14. BÖLÜM
“TEK MUTLU AN.”
Nedir ne istediğini bilmeyen kalpten daha çok eziyet edeni?
Bu cüreti ben mi verdim ona? Gözlerim mi, bakışlarım mı… ya da hâlâ ellerinin altında duran ellerim mi? Ne olduğunu sanıyor, ben ne olmasına izin veriyorum? Onu suçlaması kolay ama ya kendi kabahatimi nasıl açıklayacaktım kendime?
Ne anlamı vardı ki ağlamasını bilmeyen birisine şimdi böyle dolu gözlerle bakmanın?
Yapabilene kadar sessiz kaldım, sonrasında ağzımı açıp konuşmayı denedim. Hangi sözcükleri sarf edeceğimi bilemediğim için de sadece hava çıktı dudaklarımdan. Ellerimi kendime çekip koltuktan fırladığımda Elvis boşa çıkan elleriyle düşen kitaba baktı. Ayaklarıma dolanıp düşmemek için yavaşça gerilediğimde Elvis’in başı bana çevrildi. Elleri uzanıp ters düşen kitabı düzeltiyordu.
“Seni yanlış mı anlıyorum?” dedim kekeleyerek. “Bana ne teklif ediyorsun?”
Mum ışığı yüzüne, hatta mavi gözlerine ışıltı düşürürken, “Şaşkınlığına bakılırsa beni iyi anladığını görüyorum,” dedi.
İyi anladığımı görüyor öyle mi? Bu gemiden onunla inmemi istiyordu, ailemi terk etmemi ve bunlar yaşanmamış gibi yakınlık kurmamızı? Neden istiyordu, istese bile bunu nasıl dile getirebilmişti? “Ailemi bırakıp siz üç korsanla gemiden inmemi istiyorsun öyle mi? Ne için? Ne cüretle bunu teklif ediyorsun? Sana nasıl böyle hissettirdim bilmiyorum ama söylediklerin büyük bir yanılgı, haberin olsun!”
Nasıl mantıklı konuşacağımı bilmiyordum, çünkü söyledikleri beni hâlâ şok ediyordu. Yüzüme, savurduğum ellerime bakıp hiç etkilenmemiş gibi sakince, “Bana hissettirdiklerin yanılgı değil,” dedi. “Aileni bırakmayacaksın, benimle kısa bir gezintiye çıkacaksın. Dilediğinde seni ailene geri getireceğim.”
“Sen… sen kimsin ki ben seninle geleceğim? Kafanda nasıl bir hayal kurdun? Bir de ailemi bırakacağıma inanmışsın? Neden? Buraya gelip sana kitap okudum diye mi? Bunu, odamda sıkıldığım için yapıyorum, bu kitabı okumak istediğim için yapıyorum! Bunu kendinle mi alakalı sanıyorsun?”
Hâlâ etkilenmemiş görünüyor, gergin bir şekilde izliyordu beni. Kitabı masaya bırakıp doğrulduğunda bir adım daha geriye attım kendimi. “Yani gelmek istemiyor musun?”
Ağzımı kapatmak zor oldu. “Hâlâ mı soruyorsun? Biz neyiz ki ben seninle gemiyi terk edeceğim? Seni tanımıyorum, sana güvenmiyorum! Sen bir işgalcisin, korsansın… Bizim bu konuşmayı yapıyor olmamız bile ne kadar manasız, anlamıyor musun?”
“Hayatı bu kadar doğru ve makul yaşamak zorunda değilsin. Ben yaşamıyorum. Bu yüzden karşımdasın, bu yüzden seni tanıdım…” omuzlarını silkti. “Tanışıklığımızı pekiştirmek istiyorum, bir süre benimle gel.”
Saçlarımı kavrayıp başımın arkasına doğru çekiştirerek ittim. “Tanışıklığımızı pekiştirmek mi? Sen beni, ailemi, sevdiğim insanları bu gemide hapsettin! Öyle oldu ki, konuklara yemek bile vermedin! İnsanlara kaba davrandın, İris’in katil olmasına sebep oldun, kocası öldü…”
“Ben zaten onları değil, seni istiyorum.”
Elim saçlarımdan aşağıya düştü, bahsi geçen gerçekleri nasıl bu kadar yok sayabiliyordu? Onları değil, seni diyordu. Beni. Bunu ne niyetle söylediği belliydi fakat nasıl söyleyebilirdi? Duygularım başımı döndürürken gözlerimi de doldurdu. İşaret parmağımla kulağımı göstererek, “Beni duymuyor musun?” dedim. “Adından başka bir şeyini bilmiyorum, sana güvenmiyorum, bir kalbin olduğunu bile düşünmüyorum. Yoksa alay mı ediyorsun benimle? Bu konuşmalar ciddi değil mi? İçinden gülüyor musun bana?”
Gözlerini kapatıp dudakları arasından soludu ve sonra üzerime sertçe yürüyüp karşımda durdu. Elleriyle dirseklerimin arkasından tuttu ve titreyen, sıcaklayan bedenimi kendisine doğru çekti. Titreyerek ona yaslandığımda buz mavisi gözleriyle yakınlaşmıştım. “Sana güldüğüm oldu, doğrudur. Fakat beni gülümsettiğin için güldüm, seninle alay ettiğim için değil. Bir kalbim olmadığını tekrar söylersen, sana gününü göstereceğim, beni anlıyor musun! Seni istiyorum, sadece bu! Beni aptal yerine koyma, kurduğumuz yakınlığın farkındasın! Seni korkutan şeyleri konuşmaya cesaretin varsa sabaha kadar konuşalım, yoksa…”
“Bırak beni!” diye bağırdım ama kollarının arasından çıkmak için hareket etmiyordum. Göğsüm acıyacak kadar hızlı yükseliyordu. “Aklını kaybetmişsin, neler konuşuyorsun!”
