7. BÖLÜM
"ZİHİN FISILTILARI."
Kimi zaman bir masal olmak isterdim küçük çocukların kulağında dönmek isteyen...
Kimi zaman bir intihar melodisi...
Ve kimi zaman senin celladın başında, onu kışkırtan bir melek.
Lakin elimde olmam için tek bir seçenek vardı.
Gül dikeni.
Aynada kendime baktım...
İnsanlara hak verdim.
Sevilmek için tek sebebim yoktu.
Uzun, kalçama kadar inen dümdüz saçlarımı ellerimle okşadım. İfademdeki mutsuzluğa, gözlerimdeki boş ifadeye ve solgun yüz hatlarıma baktım. Kendimden umudu kestiğimde, geçmişin kanını içime doldurmuştum ama o bile renklendirememişti ifademi. O kadar çok maske kullanmıştım ki, gerçek yüzümü unutmuştum.
Hırçın saçlarımı omzumdan geriye savurarak, alnımı aynanın yüzeyine yasladım ve gözlerimi yumdum. Kimsesizken her şey daha kolaydı. Maskeler takmama gerek kalmıyordu ve daha az yorucuydu. Kırışan alnımdaki acıyı kabullenemeyerek sertçe yutkunduğumda mutfaktan yükselen o karamsar iniltileri işittim.
İsmimi bir daha seslenmeyecek olmasının nasıl bir his olduğunu size asla anlatamayacaktım.
Omuzlarımı dikleştirerek aynadan uzaklaştım. Yüzüme kondurduğum o sahte maskeyi derinleştirerek çıplak ayaklarımla odamdan ayrıldım. Soğuk koridoru yürüdükten sonra müstakil evimizin küçük mutfağından içeriye girdim. Annem çelimsiz bedenini tezgâha yaslamış, elleriyle tezgâhtan destek alıyor ve hayretle mutfak penceresinden dışarıya bakıyordu. Buna bir anlam veremeyerek hızlı adımlarla yanına iliştim.
"Anne?" Omzuna dokundum. "Nereye bakıyorsun öyle?"
Sessiz bir iniltiyle birlikte bana daha çok sokulduğunda, onun bakışlarını takip ederek pencere camına baktım. İçimde kükreyen o hissi biliyordum. O vahşi hissin tırnakları yakama yapıştığında, beni kimse durduramazdı. Sokağın ortasında, otuzlu yaşlarının başında, kirli sakallı bir adam vardı ve yere yatırdığı kedinin önüne çökmüştü. Beni harekete geçiren sebep ise, kedinin boynunu geriye yatırıp adeta ona eziyet etmesiydi.
Dişlerimi sıkarak aceleyle arkamı döndüğümde, annem çırpınarak, morarmış parmaklarıyla bir şeyler anlattı. Sakin ol. O adam, sana zarar verir.
Alayla gülümsedim. "O kim ki, bana zarar verecek!"
Annemin her zaman için yardıma ihtiyacı olan canlıya zaafı olmuştu ve şimdi de belki bu yüzden bana engel olmadı. Yanından geçip sokak kapısına yürüyene kadar, çoktan içimde bir canavarı uyandırmıştım. Üstümdeki düğmeli badi ve altımdaki, dizleri çıkmış gri eşofmanla sokağa fırladığımda annemin titrek soluklarını duyabiliyordum. Çamurlu, çiçeklerin ezildiği bahçeyi kısa sürede yürüyerek demir kapıyı sertçe ittirdiğimde durmaya hiç niyetim yoktu.
Ben de kötü birisiydim ama durdur yere kimseye eziyet etmiyordum.
Adam demir kapının çıkarttığı gürültüyü işittiğinde, kediye doğru eğdiği başını kaldırarak beni kadrajına aldı. Beni üstünkörü, çapkınca süzdükten sonra kediye eziyet etmeye kaldığı yerden devam edeceğini sandı ama yanılıyordu. İri, nasırlı parmaklarıyla kedinin yüzünü gri zemine sürttüğünde, iri adımlarla yürüyerek soluğu onların yanında aldım. Adam beni tekrar fark ederek omzunun üstünden, başını kaldırdığında tısladım. "Hemen o kediyi bırakıyorsun. Derhal!"
Bu kaba, sert tavrımın onun tarafından beklenmedik olduğunu görebiliyordum. Bakışlarımda kan gövdeyi görünüyordu. Yüzündeki o kibirli sırıtma, tırnaklarım tarafından sökülmeyi talep ediyordu adeta. "Git şuradan kızım," diye konuştu, çirkin bir konuşma şekliyle. "O benim kedim. Her haltı yaparım, sana ne?”
Ona doğru eğilerek mesafeyi küçültürken, "Seni piç kurusu," diye hırladım bastırarak. "Ben varken o kediye bir bok yapamazsın!"
Adam bu cüretimi asla bekliyor olmalı ki, eğildiği yerden doğruldu. Onun ağır ter ve sigara kokusu yüzümü buruşturmama sebep olduğunda geriledim. Eş zamanlı olarak nasırlı parmakları dirseğime yerleşerek, beni kendine doğru çekti. "Ne dedin sen?" diye hırladı, yükselen sesi sinirlerimi germişti. "Bak kızım, belalısın, mahalle senden ürküyor falan ama bana işlemez bu tavırların. Bas git evine, başına bela alma!”
Dişlerimin arasından tısladım. "Elini çek, seni öldürürüm.”
Kedi sessiz iç çekişleriyle kaldırım kenarına çıktığında onun için rahatlamıştım ama bu adamın bu meseleyi uzatacağını anlamıştım. Dert değildi. Başa çıkabilirdim. Onun pis elini dirseğimden silkerken, "Siktir gir," diye hırladı, onu sinirlendirmenin hazzıyla şeytani bir şekilde gülümsedim. "Nasıl bir karısın sen lan! Adını çıkarırım, bir daha şu mahalleden içeriye adım bile atamazsın."
Bu beylik cümlelerine, kendini ultra beğenmiş haline katlanamayarak, dirseğime saplanan tırpan misali parmaklarını tek seferde kendimden uzaklaştırdım. Bu gücüme afallasa da kirlenmiş ve sakallı yüzüyle sırıtmaya devam etti. "Bak sen. Demek göründüğünden daha fazlasısın Mahşer Hanım."
Alayla gülümserken, "Ama sen tam göründüğün gibisin," diye konuştum, gayet sakin bir sesle. "Ne azı ne fazlası. Tam bir pisliksin."
Ona durmadan hakaret etmeme daha fazla katlanamıyor gibi üstüme yürüdüğünde, çoktan bir savunma mekanizması geliştirmiştim. Kolu havalandı ve havaya kalkan eli yanağıma doğru harekete geçti. Ben elbet buna izin vermeyerek atağa kalkacaktım ama biri benden önce davrandı.
Annem...
Bahçe kapısı önünde durmuş, elindeki iri taşı karşımdaki adamın kafasına fırlatmıştı.
Adam bu beklenmedik darbeyle irkilip, kafasına gelen taşla birlikte geriye doğru sendeledi. Taş bayağı iriydi ve annemin o taşı kaldırabilmesi bile güç istiyordu. Dudaklarım aralanırken, adam ahlâksız bir küfürle birlikte arkasındaki elektrik direğine yaslandı. Annem soluk soluğa, kızgın ve tiksinti dolu bir ifadeyle adama bakarken, "Kart orospu," diye bağırdı adam. Şakaklarından akan kanla birlikte acı dolu bir inilti döktü. "Bak anasına, al kızını. Sizin ikinizi de babanın mezarın da sikmek var..."
Bu herife sırt çevirip gidecektim. Evet, kediyi kurtardığım ve sinirimi attığım için bu leşi o köşede acısıyla bırakıp evime gidecektim ama bunu dediğinde tüm planlarım devre dışı kaldı. İçimi jiletleyen, beni kendi içimde parçalara ayrılan o güce karşı koymamın mümkünü yoktu. Gözlerim döner gibi oldu. Bakışlarımda dehşet bir soğukluk hakimiyet kurarken, iki soluk kadar bir vakitte yerimden atıldım.
Onun yaralı, yer yer kan damlamış yüzüne uzandım. Uzun, kırmızı ojeli tırnaklarımı yüzüne saplarken, sokaktan geçen insanlar tarafından izlendiğimizi gördüm. Tırnaklarımı yüzünün iki yanı boyunca indirirken, kırdığım bacağımı yukarı kaldırdım. Adam hem canının acısından hem şaşkınlıktan sersemlemişti. Cenin şeklini alan dizimi sertçe ve hırsla kasıklarına doğru geçirerek kıvranmasını sağladım. İki büklüm olup belini büktüğünde, "Sana hakaret etmek bile gelmiyor içimden," diye bağırdım, tırnaklarımı daha derine batırırken. "Hani erkektin? Hani canımı okurdun. Sana kan kustururum, yemin ederim yaparım..." onun sakallı çenesini kavrayıp, gözlerimi gözlerimin hizasına kaldırdım. "Özür dile."
Taşın etkisi şiddetliydi. Gözleri kararıyor gibiydi ve bakışları baygındı. Ağzındaki salyaları çenesine doğru akarken, son bir gayretle beni ittirmeye çalıştı. Annem bana bir şeyler anlatmaya çalışırken üsteledim. "Özür dile hayvan herif!"
