0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

4. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

"İZMARİT."

Bu ruh gerçeklerle büyüdü, senin yalanlarınla acımaz.

Babamın mezar taşı soğuktu.

Yanağım o mezar taşına yaslanmış, üşüyordu.

Simsiyah, asi saç tutamlarımın yoğun rüzgâra yeniliyor, elimin içinde mezar taşının izi çıkıyordu. Buraya geleli dört veya beş saat olmuştu ama hissizlik sadece birine değil, kendimize de işleyen bir mekanizma olduğundan, zamanın nasıl geçtiğini anlamamıştım. İyi değildim, iyi olmadığımı hep babama söylerdim ve yine ona söylemeliydim. Üstümde boğazlı kazağım haricinde hiçbir şey yoktu ama hava soğuk olmalıydı. Dedim ya, ben mütemadiyen hissiz birisiydim.

Böyle birisi olmayı istememiştim ve doğrusu nasıl olduğunu da anlamamıştım.

Akşam vaktiydi, karanlıktı, İstanbul boğazına bakan kabristanda, babamın mezarı başındaydım. Rengi birbirinden farklı olan gözlerim, topraktaki solgun papatyaların üzerindeydi. Ben diktiğimde tazeydi ama şimdi ölmüşlerdi. Elimin içiyle mezar taşındaki tozları silerken, “Nasılsın?” diye sordum babama. “İhmal ettim galiba seni, bayadır gelmiyorum.”

En son iki ay önce geldiğimi hatırlıyordum ama emin de değildim, günleri aklımda tutamazdım. Elimi mezar taşından geri çekerek pantolonuma sürttüm. "Diplomamı aldım, sana da söylemek istedim. O gece yanına gelmek istedim ama... tuhaf bir karşılaşma yaşadığım için gelemedim. Onun dışında her şey aynı, abimden hâlâ bir haber yok. Annem desen... bildiğin ya da bilmediğin gibi, sadece uyuyor. Ama merak etme, ilaçlarını almasını sağlıyorum.”

Üst üste yutkunup genzimdeki acının üstünü ıslattım. "Baba yapacağım şeyler için bana kızmayacağını biliyorum. Çünkü ben senin kızınım, annemin çektiği acı için sen de intikam almak isterdin değil mi?"

Babamın yanına sık sık gelir, ona kimseye söyleyemediklerimi söylerdim. Çünkü ölüler sır tutmasını iyi bilirdi. Annem sadece babama ve arkadaşlarına sıcak bir kadındı, dış dünyaya soğuktu ve aslında bu çoğu zaman beni düşündürmüştü. Ben de onun gibi soğuk bir kadındım. Genişçe esneyip babamın mezar taşına bir yastığa sarılır gibi sarıldım ve göz kapaklarımı renkli gözlerimin üstüne indirdim.

İki saniye sonra babamın mezar taşına bir ışığın gölgesi devrildi.

Gözlerimi aralamadım, motorun sokaktan geçen bir motor olmasını diledim ama öyle olmadığını da hissetmiştim. Yalnız olmadığımı düşününce kaşlarım keskin bir hizada yükseldi. Birkaç gürültülü sesten sonra adımlar yaklaştı ve tanıdık parfüm kokusu burnuma yükseldi.

Duman Alanguva’ydı.

Dizleri üstünde yanıma oturduğunu göremesem de hissettim. Kokusu ağır bir ıstırap gibi ciğerlerimi cezalandırırken, gözlerimi biraz daha sıkı yumdum. Dünden beri görüşmüyorduk, onu kardeşinin yanında bırakarak evime döndüğümden beri herhangi bir iletişimimiz olmamıştı. Şimdi burada olmamalıydı, babamın cesedinin devrildiği bu kabristan benim mabedimdi.

"Neden buradasın Duman?"

Mezar taşını sardığım çelimsiz ama savaşçı misali kuvvetli olan kollarım soğuğun darbeleri karşısında dik dururken, onun gölgesinin göz kapaklarıma çizdiği resmi hissettim. Kalın ve ağır sesiyle, "Burada olmam gerektiğini hissettim," diye konuştu. "Buradayım."