Çığlık atmıştım, belki de bu yüzden kollarımı hızlı şekilde bırakmıştı. Sesim boğazımı acıtmıştı. Ne bu kadar korkutuyordu beni? Israrı mı? Hayır, başka bir his korkutuyordu beni ama ad koyamıyordum. Hırkamın düşen omzumu yukarıya doğru çekiştirdiğimde gözleri çenemden aşağıya kadar kaydı, içinde olduğum geceliğe ve hırkaya bakarak yutkunduktan sonra tekrar gözlerime çıktı. “Bana bunları hissettiren sensin.”
Kalbim o kadar çarpıyordu ki, o kadar anlatılamazdı. O kadar çarpmasına rağmen üzerine hiçbir şey denilemezdi sanki.
Tanrım, o kim ki kelimelerimi böyle kifayetsiz bırakacak!
Gerileyip aramızdaki mesafeyi açtım, sonra arkamı dönüp hızlıca yürüdüm. Odanın kapısını açıp çıktım ve arkama bakmadan yürümeye çalıştım. Hırkamın uçlarını tutup önümü kapattım ve karanlıkta süratle ilerledim. Köşeyi dönerken de Ares’le karşılaşıp geriye sıçradım. Sanki sesleri duymuş gibi, hızlı şekilde yürüyerek dönmüştü köşeyi.
“Elvis seni nasıl yalnız bıraktı?”
“Odama… gitmek istiyorum.”
Omzumun üzerinden arkaya bakınca ben de döndüm. Elvis kapıdan dışarıya çıkmış, iri gövdesiyle karanlıkta dikilerek bakıyordu. Duymuş olmalı ki Ares’e doğru kafasını salladı ve ben önüme dönüp yürümeye başlayınca Ares benimle geldi.
Odamın olduğu kata inene kadar konuşmadık fakat kapımı açarken bana doğru, “Elvis seni bir daha çağırmak istediğinde istediğini yapmak için yanından ayrılacağım ama odana gelip seni çağırmayacağım,” dedi. “Çağırmış gibi yapıp gelmek istemediğini söyleyeceğim, bilgin olsun; bunu düzeltme.”
İçeriye girdiğimde arkamdan kapı kapandı ve kilitlendi. Sırtımı ardıma yaslayıp yere inene kadar kaydım ve yüzümü dizlerime gömüp kalbimi tuttum. Hâlâ çok hızlı çarpıyordu, o zaman Elvis’le bir alakası olmamalıydı. Korkudan mıydı?
“Aman Tanrı’m, böyle bir şeyi nasıl ister? O bir korsan, ben onunla n’aparım, o benimle n’apar? Biz birbirimize yabancıyız, nasıl beni istediğini söyler…”
Hiç olmamış gibi yapmam gerekirdi, bir daha ne yanına gitmeli ne de yüzüne bakmalıydım. Neden beni istiyordu, onu da anlamıyordum. Benden ne bekliyordu? Benim için bir yabancıydı, onun için bir yabancı değil miydim? Beni yanında götürecek kadar istemesine nasıl inanabilirdim?
Ailemi bırakacağıma nasıl inanırdı?
Neden gülüp geçmiyordum, neden bu olanlar korkutmuştu beni? Yerden kalkıp yatağa yürürken başımı iki yana salladım. Gülüp geçsem ne kolay olurdu. Söylediklerini bir dakika bile aklımda tutmamalıydım ama sadece aklımda değil, gözlerimin de önündeydi. Ondan etkilendiğim için miydi?
Yatağa uzandım ve dakikalar sonra bile bunları düşünmeye devam ettim. En sonunda gözlerimi uykusuzluktan sızladıkları için kapattım ve bir noktada uyuyakaldım. Güneşin doğuşundan saatler sonra uyandığımda kız kardeşimin masada olduğunu gördüm, kahvaltı yapıyordu. Kahvaltı gelmişti demek, o halde saat onu geçmiş olmalıydı. Uyandığımı görünce bana gülümseyip, “Seni uyandırmak istedim ama kıyamadım,” dedi şakacı bir tavırla. “Çayın hâlâ sıcak.”
Uyanır uyanmaz aklıma gelen dün gece yaşadıklarım olmuştu. Bu yüzden kardeşime aynı sıcaklıkta yanıt veremedim, yataktan toparlanıp saçlarımı düzelterek banyoya girdim. Elimi yüzümü yıkayıp saçlarımı sırtıma atarak dışarıya çıktım ve masaya oturup tepsiye baktım. Bu sabah biraz peynir vardı, lezzetli görünüyordu. Fincanı önüme çekerken, “N’oldu?” diye sordu Layla. “Kötü görünüyorsun? Gerçi daha ne olabilir, başımıza daha ne gelebilir ki…”
Ellerimi fincanın etrafında ısıtıp sonrasında birkaç yudumla da içimi ısıttım. “Haklıymışsın.”
“Haklı mıymışım? Anlamadım?”
Bir süre kararsızlık yaşadıktan sonra dudaklarımı araladım. Belki içimdeki bu dertten kurtulurum diye düşünerek konuşmaya başladım. “Dün gece kitap okumak için Elvis’in yanına gittim. Bana… hiç olmayacak bir teklif sundu.”
Gözlerini büyüterek masaya doğru abandı. “Teklif mi? Ne? Söyle çabuk!”
Parmağımı dudağıma bastırdım. “Anne ve babama asla söylemeyeceğine söz vermeni istiyorum.”
