7. BÖLÜM
“PLAN.”
Tanrı’dan, benim için yapacağı yeni bir iyilik istemek üzereydim.
Aklımı, hiçbir zaman kalbimle aynı anda kullanamamıştım. Hep de hayret etmiştim bunu yapabilen insanlara. Sevdiğin birisinden uzaklaşabilmek mesela, sırf aklın böylesini makul gördüğü için? Nasıl mümkün olur, merak ediyordum. Veyahut duygularının coşkusuyla değil de mantığının sakinliğiyle davranmak, yapabildiğinde ne hissettiğini yok saymak… Nasıl yapılır, hiç bilmezdim.
Şimdi ister korkudan densin ister şaşkınlıktan, çarpan kalbim yüzünden düşünemiyordum. Peter’in varlığının sebep olacağı sorunları düşünürken gözlerimi iki korsandan çoktan ayırmıştım. Konuşmalarının devamını dinlemeyi isterdim ama panikten kulaklarım uğuldamıştı. Bu işi ciddiye aldıklarını, o silahı bize tutuş şekillerinden anlamıştım. Bir eksik olduğunu fark ettilerse onu bulmak için ellerinden geleni yaparlardı.
Peter’i nasıl saklayabilirdim?
Aman Tanrı’m, bir şey bulmam lazımdı. Geciktirmeliydim, odaları şimdi arayamazlardı. Bulduklarında Peter’i ve bizi cezalandırabilirlerdi. Aklımdan bu geçerken başımı kaldırdım ve Elvis’in gözleriyle karşılaştım. Kalbim bir buz parçası kadar soğudu gözlerinin bakışında, içimde kendime karşı acımasızlık ve çaresizlik belirdi.
“Artık kıyafetleri alabilir miyiz?” diye sordum etkilenmemiş görünmeye çalışarak.
Ares de bir bana bir Elvis’in elindeki anahtara baktı. “Nereye böyle kuzum?” dedi arkadaşına.
Elvis ona bakarken biraz suratsız göründü ve Ares buna gülerek tekrar elindeki kâğıda baktı. Arkadaşlıkları birbirlerini uyuz etme üzerine epey deneyim görmüş gibiydi. Elvis anahtarla yanıma yürüdü ve ensesini ovarak önüme geçti. Terleyen avuçiçlerimi kıyafetime sürerek odadan çıktım ve loş, dalgalı deniz üzerindeki gemide bir koridor geçtim.
Alt katlara inerken bir şeyler yapma paniğiyle ayaklarım birbirine dolanıyordu. Odaları henüz aramamaları için ilgiyi Peter’den uzaklaştırmalıydım, gerçekler ortaya çıkarsa beni odama hapsederlerdi. Duygularımdan biraz geçit yakalayınca düşünmeye başlamıştım ama nasıl durdururdum ki?
Bir kilit sesi geldiğinde kafamı kaldırdım. Elvis, kardeşimin odasının kapısını açıyordu. İçeriye girdiğinde arkasından ilerledim ve kardeşimin açılmış bavulunu gördüm. Diğer valiz kapalıydı. Odasında az zaman geçirmişti ama yine de biraz dağılmıştı. Yataktaki birkaç kıyafet ve eşyasını alıp bavulun içine koyarken ellerimin titremesini saklamaya çabaladım.
“Kardeşin odasına dönmek istemiyor mu?” diye sordu arkamdan.
“Hayır, yalnız kalmamalı,” dedim.
“Yalnız kalmaktan o mu korkuyor, sen mi?”
Kötücül bir bakış atmak için ona döndüm ve yüzündeki göze çarpmayan ama gülümsemeye benzeyen yumuşak ifadeyi gördüm. Çenemi kaldırarak, “Sence ben korkak birisi miyim?” dedim.
“Seni, ancak bununla itham etmek yüzünü bana çevirmeni sağlardı.”
Gözlerim kırpıştı ve kızaran yanaklarımla tekrar önüme döndüm. O bir korsanken ben bir esirken yüzümü ona çevirmemin ne anlamı vardı? Biraz ağır hareket etmek, bu sırada düşünmek istiyordum ama korsan bunu gözden kaçırmazdı. Bavulu fermuarını kapatarak kaldırdım ve kendim de doğrulup ona döndüm. “Odama kendim gidebilirim, eşlik etmene gerek yok.”
Bavulu tekerleklerinden sürükleyerek kendimle beraber koridora çıkardığımda o da kapıyı kapayıp kilitledi. Anahtarı cebine atıp odama doğru yürümeye başladığında oflayıp ona baktım. “Sana ne söyledim?”