Gürültüyle öksürerek yüzünü tırnaklarımdan uzaklaştırmaya çalıştı. Ona acıyordum. Hem de ondan iğreniyordum. Kapanmaya yüz tutmuş baygın gözlerle bana bakarken, "Özür dilerim," diye konuştu, öfke içinde. "Babasının kızı."
Benim ona kalkan elim henüz onun yüzüne bir darbe bırakmadan, herif yaslandığı elektrik direği boyunca kaydı ve çamurlu zemine gürültüyle düştü. Havaya kalkan elimi yanıma indirip küçük bir yumruk haline getirdiğimde, annemin çoktan yanıma geldiğini fark ettim. Adamın şakağından sızan kan birikintisi ıslak toprağı kirletirken, insanların arkamdan fısıldaştığını duyuyordum. Annem beni eve çekiştirdiğinde ona karşı koymadım. Beni o adamın yanından uzaklaştırarak sokağın karşısına çektiğinde, yüzüme korkunç bir ifadenin çöktüğünü görmesem de hissediyordum. Annem demir kapıyı açarak bahçeden girdiğinde, mahalle sakinlerinden Melahat Hanım’ın sesi hemen arkamızdan yükseldi. "Senin gibi bir kızı olduktan sonra, bu kadın dili olsa da utancından konuşmaz!"
Arkama dönmeye tenezzül etmeden bağırdım. "Sen git de kızının sutyenlerini, bakkalın oğlundan topla!"
Kadının ne tepki verdiğine aldırmadan annemin beni sürüklediği yere gittim. Sokak kapısından içeriye girdiğimiz an beni yeşil kanepeye fırlattı ve kendisi de önümde eğildi. Diz çöktüğünde, ona kalkması için uyarı dolu bir bakış attım ama gözü beni görmüyordu.
Şimdi ellerime uzanacak...
Bir daha kendimi tehlikeye atmamam için adeta yalvaracaktı.
Belki de senin sınavın bendim anne.
Yine de ne olursun beni doğurduğun için pişman olma.
Lütfen...
Annem öfkeli, gücenmiş, kızgın ama her şeye rağmen bir annenin sahip olabileceği o bakışlarıyla gözlerimi eşelerken, parmaklarını yukarı kaldırdı. Bunu yapmadan hemen önce onu dinlemem için bacağıma attığı çimdiğe öfkelendim ve bakışlarımı parmaklarına çevirdim. O adam sana vuracaktı. Senin canını yakacaktı. Havaya kalkan elini gördüğümde ne hissettiğimi biliyor musun? Kirpiklerini kırpıştırarak gözyaşlarını geriye itmeye çalıştı. Çok nefret dolusun. Her şeye, herkese karşı kin besliyorsun. Durdurulamazsın. Olmak istediğin halin beni korkutuyor Mahşer. Herkesi incitiyorsun, Öğünç ve Çisem'i bile.
Bizim dilimizde Çisem ve Öğünç'ü baş parmaklarıyla tanımlıyordu. Onun kendini anlatma çabasını, çırpınışlarının kendine verdiği eziyeti ve azabı izlerken kafamı yana yatırdım. Annem kendisi gibi bir kadın olmamı istiyordu ama ben babamın kızıydım. Babamın nefretine, babamın sevgisine, babamın gücüne bağışıklık kazanmıştım. Birini birinden daha çok sevmiyordum ama babama benziyordum ve annem hep bununla gurur duymuştu. Olmamı istediği kadına, olduğum kadın cevap verdi. "Ben istediğin kadın olamam anne."
Ellerini dizime çırparak baskın gelen acısını somut bir şekilde belli ettikten sonra parmakları çırpınmaya devam etti. Daha sakin ol, her şeye bu kadar çabuk sinirlenme. Gözyaşlarını, omzunu örten ince badiyle sildi. Öfken içini yiyen bir lanete dönüşmüş. Sen insanları bitirdiğine inanıyorken, nefretin seni bitiriyor. Sen vicdanlısın, bu kadar hissiz değilsin
Elimi yukarı kaldırıp, az önce soğuğun üşüttüğü ellerimle onun yanağını kavradım. Annem burnunu çekti. "Seni seviyorum," diye fısıldadım. Bin defa var olsam, bin defa da senin kızın olmak isterdim, diye içimden geçirdim. Devam ettim. "Ama seni sevdiğimi hissetmiyorum..." elimi yanağından indirdim. "Bunun için beni suçlayamazsın."
Annemin kırgın gözlerine alışkındım, beni bu alışkanlığa iten ise yine bendim. Yorulan parmaklarını aşağıya indirip yumruk halindeki ellerimi yakaladı ve parmak boğumlarıma birer tane öpücük kondurdu. Genel de beni öpmezdi, bunu garip buldum ama tepkisiz kalmayı başardım. Bunun üzerine annem de ellerimi bırakıp uzaklaştı, yanımdan kalkıp mutfağa gitti. Herkesin uzaklaşmak, kaçmak ve gitmek istediği bir tiptim ve buna alışmıştım. O yüzden sorun yoktu.
Gerçekten, umursanmamak yalnızca egomu sarsar, kalbimi kırmaz.
Tırnaklarımı dizlerime geçirip ağzına kadar kan dolu olan kalbimin içindeki sıvıyı, paslanmış geçmişe akıtırken bir gıcırtı duydum. Sokak kapısının aralanırken bıraktığı o sesle birlikte ahşap zemine düşen adımı gördüm. Siyah, mat ve bağları özensizce bağlanmış botların uğultusu bir süre kulağımda kaldı. Merak etmedim, dönüp bakmadım.
Lakin yerini unuttuğum bir organımın o telaşlı kıpırtısını işittim.
Duman Alanguva buradaydı.
Ellerimin dizlerim üzerindeki ritmik hareketine son vererek oturduğum yerde kasıldığımda sokak kapısını örttüğünü duydum. Başımı kaldırmadan onun yanıma gelişini izledim. Duraksadığını hissetmiştim, tepkisizliğimi beklemiyor olmalıydı. Elime bulaşan pis kanı görmüş olmalı ki, adımlarını hızlandırdı ve iri adımlarıyla oturduğum koltuğun önünde yer aldı. Hafifçe eğildiğinde baskın olan erkeksi kokusu genzime kadar yükselerek beni ansızın yakalamıştı. Önümde diz çökmedi, eğilip kaldığı o süre içinde bir eli nazik bir şekilde kemikli çenemi kavradı.
Göz gözeydik.
Koyu bir kasvetin uğursuzca gezindiği bir kasabaydı gözleri. Parmak boğumları çenemin altına hafif bir dokunuş emanet ederken, "İyi görünmüyorsun?" Diye konuştu, sesi sorgulayıcıydı. "Bir sorun mu var?"
Sorun mu var? Komikti. Cidden gülebilirdim ama dudaklarım birbirine dikili gibiydi. Gülmedim. Sert bir yutkunuşla beraber kavislenen âdem elmama ve sonrasında zonklayan şakaklarıma bakarak devam etti. "İki yüzlü, yüzsüz şeytanım..." kan sıçramış ellerime baktı. "Üzüyorlar mı seni?"
Ellerimin üstündeki kanı koltuğun döşemesine silerken, "Üzülemiyorum," diye konuştum ruhsuz bir sesle. "Hiçbir şeyi hak etmeyen bir sürtüğüm ve her şeyin en iyisini hak ediyormuş gibi davranmaya devam edeceğim." Gözlerinde kıvam kazanan şiddetli kızgınlığa baktım. "Neden buradasın?"
Yüzünü yüzümün hizasına yaklaştırdı. "Lafını geri al!"
Kaşlarımı çatarken, "Neyden bahsediyorsun?" Diye konuştum, sahiden anlamamıştım.
Çenesinin gerildiğini görebilmiştim. Sol gözü bir an seğirir gibi oldu. Gözleriyle renkli gözlerimi eşelemeyi sürdürürken, "Bir sürtük değilsin," diye konuştu, sertçe. "Kendine bunu nasıl yakıştırırsın! Lafını geri al."
Ona tip tip baktım. "Geri zekâlı mısın?"
"Konumuz bu değil."
"Hı," diye konuştum, kışkırtıcı bir alayla. "Konumuz bu olsa geri zekâlı olduğunu kabul edeceksin?"
Paltosunun ağır kumaşı dizime dokunurken, üstüme doğru geldi ama geriye kaçmadım. Hadi ama, ondan kaçacak halim yoktu. Yukarı diktiğim burnuma, küstahlıkla kıvrılan dudaklarıma izinsizce bakarak mırıldandı. "Seni bacaksız..." nefesi sınır ihlali yapıyordu. "Lafını geri al!"
Onun bu sinirli ve agresif haline apaçık bir keyifle bakıp, dudaklarımdaki tebessümü genişlettim. "Ben bir sürtük değilim," diye konuştum, tıpkı onun istediği gibi. "İnandırıcı oldu mu Duman?”
Bana kararlı bir bakış attı, öyle bir kararlılıktı ki, gözlerimi ağırca kırpmama sebep oldu. "Bir gün," diye fısıldadı, kendinden emin bir ses tonuyla. "Bir kız çocuğu gibi ağlayıp, saçlarını okşamam için bana yalvaracaksın..." kızgın bakışıma aldırmayarak devam etti. "Seni ağlatmayı, seni güldürmekten daha çok istiyorum."