 Saçlarım yanaklarıma hafif tokatlar atarken, "Sen intikam için ruhunu şeytana satmış bir adamsan hissetmeyi bırakmalısın," diye konuştum acımasız bir sertlikle. "Bu kumpasta en az benim kadar güçlü olabilmelisin. Kalbinin sesini dinlemeyi bırak."

"Aslında olduğun kadın ile göründüğün kadın arasındaki farkı merak ettim..." sesi boğuktu. "Sonra, göründüğün kadının ne kadar eşsiz olduğunu fark ettim. Sen iki yüzlüsün, ikisi de birbirinden özel olan."

Ben iki yüzlüyüm, ikisi de birbirinden çirkin olan.

O beni tanıdığı sanan ve bu yanılgıya kapılan bir adamdı. Onu yanıltacağım için üzülmeyecektim, zaten istesem de üzülemezdim. "Ben birkaç cümleyle sana kanıp itaat eden küçük bir kız çocuğu değilim," diye konuştum buz gibi sesimle. "Sakın buna kalkışma. Evet, bir anlaşmamız var ve anlaşma dışında görüşmemiz çok saçma. Neden buradasın, dürüst ol."

Dürüsttü. "Seni görmek istedim."

Beni kimse görmek istemez.

Sevmez.

İlgilenmez.

Hareketlilik hissettim, tam o anda onu görmek istedim ama bu isteğe karşı koyacak kadar iradeliydim. Elinin içini sırtımda hissettim, ağır ve kibar bir dokunuştu. Beni neden takip ettiğini, burada ne işi olduğunu öğrenmek için gözlerimi yavaşça açtım.

Avuç içindeki mezar toprağını avuç içime döktü.

Bomboş gözlerle onun bakışlarına karşılık verirken, ince ve soğumuş parmaklarım arasından süzülen toprak tanelerini izledim ve gözlerimi bir defa kırpmak dışında hiçbir harekette bulunmadım. Ne kadar da büyümüştü, mesela artık iltifat edildiğinde yanakları kızarmayan bir adamdı. Acı ondan da hislerini çalmıştı değil mi?  Elimi elinin altından uzaklaştırırken, "Bana özgürce dokunabileceğini de nereden çıkardın?" diye sordum sertçe. "Elini çek, desteğine ihtiyacım yok.”

Sesi hiçti, boştu, yoktu. "Ya, benim ihtiyacım varsa?"

Bakışlarımı ondan ayırarak mezar taşına diktim, asla kaçmadım ama bakmayı da istemedim. Elini sırtımdan çekti, avuçlarımız yan yana mezar toprağı üstünde dururken ilgisizce ona yanıt verdim. "Umurumda değil. Siz erkeklerin ihtiyaç listesi pek bir kabarık ama ben maşan değilim. Kendi işini hallet, tıpkı benim yaptığım gibi."

Kendisi de tıpkı benim gibi mezar taşına bakıyordu ama benim babamı değil, annesini görüyordu. Dizlerimi birbirine yasladım, gözlerimi bir kez daha yummaya meylettiğimde; sanrısı kaburgalarımı deşen bir ses ile konuştu. "Annemin mezarına pek sık gitmem.”

“Neden, anneni sevmez misin?”

“Sevmem.”

O zaman neden annenin intikamını alıyorsun?

Parmakları yavaşça hareketlendi, benim iznime gerek duymadan bir elinin içiyle uzun saçlarımı aşağıya doğru taradı. Sinirlenmiştim, babamdan sonra ilk kez bir erkek saçlarıma dokunuyordu. Ve bunu basit bir şey gibi yapıyordu, duygusuzca. Kurşungeçirmez gözlerle ona bakarken, adeta burnumdan soluyordum. Dudaklarım tek bir çizgi halinde gerilirken, Duman Alanguva'nın kehribarları gece içinde parıldıyordu. "Gel, buradan gidelim. Motorumda seni gözledim, baya konuştun babanla.”

 "Ben burada kalacağım," diye konuştum, tırnaklarımı çıkararak. "Sen git. Hatta burada olman çok manasız bir hareket. Yıllardır başını beklediğin insanın yanında kal, benim yanımda fazlalık yapma."