“Eşlik etmek istedim,” diye kısaca cevap verdiğinde ben de kapıma ulaştım ve anahtarımı pantolonumun küçük cebinden çıkardım. Kapıyı açarken içeriye doğru, “Benim,” diye seslendim kardeşime.
“Sonunda döndün abla,” dedi Layla ve ben kapıyı açarken Martin’in elinde tepsiyle buraya çıktığını gördüm. Mutfaktan geliyordu, akşam yemeklerini dağıtmaya başlamışlardı.
Elim anahtar üzerindeyken Elvis’e döndüm. “Yemekleri kim yapıyor? Sizi onurlandırmayı istemem ama gayet lezzetliler.”
“Merak etme, bizi onurlandırmadın.” Koridorda yürüyen arkadaşına bir keskin bakış attı. “Şefi kaldığı odadan çıkarıyoruz, Martin eşliğinde yemekleri yapıyor.”
Buradaki eşlik etmek tamamen kibarca bir tanımdı. Gemideki şefimizi o akşam birkaç dakikalığına görmüştüm, sonra kaptan ve geminin sahibi Adam ile o da bir odaya hapsedilmişti. Eminim odadan çıkarılıp yemek yapmaya zorlanırken Elvis ona acımasız davranıyordur.
“Abla?”
Kız kardeşimin sesine kulak verdim ve kapıyı açarken Peter’in gizlenmiş olmasını umdum. Valizi kendimle içeriye sürükledim ve kapıyı yüzüne kapatmak için Elvis’e döndüğümde elini kapının üzerine koydu. Kolu o kadar yanlış bir açıyla uzanmıştı ki kafamın üstünden saçlarıma değiyordu. Gözlerime içtensiz bakarak, “İstediğin bir yemek var mı?” diye sordu.
Soru beni afallattı, neden umursardı ki? “Niçin soruyorsun?”
“Kurtulmak için verdiğin çaba biraz karşılığı hak ediyor.”
Aslında bu soytarıdan hiçbir şey istenmezdi, neredeyse gurur yapıp hiçbir şey istemediğimi söyleyecektim. Sonra bu gemide yolcu olduğumu, istediğimi yiyebileceğimi hatırladım. Babam bu gemiye binebilmek için çok şey vermişti. Dudaklarımı yalayıp, “Yemek değil, turta istiyorum,” dedim ve bunu söylerken zaten bu benim hakkımmış gibi davranmaya çalıştım.
Bir onaylama sözcüğü bile söylemeden gözlerime için için bakmaya devam edince kaşla göz arasında annesinin elini bırakmış bir çocuk kadar telaşlı hissettim. Duygularımın yoğunluğuyla hareket etti ellerim ve kapıyı onun sırtına çarptıktan sonra anahtarı yuvasına yerleştirdi. İki kez kilitledim ve odaya döndüğümde Layla’nın meraklı bakışlarını gördüm. “N’oldu?” diye sordu.
Kalbimin çarpıntısını yok saymaya çalışarak, “Valizini getirdim işte,” dedim.
“Çok teşekkür ederim!” diyerek yanağımdan öptü ve eğilip valizini açmaya başladı. Yatağımın ucuna oturup tuvaletten, gizlendiği yerden çıkan Peter’e baktım. Kötü haberi ne yazık ki hemen verdim. “Gemide bir kişinin eksik olduğunu fark ettiler, konuk listesini ellerine geçirmişler.”
Gözleri şaşkınlıkla açılırken bir umutsuzlukla yıkıldı. Ağzından küfür kaçırdığında Layla ona yüz buruşturdu ve Peter, “Üzgünüm,” diyerek masaya doğru yürüdü. Sandalyeye otururken ellerini telaşla saçlarında dolaştırdı. “Şimdi ne yapacağız?”
“Odaları arayacaklarını duydum,” diyerek daha kötü olan haberi söyledim.
“Ne zaman?” dedi panikle.
“Bilmiyorum, sanıyorum en kısa zamanda.” Ellerimi yüzümden geçirerek ofladım. “Saklanman gerekiyor ama nasıl olacak? Daha öncesinde birisini aramıyorlardı, şimdi özellikle seni bulmayı istiyorlar, bu yüzden yatağın altına kadar bakacaklardır.”
İnanamıyor gibi bir müddet bakıp başını iki yana salladı. “Beni bulduklarında…”
“O adam gibi denize atarlarsa?” dedim gözlerimi büyüterek.
“O adam?”
“Karşı odadaki kadın kazayla eşini öldürdü,” diye fısıldadım. “Cesedini okyanusa attılar!”