Acımasız oldum. "Tabi, o zamana kadar ölmüş olmazsan."
Yumruk halindeki elimi kalbine yaslayıp onu sertçe geriye doğru ittiğimde, bana karşı koymayarak geriledi ve duruşunu doğrulttu. Ellerini paltosunun cebine saklayarak salona bir göz gezdirdi ve karşımdaki koltuğa oturdu. Dirseklerimi çeneme yaslayarak sabit bir şekilde durmaya devam ederken, Duman ağzının içinde homurdandı. "Bu ev buz gibi. Elektrikli soba kullanmıyor musunuz?"
Ev her an soğuktu ama bedenim bağışıklık kazandığı için sorun etmiyordum. Yanaklarımı şişirerek sıkkın bir nefesi bırakırken, "Elektrikli soba bir tek annemin odasında var," diye konuştum kupkuru bir sesle. "Bu senin değil, benim sorunum. Boş versene, neden buradasın?"
Dirseklerini dizlerinin üstüne yaslamış, benim pozisyonumu almış, doğrudan bana bakıyordu. Bakışlarımı kaçırmak gururumu tokatlamak gibiydi. Bu yüzden dik dik bakışlarına karşılık verdiğimde, "Hak ettiğin bu değil," diye konuştu soğuk bir sesle. "Burada soğuktan gebermediğine şaşırıyorum. Eğer gerçekten savaşmak istiyorsan hastalık, rahatsızlık dibi durumları ortadan kaldırmalısın." Taviz vermeyen ifadesine boş boş baktım. "Bir kumpas içerisinde, senin rahatsızlıklarına kafa yoramam. Bu evi ısıt, sağlığına dikkat et."
Emrivaki cümleleri bir sinirin, zincirlerini kırarak içimde dolaşmasını ve dizginlenemez bir hâl almasını sağladığında kaşlarımı çattım. Elimdeki kanı koltuğa sürterken, "Ben senin nerede, ne zaman var olacağını bilemediğim ağrılarına mecburum ama," diye bağırdım kuvvetle. "Hiçbir boku görmeyen herifin tekisin..." ellerimi sıktım. Canımı acıtacak kadar. "Hiçbir şeyi görmedin. Görmüyorsun. Hiç... Hiç..."
Aptal.
Başımı sol yanıma yatırırken dişlerimi sıkarak kendime sıkı bir küfür savurdum. Bazen ona baktığımda on altı yaşındaki mutluluklarımı, heyecanlarımı görüp kendimi kaybedebiliyordum ama bir daha buna müsaade etmemeliydim. Duraksadı, kalbinde taşıdığı vecanın benim ruhumun kanatlarında ağırlık yaptığını hissettim.
Bu kanatlar, şeytanların meleklerden çaldığı kanatlardı.
"Görmediğim ne?" Diye sordu açıkça, sesinde tek bir kırılma yoktu. "Bugün tuhafsın. Sorun ne Mahşer?"
Hissiz bir sesle, "Sorunlarımı halledebilecek kadar büyüdüm," diye konuştum. "Sıkıldım senin bu bilmiş tavırlarından..." onun dikkatli bakışlarına aldırmayarak devam ettim. "Neden burada olduğunu bir an önce söylemezsen seni zevkle kovabilirim."
Duman paltosunun yakasını hafifçe kaldırarak burnunu kırıştırdı. Favorilerinden yanaklarına yayılan kirli sakalları koyu renkliydi ve kül renkli teniyle bir uyum yakalamıştı. Kol bileğindeki gri kayışlı saate bir göz attıktan sonra ağzının içinde homurdandı. "Abinin amına koyayım."
Küfür eder gibi tısladım. "Benim bir abim yok!"
Öfkeyle kudurdu. "Sana abilik, annene evlatlık yapmalıydı!"
Tüm kaslarım gerildiğinde, "Sadece kaçtı," diye konuştum mekanik bir sesle. Sesim pürüzsüzdü. Bunun için kendimi tebrik edecektim. "Ne bana abi ne anneme evlat olmayı başaramayan korkağın teki!"
“Bir gün geri gelecektir.”
"Onu öldürürüm!"
Bunu yapar mıydım? Yapardım. Birini öldürmek benim için zor değildi. Ellerim dahi titremezdi. Yoksa, titrer miydi? Titremezdi değil mi? Bir an omzumdaki yüklerin kalabalığını hissederek dişlerimi sıktığımda, "Sana hatırlatmak istememiştim," diye konuştu, dürüst davranıyordu. "Sadece onun sana bıraktığı bunca yük için onu suçluyorum. Bunu hak etmiyorsun!"
Omzumu silktim. "Sen de komadaki bir sevgiliyi yıllarca beklemeyi hak etmiyorsun." Buz gibi ifademi aynada görsem şaşırmazdım. "Bak, aynı yerdeyiz. On altı yaşımın katledildiği, on dokuz yaşının avuç avuç koparılıp senden çalındığı o gecedeyiz. Yani bu konuştuklarımızın hepsi boş. Sadece bir arada olma amacımıza yönelmek istiyorum."
Bir süre kemikli yüzümü izledi. Kendi çıkarlarımız doğrultusunda birbirimizi kullanıyorduk ve ikimiz de bunun farkındaydık. Aksi halde ne onun yüzünü görmeyi ne de sesini duymayı isterdim. Onun da bunu istemediğini biliyordum. Şakaklarımdaki ufak tefek sarsıntılarla birlikte gözlerimi kapadım ve anlık ağrının hafiflemesini bekledim. Duman herhangi bir itirazda bulunmadı. Olgun bir karaktere sahip olması beni bazen çıldırtsa da otokontrolüne sahip çıkabilmesi planlarımız için biçilmiş bir kaftandı. "Bunun için buradayım," dedikten sonra çenesinin gerildiğini gördüm.
Ellerimi sıktım. “Hattı kırıp attın mı?”
Başını salladı. “Evet.”
“Şimdi Nicolas, ya da Melih Han’ı... Nasıl huzursuz edeceğiz?”
“Bir açık arttırma var, bizim şirket düzenliyor. Oraya katılacağız.” Her şeyi planlamış görünüyordu, konuşurken gözleri kısıktı. “Ben de katılacağım, orada olmam dikkat çekmeyecektir. Sen de görevli olarak çalışacaksın, mutfakta.”
Ona ne yapacağımı sormadan Duman merak ettiğim her şeyi tane tane açıkladı. O anlattıkça keyiflendiğimi hissettim, birilerine tuzak kuracak olmak hoşuma gitti. İnsanların duygularını umursamazdım ama ne kadar ucuz olsa da onların duyguları üzerinden iyi hissetmeyi umursardım. Onu sessizce dinledim ve konuşması bittiğinde yalnızca onayladım. Telefonu çaldı, belki sevgilisiyle ilgili bir haberdi. Ona gitmesini, keyfine bakmasını söyledim. Beraber ayağa kalktık, onu uğurlayacaktım ki bir anda benden tarafa döndü. Aramızda zaten mesafe yoktu, üzerime doğru eğildi.
Saçlarımın üstüne bir öpücük kondurduğunda, geçmişin ağzındaki kanı saç tellerime kustuğunu anlamıştım. Dudaklarının baskısı sertti, sakallarının siyah saçlarıma sürtünüşünü hissetmiştim. Sıcak bir öpücüktü, çok anlıktı. Biz hiçtik. Bizi var eden hiçlik öyle güçlüydü ki, aramızda bir bağ oluşturmuştu. Amacımız, yaşamdan koparmak istediğimiz şeyler birbirinin aynısıydı ve bu aramızda bir bağ var etmişti.
Yanımdan geçip bittiğinde yaptığım tek şey arkasından kapıyı kapatmak oldu. Hırçın, titreyen parmaklarımla onun öptüğü yeri hırçınca sildim ve hatta banyoya kadar gittim. Başımı küvetin altına sokarak akıttığım soğuk suyla birlikte saçlarımı sertçe yıkadım. Dayanamıyordum, zaaflar var etmekten hep kaçınmıştım ve kaçınacaktım. Islak saçlarıma sardığım küçük el havlusuyla birlikte banyodan ayrılarak odama geçtiğimde dağınıklığa bir küfür savurarak yatağın üstüne oturdum.
Ellerim hâlâ titriyordu. Sınırları kaldırmak istemedikçe, içerisinde olduğum duvarları benim üstüme itmekle tehdit ediyordu. Yatağın üstünde oturarak saçlarımı yumuşak havlu ile kuruladım ve fırçayla düğümleri çözdüm. Şimdi saçlarım daha düz ve toplu duruyordu ama kuruduktan sonra kabaracağına emindim. Saçlarımı gevşek bir topuzla toplayarak oturduğum yerden kalktım. Yünlü halımın üstündeki kıyafetleri, kalabalığı toplayarak ortadan kaldırdım. Çalışma masamın üstündeki kitapları ve makyaj masamın üstündeki kremleri, günlük bakım ihtiyaçlarını dolap raflarına yerleştirdim.
Bir erkekten daha dağınık olduğuma emindim ama kendi dağınıklığımı toplamasını bilirdim. Odamın daha yaşanılabilir olduğuna karar kıldığımda altımdaki eşofmanı çıkararak bir kot ve badimi çıkarıp bir oduncu gömleği giyindim.