Bir sevgilisi vardı, aynı zamanda yoktu. Yok oluşu öyle bir yaraydı ki, var olsa bu kadar dolduramazdı hiçbir boşluğu. Kasıldı, bu azımsanamayacak bir boyuttu. Kehribar gözleri bir an için odağını kaybettiğinde, olduğu anın içinden sıyrıldığını ve başka bir anın içinde yer aldığını hissettim.  "Kardeşim diye demiyorum, her şeyi çok güzel yumurtlar," diye konuştu kısık, hastalıklı bir sesle. "Seni şeytan, beni köşeye sıkıştırdın..." solukları düzensizdi. "Abin nerede Mahşer? Ne zamandan beri yok?"

Konu neden birden abim ve onun yokluğuna, korkaklığına gelmişti. Yüzümü buruşturdum, dişlerim birbiri üstünde sert bir baskı uygularken, "Babamın öldüğünü öğrendiği o günden beri yok," diye konuştum, ifadelerimi ona belli etmedim. "Hastaneye geldiğin o gecenin sabahında beni annemle bırakıp gitti ve daha gelmedi. Bunu kurcalama, ona ihtiyacımız yok, ben sana yeterim.”

Başını ağır ağır salladı. "Biliyorum, bana yetersin."

Saçlarım dolaşıktı, taramaya lüzum görmezdim. Bir tek duş sırasında tarar, onun haricinde fırça sürmezdim saçlarıma. Bu sebepten kırıkları hep içinde kalırdı, tıpkı ben ve ruhum gibi. Gecenin doğrulttuğu namluya bakarken, "Git Duman," diye konuştum emrivaki bir tonlamayla.

Bir anda gerçekleşti. Gitti, giderken yalnız değildi; yanında götürdüğü kadının saçları dolaşıktı. Bir eli bileğimin içine kondu, bir hışımda doğrulduğunda ben de doğrulmak mecburiyetinde kalmıştım. Sinirlendim, beni ve bedenimi yönlendiriyor olması gıcık etmişti. Doğruldu ve mezara sırt çevirip tümsekten inmeye, beni de indirmeye çalışırken, "Donmuşun," diye konuştu sertçe. "İnadını sikip attığımda dünya kaç bucakmış görürsün. Biraz uysal olmayı dene, hem belki evde kalmazsın."

Dediği hiçbir şeyle ilgilenmiyordum. Bu muameleyi kabul edemezdim, ben istediği yere çekeceği bir bebek değildim. Fiziki gücü ile beni kabristandan dışına sürüklerken, "Bırak," dedim yüksek sesimle. "Bu ne saçmalık? Kimsin ki sen, beni yönlendirebileceğine inanırsın?"

Ayaklarımı ıslak toprağa vurup çamur kıvamını alan toprağı onun koyu kotuna sıçrattım. Duman dudaklarını birbirine bastırıp yola devam etti. Onu kendimden uzaklaştırmak istiyordum ama el ve kol girişimlerime mâni oluyordu. Sessiz kaldı, üstelik benim ciddiye alınacak bir kadın olduğumu bilirken. Tüm itirazlarıma rağmen kabristan çıkışına yöneldik, etraf pek bir kasvetli ve ışıksızdı.

Eli hâlâ bileğimdeydi.

Kabristanın çıkışına park ettiği motoru gördüğümde gözlerimi hafif bir açıyla kıstım ve hırsla ileriye doğru sert bir adım atarak bağırdım. "Bana bir bebek muamelesi yapamazsın geri zekâlı herif. Kendine gel, haddini bil."

Ve sonra, eli bileğimden sıyrıldı.

Aramıza sağlıklı ve gerektiğine inandığım bir mesafe koydum, beni germişti ve asla sessiz kalabilen birisi değildim. Sokağın ve ay ışığının cansız gölgeleri yüzlerimizin bir kısmını aydınlatırken, soluk soluğa birbirimize baktık. İkimiz de birbirimizden ifadesizdik, üstelik ruhlarımız ölmüş olmasına rağmen tenimiz sıcaktı. Badinin sardığı bedenim soğuğun merhametiz saldırısıyla hafifçe titrerken, "Sakın bir daha bunu tekrarlama," diye uyardım düşmanca bir tavırla. "Üzerinde güç gösterisi yapacak son kadın bile olamam. Sınırlarımızdan içeri girmeyeceğiz. Beni duyuyorsun değil mi? Niye öyle bir boş boş bakıyor..."