“Kardeşin bahsetmişti,” derken yüzünde hastalıklı bir korku oluştuğunu sezdim. Ben de olsam korkardım, ölmeyi kim isterdi? “Ya da belki sadece odama geri götürürler.”
Elvis ve diğer iki korsanın kötücül, soğuk bakışları gözlerimin önüne geldi. “Bu kadar iyi niyetli olabilirler mi, bilmiyorum.”
“Sizi de incitirler beni sakladığınız için.”
“Acaba odana geri mi dönsen?” dedim düşünceli şekilde. “O odada birinin yaşamadığını düşünüyorlar, bu yüzden aramazlar belki.”
Bu söylediğim onu biraz düşündürdü. “Fakat… nasıl geri döneceğim? Odamdan bile ölümü göze alarak, günler sonra çıkabildim? Korsanların koridorda olduğunu söylüyorsun, bu kez yakalanırsam?”
“Martin bu katlarda hep dolaşıyor, bazen diğerleri de…” haklı düşüncesine karşı bir daha ümitsiz kaldım. “Peki onları oyalamanın bir yolunu bulsam? Bu sırada odana gitsen?”
“Geri nasıl geleceğim, Roza?”
Evet, nasıl gelecekti? Adam açlık ve susuzluk yüzünden ölümü göze alıp odasından çıkmıştı. Bir daha orada kalamazdı. “O zaman seni bu odada saklamalıyız ama nasıl?”
Başını sanki saklanacak bir yer arıyormuş gibi odada dolaştırıp çaresizce bana döndü. Yemek yediği için iki gündür biraz iyiydi ama duyduklarından sonra bitik görünüyordu.
“Valize sığar mısın?” dedi kardeşim, Peter’e mesafeli bir bakış atarak.
Onun ufak valizine bakarak, “Mümkün mü?” dedim kardeşime.
Peter masaya doğru dönüp dirseklerini koydu, elleriyle kafasını tutup kara kara düşünmeye başladı. Kötü bir ruh haliyle cama döndüm, karanlıktaki okyanusa doğru baktım. Bulduklarında Peter’i ya da bizi incitirler miydi, emin olamıyordum.
Layla kıyafetlerini dolaba yerleştirmeyi tamamladığı sırada kapı tıkladı. Yemek getirmişlerdi. Açlığımla kalkıp kapıyı açtım ve Martin’in elinden tepsimi alırken göz temasından kaçındım. “Teşekkür ederim,” dedim yakınlaşma niyetimle.
Martin bir an bana dikkatle baktı, sanki konuşsa kibar bir karşılık verecekti. Bunun yerine kafasını salladı. Ben de, “Annem ve karşı odadaki, çocuklu kadına da yemekten götürüyorsun değil mi?” diye sordum.
Koridorun diğer cephesine bir bakıp bana dönerken onayladı. Verdiklerini biliyordum ama sürekliliğinden emin olamıyordum, bu cevabı aldığımda rahatlamıştım. “Ben… yukarıda verdiğim aşırı tepkiden dolayı üzgünüm,” dedim o tam arkasını dönmüşken. “Bir yabaniymişsin gibi davrandım, şaşırdığımdan dolayı.”
Bana baksa da bir şey diyemeden yürümeye devam etti. Layla elimden tepsiyi aldığında kapıyı hemen kilitledim ve masaya ilerleyip yemeğimi yemeye başladım. Bu kez tabaklar daha doluydu, iki kâse çorba ve birkaç tavuk butu vardı. Peter’in paniği yatışmamış olsa da yemeğini yedi, aç kalmanın bize bir faydası olmayacaktı. Yemek bittiğinde ellerimi yıkamak için banyoya gittim, dişlerimi fırçalarken de aklıma bir şeyler gelmeye başladı. Islak ellerimi kurulayarak çıktım ve odadaki iki kişiye baktım.
“Aklıma bir şey geldi,” dedim.
İkisi de kafasını bana çevirdi. “Bu durumla mı ilgili?”
“Evet,” dedim. “Onların geldiği zaman senin burada olduğuna ihtimal vermeyecekleri bir şey geldi aklıma.”
Peter heyecanlı görününce karşısındaki sandalyeye yürüdüm. Kız kardeşim o sırada saçlarını tarıyordu, açıkçası Peter’in içinde bulunduğu duruma karşı empati veya endişe duygusu göstermiyordu. Fakat anlatacaklarımı dinlemesi lazımdı, kulak vermesini istedim ve söyleyeceklerim bittiğinde Layla inançsız görünerek dudak büktü.
“Böyle bir şeye inanırlar mı ki? O an değil ama sonradan tekrar bakmayı isterlerse n’olacak?”