Saç uçlarım kalçalarımda salınırken, "Babamın izini kimse silemez," diye konuştum fısıltıyla. Saçlarımı seviyordum. Babamdan başka hiçbir erkeğin izi yoktu. "O bile."
Odamdan ayrılarak mutfağa girdiğimde annemin ocağa koyduğu demliğin kaynadığını ve neredeyse bitmek üzere olduğunu gördüm. Kaynadıkça buharlaşmıştı. Su ısıtıcısına bir miktar su koyarak kaynattıktan sonra kendime bir nescafe yaptım ve salona geçerek elimdeki kahveyle oturmaya başladım. Akşamı düşünmem gerekiyordu. Melih Han kurmaz ve zekiydi. Bakışlarımı yakalamaması, kötü niyetlerimi fark etmemesi için bir kalkan oluşturmuştum ve bunu güçlendirmeliydim.
Bir süre boşluğu izleyerek kanepede oturduğumda, kahvemi büyük yudumlarla içerek ağzımdaki acı tadı bir nebze olsun silmiştim. Siyah kupamı orta sehpaya bırakmak için ileriye doğru uzandığımda pencere camındaki gölgeyi gördüm. Koşturarak sokak kapısına gelen Çisem'in mavi ve bukleli saçları rüzgârda süzülüyordu. Az sonra kapı çaldığında, "Bir sen eksiktin,” diye konuştum. Oturduğum yerden doğrulup kapıyı açtığım vakitte, Çisem durmadan homurdanmıştı. "Açsana canım bebeğim. Vallahi her geldiğimde aynı tepkiyi veriyorsun! İstemiyorsan söyle gelmeyeyim."
Kapıyı araladığımda topuklu botlarını ayaklarından çıkarana dek durmadan söylenmiş ve yanaklarıma sulu öpücüklerini kondurarak kendini kanepeye atmıştı. Üstündeki kamuflaj montu çıkarıp deri pantolonla sarmalanan bacaklarını der top etti ve ellerini çırparak beni yanına çağırdı. "Gel bak, anlatacaklarım var.”
Gözlerimi abartıyla devirip yanına oturduktan sonra kollarımı göğsümde bağladım. "Anlat bakalım."
Ellerini çırpmayı bir kenara bırakıp heyecanla bana sokulurken, "Biliyor musun?" Diye konuştu ciddiyetle. "Dumanla ilgili birkaç araştırma yaptım."
İfadesizlik maskesi her zaman işe yaramıştı. Yine o maskeyi yüzüme giydirip, "Ne güzel," diye geveledim ağzımın içinde. "Bu beni ilgilendirmiyor."
Çisem bir şey arar gibi etrafa bakınırken muzip bir sesle söylendi. "Benim külahım nerede ya?"
Onun koluna elimin tersiyle vururken, "Bu muhabbetlerden hoşlanmıyorum," diye konuştum. "Söz konusu sen olduğun için taviz veriyorum ama sınırını bil."
Zarif, ince çenesini göğsüme yaslayarak numaracı bir tavırla dudaklarını büktü. "Ama bilmen gereken şeyler var canım."
"Çisem..."
Göğsümün üstünü, kalbime yakın bir yerleri öptü. "Duman, tam buradan hastaymış," diye konuştuğunda, sesi hüzünlüydü. "Kalbinden. Üniversiteden bir arkadaş vardı, tanıyorsun. Bu tür vakalarda hasta en fazla otuz yaşına kadar yaşarmış. Bana bunu dedi. Söylerken gözleri hüzünlüydü ama sesi titremiyordu."
Ben zaten bu ayrıntıları biliyordum. Öğrenmiştim ama hasta olan ben olmadığım için ne yapabilirdim ki? Beni ilgilendirmezdi, bunları Duman bilmeliydi. "Ne demeye çalışıyorsun Çisem? Sıkılıyorum bak..."
"Ona tehlikeli şeyler hissediyordun," diye konuştu, sesi titriyordu. "Ona çıldırıyordun. Aradan yıllar geçti ve bitti değil mi? O hasta, ölecek. Tamam, şu an bencil görünüyor olabilirim ama senin acı çekmeni istemiyorum." Sesi aceleci ve ürkekti. Ne yapacağını bilemeyen küçük bir çocuğun şaşkınlığını yaşıyordu. "O tamamen bitti değil mi?"
Boş hissettim. Bitmek, başlamak. Geçmiş, gelecek. Eski, yeni. Hepsi birbirine laçka olmuş gibiydi. Gevşek bir şekilde gülümseyerek acılarımla, geçmişimle, geleceğimle alay ettim. Çisem'in nemli saçlarını omzuna bırakırken, "Boş yapma," dedim sıkıldığımı belli ederek. "Ne bu dramatize hallerin? Ölecekse bundan ailesi sorumlu. Biz sadece kısa süreliğine birbirimizi kullanıyoruz. Hepsi bu."
Sarılmaktan haz etmediğimi bildiği için olduğu pozisyondan daha ileriye gitmeyerek kıkırdadı. "Çok ruhsuz olduğunu unutarak saçmalamadım," diye konuştu, daha iyi görünüyordu. "Her neyse, içim daha rahat. Seni kaybetmeyeceğim."
Kim bilir?
Çisem ile birer tane daha kahve içtikten sonra, Öğünç'ün araması üzerine hazırlanmıştık. Bizi ara sıra gittiğimiz mekâna götürmek istediğinde bana iyi geleceğini bildiğim için teklifini kabul etmiştim. Giyindiğimden farklı olarak üstüme siyah deri ceketimi geçirmiş, örgü şalı da boynuma ve omuzlarımın bir kısmına sermiştim. Çisem yarım saat kadar önce çıkardığı botlarını tekrardan giyinmiş, kapının önünde beni beklerken odamın kapısını örttüm. Annemin odasına yürüyüp kapıyı ittirdikten sonra başımı aralıktan içeriye sokarak gözlerimi ona çevirdim.
Saçlarını tarıyordu.
Yan bir şekilde oturmuş, bacaklarını kalçasının altına kıvırmış ve yavaş, yumuşak dokunuşlarla saçını tarıyordu. Boynu hep büküktü. Hep yetim, öksüz bir duruşu vardı. Suçsuzken hep suçluymuş gibiydi. Kapının gıcırtısını işittiğinde, solgun gözlerini gözlerime dokundurmuştu. Cansız mavileri içimdeki mağlup kızın zincirlerini çekiştirirken, "Mutfaktaki masaya senin için bir tabak hazırladım," diye konuştum. "O tabağı bitirdikten sonra masaya bıraktığım ilaçları al. Eğer almazsan sorun çıkarırım anne."
Elini saçına atarak, saç dibinden kopmuş saç tellerini eline düşürdü. Hemen sonra parmaklarının becerisini kullanmak yerine, kâğıdına ve kalemine uzandı. Saniyeler sonra kâğıdı bana çevirdi.
Ne olursun, sağ salim eve dön.
Sağ salim eve döneceğim.
Seni bu vicdansız dünyada tek başına bırakamam. Bunun için hep evimize döneceğim.
Ona boş boş bakarak odanın kapısını gürültüyle örttüm ve durmadan söylenen Çisem'in yanına ilerledim. Kısa sürede evin kapısını üç kez kilitleyerek bahçeden ayrıldığımızda, Öğünç de spor arabasıyla sokağın başında görülmüştü. Arabanın içine yerleştiğimizde bir süre Öğünç'ün onu özleyip özlemediğine dair olan sorularıyla bunalmış, sonrasında gideceğimiz yerin ferahlığıyla rahatlamıştım.
Kaptan'ın mekânı dışında arada bir kahvaltı veya fast food yemek için gittiğimiz bir mekân vardı; sahil yolunda. Kafa dinlemek için Kaptan'ın mekânına, insanlarla didişmek istediğimde buraya giderdik. Çisem yol boyunca Öğünç'ü kesmiş, bunu ciddi bir şekilde yapmıştı. İçinde bulunduğu durum zor ve belki de aşağılayıcıydı. En nihayetinde Öğünç benden hoşlandığını iddia ediyordu ve Çisem benim sahip olduğum kardeşti. Ben de onu sahip olduğu tek ablaydım ve olduğu durum oldukça kahrediciydi.
Yol genel itibariyle sessiz ve sakin geçmişti. Gideceğimiz mekân daha karanlık, kasvetli ve iç karartıcıydı. Bir bar değildi ve pek tekin tipler yoktu. Mal veya uygunsuz davranışlara rastlamamış olsam da dağıtmak isteyen herkesin mutlaka oraya gideceğini biliyordum.
Spor, kırmızı araba mekânın karşısındaki kaldırımda durduğunda, sigaramın izmaritini camdan aşağıya fırlattım. Çisem mavi saçlarını, arabanın ön aynasından itinayla düzeltip Öğünç'e doğru döndü. "Bugün beraber boks torbasında çalışır mıyız?" diye sordu hevesle. Bunu daha önce de istemişti. "Söz vermiştin?"
Öğünç torpidodaki sigara ve çakmağını alarak kotunun ön cebine tıkıştırırken, omzunun üstünden bana döndü. Dudakları, Çisem'in tenine bir yara işler gibi konuştu. "Ben Mahşerle çalışacağım," dedi, sesi canlı ve kararlıydı. "Sana bugün için söz vermedim. Mahşer'in yokluğunda seninle çalışırız."