Hiç düşünmeden, “Söz söz!” dedi. Çok heyecanlanmış görünüyordu.
Çayımdan bir yudum daha alıp heyecandan boğulan nefesimi açmaya çalıştım. “Elvis dün… gemiden onunla ayrılmamı istedi.”
Bir öksürükle elini ağzına örttü ve lokmasını aceleyle yutmaya çalıştı. “Nasıl? Seni de mi götürmek istedi? Şaka mı yapıyorsun abla? Seni kaçırmak mı istedi!”
Kaçırmak… bunu mu istemişti gerçekten? Sonuçta onu birçok suçla yargılayabilirdim, insan kaçırmakla da suçlayamaz mıydım? “Hayır, öyle değil. Bana sordu… onunla gelmemi istedi, beni istediğini söyledi. Zorla alıp beni götürmekten bahsetmedi.”
Duyduklarını sindirmeye duyduğu ihtiyaç yüzünden okunuyordu. Elini bir karış açık bıraktığı ağzından indirip, “Duyduklarıma inanamıyorum!” dedi. “Haklı çıkmışım, gerçekten sana âşık olmuş!”
Hoşuma gitmeyen şeyler duymaya başlayınca huzursuz oldum. “Eminim öyle değildir, onunkisi yalnız kötü niyetli bir arzu olmalı. Aşk veyahut sevgi… Onun gibi bir kalpsize göre değil.”
Layla, muhtemelen aklında yazdığı romantik gidişatı mahvettiğim için bana kaşlarını çattı. “Öyle olsa dediğim gibi, seni kaçırmaz mıydı? Arkadaşlarıyla bir olup seni de götürürlerdi, ki bu korkunç! Ama anlattığına göre sana duygularını açmış…”
“Bence öyle denemez, doğrusu bu olanlara ne denir bilemiyorum…” ellerimle saçlarımı kavrayıp aşağıya doğru çekiştirirken dudaklarımı ısırdım. “Onun yanına hiç gitmemeliydim, kitap okumam çok manasızdı. Babamın duyduğunu düşünüyorum, bana ne kadar kızar…”
“Korsan olsa da demek onun da bir kalbi var abla…” Layla’nın sesi yumuşamaya başlamıştı, hatta iç çekiyordu. “Baksana, defalarca bir araya gelmenize rağmen sana zarar vermedi. Hem düşünsene, senden etkilendiyse bizden aldığı paralarımızı, mücevherlerimizi geri verebilir…”
Ona yandan, ters bir bakış attığımı görünce sustu ve hızla başını önüne eğdi. “Tabi, bunun için onunla görüşmen olacak şey değil!”
Belki de Layla’ya anlatmamalıydım, aramızda bir sır olarak kalacağından emin olamıyordum. Kollarımdaki güçsüzlüğü fark ederek aramızdaki tepsiden bir şeyler atıştırmaya başlarken düşüncelerimi de susturmaya çalıştım. Layla benden çok daha gençti, anlattıklarımı kafanızda bir hikâyeye dönüştüreceği belliydi. Neden ona bahsetmiştim ki? Ne duymak istemiştim?
“Düşününce… korsan olmak ne kadar eğlencelidir abla! Sürekli macera peşindeler, keşke benim de bu kadar heyecan verici hayatım olsaydı. Eğer paralarımızı almamış olsalardı onlarla arkadaşlık bile kurabilirdim.”
Ve beni de bu hayata götürmek istemişti, yaptıkları şeye ne kadar karşı çıktığımı bilmesine rağmen. Ne sandı? Kabul edeceğimi mi? O zaman gülüp geçmesi neden bu kadar zordu?
Bir dilim ekmekten fazlasını yiyemedim, ilk günlerden bile daha zor olan gemi hayatıma devam ettim. Başım ağrıyordu, gemi sessizdi ama okyanus rüzgârlı, sisliydi. Korsanlar için hiçbir pürüzün çıkmadığı belliydi, mutlu sonlarına ulaşmalarına az kalmıştı.
Acaba buradan sonra hayatlarına nasıl devam edeceklerdi.
Beni de yanında götürmek istediği yer neresiydi?
Düşünmekten başım ağrıdı, kendimi dinlendirmek isteyerek yatağa yattım. Layla gün içindeki rutinini gerçekleştirerek ofladı, bu odaya hapsolduğu için sızlanıp korsanlara bir sürü kötü şey söyledi. Bunu her gün yapıyordu ama bir şeyi değiştirmiyordu.
O akşam yemekten sonra Elvis’in beni çağırmayacağını adımı bildiğim kadar biliyordum. Çağırsa dahi bundan haberim olmayacağını. Gemiden de ayrılacaklardı, belki de gün onu son görüşüm olmuştu.
Odamda sıkıntıdan şişecek duruma geldim, diğer kitaplarımı okuyarak geceyi getirdim. Ertesi güne de farklı başlamadık, kahvaltı saatimiz gecikmeden gelmişti. Kahvaltımızı yaptıktan sonra vakit geçirip oyalanmak için banyo yaptım, üstümü giyinmek için dolaptan sevdiğim kıyafetler çıkardım. Gemiye geldiğimden beri hiç makyaj yapmamıştım ama elbette evdeki makyaj malzemelerimi yanıma getirmiştim.
Yatağa oturup el aynamı aldım ve Layla’da eline cımbızı alıp yüzüne bakarken, makyaj yapmaya başladım. Değişen uyku düzenim yüzünden oluşan göz altlarımı kapattım, gözlerime siyah kalem çekip biraz da maskara sürdüm. Güzel bir allığım vardı, yanaklarıma sürünce yüzüm iyice değişmeye başladı. Saçlarımı tarayıp dudaklarıma da pek parlak olmayan rujumu sürdüm.