“Sana onları inandıracağımızı söylemiyorum ama aklıma gelen en mantıklı çözüm bu. Peter için yeterince empati yapmıyorsun ama bizim onu sakladığımız gerçeğini hatırlatırım sana, sence bunu karşılıksız bırakılar mı?”
Söylediklerimle keyfi kaçınca arkasını döndü, ilgisini uzaklaşırdı. Yapması gerekeni anlatmıştım, artık dinlemek kendisine kalmıştı. Peter’in yüzünün aldığı ifade Layla’ya göre daha umutluydu. Ayağını stresle yere vururken, “Gerçekçi davranırsan belki inanırlar,” dedi.
“Elimden geleni yapacağım,” diye söz verdim.
Peter’e güvenemezdim, bu kadar az vakit geçirirken tanıdığımı söyleyemezdim. Fakat gözlerindeki korku da mahcubiyet duygusu da içtendi. Üstelik düşmanlarımız ortakken ona yardımcı olmayı istiyordum. Gözlerinde yumuşak bir ifade oluştu ve elini elimin üzerine koydu. “Teşekkür ederim, sen korkusuz bir kadınsın.”
Gülümseyerek iltifatına karşılık verdim ve elimi çekip kucağıma koyarken, “Korkusuzluktan ziyade çaresizlik diyelim,” dedim.
“Hayır,” diye şiddetle karşı çıktı. “Sen korkusuzsun. Benim odanda olduğumu, hatta zorla girdiğimi, sizi tehdit ettiğimi söyleyip sorumluluğu üzerinden atabilirdin.”
“Ne kadar merhametsizce olurdu,” dedim hafif gülümseyişimi sürdürerek ve ardından sandalyeden kalktım, kız kardeşimin yanına gittim. Aklımdan bile geçiremezdim, böylesi ancak kalbimin olmadığı bir durumda gerçekleşirdi.
Tarağı elinden alıp kardeşimin saçlarını biraz da ben taradım. Yeterince tarandığını söylediğinde de doğrularak dolaptan kendime bir pijama takımı aldım. Banyoya geçip giyinirken bir erkekle odamızı paylaştığım için hep tetikteydim, bu yüzden pijamamın her tarafının örtülü olduğuna dikkat ettim, tüm düğmelerini kapadım.
Odama geri dönerken esniyordum. Zaten gemideki huzursuz günlerim yüzünden uyuyamıyordum, bir de Peter’in odamızdaki varlığı beni tetikte kılıyordu. Layla da benden sonra banyoyu kullandı ve dizlerinin altına kadar uzanan, uzun kollu pijamasıyla odaya geri geldi. Yatağa yatarken komodindeki bıçağı alıp yastığın altına koydu, Peter yaklaşacak olursa onu kullanacaktı.
Peter de bunu fark edip bana doğru rahatsızca baktı. “Geceyi banyoda geçirebilirim.”
“Bu çok lüzumsuz olur,” dedim ve sırtımı yatağın arkasına yaslayıp örtüyü karnıma kadar çektim. “Kardeşime gücenme, seni tanımadığımız için korkuyor.”
Layla, “Susar mısınız? Uyuyacağım,” dedi.
Peter kardeşime hafifçe gülümseyince kendisi için bu tavrın çok dert olmadığını düşündüm. Kardeşime dönüp saçlarını okşarken kapalı gözkapaklarını izledim. Bazen hiç benzerliğimiz olmamasına hayret ediyordum ama olgunluğa eriştiğimden beri böylesinin daha eğlenceli olduğunu biliyordum.
Peter masada, yüzünü kapadığı kolları üstünde uyuyakaldığında ben de daha fazla dayanamadım. O korsanları, üstünde olduğumuz okyanusa bakarak düşünürken uyuyakaldım. Uykum güvensizliklerle doluydu, birkaç kez irkilip Peter’i ve kardeşimi kontrol ettim. Son uyandığımda ise gökyüzünde patlayıcı bir aydınlıkla karşılaştım.
Yağmur yağıyordu, hava aydınlıktı ama güneş açmamıştı. Peter ile kız kardeşim hâlâ uyuyordu. Yataktan kalkıp yaklaştım, cam buğuluydu ve yağmur damlaları aşağıya doğru kayıyordu. Odalar ısıtmalı da olsa sanki yağmurun süratine baktığımda üşümüştüm. Bulutları görmek için kafamı kaldırdım, en yakındaki bulut gri rengine dönüşmüştü ve istediğinde neler yapabileceğini gösteren Tanrı’yı hatırlatıyordu bana.