Bedeni üstüme yıkıldı.

Hesaplayamadığım bir anda kendini bana bastırarak beni arkaya itti. Kalçam sertçe motorun çıkıntısına yerleşti, kolları iki yanımdan uzandı ve eli, arkamda kalan direksiyona sabitlendi. Onunla motor arasına sıkışmıştım, bedeni bedenime sanki nazikçe yıkılmıştı, varlığını hissettiriyordu ama ağırlığı kendisindeydi. Memnuniyetsizce kıpırdandığımda başını öne yatırdı ve gözleri gözlerime köprü kurdu. İkimizin de kaşları çatılmıştı ve nefes almayı kesmiştik.

Dudaklarını yavaşça araladı ve sessizce konuştu. Bir dua mırıldanır gibi yumuşak ve kısıktı sesi. “Öfke kontrolünü sağlamayı öğrenmen gerekiyor Mahşer.”

Bomboş gözlerle kehribar gözlerindeki keskin siyahlığa baktım. Yarım kalmış bir resim gibi alacalıydı bakışları. "Neden? Ben umursamam ki öfkemin ne kadar yıkıcı olduğunu?”

“Öyle bir bakıyorsun ki, insan seninle cehenneme girse bile üşür sanki.”

Hakkımda, şu ana kadar yaptığı en doğru tespitti.

Bir süre yüzüme baktı, ben onun omzunun üstünden kasvetli sokağa baktığım için bakışlarında ne olduğunu çözemedim. Kısa bir sessizlik, rüzgârın sesini daha iyi duymama izin vermişti. Bedenini benden uzaklaştırırken ve derin nefesler alırken, "Sigara içer misin?” diye sordu, yanıma geçip sırtını motora yaslandı.

Kaşlarımı çok derinden çattım, sigaranın kapağını maharetli parmaklarıyla araladı. Aşağıya yatırıp içerisinden aldığı bir dal sigarayı alıp kalın dudakları arasına yasladı. Aynı paketin içinden çıkardığı çakmak ile sigarayı tutuştururken, başı öne eğikti ve kemikli çenesi kilitlenmiş vaziyetteydi. Marlbora paketini bana uzatırken, "Gel beni yak diyor amına koyduğumun sigarası," diye konuştu. Bir dal alıp çakmağı da beraberin de kavradım. "Yakıyorum ben de. İlk sigarayı ne zaman içtin Mahşer?"

Gözlerimi yumdum. Bu soruyu sormamalıydı. "Bayağı oldu. Ne diye soruyorsun? Hadi, zıkkımlan."

Islak dudaklarını sigaranın üstüne yaydı. "Bastıbacak ya."

Gece bizi saklıyordu, gölgelerimiz hayaletlere karışmış geziyordu. Sigarayı hafif ruj yedirdiğim dudaklarım arasına alıp yavaşça içime içtim. Sigaraya başlamam hiç beklenmedik bir zamanda olmuştu.

Yanaklarına asılan ay ışığı elmacık kemiklerini gölgelendirdiği için teni olduğundan daha parlak görünüyordu. Başını kaldırdı ve gözlerimin en içine bakarak sigarasını içti, yanaklarıma bakarak sigaranın külünü silkti ve sigarayı kavrayan dudaklarıma bakarak izmariti söndürdü.

O bana sigara içmeyi öğreten bir adamdı.

Bundan haberi yoktu.

Yıllar önce,

Galata Lisesi.

Mahşer Alizarin.

Küçük, çelimsiz parmaklarımla yanağıma inen saç tutamını geriye iterken, göğsümün içindeki harbın susmasını bekledim. Sırtımı duvara daha sert yaslayıp, başımı yana yatırdım ve okulun sakin koridorlarına göz attım. Herkes dersteydi, bir bahaneyle dersten çıkmayı başarmıştım ve bunu değerlendirecektim. Omzuma gelen siyah saçlarımı iki yanıma attım, parmaklarımla kızaran yanaklarımı tokatladıktan sonra bir diğer elimi kalbimin üstüne sertçe yasladım.

