla paramın kalmadığını fark ettim ve otobüs durağına kadar yürüdüm. Eve gidecek, anneme bakacak, sonra hastaneye dönecektim. Bu daha ne kadar böyle devam edecekti bilmiyordum ama sanırım o cinayeti işleyene kadar düzen değişmeyecekti.
Müstakil evimize geldiğimde, bahçe kapısını açtım ve demir sesi etrafta çınlarken, içeriye girip kapıyı arkamdan kapattım. Bahçenin toprağı nemliydi, botlarımın altına yapışan çamura bakarak birkaç adım attım ve evin köşesini dönüp kafamı kaldırdığımda... Donup kaldım.
Sokak kapısının önünde genç bir adam vardı.
Omuzları, bir şeyin altında kalmış gibi aşağıya çöküktü ve elleri iki yanında öylece duruyordu. Rüzgârla beraber dağılan saçlarına bakarken, bir anın geçmişin içerisinden süzülüp gözlerimin önünde canlandığını hissettim. Abimin saçlarını çekiyordum, onu kızdırıyordum, sonra bana bağıracak olduğunda ondan kaçıyordum. Saçları, omuzları, iki yanındaki elleri... Bir adım daha attım ve genç adam bir anlık duraksamanın ardından bana döndüğünde, kaçınılmaz olan gerçekleşti. Göz göze geldik. Korkarak terk ettiği şehre geri dönen abim, benim yüreğimde taşıdığım acıları gözlerinin içinde taşıyarak bana bakıyordu.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...