Kendime sarılarak dolabıma yürüdüm ve kıyafet alıp banyoya girdim. Zaman harcamadan kalın, beyaz boğazlı kazak ile kahverengi kadife pantolonumu giyindim. Saçlarımı tararken de günlerdir banyo yapmadığım için kirlendiklerini hissettim. Bariz bir kir değildi ama yıkanmaya ihtiyacım vardı. Çıktığımda yanıma aldığım bakım eşyalarından birisi olan nemlendiriciyi yüzüme ve ellerime sürdüm. Bir gök gürlediğinde şimşek başıma düşmüş kadar irkildim.
“N’oluyor?” diyerek gözlerini uykusundan açtı Peter.
Başımı kendisine çevirdim ve camdan dışarısını göstererek, “Yoğun bir yağmur var,” dedim.
Kalktı ve yürürken belini ovaladı, fikrimce uykudaki duruşu yüzünden beli ağrıyordu. Okyanusa ve gökyüzüne bakarak, “Fırtına çıkar mı?” diye sordu.
“Moğala’da aylardır yağmur yağmıyor, burada fırtına çıkarsa talihime üzülürüm.”
Biraz karanlık ruh haliyle bana döndü. “Aslen de oralı mısın?”
“Evet, sen?”
“Hayır, babam göçmendi,” dedi ve ben daha sormadan cevapladı. “Öyleydi, artık değil. Ailemi geçtiğimiz sene kaybettim.”
Nemlendiriciyi komodine koyup, “Üzüldüm,” dedim içten gelen şekilde. “Bu gemiye binene kadar yalnız mıydın?”
“Diyebiliriz.” Yağmura bir daha bakıp masaya yürüdü, bacaklarını hafifçe açıp sandalyeye oturdu. “Susuzluk ve devamında kıtlık baş gösterince, beni orada tutan bir şey de olmayınca bu yolculuğa çıktım. Hayatımın en pahalı yolculuğu…” bir şey hissetmiş gibi boşluğa doğru baktı. “Dilerim sonu ölüm olmaz.”
Kalbim acıdı. “Böyle söyleme. Bizi öldüreceklerini sanmıyorum. Günü geldiğinde gemiyi terk edecekler, tabii birikimlerimizi, ganimetlerimizi alarak…”
“Ulaştığımız yerde bunlara ihtiyacınız olmayacak mı?”
“Olacaktır, bu yüzden geri almayı isterim ama onların üstesinden gelmek zor.”
Bunun hakkında düşünmeye başladığı sırada Layla bir mırıltıyla uykusundan uyandı. O tuvaleti kullanırken ben de yatağın örtüsünü düzelttim, planın bir parçası olduğu için bornozu dolaptan çıkarıp örtünün üstüne koydum. Bıçağı ve anahtarı da komodine bırakmıştım.
Bıçak aklıma bir kez daha ölümü getirdi.
Ölümse o adamı.
Acaba İris nasıldı? O günden beri sesini duymuyordum.
Tam bunu düşünüyordum ki sesler duydum. Ne olduğunu anlamak için kapıya yaklaşıp delikten dışarıya baktım. Kimse görünmese de sesler gelmeye devam ediyordu. Tüm dikkatimi verince konuşmalar netleşti.
Ares, “Yemeklerini yemelisin,” diyordu. “Kapının arkasından çekil, canını yakmayı istemiyorum.”
Kiminle konuşuyordu, İris miydi bu? Yemeklerini yemiyor muydu? Bir süre odamda kaldım ama sonra ona yardım etmeyi istedim, bu yüzden Peter’e dönüp, “Sessiz ol,” dedikten sonra anahtarı alıp kapıyı açtım. Ardından kapatıp hemen kilitlerken koridora baktım ve İris’in Ares ile merdivene yürüdüğünü gördüm. Odasından çıkmaya ikna mı olmuştu? Martin buradaydı, nöbet sandalyesine yürüyordu. Beni gördüğünde gözlerinden sorusunu okudum.
“O kadına yardım etmek istiyorum,” diyerek koridoru yürüdüm ve yanından geçerken beklenen oldu ve bir duvar gibi karşıma dikildi. “Yemeğini yemediğini duydum, kısa süreli arkadaşlık edersem belki yemeğini yemesine, hayatta kalmasına yardımcı olurum.”
Beni geri çevirebilirdi, zaten bana kalırsa içlerinde insanlara tahammülü en az olanı oydu. Elvis ve Ares insanlarla eğlenebiliyordu. Önüme geçip yürüdüğünde bana eşlik edeceğini anladım ve onunla katları çıktım. Korsanların vaktini geçirdiği odanın önüne geldiğimizde hafifçe iterek baktım ve gördüklerim karşısında yaşadığım şokla orada kaldım.