Sessizce fısıldadım. "Bu kadar hızlı atma aptal!"

Onu görecektim, bunun bir heves olduğunu ve zamanla geçeceğini zavallı kalbime anlatmaya çalışıyordum ama o beni hiç mi hiç dinlemiyordu. Dinlemeliydi, bu kalp bu bedenin içindeydi ama bana ihanet ediyordu. Gözlerimi kırpıştırdım, kolumu kaldırdım ve bileğimdeki saate göz attım; bu koridordan geçmesine üç dakika vardı.

Sadece bir heves.

Evet, gelip geçici bir heves.

Kolumu yana indirirken, arkamdan yükselen sesi işitmem ve gözlerimi irileştirmem aynı zaman diliminde gerçekleşmişti. İrkildim, sırtımı duvardan ayırıp hızla arkamı döndüğümde, keyifli bir sırıtma eşliğinde bana bakan Çisem'i gördüm. İki yandan ördüğü saçları ile oynuyor, bana göz kırpıyordu. Alt dudağımı dişleyerek yeni bir bahane bulmaya çalıştım ama o benden önce davrandı.

Koşturarak aramızdaki mesafeyi örterken, "Yine o çocuğu mu bekliyorsun?" Diye sordu, neşeli bir ses tonuyla. "Tabii ki bekliyorsun. Her gün aynı saatte seni bu koridor başında bulmamın bir başka açıklaması olamaz."

Tedirginlikle saçlarımla oynadım, kimsenin herhangi bir şey bilmesini asla istemediğim için gülümseyerek, "Saçmalama Çisem," diye mırıldandım. Birazdan geçecekti, kalbim ağrıyordu. "Rujumu sürmeyi unutmuşum da onu halledecektim."

Örüğüyle oynamaya devam ederken şaşkınca mırıldandı. "Dudaklarında gayet ruj varmış gibi görünüyor.”

Yanaklarım kızarmaya başlamıştı, elimi kolumu nereye koyacağımı bilemiyordum ve her ne kadar Çisem en yakın arkadaşım da olsa bilmesini istemiyordum. Koridorun ucundan sesler yükselmeye başladığında, dizlerimin titrediğini fark ettim ve aceleyle konuştum. "Git artık, eğer şu an gitmezsen dersten çıktığını Öğünç’e söylerim!"

Ayağını yere vurdu. "Yaa!”

Sinirden dudaklarım titriyordu, küçük kalbimin içinden tuhaf sesler yükseliyordu ama anlayamıyordum. Sadece on altı yaşındaydım, nasıl anlardım ki? "Çisem..." yutkunarak ona baktım. "Hadi, git lütfen."

Beni kıramazdı, bildiğim için zaafını kullanmıştım. "Tamam, üzülme sen gidiyorum. Ama Öğünç'e bir şey söyleme olur mu?"

Soluklarım hızlanmıştı. "Söylemem, hadi git."

Örüklerini sırtına vura vura yanımdan uzaklaşmaya başladığında, koridordaki sesler artık daha yakından yükselmeye başlamıştı. Gözlerimi yumdum, heyecanlı nefesler alıp arkamı dönmek istedim ama bir şey oldu; omuzları omuzlarıma çarptı.

Bu ilk dokunuştu.

Sol tarafım felç oldu.

Göğsüme çivi saplanmış gibi hissettiğimde, hafifçe ileriye savrulmuş ve duvara tutunmuştum. İleride oyalanan gözlerim kocaman olmuş, dudaklarım aralanmış ve nefesim aniden kesilmişti. Kokusu hayallerimde olamayacak kadar kışkırtıcıydı. Sanki sadece bu koridordan değil de kalbimin arka kapısını açıp benim de içimden geçmişti. O, bana çarptığını fark etmeden arkadaşlarıyla koridor sonuna doğru ilerlemeye devam ederken, ben kalbime acil müdahale yapıyordum.

Görmedi.

Bakmadı.

Geldi, geçti ve gitti.

Okunan bir şiirin mısrası gibi yalnız bırakıldığımda, ıslanan gözlerim onun düğmelerini çözdüğü gömleğinin sardığı sırtına tutundu. Arkadaşları yanındaydı ama dalgındı, eli ensesindeydi ve yerinde rahatsızca kıpırdanıyordu.