Layla dirseğini bana vurdu. “Ne için bu kadar süslendin?”
“Şey, sıkıntıdan, vakit geçirmek için…”
“Hımm,” diye bir ses çıkarıp güldü.
Ona hafifçe vurunca bir daha gülüp kaçtı benden. Aynayı biraz daha kaldırıp yüzüme son kez baktım ve sonra saçlarımı taradım. Babamın hediyesi olan bir tokayı saçımın sol tarafına takıp tüm eşyalarımı makyaj çantama topladım.
“Neyse ki makyaj malzemelerimi almadı pis korsanlar,” diye söylendim.
Layla söylediğime gülerken eşyalarımı komodine bırakıp tekrar odada dolaşmaya başladım. Anahtarım bende olmadığı için korsanlar eskisi kadar bu katta dolaşmıyordu. Gün içinde bir iki kez koridorun karşısından Alvin’in sesini duydum, aslında bu her gün oluyordu. Sıkılıyordu çocuk, Elena her zaman üstesinden gelemiyordu.
Birazdan da ağlamaya başlamıştı, seslerini duysam da hiçbir şey yapamadım. Dakikalar sonra konuşma sesleri gelince de kapı deliğinden baktım. Tam göremedim ama ses Ares’e aitti, koridorlarda gezerken Alvin’i duymuş olabilirdi. Kapı açılıp kapandı, birazdan da Ares kucağında Alvin ile önümden geçti. Alvin’e bir zararının dokunmayacağını biliyordum. Zaten yarım saat kadar sonra da Alvin geri geldi, Elena’nın onunla konuşmasından anladım. Ares ve diğerleri Alvin’i susturmanın yolunu bulmuş olmalıydı.
Belki ona yine bir çikolata vermişlerdi.
Akşam vakti yemeğimizden sonra gece lambası ışığında kardeşimle beraber körebe oynadık. Layla çok sıkıldığı için bir yerde beni buna mecbur etmişti, ben de onun ne kadar can sıkıntısı yaşadığını bildiğimden kabul ettim. Biraz oynadık ve ikimizde birden fazla kez düştük, neyse ki ağır yaralanmadık.
Uykusu geldiğinde uyuyan Layla’nın arkasından bir süre daha uyanık kaldım. Koridoru dinledim, çağrılmayacağımı bilsem de Elvis’in gelebileceğini düşünmeden yapamadım. Gelen olmadı. Gece yarısını geçtiği sırada camdan dışarıdaki karanlığı, görebildiğim kadarıyla izliyordum. Ta ki koridordan ses duyana kadar.
Gözlerimi ovalayarak kapıma yürüdüm, delikten baktım ama çok aydınlık değildi. Bağırma yükselince sesin İris’e ait olduğunu anladım. Çığlıkla karışık seslerdi, çok net duyuluyordu. N’olmuştu? Onun iyi bir ruh halinde olmadığını biliyordum, acaba uykusunda onu huzursuz eden bir şey mi olmuştu?
Biraz sonra sakinleşeceğini düşündüm ama sesler artarak devam etti. Yardıma mı ihtiyacı vardı? Korsanlar ona bir şey yapıyor olamazdı değil mi? Bundan birkaç saniye sonra sorumun cevabına ulaştım. Koridor aydınlandı ve bir silüet kapı deliğinin önünden geçti, süratle yürüdüğü için hangi korsan olduğunu anlamamıştım.
Neler olduğunu öğrenmek istediğim için ben de kapıma vurmaya başladım. Çıkmak, gerekirse İris’e yardım etmek istiyordum. Korsanın Ares olduğunu konuştuğunda anladım ve koridora doğru seslendim. “Ares, çıkmak istiyorum, kapıyı aç!”
Karşılıklı şekilde bağrıştılar, belki de beni duymadı. Yumruklarımı kapıya vurup geriledim ve kulağımı yasladım, daha dikkatli dinlemeye çalıştım. Ares’iN sakinleş, bırak, gibi sözcükler sarf ettiğini duymuştum. İris’in asıl bağırma sebebini merak ettiğim için kapıyı bir daha yumrukladım ve saniyeler sonra kapımın arkasından gelen anahtar sesini duydum. Açılmasına duyduğum şaşkınlıkla geriye çıktım ve kapım açıldığında Elvis’le göz göze geldim.
Kalbime ne yaptığını bilmediğim o adama bakarken ağzım aralık kaldı, onu görmeye kendimi hazırlamadığım için hiçbir sesi duymadığım bir sağırlık yaşadım. Elvis gözlerini yüzümde dolaştırıp sonrasında vücuduma indirdi ve beni süzüp, “Neden uyumuyorsun da kapılara vuruyorsun?” diye sordu.
Yutkundum. “İris’in bağırdığını duyuyorum.”
Elvis gözlerime bir daha bakıp sonra başını koridora çevirdi, İris’in odası açıktı ve Ares’le sesleri oradan geliyordu. Elvis nefesini burnundan üfleyip sert adımlarla oraya yürüyünce ben de hemen dışarıya çıkıp koştum. Elvis’le arka arkaya kapının önünde durduğumuzda İris’in sakinleştirilmeyecek halde olduğunu gördüm.
Odayı yalnız bir mum aydınlatıyordu. İris’in saçları dağılmış, kıyafetinin omuzları düşmüştü. Ağlamıştı, hıçkırıyordu. Ares’i tutmuş, hırçın elleriyle ona vuruyordu. Ares onu itmeye çalışıyor ama sanki zarar vermekten kaçınıyordu. Elvis içeriye girdi ve İris’i kollarından tutup çekti, adeta odanın diğer tarafına doğru fırlattı. “N’apıyorsun!”