Kadın içeride Elvis ile beraberdi ve onun göğsüne kafasını gömmüş ağlıyordu. Ares benimkini aratmayan bir şaşkınlıkla kadına bakıyordu. Ağlaması elbette beklenilen şeydi ama bunu o korsanın göğsünde yapıyor olması beni hayretler içinde bırakmıştı. Bu yakınlık akıl alır gibi değildi ve yüzüne baktığımda bunun Elvis için de plansız bir hamle olduğu okunuyordu.
Nasıl o adama sarılırdı?
Şaşkınlıkla bir ileri, bir de geri adım attım ve Elvis’in gözleri bana çevrildiğinde bile ifadesini kaybetmedi. Burada olduğumu daha önce anlamıştı sanıyorum. Elini, göğsüne kapanan İris’in omuzlarına koyarak kadını kendisinden uzaklaştırırken, “Sebebi nedir?” diye sordu mesafeli bir sesle.
“Ben… Teşekkür etmek istiyorum.”
Hayretten çenem yere yapışacaktı.
Elvis iki adım daha geriye gitti. “Anlayamadım, hanımefendi?”
İstemsizce içeriye doğru yaklaştım ve İris adım seslerime kulak vererek kafasını arkaya çevirdi. Kızarık, hüzünlü gözleri beni bulduğunda hafifçe şaşırdı. “Merhaba,” diyebildim yalnız.
Ares de bana döndü. “Burada ne işin var?”
“Ben…” içinde bulunduğum durumun mantıksızlığıyla savaşırken cevap aradım. “İris’in yemeklerini yemediğini duydum, ona yardımcı olmayı istedim.”
Ares gözlerini arkadaşına çevirdi. “Ondan anahtarı geri al, bu kadını da odasına götür. Gidişat hiç normal değil, delirmiş gibi davranıyor.” alnını kırıştırarak İris’e bir daha baktı.
Elvis arkadaşının söylediklerine ne kadar kulak astı bilmem ama kadına dönüp ellerini arkasında bağlarken, “Sanıyorum iyi değilsiniz,” dedi. “Roza, sana odana kadar eşlik etsin, yemeğini ye.”
İris’le yalnız kalmam daha iyi olurdu, onu anlamam kolaylaşırdı. Gayesi ne, akıl sağlığı ne durumda anlamam gerekliydi. İris bir daha bana baktığında ona hafifçe dudak kıvırdım ve korsanlara döndüğünde, “Beni tekrar odaya mı hapsedeceksiniz?” diye sordu, korkuyormuş gibi.
“Lütfen hapsedildiğini düşünme,” derken sözcüklerine tezat şekilde ses tonu katıydı Elvis’in. “Yas tutuyorsun, biraz yalnız kalmaya ihtiyacın vardır.”
İris ellerini kollarına doğru sararak bana doğru yürümeye başlayınca korsanlara olan bu beklenmedik tavrının şaşkınlığını kendisine yansıtmamaya çalışıyordum. Ares, kadına biraz ürkmüş gibi bakarak iç geçirirken Elvis çenesini kaşıyarak düşünüyor görünüyordu. İris yanıma geldiğinde, “Bu deliliğe katlanamayacağım,” dedi Ares. “Onları sen götür.”
Elbette odalarımıza hapsolana kadar yalnız olmayacaktık. Elvis bize doğru asker adımlarıyla yürüdü ve önümüze geçip hızlandı. Adımlarının gidişatını takip ederken yanımdan gelen İris’e baktım ve anlaması zor durum hakkında ne soracağımı düşündüm. Kıyafetlerini o günden sonra değişmemişti, saçları dağınık, yüzü kâğıt kadar beyazdı.
Odalarımızın olduğu kata inerken Martin’i yanında bir adamla görüp şaşırdım. Korsan, adamın koluna girmiş, ona eşlik ediyordu. Adamın o gece masada oturan konuklardan birisi olduğunu anladım ve göz göze geldiğimiz saniyelik anda Martin adamı çekiştirip daha hızlı yürümeye zorladı. Hızla önüme döndüm ve koridora girene kadar sessiz kaldım. İris’in odasına geldiğimizde Elvis bana baktı. “Odana geçmelisin, yemeğini kendisi yesin.”
Onun odasını açtığında merak ettiklerim için burada kalmayı isteyerek konuştum. “Ona eşlik etsem ne zararı olacak ki?”
İris, açılan kapıdan içeriye girerken Elvis’in temkinli görünen hoşnutsuz gözleri bana çevrildi. “Çıldırmış bir kadın o, sana saldırabilir.”