Ve şey, doğru görüyorsam yanakları kızarmıştı.

Bir arkadaşı onun omzuna sert bir yumruk attığında, parmakları arasındaki sigarayı dudaklarından uzaklaştırdı ve aksi bir dille sordu. "Ne var?"

Yabancı çocuk sinir bozucu bir şekilde gülümsedi. "Sana takık öğretmen geliyor ve sen sigara içiyorsun. Az azar işit de gülelim be."

Küfür etti. "Son senemde bile rahat yok..."

Çocuğun omzundaki elini sertçe itelediğinde, ben yalnızca ve yalnızca onu izliyordum. Arkadaşları ona güldü, ben onun sinirlenince gerilen dudaklarına bakıp; kirlenecek kadar günahkâr olan hayaller kurdum. Ta ki, yarısını içtiği sigarasını parmakları arasından fırlatıp koridor sonuna uzaklaşana kadar. Kalbim acıyordu, bu tepkiler boyumdan büyüktü. Nemlenen avuç içlerimi pileli okul eteğime sürttüm ve durmaya bir son vererek titreyen dizlerimle oraya ilerledim. Ders öğretmeni de biraz sonra koridoru terk ettiğinde, etrafa kısa bir bakış atarak ilerledim ve eğilip yerde uzanan sigarayı tecrübesiz parmaklarımla kavradım.

Bu ilkti.

Nefesim körüklenirken doğruldum ve yüzümü duvara dönerek sigarayı parmaklarım arasında dengelemeye çalıştım. Birkaç denemeden sonra sigarayı dengede tuttuğumda, sönmek üzere olan turuncumsu aleve baktım ve yaptım; sigarayı iki dudağının arasına yasladım.

Dudaklarımın dokunduğu yer nemliydi.

İlk dumanı tecrübesizce içime çektiğimde, genzim acımış ve burnumun ucu sızlamıştı. Sigarayı hızla dudaklarımdan uzaklaştırdım ve zehri ikinci kez içime çekmeye cesaret ettiğimde, sigarayı tekrar dudaklarımın arasında buldum.

O gün yaktığı sigarayı onun için, ona içeceğimden habersizdi.

Günümüz.

Duman Alanguva o gün yaktığı sigaranın bugün içtiğim sigaraya sebep olacağından da habersizdi.

Gözlerimi sertçe kapadım, alakasız ve değeri yitirilen geçmiş göz kapaklarımın ardından dünyaya yığılırken, kendimi bu anılardan uzaklaştırdım. Genzimdeki yutkunuşun üstüne bir yutkunuş daha kazıyıp, yüz ifademdeki pürüzleri itinayla temizledim. "Melih Han'ın yanına nasıl sızabiliriz?" Diye sordum hiçbir ifade barındırmayan sesimle. "Boş durmak can sıkıcı. Bir şekilde samimiyet kurmalıyız."

Göremesem de kaşlarını çattığına çok emindim. "Samimiyetten kastın ne Mahşer?"

Dişlerimi sıkıp tısladım. "Bize güvenmesinden bahsediyorum geri zekâlı herif! Cümlelerimi istediğin yere çekebileceğini de kim söyledi?"

Gözlerimi, bir gaflete düşerek araladığımda, doğrudan bana baktığını gördüm. "Çok aksisin," diye tısladı aralıklı duran dudaklarıyla. Kirli bir gülümseme kondu dudak kıvrımlarına. "Ve bu çok dikkat çekici. Kendim için sevdim ama önünde köpek olacak adamlara acıdım."

Ona çok dikkatli baktım. Eğer biraz daha o dikkatle baksaydım, gözlerini kaçırabileceğini dahi düşündüm. "Hangi adamın önümde köpek olacağı belli olmaz."

İşaret parmağını bana doğru salladı. "Sen çok fena bir kadınsın." Sırıttı. Buz gibiydi. "Gel buraya."

Sigaramın dumanını havaya üfledim. "Sen gel."

Geldi.