Çisem'in eli kapının üzerinde kaldı. Öğünç ona attığım buz gibi bakışlarla sessizce yutkundu ve açtığı araba kapısından hızlıca indi. Boynumu gergince ovarken, "Sadece ona ulaşılmaz geliyorum," diye konuştum soğuk bir sesle. "Hepsi bu."
Sert ve edepsiz bir küfür savurarak, "Beni öpmüştü," diye bağırdı. Araba kapısını aralayarak kendini dışarıya bıraktı. "Lanet olsun!"
Elimi boynumdan çekerek sızan soğukla birlikte sert bir nefes aldım. Arabadan inerek hırçınca yürüyen Çisem'in yanına yürüdüm. Öğünç, güvenlik sorumlusu Mehmet Abi ile kısa bir sohbet gerçekleştirirken, Çisem bile isteye ona çarparak mekânın içerisine girdi. Öğünç onun arkasından homurdandı. "Omzum düştü!"
Mehmet Abi onun ensesine vurduğunda, Öğünç erkeksi bir şekilde gülerek mekâna ilerledi. Ona göz devirerek Mehmet Abi'ye baş selamı verdim. Mekânın girişi ve ilk katı oldukça aydınlık ve normal bir mekân görünüşüne sahipti ama alt kata indiğimizde bambaşka bir yere girmiş gibi hissediyordunuz. Geniş holü yürüyerek kafenin içerisine girdiğimde, Çisem ve Öğünç'ün puf şeklindeki koltuklara oturduğunu gördüm. Çisem onu başından savmaya çalıştıkça o Çisem'in göbek dekoltesini örtmeye çalışıyorlardı.
Öğünç, merdivenlerin başında durarak etrafı izleyen beni gördüğünde, "Gelsene," diye konuştu. Onu elimle geçiştirip, "Aşağıya iniyorum," dediğimde gözlerini pörtleterek karşı çıktı. "Oraya tek inme. Tehlikeli ve seni rahatsız edebilecek tipler var."
Alayla güldüm. "Beni mi rahatsız edeceklermiş?"
Çisem imayla konuştu. "Öğünç bakıcılık yapmaya bayılıyor."
Öğünç tekrardan ona dönerek dekoltesine homurdandı ve elleriyle onun badisini aşağıya çekiştirdi. "Geri zekâlılar," diyerek yanlarından uzaklaştım ve merdivenleri inmeye başladım. "Bazen sizi boğmak istiyorum."
Ahşap, demir korkuluklara sahip merdivenleri indikten sonra kasvetli ve daha melankolik bir müziğin çaldığı alana baktım. Deri, acı kahve rengindeki koltukların üstünde birkaç kişi oturuyordu. Koyu renkteki masaların üstünde alkol ve tütün ürünleri vardı. Zemine basarak aşağıya indiğimde, omzumun üstünden arka tarafa baktım. Masa tenisi oynayan birkaç tip sessizce gülüşürken, kum torbasının henüz kimse tarafından sahiplenmediğini görerek gülümsedim. Üst katın bir kısmı bahçeden ve bir kısmı kafeden oluşuyorken, alt katın bir kısmı oturmak için bir alan ve oyun oynamak için ayrı bir alandan oluşuyordu. İlk geldiğinizde kafanızı yoruyordu ama bağımlılık yapan bir mekândı.
Hep tarçın kokuyordu.
Barmenin verdiği baş selamına karşılık verdikten sonra, en dip ve sessiz yerdeki kum torbasına ilerledim. Bu sırada örgü şalımı boynumdan çıkarmış, kum torbasının yanındaki pufun üstüne bırakmıştım. Ortam normal sıcaklıktaydı ve bedenimi ısıtacağım için şu an ceketim fazlalık yapıyordu. Ceketi de üzerimden çıkardıktan sonra şalın yanına bıraktım ve kum torbasının karşısına dikildim. Herkes kendi halindeydi, kimse kimseyle ilgilenmiyordu ve bu rahatlatıcıydı. Salık saçlarımı omzumdan geriye yatırıp daha rahat bir alan yaratmaya çalıştım. Gömleğimi katlayarak dirseğime sıyırdım ve avuç içlerimle kum torbasını dengeledim. En iyisini yapana kadar bir şey yapmış sayılmazdım.
Omuzlarımı yükseltip pozisyonumu aldım. Bir bacağımı öne çıkararak dizimi hafifçe kırdım ve diğer bacağımı zemine daha sağlam bastım. Boks eldivenlerini geçirip, bantlarını yapıştırdıktan sonra kollarımı da dirseklerinden kırarak yüzümün önünde kaldırdım. Kendim hazır hissettiğim ve yapabileceğime emin olduğum an gözlerimi örterek burada yerde yalnız olduğumu hayal ettim.
Kendi içimde olduğu gibi.
Kolumun damarları kabarıp tenimin üstünde belirginleştiğinde, bileğimi kontrol altına aldım ve yumruk halini alan elimi kum torbasına indirdim. Kısa bir an parmaklarım uyuştu, kum torbası bir şok yer gibi sarsılarak gerilediğinde, çıkan gürültü kulağımda uğuldadı. Bileğimdeki damarın gerildiğini, nabzımın hızlandığını hissettim. Bu sadece alıştırmaydı. Kum torbası kendine gelemeden, havadaki yumruğumu bu sefer daha hızlı bir şekilde kum torbasına gömdüm.
Babam, zamanından kendimi tehlikeli insanlardan korumam için tekvando ve boks öğrenmemi çok istemişti. Ve onun ricaları dahi benim yapmam gereken en önemli şeyler olmuştu, daima. Bunun için bir zevkle başlamış olduğum macera bir vakit sonra, intikam ve hırsım gibi benim en sadık yardımcılarım olmuştu. Kendimi korumam için el becerisine sahip olmam gerekiyordu ve kendimi daha da geliştirmeliydim.
Bir süre hızlanan bir ritimde bacaklarımı ve ellerimi çalıştırdım. Biraz paslanmış olduğumu kabul etmeliydim. Okul, sınav, mezuniyet ve kumpas üst üste geldiği için buraya vakit ayıramamıştım. Göğsümün gerindiğini hissettim, içimde büyüttüğüm ne varsa vakti geldiğinde en çok benden beslenecek gibi hissediyordum. Bedenim ısınmış, ensem ve saç diplerim terlemişti. Yüzüm gergin, belki de onuncu cinayetini işleyen katil kadar seri ve soğuktu. Bir müddet bu ilerleyişte ve sessizlikte kum torbasını dövdüm. Canını okudum. İçimde birikenleri vahşice kustum.
Bedenim iyice ısındığında, soluklarım hızlandığında ve kalbim göğsümdeki kanı emmeye başladığında, arkamda bir beden hissettim. Algılarım bununla birlikte harekete geçtiği sırada, tanıdık elleri enseme bir havlu bıraktı. Öğünç'ün sesi cilveli ve kısıktı. "Çok ateşli görünüyorsun."
Bu cümleden hoşlanmamıştım. Omzumu sertçe elinin altından alarak, parmaklarını boşluğuna düşürdüğümde o da bundan hoşlanmadığımı anladı. Arkamdan önüme doğru geçip kollarını göğsünde bağlarken, "Bana öyle bir bakıyorsun ki, sana söylediğim cümlelerin hata olduğuna inandırıyorsun beni," diye konuştu ciddi sesiyle. "Üzgünüm, herhangi bir ima yapmamıştım."
Omzumu silktim. "Biliyorum."
Keyifsiz bir şekilde gülümsediğinde, garsonun getirdiği suyu aldı ve onu gönderdi. Cam bardağın içindeki suyu bana uzattığında, bir elimdeki eldiveni dişlerim ve ağzım yardımıyla çıkararak bardağa uzandım. "Sağ ol."
Su ılıktı. Özellikle, böyle olmasını istediğini biliyordum. O yuvarlak, baygın gözleriyle beni izlerken suyu üç yudumda bitirerek bardağı ona uzattım. "Al!"
Güldü. "Ver!"
Ona ters ters bakarak ensemdeki havluyla boynumda biriken nemi kurulamaya başladım. Son günlerde daha da agresifsin,” dedi. “Bunun Dumanla alakası var mı?”
“Umursamadığım insanlar duygularımı etkilemez,” dedim kısaca.
“Onu umursamıyorsun yani?” Gülmesi veya gülmemesi bu sorudan alacağı cevaba bağlı gibiydi.
Aynı yanıtı bir daha vermek yerine susup önüme döndüm. Öğünç kısa bir süre beni izledikten sonra, "Hadi yukarı çıkalım," dedi sıkıntılı bir sesle. "Çisem’i yalnız bıraktık, içime sinmiyor.”
"Çisem kendine sahip çıkabilir," dediğimde, cebimdeki telefonun titrediğini hissettim. "Ama belli ki, sen ondan ayrı kalamıyorsun. Sen çık, canım isteyince gelirim."
Burnunu kırıştırdı. "Sen de bir insanı deli edebilecek kapasite var."