İris hıçkırarak başını çevirdi, Elvis’i yeni fark ederek ileriye çıktı ama sonra yavaşladı. Ares ağzının içinde sertçe homurdanarak yırtılan gömleğine bakarken, “Odada kalmak istemiyorum!” diye bağırdı İris, titreyen sesiyle. “Her yerde kocamın hayalini görüyorum, bıktım artık bundan!”
Ruh hali çok değişkendi, birkaç gün önce yardım istediği, görmek istediği korsanlara şimdi bağırıyordu. Bana kocasından kurtulduğunu düşündüğünü söylemişti ama yalnızken bu odada nasıl işkence çektiği yüzünden okunuyordu. Elvis ellerini çenesinin altında birleştirip gözlerini kapattı ve tekrar açıp, “Bu geceyi başka bir odada geçirmek ister misin?” diye sordu.
İris ayağını yere çarptı. “Odaya hapsolmak istemiyorum.”
Ares Elvis’e huzursuzca baktı. “Çıldırmış bu kadın! Yüzümü tırmaladı!”
“Ares,” dedi Elvis, sesinde gizli bir uyarı vardı. “Zor günlerden geçiyor, biraz nazik ol.”
Elvis’in kadının ruh haliyle pek ilgilendiğini sanmıyordum, kendi iyilikleri için konuşuyor olmalıydı. Ares elini sallayınca İris’in gözlerini gördüm, bir saniye için kontrolden çıktılar. Ona doğru koşarken masanın üstündeki, şamdanıyla duran mumu aldı ve ona doğru fırlatmaya meyletti. Ben hızla ileriye çıkıp çığlık atarken, Elvis’de kendini Ares’in önüne doğru itti ve havada uçarken dönen şamdan onun suratına indi. Erimiş sıcak mumun yanağından aşağıya aktığını gördüm ve mum ile şamdan yere düşerken, Ares ne olduğunu anlamak için başını çevirdi.
Elvis yüzünü tutarak küfretti.
İris korkmuş gibi geriye kaçarken ben istemsizce Elvis’e yöneldim. Yüzü acımış olmalıydı ki bağırmıştı. Mum ufalmıştı, saatlerdir yandığı ve sıvısının şamdan da biriktiği belliydi. Damlalar gömleğine, boynuna kadar yapışmıştı. Soluğu karşısında alıp bileğinden tuttum ve elini yüzünden çektiğimde gözlerini yumduğunu gördüm. Sıcak, erimiş mum yanağına yapışmıştı ve daha şimdiden kızarmaya başlamıştı.
“Özür dilerim, özür dilerim lütfen vurma…” İris’in sesini duyunca kafamı bir anlığına çevirdim. Ares kızgınlıkla onun yanına yürümüştü, İris ise korkuyla başını eğmiş, büyümüş gözlerle bakıyordu. Ares’in yükselip alçalan omuzlarını gördüm ve ardından sesini duydum. “Sana zarar vermiyoruz, lütfen artık sakinleş.”
İris inanamayarak biraz daha geri çıktığında önüme döndüm. Elvis’in gözleri bana bakıyordu. Yüzlerimiz yakındı, bakışlarımız iç içe geçmiş görünüyordu. Elim bileğinin etrafını sarmıştı ve yaptığıma, ona yaklaştığıma şaşırmış görünüyordu. Gözlerimi kaçırarak yanağına indirdim. “Yüzün yandı…”
Sesimi duymamış gibi bana bakınca nabzım hızlandı. Kulaklarımın arkasından bir sıcak basınç yükselmişti. Yutkunduğunda boynuna doğru baktım ve parmaklarımı yanaklarına dokundurunca irkildiğini hissettim. Geriledi ve kendi eliyle yanağını kontrol ederken arkadaşı ile İris’e baktı. Ares ona doğru huzursuzca bakıp, “Ben halledeceğim,” dedi. “Yüzünü soğut.”
İris duvarın kenarına sinmişti, ona yardımcı olmayı istiyordum ama Elvis’in yüzü beni endişelendiriyordu. Elvis arkasını dönüp oda çıkışına ilerleyince odada kalanlara son kez baktım ve sonra kapıdan çıktım. Elvis büyük adımlarla koridoru geçiyordu. Yetişmek için hızlandım ve indiğini fark ettim, sanıyorum ki revire gidiyordu.
Arkasından geldiğimi anlamış olmalıydı fakat bir kez dönüp bakmadı bile. Koridorlar karanlık olduğu için ayaklarımın takılmasından endişe ediyordum. Revirin kapısını açıp girince biraz yavaşladım ve içerisi aydınlanınca kapının aralığından baktım.
İçerideki loş ışığı yakmıştı, doktor masasında bir şeyler arıyordu. Hareketleri fevri, hızlıydı. O sıcaklığın canını yaktığını hissedebiliyordum. Belki yanık yarasını önlemek için merhem arıyordu. Her ne bulduysa çekmeceleri kapattı ve cam kenarındaki revire oturdu. Gölgesi duvarda büyüyordu, sol profilini görüyordum. Merhemi yatağa bırakıp yakaları dağılmış gömleğinin ön cebinden bir şey çıkardı, elini üstünde gezdirdi. Yavaşça yatağa yaklaştım ve merak ettiğim şey yüzü olsa da istemsizce elinde neyi tuttuğuna baktım.
Beni çizdiği resimdi. Ellerindeydi.