“Abartıyorsun,” dedim. “Az önce size karşı sevgi doluydu, üstelik sana sarılıyordu, bana neden sardırsın?”
Gözlerinde alaycı bir ışık parlarken dudaklarını birbirine bastırdı. Bir şey demeyince hemen odaya girdim ve masadaki yemeği görüp İris’e baktım. “Yemeğini neden yemiyorsun?”
Bakışlarını bir an için Elvis’e doğrulttu ve sonra kafasını önüne eğdi. Ona nasıl yardımcı olacağımı düşünürken korsanın gözleri bizim yüzümüzde, sonra da odada gezindi. Ne aradığını ilk saniyelerde anlamadım. Sonra kadın, kocasını tokayla öldürdüğü için umulmadık bir cinayet aleti aradığını anladım.
“Bir saat içinde döneceğim,” dedi yalnız gözlerime bakarak ve ardından kapıyı kapayarak. Kilit sesini duydum ve o uzaklaştığında hızlıca İris’e ulaştım. Onun ellerinden tutup masaya doğru çektim. “Neyin var senin? İyi misin?”
Masaya karşılıklı şekilde oturduğumuzda kafasını kaldırdı. Bakışları hâlâ aynı hüznün gölgesinde buğulu buğulu izliyordu beni. “Rüyamda zehirlendiğimi gördüm, o yüzden yemek yiyemiyorum.”
Omuzlarım bu kadının acısının altında kaldı. “Yemekler güvenli, biz de yiyoruz. İstersen senin tabağını önce ben tadayım.”
Bir an duraksadı, sonra da kafasını salladı. Onun kahvaltısında pastırma yoktu, yalnız tereyağı ile marmelat vardı. Ekmeğinin birazıyla marmelatın tadına baktım ve lokmamı yutup, “Bak, hiçbir şey yok,” dedim. “En son ne zaman yemek yedin?”
“O… ölmeden önce. Doğrusu… yemeğin çoğunu kendisi yemişti, bana azıcık ayırmıştı.”
Ölmesi için asla gerekçe olamazdı ama kocası hiç merhametli bir adam değildi. “Çok aç ve bitkin olmalısın, lütfen ye.”
Kararsız bir bakış attıktan sonra ıslak gözlerini sildi ve hemen sonra tepsiyi önüne çekip yemeye başladı. Hem de ne yemek… Ağzı bir saniye boş kalmadı, uzun süren açlıktan sonra gelen yemeğin heyecanıyla hiç ara vermedi. Üstüne ekmek kırıntısı döktü ama ne önemi vardı ki? İnsanın kalbi yas içindeyken bile içgüdülerine karşı koyamazdı elbette. Açlık, susuzluk, bunlar en derin güdülerimizdi. Hem de bir kıtlığı yaşamak üzere olan ülkemizde geçirdiğimiz son günlerden sonra.
“İris,” dedim, o son lokmasını da yutup çayını içerken. Çayı epey soğumuştu ama sorun etmedi. “Ben yukarıdayken o korsana sarıldığını gördüm, onlardan nefret ettiğini sanıyordum ama teşekkür ettin?”
Fincanı tepsiye bırakıp başını önüne eğdi, gözlerini ben haricinde her yerde tuttu. “Ben… aslında onun haklı olduğunu fark ettim. Onu öldürmeyi… istemezdim ama sonuçta kocamdan kurtuldum.” Bunları söylerken sesinde zayıflık ve utanç vardı, sezebiliyordum. “Sadece burada değil, her yerde bana kötü davranırdı. Ondan ayrılmanın bir yolu yoktu, ben de hiç hata yapmamaya çalışmakta bulmuştum çareyi. Canımı yakıyordu ama hayatımı devam ettirmek için ona muhtaçtım. Fakat son günlerim onun sesini duymadan, ona itaat etmeden, öfkesini ve sevgisizliğini dinlemeden geçince o kadar da üzülmediğimi hissettim.”
Bir erkek bana kesintisiz şekilde kötü davranmamıştı, bir erkeğin baskısı ve öfkesi altında yaşamanın ne demek olduğunu bilmiyordum. Ölmesinin iyi olduğunu söyleyemezdim ama o adamın İris’e ne kadar kötü geldiği açıktı. “Yaşadıkların için çok üzgünüm,” dedim eline bir dokunuş bırakarak. “Fakat senin bu zulümden kurtulmanı sağlayan korsanlar değil, onlara karşı bir yakınlık ve minnettarlık duymana gerek yok.”