O arkasını dönüp söylenerek merdivenleri çıktığında, kafamı iki yana salladım. Ceketimi ve örgü şalımı bıraktığım koltuğun yanına ilerleyip, kalçamı koltuğun kolçağına yasladım. Elimdeki boks eldivenlerini koltuğa bıraktıktan sonra havluyla alnımdaki nemi temizledim. Saçlarımı sol omzumdan aşağıya bırakarak boynumu gıdıklamasına izin verdim. Parmaklarımla kotumun cebindeki telefonu kavrayıp, ekranı aydınlattığımda gözlerim gelen mesaja odaklandı.
Gönderen: Duman Alanguva.
Bu akşam Melih Han’ın bir restaurantta randevusu olduğunu öğrendim, biz de seninle o restauranta akşam yemeği için gidelim. Tesadüfi görünen bir karşılaşmayla onun hayatına sızarız.
13.17
💔
Acı da faniydi ama sonsuzmuş gibi hissettiriyordu.
Geçeceğini bildiğin acıya veya yaraya üzülmek biz insanların yaptığın en aptalca şeylerden biriydi. Benim için evrenin kuralı alışkanlıktı. Her şey alışkanlıkla başlardı ve kimi zaman sonra alıştığın o şeyin yokluğuna da alışmak mecburiyetinde kalıyordun. Acıyı istemediğimizi söylüyorduk ama ona dahi alışıyorduk.
Dizlerimin bir parmak kadar altında biten siyah elbisenin, bacağıma dokunduğunda bıraktığı o yumuşak hisle dudağımı dişledim. Kalın askıları zarif omuzlarımdan aşağıya iniyor ve göğüslerimi sararak, belimin hatlarını ortaya çıkarıyordu. Elbise sade ve düzdü. Hafif V yakası gerdanımın bir kısmını meydana dökmüştü. Kalçamı ve dizlerime kadar olan bacak kısmımı sarmalamış olan elbise darlığı bakımından rahatsız ediciydi ama bir süre katlanabilirdim. Üstümdeki ceketi az önce çıkararak oturduğum sandalyenin sırtına bırakmıştım. Çisem, bir akşam yemeğine gideceğimi öğrendiğinde çok ısrarcı davranarak saçlarımla ilgilenmişti. Saçlarım zaten düzdü ama kendisi de düzleştirmiş, daha da özenli görünmesini sağlamıştı.
İçerisinde bulunduğum restaurant şıktı ve elit kesime hitap ediyordu. Yer zemin, kırmızı parlak bir taşla dizayn edilmişti. Oldukça geniş ve moderndi. Kubbe şeklindeki tavandan avizeler iniyor ve etrafı aydınlatıyordu. Göz yorucu bir aydınlık değildi. Led, minik aydınlatmalar ise duvarın kirişine sabitlenmişti. Masaların ayakları özel işlemelere sahipti. Yüzeyi ise yuvarlak, camdandı. Masalar arasında geniş bir mesafe vardı. Klasik bir müzik mekânın duvarlarından duyuluyordu. Buraya olduğum gibi gelmeyi isterdim ama Dumanla romantik bir akşam yemeği yediğimiz görüntüsü oluşması için şık giyinmiştim.
Duman beni evden aldığında ikimizin de kafası dolu olduğu için birbirimizle ilgilenmemiş ama bir durum değerlendirmesi yapmıştık. On dakika önce de mekâna gelerek, rezerve edilen masaya geçtiğimizden beri sabırsızlıkla Melih Han'ı bekliyorduk. Duman hemen karşımdaki sandalyede, boşluğa dalmış bir vaziyette oturuyordu. Yemek bıçağı biçimli parmaklarının arasında dururken, siyah gömleğinin ve üstüne her daim giydiği kaşmir paltosunun can alıcı siyahlığına baktım. Garson ikinci kez bir şey isteyip istemediğimizi sorduktan sonra yanımızdan ayrıldı ve bir başka masaya yöneldi. Duman bıçağın metal ucunu porselen tabağın üstüne sürterek tiz bir ses çıkarırken, "Bizi bekletmekten zevk alıyor," dedi ruhsuzca. "Orospu çocuğu."
“Burada olduğumuzdan bile haberi yok Duman, belki gelmekten vazgeçmiştir.”
“Umalım öyle olmasın,” dedi, çatalı sakince tabağın içine bıraktı. “Bu kadar hazırlık boşa gitmesin.”
Elimi çeneme koyarak, “Bu tesadüfe inanır mı sence?” Diye sordum. “Biz, tahminlerimiz üzerine ailelerini öldürdüğü insanların çocuklarıyız. Ona bir numara çevirdiğimizi sezer mi?”
Dirseklerini benim gibi masaya yasladı ve kirpiklerinin arasındaki buğulu gözleriyle gözlerimi esir aldı. “Sezsin, maksat huzursuz olması. Somut olarak yaptığımız bir şey yok. Onu, ailemizin katili olduğunu düşünerek huzursuz ediyoruz. Açık açık bize siz benimle mi uğraşıyorsunuz diye soramaz ama bundan kuşku da duyar. Amaç da bu.”
Doğru, onun bir nevi düşmanıydık ama bundan emin olamazdı. Ailemizi öldürdüğünden şüphelendiğimizi bilmiyordu ve bu şüphe onu huzursuz edecekti. Keyifle gülümsedim. “Bugün burada, şık bir restaurantta otururken yarın sergide çalışmam onu şüphelendirir.”
“Bırak,” dedi sakince. “Şüphelensin, hep sorgulasın bizi, niyetimizi.”
Doğru, asla emin olamayacaktı ama kartları açık da oynamayacaktı. Şüphe içinde kalacaktı, biz de zamansızca karşısına çıkıp onu huzursuz edecektik. Belki katil değildi, belki biz yanlış kişinin peşindeydik ama birileriyle uğraşmak bile bana zevk veriyordu. Açık açık güldüğümde Duman’ın puslu, kehribar bakışları gözlerimden sıyrılıp iki yana doğru kıvrılan dudaklarımı hedef haline getirdi. “Güldüğünü görmeyeli uzun zaman olmuştu.”
Yanlışı vardı, gülüşümü daha önce neredeyse hiç görmemişti.
Ben bu detaya takılmışken restaurant kapısından giren adamı gördüm ve aşina olduğum yüzü hemen tanıyarak topuklu ayakkabımla Duman’ın ayağına vurdum. Ayağını geri çekip kaşlarını hızla çattı ama bir şey sormasına gerek olmadan durumu anlayıp yüzüne bir maske geçirdi. İyi, tatlı bir sevgili maskesiyle uzanıp yüzümü tuttu. “Geçen gün ki o lunapark maceramız da ben de eğlendim sevgilim.”
Sıradan, herhangi bir şeyden bahseder gibi konuşuyorduk. Hemen kendisine uyum sağlayarak, “Peki ya gondola binip korkudan bağırmana ne demeli sevgilim,” dedim tatlı görünmeye çalışarak. “Çok komiktin.”
Masanın altından ayağıma vurdu.
“Egon mu sarsıldı?” Dedim, gözlerimi masum şekilde kırpıştırarak. “Bana da oluyor arada, birazdan geçer.”
“Sizi... bir yerden tanıyor olabilir miyim?”
Duman'ın arkasından yükselen sesi işittiğimizde Nicolas’ın oyuna düştüğünü anladık ve şaşırmış gibi durarak kendisine döndük. Paltosunun içinde, geniş heybetiyle masamızın hemen bir metre uzağında duruyordu. Gözlerini kısmış, gerçek mi sahte mi olduğunu ayırt edemediğim özür diler ifadeyle bize bakıyordu. İlk an yüzüme onu tanımıyormuş gibi bir ifade geçirip sonrasında gülümsedim. “Geçen gün karşılaştığımız beyefendi misiniz?”
“Evet, demek karıştırmıyormuşum,” dedi Melih Han, yüzündeki ifadeyi silerek kekremsi bir şekilde güldü. Duman’ın yüzündeki bakışlarını hissetmiş olmalı ki ondan tarafa döndü ve gülümsemesi zayıfladı. “Arkadaştınız değil mi?”
Gözleri fıldır fıldırdı.
“Sevgili,” diye düzelterek elini masanın üzerinde duran elimin üzerine koydu Duman. Avuç içi sıcak ve terliydi, saten hissi bırakmıştı. “Mahşer benim sevgilim.”
Parmaklarıma eli değil de sarmaşık dolanmış gibi hissettim. Bir yere hapsolmuş hissi beni gafil avladı.
“Ya, öyleydi,” dedi Melih Han, başını ağır ağır sallayarak. Katil o muydu? Bizi tanıyor muydu, ne kadar şüpheleniyordu? Bunu neden yapmıştı? Şu an ne düşünüyordu? Bana dönen gözlerini aynı sahte gülümsememle karşıladım. “Seni görür görmez tanıdım, çok kendine has bir yüzün var.”
“İltifat olarak kabul ediyorum,” dedim gözlerimi süzüp ona utangaç bir bakış atarken.
“Yanımda kız arkadaşıma kur mu yapıyorsunuz Melih Bey,” dedi Duman, sesinin şakacı olmak gibi bir derdi yoktu.
Ben utanmış bir sevgili gibi davranırken, Melih Han gözlerini Duman’a odakladı. “Geçen sefer size adımı söylemiş miydim?”
Huzursuzlandı, bu beni memnun etti.
“Evet,” dedi Duman, hiç çaktırmadan, aynı yüz ifadesiyle. “Tanışmıştık ya, siz de bizim adlarımızı biliyorsunuz.”