O çizimi neredeyse unutmuştum. Arkasını döndürüp tekrar ön cebine doğru koyduğunda dudaklarımı ayırarak ona baktım. Ne için çıkarıp bakmıştı? Gözlerimi gömleğinde dolaştırınca mum sıvısının çizime akıp akmadığını kontrol ettiğini anladım. Bana hiç bakmadan merheme uzanınca bir iki adım daha gittim. Çekinerek vücudumu yatağın kenarına bıraktım ve ellerimi birleştirip yüzüne yaklaştırdım gözlerimi. Şimdi de yanağındaki mum kalıntılarını sertçe siliyordu, sanki canı hiç yanmıyormuş gibi. Sinirli oluşuna yoruyordum bu hareketini. Kalçamı yatakta kaydırınca yanağındaki elinin duraksadığını gördüm, titreyen parmaklarımı yanağına koyup daha hafif şekilde mum kalıntısını ovuşturdum.
Kendi elini indirip gözlerini kapatınca tepki vermediği için rahatladım, yüzü pürüzsüz kalana kadar mum kalıntılarını temizledim. Yanağı elimin altında seğiriyordu, teni hâlâ sıcaktı. Gözlerimi kısıp daha dikkatli bakınca çok fazla kızardığını anlıyordum. “Acıyor mu?” diye sormak içimden geldi, ben de tutamadım.
Gözlerini açacağını hissettim ve kendime engel olamadan görmek istedim bakışlarını. Derinlemesine bakan gözleri karnımda bir heyecan düğümü oluşturdu. “Ne istersin? Acımasını mı acımamasını mı?”
Aklın mı kalbin mi, diye soruyordu. Bunun izahını kendime bile yapamamışken ona nasıl cevap verirdim ki? Başımı önüme eğdim ve elinden merhemi aldım. Yuvarlak, hafif bir ilaçtı. Kapağını açtım ve parmağıma biraz alıp görebildiğim kızarıklıklara yaydım merhemi. Bir erkeğin yüzüne daha önce böyle dokunmamıştım, rahatsız hissettirmiyordu. Sert bir çenesi vardı, parmaklarım aşağıya kaydığında dokunabiliyordum. Uzunla kısa arasında seyreden, dalgalı saçlara sahipti. Parmaklarım kulağının arkasına sıkışmış birkaç tutama dokununca, aniden bileğimi tuttu. “Yeter,” dedi kısık, genizden gelen bir sesle.
Gözlerimi dokunduğum yerlerde dolaştırıyordum ama bu engelle beraber gözlerine çıkarttım. Neden, bir sorun muydu dokunmam? Tabi, öyle olmalıydı. Onun ve benim kim olduğumuz açıktı. Bileğim avuç içinde titrerken, “Neden, canını mı yaktım?” diye sordum.
“Tekrar soruyorum, zaten acımasını istemez misin?”
Başımı, onu göremeyecek kadar önüme eğdim.
“İstemem.”
O zaman bileğimdeki baskısı arttı, verdiği sert nefesi yüzümü ısıttı. Bileğimi çekmedim, çünkü bu yönde bir istek duymadım. O an istediğim şey gözlerini görmekti ama utandığım için bakmadım. İşgalci bir korsana dediklerimi kulaklarım duyuyor muydu acaba? Ne demek istemem, ne demek acı çekmesini istemem…
“Roza,” diye ismimi söyleyince elimle üstümdeki kıyafeti sıktım. “Sana söylediklerimi hiç düşündün mü?”
Bana söyledikleri… kendisiyle gemiden inmemi istemesi.
“Birbirimizi daha yakından tanımak için… hiç düşündün mü söylediklerimi?”
“Beni… neden daha yakından tanımayı istiyorsun?”
“Açıklanamaz duygular hakkında konuşamam.”
Açıklanamaz oluşu… sanırım benim hissettiklerim de böyle açıklanırdı, açıklanamaz oluşuyla. Benimle aynı duyguları mı paylaşıyordu? Şimdi kalbim mi söyleyecekti ona, bir kalbinin olduğunu.
“Seni daha yakından tanımayı isteyemem,” dedim fısıltıyla. “İstememeliyim.”
Bileğimi bırakınca elim kucağıma düştü ve sonraki hamlesi yüzüme dokunmak oldu. Temasıyla beraber yalnız tenim değil, ruhumun da okşandığını düşündüm. İşte tuzak bu ve ben çekildim; gözleri kadar derine.
“Ben de istememeliyim…”
Kalbimi göğsümde hiçbir şey tutamadı ve Elvis yüzümü kaldırdığında gözbebeklerim büyüdü. Alnını yavaşça alnıma yasladığında gözlerinin gece kadar koyu olduğunu gördüm. Yataktan kalkmak için emri bedenime vermiş olsam da korku ve panikten hareket edemiyordum.
Üstümdeki kıyafeti sıktım. “Beni mi? Evet, bak, ikimiz de doğruyu düşünüyoruz.”
“Gözlerini kapat.”
Alakasız söylemine kaş çattım. “Neden?”
Gözleri yüzümün aşağısına inince paniğim çoğaldı, adeta kanıma karıştı. Kaşlarını indirip parmaklarıyla çenemi biraz kaldırdı ve böylelikle nefesi dudağımı ısıttı. Bir diğer eli kafamın arkasına yavaşça yerleşirken, “Anlamak istiyorum,” dedi. “Bir an için gözlerini kapat.”
Bana yaklaşmakta tereddüt etmeyeceğini hissetmeme rağmen gözlerimi kapattım, hatta sımsıkı yumdum. Kaçıp gidemeyeceksem bir an önce bu hissi yaşayıp bitirmek istedim. Dudakları çeneme dokununca telaşla kolunu tuttum ve onun geri çekilmesini sağladı. “Seni incitmem, bunu anladığını biliyorum.”