Bir anda aramızdaki, zaten az olan mesafeyi de yitirdiğinde en ufak bir yaşam belirtisi vermedim. Dibimde durdu, hiçbir noktası bana dokunmadan gözlerimin en içindeki dünyaya baktı. Ne gördüğünü bilmiyordum ama hiçbir şey görmemesini umuyordum. Dirseğime dokundu, parmakları denizini kaybetmiş bir balık gibi aktı kolum boyunca ve avuç içimde durdu. Parmaklarım arasındaki sigarayı duraksamadan içmeye devam ederken, avucumu havaya kaldırdı ve başını öne yatırdı. İçtiği sigaranın külünü avuç içime silktiğinde tenim ani bir yanmayla irkilmişti ama tepki vermedim. Çünkü bunu yapacağını önceden anlamıştım.

Kül sıcaktı.

Ama elinin mi külün mü daha çok yaktığını seçemedim.

Parmaklarımı avuç içime örterken, "Bu külün deştiği yara kapanmadan önce," diye fısıldadı yalnızca. “Bu yara kapanmadan önce...” devamında sustu, hiçbir şey demeden gözlerimin içine, ilerleyen dakikalar boyunca baktı.

💔

Serptiren yağmurun iri damlaları beremin ilmekleri arasından saçlarıma dokunurken, Çisem'in huysuzca homurdandığını işittim. Öğünç onu omzunun altına sıkıştırmış, saçlarını çekiştiriyordu. Sık sık uğradığımız mekâna yürüyorduk, Öğünç sabah bize gelerek kahvaltı teklif etmişti ve biz de kabullenmiştik. Ellerimi kabanımın ceplerinde yumruk yaparken, kaldırım taşına topuklarımın izini düşürmeye devam ettim.

Çisem, başını Öğünç'ün geniş omuzundan kaldırmaya çalışırken, "Neden arabayla gelmedik ki?" Diye konuştu huysuzca. "Battım. Şu halime bak, elbisemin uçları ıslandı."

Öğünç ona söylenirken, uzanıp yanağımdan makas almayı ihmal etmemişti. Ona kızmamıştım ama bu hoşuma gideceği anlamına da gelmezdi. Ona tehditvari bir bakış kondurduğumda, omzunu mahcup bir şekilde silkti. "Ne yapayım be, seviyoruz işte."

Çisem onun kolunun altından sıyrıldı ama Öğünç bana bakmaktan bunu fark edememişti. Öğünç izin ister gibi bana baktı ve bu sefer beni kolunun altına çekerek yürümeye başladı. Öğünç'ü seviyordum, sevmem gerektiği gibi; o sevmemesi gerektiği gibi seviyordu.

Çisem huysuzca konuştu. "Sallanmayın. Hesabı sen ödeyeceksin Öğünç."

Kaldırımdan inip karşıya geçtiğimizde, saçlarım onun kolunun üstünden arkaya doğru dökülmüştü. Çisem'e cevap vermedi, beremle kulaklarımı örterken sessiz bir usulca konuştu. "Kulaklarını üşüteceksin güzelim."

Beremi geri ittirerek örttüğü kulaklarımı açtım. "Ben istersem örterim, sen dert etme."

"Çok acımasızsın."

Bilerek yaptığım bir şey yoktu, ben buydum. Mekânın önünde durduk, yoğun kahve ve taze poğaça kokularının yükseldiği bu tatlı yeri severdim. Çisem kapıyı ittirerek içeriye girdi, arkasından biz de girdiğimizde deri koltuklarla dekore edilen ve her zaman oturduğumuz yerin dolu olduğunu gördük.

Dolduran kişi...

Duman Alanguva'nın ta kendisiydi.

Mekânın duvar dibinde, üç deri koltukla ve orta sehpayla ayarlanan köşe yıllardır bize aitti. Haftada bir geldiğimizde o köşede vakit geçirirdik ama bugün Öğünç'ün koltuğu doluydu. Çisem bu olayı fark ederek omzunun üstünden bize döndü ve anlamayarak mırıldandı. "Onun burada ne işi var?"

Ani sürprizlerden ve beklenmedik gelişen olaylardan nefret ederdim, Öğünç bariz bir şekilde gerildi ve kolunu omzumdan ayırarak köşeye doğru ilerlemeye başladı. "Gönderirim, sıkıntı değil."