“Doğru,” dedi Melih Han ama gerçekten buna inanmış mıydı, bilemezdik. Zaten mühim değildi, içinin içini yemesi zevk verirdi. Belki o da bizim arkamızdan bir şeyler çeviriyor olabilirdi ama sonuç olarak şu an mutsuz olan kendisiydi. Duman’a bir daha bakmadan bana gülümsedi ve uzun uzadıya süzdü. “İlginç tesadüfler bizi bir araya getiriyor ama sizi görmekten bir şikâyetim yok. Keyifli geceler dilerim Mahşer.”
Bana başıyla selam vererek kendi için rezerve ettiği masaya ilerledi.
O bizden epey uzaklaştığında başımı önüme çevirerek Duman’a baktım. Başını önüne eğmiş, bıçağını sertçe tutuyor ve dudaklarının arasından nefesini sertçe üflüyordu. Siyah saçlarımı omuzlarıma savurdum. “Onu huzursuz etmek için mi adını söyledin bilmiyorum ama tanıştığımızda bize adını söylememişti, eğer farkında olmadan yaptıysan dikkatli ol.”
Bana bakmaya zahmet etmeden, “Farkında değildim,” dedi bir çırpıda. “Sana salça olunca araya girmiş buldum kendimi.”
Dudaklarımı yalayarak, “Dikkatli ol,” diye uyardım onu ve bu detayın üzerinde fazla durmadan bakışlarımı tabağıma indirdim. “Bir şeyler söyle de yemeden kalkmış olmayalım. Tabaklarımız boş, gördü, şimdi kalkarsak fazla şüphelenir.”
Tamam, huzursuz olması iyiydi ama çok şüphelenirse yanına yaklaşmak zor olurdu.
Çatalını tabağın içine biraz sesli şekilde bırakarak başını kaldırmadan gözlerini bana kaldırdı. Puslu gözlerinin etrafında bir sur oluşmuştu ve bakışları adı gibi dumanlıydı. “Onu etkilemeye çalışma Mahşer.”
“Neden?” Masaya doğru abanarak gözlerinin içine adeta dalış yaptım. “İstemeden seni de mi etkiliyorum?”
Melih Han’ın kendisini görebileceği bir açıda oturduğu için sahte bir gülümseme yollayıp daha deminden beri tuttuğu elimi sıktı. “Onu zaten yaptın, Nicolas’ı etkilemeye çalışma!”
Elimi, sarmaşık gibi doladığı elinin altından yavaşça çektim. “İltifat ediyorsun sevgilim, teşekkür ederim.”
Ona yapmacık bir öpücük atarak yüzümdeki sevgi dolu sevgili ifadesini tek seferde çıkarıp attım ve çalışan arkadaşa el kaldırdım. Komi beni fark edip yanımıza yürürken Duman’ın burnundan soluduğunu gördüm ama ona bir daha bakmadım. Çenemi elime yaslayıp gözlerimi ilerideki bir noktaya odakladım ve yemeklerimizi yiyip oradan kalkana kadar bir daha konuşmadım.
Şimdiyse mekânın kırmızı halı döşemeli merdivenlerini yan yana inerken, Duman’ın parmakları sert bir kavrayışla belimi tutuyordu. Az önce Melih Han’a başımızla selam vererek dışarıya çıkmıştık. Duman siyah ceketimin yakalarını yukarıya kaldırarak esen vahşi soğuktan beni korurken, "İnsanlar kışın elbise veya eteklerinin altına çorap giyer," diye konuştu bilmiş bir tavırla. "Donuyorsun."
Saçlarım rüzgârın geliş yönünün tersine doğru uçuşarak gözlerimin görüşünü engellerken, "Nerede ne giymem gerektiğini iyi bilirim," diye konuştum düz bir sesle. "Karışma lütfen."
Boynunu hafifçe bana doğru eğerek dudaklarını kulağımın yakınlarına soktu. Nefesi bir intihar misali kendini benim tenimden astığında, ciğerlerime olması gerekenden çok daha büyük bir nefes çektim. "Bu kadar aksi olmayı nereden öğrendin?" Diye sordu. "Genetik mi yoksa?"
"Genetik!"
Ciddi anlamda genetikti. Annem ve babam soğuk insanlardı ve ben de doğal olarak öyle büyüyerek yetişmiştim. Duman elini ceketimin yakalarından ayırırken, "Genlerine sahip çık," diye konuştu ciddiyetle. "Sen aksilik yapabiliyorsun, çünkü ben izin veriyorum. Sabır taşımı çatlatma."
Gözlerimi devirdim. "Hadi oradan."
"Bacaksıza bak ya..."
Arabaların yanına gittiğimizde ikimiz de sustuk. Beni evime götürmesine karşı çıkmadım, canım isterse bunu yapardım ama o an canımın istediği tek şey yalnız kalmaktı. Canımın istediği pek mümkün olmuyordu ne yazık ki. Onun beni evime götüreceğini sanmış olsam da o arabasını bize en yakın olan sahile çevirmişti. Bunu anladığımda ona çemkirmiş olsam da kendisi bunu pek kale almamıştı. Birkaç kez omzuna yumruklar sallamıştım ama aldırmamıştı. Bir süre sonra onu daha deli eden şeyin sessizliğim olduğunu düşünerek adeta dudaklarımı birbirine mıhlamıştım. Araba bir süre yol aldı. Duman aniden sessizleşmeme bir mana verememiş, beni kendince sorgulamıştı ama soru sormayı tercih etmemişti. Araba kalabalık yollardan geçerek anbean sessizleşen sahil yoluna girdiğinde, etrafın daha sakin olduğunu fark ettim. Denizin kokusu yükselmeye başlamıştı.
Araba, denizin dalgalar halinde çarptığı kıyıya yaklaştığında, Duman arabanın motorunu susturmuştu. Arabanın burnu, denize oldukça yakındı ve sıçrayan deniz suyu tekerleklere çarpıyordu. Motor sustuğunda daha sessiz bir ortam oluşmuştu. Bu sessizliği tek başıma yaşamak istediğime karar kıldığımda araba kulpuna asıldım ve saniyeler içinde inerek arabadan uzaklaştım. Kapıyı ardımdan gürültüyle kapatmıştım. Duman'ın arkamdan sırıttığına neredeyse emindim.
Soğuk hava bana çarparak tenimi ürperttiğinde, topuklularımın üstünde kıyıya yaklaştım. Ayaklarım beni kıyıya yaklaştırdıktan sonra kollarımı göğsümde bağlayıp uçsuz, bucaksız gibi görünen denizi izledim. İnsan nereye bakarsa baksın, çok yakınından bakınca başı dönüyordu.
İstanbul'un görkemli, şatafatlı ve abartılı ışıkları salınan denizin üstüne gölgelerini düşürmüştü. Gece karanlığı ise denize çarşaf serdiği için, denizin siyah bir inci gibi durması kaçınılmazdı. Kız kulesi ufukta gibiydi. Bulunduğum yerden küçük bir gölge gibi duruyordu sadece. Yat ve birkaç geminin motoruyla dalgalanan deniz suyu hırçındı. Ellerimle üşüdüğünü bildiğim lakin bunu hissetmediğim kollarımı sıvazladım. Etraf sessizdi. Birkaç kişinin oluşturduğu arkadaş grubu beş metre kadar uzağımdaki bakın çevresine birikmiş koyu şekilde muhabbet ediyorlardı.
Saçlarımın arkaya doğru salınarak boynumu çıplak bırakmasını, denizin geceyle olan tutkulu dansını ve ışıkların deniz üstündeki kıpırtısını bir süre sessizce izledim. Bu akşamdan memnun kalmıştım. İçten içe Melih Han'ın benden hoşlandığını hissetmiştim. Bu güzeldi. Yapmak istediğimiz işler için işimize yarardı.
Kuru rüzgâr kırmızı ruj sürdüğüm dudaklarımı çatlatmak isteyerek etimi dişlerken, omzumun üstünden usulca arkamı döndüm. Duman arabasından inmiş, kalçasını kaportaya yaslamış ve paltosunun cebine sakladığı küçük şişedeki alkolü yudumluyordu. Gözleriyse önümde salınan denizi izliyordu. Burnundan sert soluklar alıyor ve bununla birlikte göğsü yükseliyordu.
Alkol alıyordu.
Ona kalbini ağrıtmamasını söylemiştim!
Sonra...
Kalbim ağrıyordu!
Paltosunun düğmeleri açıktı ve gömleğinin yakaları ensesine doğru kalkmıştı. Rüzgâr koyu saçlarını uçuştururken, "Neden öyle bakıyorsun?" diye sordu, bir anlam veremeyerek.
Tırnaklarımı deri ceketime bastırarak titrememin önüne geçerken, "Nasıl?" diye sordum kuru bir sesle. "Nasıl bakıyorum?"
"Sana zarar veriyormuşum gibi?"
Bana zarar veriyordu.
Bundan haberi yoktu.
Tek kaşımı ustaca kaldırıp onun bu cevabına olan olumsuz tepkimi belirttim. Sinirimi bozacak kapasiteye sahipti. Viski şişesine uzun uzun bakarak dudaklarını tek bir çizgi halinde gerdiğinde, "Onu içmemen gerektiğini belirtmiştim," diye konuştum kararlılıkla. "Çocuk gibisin. Yaşının ağırlığını taşıyamıyorsun."