Dudağı tekrar dokununca gözlerimin ardındaki karanlıkta renkler patladı. Hafifçe bir yokuş çıkan dudağı dudağımın kenarına değince hafif bir gıdıklanma hissi ile dudaklarım kıvrıldı. Bunun üzerine dudağıma doğru, “Beni komik mi buldun?” diye fısıldadı.
Heyecandan onun kolunu daha sıkı tuttum. “Gıdıklandım.”
Çıkardığı ses gülme sesine benziyordu, gözlerimi açıp bakmayı istedim ama yapamayacaktım. Daha önce kimsenin dudakları dudaklarıma dokunmamıştı, bu hissi hiç bilmiyordum. Dokunuşu dudağımın kenarından ortasına doğru kayınca ağzım nefes almak için açıldı ve alt dudağı ağzıma tamamen yerleşti. Benim aksime soluk almadan, hareket etmeden durup boğazından hafif bir ses çıkardı.
“Daha önce hiç,” dedi ve ben ne sormak üzere olduğunu anladım.
Ağzım acemi bir hareketle tekrar açılınca sorusunun cevabını aldı ve elini kafamın arkasına bastırıp beni kendisine biraz daha çekti. Dudakları yumuşak ama hareket edişi sertti, ne anlamam gerektiğini bilmiyordum ama verdiği his tüm kanımı tutuşturmakla eş değerdi. Yüzümün yanını okşayıp üst dudağıma kaydı ve sesli şekilde öpüp alnını alnıma daha sert bastırdı. “Hiç düşünme,” dedi.
Zaten düşensem burada olur muydum, hiç sanmıyordum. Kafam bedenimden kopmuş gibiydi, her hareketim düşüncesiz, dürtüseldi. Dudaklarım onu taklit etmeyi deniyordu ama o benden daha hızlı, yoğun olduğu için ne yapacağımı bilemiyordum. Ağzında hafif bir nane tadı vardı, sanki şeker veya sakız emmişti. Gözlerimin ardında ateş parlıyordu, tenim çok ısınmıştı. Dudakları sabit kalmıyordu, dudaklarımın etrafında ve içinde dolaşıyordu. Öpüşmek böyle bir şey miydi? Benim de etkili olmam gerekiyor muydu? Dudaklarım serbest ama az az, korkarak hareket ediyordu.
“Çok güzelsin,” dediğinde bunu bizzat dudakları dudaklarımdayken duymak kanımı adeta alevlendirdi.
Gözlerimi hiç olmayacak o anda açtım işte. Kamaşan bakışlarımı temizledim ve gözleriyle karşı karşıya gelince nefesim dudaklarında birikti. Saçlarımı parmaklarının arasına dolayıp dudaklarını, gözlerime bakarak dudaklarıma sertçe bastırınca ağzımdan bir ses çıktı. Bunun üzerine inledi. “Seni öpüşüm, bir kalbim olduğuna inandırdı mı seni?”
Beni öpüşü… Elvis’in, bu korsanın beni öpüşü… Kulağa ne kadar inanılmaz geliyordu ama öpücüğümüz böyle kaotik değildi. Başımı geri çektim ve kafasının içi saçlarımı okşadığında yüreğimi sıcaklık kapladı. Gözlerimi dudaklarına indirdim ve cevap veremeyip bir daha yaklaştım, daha iyi anlamak için dudaklarımı dudaklarına bastırdım. Hareket edemedim, kulaklarım uğuldarken hafifçe ağzımı aralayıp onun az önce yaptıklarını yapmaya çalıştım.
Ağzı aralandı. “Durmalısın,” derken ağzımın kenarını öptü.
Durmalı mıydım, neden? Bir öpücük bu kadar mı sürmeliydi? Ağzımı geriye çektim ve büyümüş gözlerle ona baktım. Dudaklarını yalayıp elinin tersini yanağıma koydu ve baş parmağını elmacık kemiğimde dolaştırırken ağır ağır yutkundu. “Keşke seni ikna edebilsem ama masumsun, üzülürsün diye korkuyorum.”
Neye ikna edecekti, beni götürmeye mi? Bunu asla yapamazdım! Doğrusu, onu da öpemezdim ama yapmıştım. Elimi dudaklarıma götürdüm, o his parmak uçlarımda canlanınca Elvis’in gözleri bir daha ağzıma kaydı. Saçlarımı hafifçe okşarken dudaklarını ağzımdaki elimin üstüne kapattı. Uzun, iç çekişli şekilde öptü.
Elimi çektim ve engel yok olunca dudakları bir daha dudaklarıma temas etti, tekrar aynı heyecanı duyup hareket etmek istedim ama bir anda uzaklaştı. Yüzünü diğer tarafına çevirdiğinde gözlerimi kırpıştırdım ve ağzımı kapatıp ona baktım. Devam etmek istemiyor muydu? Doğrusu buydu, belki o da doğruyu fark etmişti.
Aman Tanrı’m, burada kalamazdım!
Ayaklarımı yere koydum ve yataktan indim, utançla arkamı döndüm. Gitmek üzere hızlandım ama üçüncü adımımdan sonra arkamdan geldiğini hissettim. Bana yetişip önüme geçtiğinde kafamı kaldıramadan yakası açık göğsüne baktım ve o hızlı nefesler eşliğinde kolumdan tuttu. “Sana sarılmak istiyorum,” dedi.
Sarılmak mı? Neden? Kafam karışıyordu, gözlerimin önünü bile görmeyecek haldeydim. Diğer kolumdan da tutup beni kendisine çekince çenem omzuna yerleşti ve ellerim göğsünde ezildi. Kalbim çılgınca çarparken, belimi öyle sıkı kucakladı ki bir an için ayaklarım yerden kesildi. Yüzü saçlarıma sürtündü.