Topuklu botumun tıkırtısı zeminde tok sesler bırakırken, Çisemle birlikte o köşeye iliştik. Öğünç diğer masadan çektiği deri koltuğu Duman'ın karşısına kurdu ve tek manevrada o koltuğa çöktü. Duman'a bakmadım, avuç içime deştiği yara sızlarken, masanın etrafındaki deri koltuğu usulca çektim ve bedenimi o koltuğa yığdım. Çisem de tam karşıma oturduğunda, Duman'ın parmakları beklemediğim bir an da bereme uzandı ve bereyi simsiyah saçlarımın üstünden kaldırdı. "Saçlarını görmek istiyorum."

Dağılan saçlarım sol omzumun üstünden göğsüme yatarken, durgun ve ifadesiz bakışlarla ona baktım. Bir ayağını bir dizinin üstüne dayamış, sırtını deri koltuğa yaslamış ve başını yan yatırmıştı. Üstünde, pahalı olduğu her halinden belli olan bir kaban vardı ve siyahlığı can yakıcıydı. Küpesi kulağında, saçları alnının üstünde ve sigarası parmakları arasındaydı. Burası cam kenarı olduğu için sigara içiliyordu. Bana bakmıyor, Öğünç'ün bakışlarına karşılık veriyordu.

Bereyi alarak tekrardan başıma geçirdim.

Gözleri tehlikeli bir ışıkla parladı.

Çisem, gergin ortamı yumuşatmak adına elini kaldırdı ve Duman'a uzatırken, "Selam," diye konuştu abartılı bir sevinçle. "Henüz tanışmadık, ben Çisem. Sen ise..."

Öğünç'ün sesi soğuktu. "Onun adının ne olduğu bizi ilgilendirmiyor."

Duman buna dudağının kenarıyla güldü. Bacak bacak üstüne attım. Garson gelip siparişlerimizi aldığı süre boyunca herkes bu sessizliğe sadık kaldı. Garson ayrıldığında ise kollarımı göğsümün üzerinde bağladım. "Sidik yarıştırmayacaksınız değil mi?"

Çisem gülmemek için dudaklarını ısırırken Duman sigarasını iki dudağının arasından uzaklaştırdı ve külünü aheste bir tavırla kül tablasına silkti. Aralık dudaklarından usul usul sigara dumanı sızdırırken, "Ben, Duman Alanguva," diye konuştu, bir sır verir gibi. Sesi ihtilalle gelmiş bir barış gibiydi. "Hakkımda pek bir şey bilmeniz gerekmiyor."

Öğünç, Duman'ın sigara tablasının yanına koyduğu sigarasını yakaladı ve ucundaki külü sinir bozucu bir tebessüm eşliğinde silkti. "Ben, Öğünç Karabatak," diye konuştu, onu taklit ederek. "Mahşer'in olabilecek tek sevgili adayı. Hakkımda bilmen gereken tek şey bu."

Garson siparişlerimizi getirdi, benim ve Duman'ın önüne koyu kıvamlı, sade bir kahve bırakırken, Çisem ve Öğünç'ün önüne bol şekerli kahveler bıraktı. Avuçlarımı karton kupaya sardım ve onların birbirlerine gözdağı vermelerini boş gözlerle izledim. Gonca, şeftali içi rengini andıran dudaklarını iki yana kıvırdı. "Benim adımı biliyorsunuz zaten," diye konuştu, ikisinden daha neşeli şekilde. "Her ay saçımı farklı bir renge boyarım. Şu an hakkımda bilmeniz gereken tek şey bu.”

Ben de o kızım işte. Hakkında pek fazla bir şeylerin bilinmesini istemeyen o kız.

Çisem'ın şeftali içi dudaklarındaki tebessüm genişledi.

Öğünç dik dik ona bakarken, Duman Alanguva sigarasını son kez yudumladı.

Duman Alanguva'nın son kez yudumlayıp söndürdüğü sigaranın izmaritini kimseden habersizce yakaladım. O izmariti avuç içime saklayıp parmaklarımın arasında sıktım.

Onun sigaralarına bir zaafım vardı. Bunu da kimsenin bilmesine gerek yoktu.

 

BÖLÜM SONU.