Cümlemi duymamış gibiydi. Bana boş boş baktı. Sanki bir duvara konuşmuş gibi hissettim. Bana bunu hissettirdiği için onun canını okumak istedim. Kalçasını kaputtan ayırarak yayvan adımlarıyla bana yaklaştığında, kokusu rüzgârın sayesinde daha çarpıcı bir şekilde burnuma yükselmişti. Kedi gibi kendimi tırmalarken, bu sefer diğer kaşımı da çattım. Boyu benden uzun olduğu için ona aşağıdan bakmak mecburiyetindeydim ve o hiç anlayışlı değildi. Birbirimize dokunmuyorduk. Olması gerektiği gibi.
Az önce dudaklarına diktiği şişeyi yüzümün hizasına kaldırarak, "İçmek ister misin?" Diye sordu, dalga geçer gibi. "Tadı enfes."
Viski şişesine ruhsuz bir bakış atarak gözlerimi tekrar ona kaldırdım. "İçmem," diye konuştum sadece. "Sağ ol."
Şişeyi yüzümün hizasından indirerek bana biraz daha sokulduğunda, telaşa kapılmamak için kalbimle sessiz bir anlaşma yaptık. Sakalları alnıma sürter gibi olduğunda, "Gerile," diye emrettim.
Sadece güldü.
Sinir bozucu bir şekilde.
Burnunu saçlarıma yaslayıp aramızda tehlikeli bir yakınlık kurduğunda, bir uyuşturucu çeker gibi çekti saçlarımın kokusunu. "Saçların güzel kokuyor," diye fısıldadı. Kalbi, hasta olduğu için mi bu kadar hızlı atıyordu? "Nasıl koktuğunu bilmek ister misin?"
Bir tutam saçımı parmağıma dolayıp burnuma götürecek olduğumda, "Hayır, hayır," diye mırıldandı karşı çıkarak. Parmağımı indirerek başını hafif bir şekilde benden uzaklaştırdı ve yüzünü yüzümün hizasına kaldırdı.
İnsanı cennete düşman ediyordu.
Çünkü yanmanın arzulanabilecek kadar muazzam olduğunu bağırıyordu gözleri...
Gözlerini gözlerime kilitleyip bir süre benim hissiz bakışlarımı eşeledi. Nefesi alkol kokuyordu. Renklendirilmemiş bir tabloyu izler gibi izliyordu beni. "Saçının kokusu dudaklarımda," diye konuştu ummadığım şekilde. "Nasıl koktuğunu bilmek istersen dudaklarıma bir buse bırakabilirsin."
Ellerim değil, bütün bedenimiz buz kestiğini hissettim. Budadığım geçmiş, benden öç alır gibi karşıma bu adamı dikmişti ve bu adamın bana teklif ettiği şey, yıllar önce tüm her şeyimi feda edebileceğim bir öpücüktü.
Havaya kalkan yumruğumla birlikte onu sertçe geriye ittikten üç saniye sonra oradan uzaklaşmaya başladım. Dişlerimi öyle bir sıktım ki, çene kaslarım birkaç saniye de ağrıdı. İri ve hızlı adımlarla sahil boyu yürümek istedim ama o buna izin verecek gibi görünmüyordu. Hızlı, durmadan ilerleyen adımlarla arkamdan gelip elini omzuma attığında çığlık çığlığa bağırdım. "Bırak! Dokunma, sakın. Şu an senin yüzünü görmeye tahammülüm yok..." güçlü ellerimle onu ittirdim. "Sadakatsiz piç kurusu!"
Duman onu itmeme izin verip gerilerken, "Sadece dalga geçiyordum," diye homurdandı. "Seni gevşetmek için."
Ona ateş saçan gözlerle baktım. "Cehenneme yol al!"
Islık çaldı. "Sensiz olmaz bebeğim."
Eğlenen, bu halimden zevk olan o histerik ifadesine bakarken, elimde bir bıçak olmasını diledim. Veya bir parça cam, onu kanatmam için iş görürdü. Yüz yüzeydik, ben soluk soluğa hırslı bir şekilde ona bakarken, o yalnızca ıslık çalarak benimle eğleniyordu. Ayağımı kaldırarak topuklu botumu bir kez daha ayakkabısının burnuna geçirdim. "Bir süre görüşmesek daha iyi olur Duman."
Kafasını yana yatırarak dilini ağzının içinde şaklattı. "Ne o?" diye konuştu, gözlerindeki muzip pırıltılarla. "Bana alışmaya mı başladın? Tabi, bunu fark ettiğin için bir mekanizma geliştiriyorsun değil mi?"
Ben konuştukça ona eğlence malzemesi çıkarıyordum. Bunun fark ederek aydınlandığımda alt dudağımı keskin dişlerimin arasına kıstırdım. Tebessüm ettim. Bu çok çirkin ve şeytani bir tebessümdü. Duman o sinirli halimin tuzlu buz olduğunu ve yüzümün tehlikeli bir sakinlikle süslendiğini gördüğünde, gözlerindeki parıltılar bir mum ipindeki alev gibi sönmeye başladı. Parmaklarımla onun ceketinin yakasındaki hayali tozları silkerken, "Git de komadaki sevgilinin yanında boş boş konuş," dedim, gülümsememe inat buz gibi bir sesle. "Neden onun yanın da değil de benim yanımdasın?"
Ben yapabiliyorsam o da yapabilirdi. Yüzündeki eğlenen, pis ifade yerle bir olarak ciddi, keskin bir ifadeye dönüştüğünde onun acısıyla alay ettim. Onu susturabilmenin verdiği o tatmin edici hisle gülümsemem tüm yüzüne yayıldı. Elimi ceketinden uzaklaştırdım ve üşüyen bedenimi yanından ayırarak arabaya yürüdüm. Kapıyı açarak bu sefer arka koltuğa oturduğumda, çantamı da boşluğa fırlattım. Botlarımın fermuarını indirip iki botu da ayağımdan çıkardıktan sonra arabanın içine attım. Hareketlerim seri ve hırçındı. Duman'ın bir süre daha deniz havasına ihtiyaç duyduğunu fark ettiğimde, olduğum yere kıvrıldım.
Bacaklarımı ileriye uzatarak, başımı koltuğun yüzeyine yasladım ve sırtımı şoför koltuğuna döndüm. Üstümdeki cekete sıkı sıkıya sarınarak, ayak parmaklarımı arabanın döşemesine bastırdım. Bacaklarım ve ayaklarım üşümüş, sırtım soğuk kapmıştı. Saçlarım koltuğun üstünden aşağıya doğru sarkmış, yeri süpürüyordu. Göz kapaklarımı renkli gözlerimin üstüne örttüm. Kaşlarım her daim olduğu gibi bir hizada çatılmış ve böylelikle alnımı kırıştırmıştı.
Zaman fahişeliğe soyunan bir ruh gibi dakikaları üstünden sıyırıp bir köşeye atarken ruhumdaki ağırlık üstünde yattığım koltuğu yığılıyordu. Düşüncelerimin boğazlarına yasladığım bıçak derine indikçe, fikirlerimin cesetlerini o bıçağın parlak yüzeyinden topluyordum.
Kısa bir vaktin hemen ardından Duman şoför koltuğunun kapısını araladığında, içeriye sızan azıcık soğuk dahi dişlerimi sıkmama sebep olmuştu. Alnımı koltuğun döşemesine yaslarken onun yerine yerleştiğini, çıkan rahatsız edici gürültüden anlamıştım. Kapıyı kapattı. Birkaç hışırtıdan sonra o da sakinleşmişti ama ne motor çalışmış ne de araba ilerlemişti.
Delici bir sessizlik arabanın içinde varlığını sürdürürken viski kokusunun o ağırlığı ciğerlerime nüksetti. Kalbi ağrımadan ve dolayısıyla kalbimi ağrıtmadan hemen önce uyumalıydım. Hareketlilik hissettim, hemen sonra aşağıya doğru salınan saçlarımın zeminden kalktığını anladım.
Duman uzun, gür saçlarımı koltukta toplarken, "Üşümüşsün," diye konuştu, alkol onu ve sesini etkilemişti. "Ceketimi vereyim."
Nefesi yakındaydı. Koltuğu arkaya doğru yattığı için bana ulaşması kolaydı. Yanağımı koltuğun döşemesini sürterken, "Olabilir," diye konuştum tek düze bir sesle. "Sonuçta kendimi senden daha çok düşünüyorum."
Geniş, cüsseli ceketini üstüme örterken elini de közden bir sıcaklıkla dokundurmuştu yanağıma. Uykuyla uyanıklık arasındaki evrede, huysuz mırıltımla ona çemkirdim. "Uzaklaşabilirsin."
"Saçlarının nasıl koktuğunu bilmek isterdin değil mi?" Ciddi, kalın sesinin tınısı müzik kutusunda durmadan dönen o parça gibiydi. "Gül gibi kokuyor"
Karanlık, ıssız arabanın içerisinde, ben arka koltukta yatarken ve o ön koltukta otururken, dakikalar öylece akıp gitti camın önünden geçer gibi.
Şeytan çanlarını susturan zihin fısıltılarım...
Geceden bir hırka gibi örtülün üstüme.
Tıkayın kulaklarımı, bağlayın gözlerimi.
Bir kez daha, yine ve yeniden kanmamak için.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...