“Dertsiz birisi olduğumu söylüyordun, artık değilim.” Beni sıkıp bırakarak yanağımdan öptü ve bir anda önümden çekildi, hayalet gibi odanın diğer tarafına uzaklaştı. Titreyen ellerim kalbimde birleşti ve başım omzumun üzerinden arkaya döndü. Revirdeki yatağa ilerlemiş, arkası bana dönük oturmuştu.
Bana sarılmıştı. Beni öpmüştü. Bunların sırası böyle değildi ama ikisi de bir rüyada yaşanmış gibiydi.
N’apmalıyım?
“Gideyim mi?” diye sordum, aptal şekilde. Elbette gitmeliydim.
Sırtı bana dönük şekilde kafasını sallayınca revirden koşarak çıktım, kendimi odama götürene kadar hiç durmak istemedim. Yalnız merdiveni çıkarken Ares ile karşılaştım. Beni görünce kaşlarını çattı, konuşmak istedi ama yanından fırlayarak geçtim. Odamın olduğu kata çıkınca karanlıkta yeniden onu bulacağımı hissettim, bir yerden çıkacakmış gibi geldi ama odama girip kapıyı çarptığımda yalnız kardeşim vardı.
Elimi kocaman açılan ağzıma kapattım. “Tanrı’m, n’aptım ben! Nasıl yüzüne bakacağım…”
Yine yaptım? Ne kadar istedim? Neden istedim? Suç onundu, beni etkilemişti, kayıtsız kalamamıştım. İlk kez birini öpüyordum, hoşuma gitmişti. O kadar sıcaktı ki, üstümdeki hırkayı çıkardım ve gemide titreyerek yürüdüm, yatağın kenarına oturdum.
Neden öptüm bu korsanı?
Nasıl yüzüne tokat atmadım? Yapmalıydım, bir de aptal gibi gidip gitmeyeceğimi ona sormuştum!
Ellerimi yüzüme örttüm. “O göğsünden çizimi çıkardığında oldu ne olduysa… kesin beni kandırmanın zamanını kolluyordu!”
Kardeşimi hatırlayınca ses çıkarmaktan korktum, örtüyü kaldırıp yatağın altına girdim ve örtüyü omuzlarıma doğru örttüm. Kalbim asla yavaşlamıyordu, başım şiddetle dönüyordu. Neden böyle hissettiriyordu? Elvis’i, gemideki konuklar gibi yok sayamıyordum, belki de gerçekten planı buydu. Tuzağa çekilmiştim, beni öpmesine ve bana sarılmasına rıza göstermiştim.
Onu neden yok sayamıyordum?
Haddinden fazla şey paylaşmıştık. Sebebi bu olmalıydı.
“Birisi duysa, öğrense bunları… Bir aptal olduğumu düşünür.”
Zaten öylesin, diye bir ses yükseldi iç sesimden.
Beni kullanıyor muydu? Ama onun içtensiz ve duygusuz olduğu anları hissedebiliyordum, az önce böyle değildi. Ya da ben görmek istediğimi mi görüyordum? Kahretsin, bunların hepsi çok gereksiz düşüncelerdi. Yakında onu bir daha hiç görmeyecektim.
Gözlerimi sımsıkı yumdum, karanlıkta onun gözleriyle karşılaştım. Beni öpüşü ve çekip sarılışını, o burada değilken hissettim.
“Tanrı’m, lütfen bana akıl sağlığı ver, lütfen onu aklımdan çıkarmama yardım et. Ne merhamet, ne nefret… Hiçbir şey hissetmeyeyim.”
Dudaklarımdan bu sözcükler dökülürken yalnız uyumaya çalıştım. Tüm bunları aklımdan çıkarmanın kesin yolu bilincimin kapanmasıydı. Gün ışığıyla her şeyi daha iyi düşünebilirdim. İris… onu, bu odadan neden çıktığımı unutmuştum ama sanırım Ares onunla yalnız kaldığında kadını sakinleştirmiş olmalıydı. Elvis’e n’olduğunu umursamadan İris ile kalmalıydım ama o korsanın peşinden gitmiştim.
Hata üstüne hata yapıyordum.
Yarın bu odadan asla çıkmamalıydım.
Tüm bunlara rağmen parmaklarımın dudaklarımı okşadığını fark edince sessiz bir çığlık attım. Kendime defalarca kez uyu, diye fısıldadım ve onu aklımdan çıkarması için Tanrı’ya dua ettim. Gidene kadar yüzüne hiç bakmayacak iradeyi diledim.
Gemideki sessizlikte, dışarıdan gelen rüzgâr ve dalga sesleriyle uyuya kaldığımda saatin ne olduğundan haberim yoktu. Ne kadar yalvarmış olsam da uyurken bile o mavi gözler karanlığımı deliyordu. Çabalarım uykuyla sonuçlanmış olsa da, beni uyandıran ses dün gece kalbimden gelen sesler kadar yükseldi.
“Abla, abla, uyan!”
Yorgun bir zihinle kirpiklerimi kırpıştırdım ve gözlerim açılınca bulanık bakışlarım arkasında Layla’nın yüzünü gördüm. Üstüme eğilmiş, gülümseyerek bakıyordu. “Duyduklarına inanamayacaksın!”
“Hı?” dedim gün ışığında gözlerim kamaşırken.
“Gitmişler abla, korsanlar gitmişler! Hiçbirisi yok, korsanlar gemiyi terk etmiş abla!”
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...