Kaşlarını kaldırdı. “Nasıl değil? Bu gemiyi kaçırmasalardı, kocamla bu odaya hapsolmasaydım, çıldırmasaydı… onu öldürmek hiç aklımdan geçer miydi?”
Ah, gerçekten de korsanların bunu sağladığını düşünüyordu. Tamam, yüzeysel bakarsak dediği gibiydi ama korsanlar İris’e kolaylık sağlamak adına hiçbir şey yapmamış, aksine bize işgalci gibi davranmışlardı. Onu söylediklerinin tersine ikna etmeye çalışsam da şu an yapamam görünüyordu, bu yüzden başka soru sordum. “Peki gemiden indiğimizde ne yapmayı düşünüyorsun?”
Omuzlarını alçalttı bu sorum. “Bilmiyorum, belki kocamın varlıklarını korsanlardan geri alabilirsem kendimi bir süre geçindirebilirim.”
Başımı salladım ama korsanların bunu yapacak kalpte olmadıklarını biliyordum.
Birazdan kapıya vurulduğunda korsanlardan birinin geldiğini anladım. Sandalyeden kalktım ve kapı açıldığında İris ile oraya baktık. Görünen Elvis’ti. Geniş omuzlarıyla tüm koridoru kapatmış vaziyette bize dönüktü. Benim gözlerime doğru baktı. “Odanıza dönün, hanımefendi.”
Bir an çok mesafeli davrandığını hissettim, oysa zaten hiçbir zaman yakın olmamıştık. İris’e bakıp elini bir daha sıktıktan sonra açık kapıya yürüdüm ve onun kolunun altından geçmem gerektiğinde kaş çattım. Koridora çıkınca da Elvis kapıyı kapatıp kilitledi ve bana dönüp odamı gösterdi. Hızla kendisinden uzaklaşıp odamın kapısını açarken, “Bu bir daha olmayacak,” dedi arkamdan.
İçeriye girmeden önce omzumun arkasından ona döndüm. Olmasını istemediği şey bir konukla bir araya gelmemdi. Çünkü bunun kendileri için tehdit olduğunu düşünüyordu. Koridor sonuna ilerlediğini gördüm, arkadaşı Martin’in yanından geçerken, “Bu akşam beni çağırma!” dedim kendisine. “Sana kitap okumayacağım.”
Durup omzunun üstünden bana dönünce sırtımı neredeyse kapıya çarpıyordum. Sanki özlemişim gibi o alaycılığını yüzüne koyup, “Sabırsızlıkla bekliyorum,” dedi.
Arkadaşına bir selam çakıp merdivenlere doğru gidince sinirle eğilip alçak topuklu ev ayakkabımı çıkardım, kendime verdiğim nasihatleri unutup arkasından fırlattım. Fakat ben daha ayakkabıyı atmadan o basamakları inmeye başlamıştı bile. Sinirle yumruğumu sıktım ve koridorun yarısına ulaşmış ayakkabıma doğru giderken kaçamak şekilde Martin’e baktım. Net konumunda duran sandalyede oturmuş, gazetenin üstünden bana bakıyordu. Eğilip ayakkabımı alırken bir şeyler deme ihtiyacı hissederek kızardım. “Arkadaşın baş belasının teki.”
Beyaz ev topuklusunu ayağıma giyerken Martin bana katılıyormuş gibi baş sallayıp gazetesine döndü. Arkamı hızla dönüp odama koştum, içeriye girip kapıyı kilitledim. Gökyüzünde bir şimşek o saniyede çaktı. Ayaklarım üstünde sıçradım ve cama vuran iri yağmur damlalarına bakarken, “Abla?” diye seslendi Layla. “Korsanların yanında mıydın? N’oluyor?”
“Önemli bir şey yok,” dedim ve yürürken Peter’e baktım. Bıçakla bir tahta parçasını sivriltiyordu, bıçağın kendi eline geçmesi Layla’yı korkutmuş olabilirdi ama sıkıntıdan bir şeylerle uğraşmak istediği belliydi.
Yatağımın ucuna oturdum ve beklenmedik kaderimi kabul etmiş gibi omuzlarımı düşürdüm. Layla dirsekleri üzerinde uzandığı yatakta, karıştırdığı dergiye döndü ve Peter sessizce, “Her şey yolunda mı?” diye sordu.
Başımı salladım. “Evet.”
Yapacak hiçbir şeyimin olmaması çok sıkıcıydı. Ben, her şeyimin olduğu evimde bile çok sıkılan birisiydim, sürekli evimizin arkasındaki ormanda kaybederdim kendimi. Okyanusun ortasında ilerlemekten daha acımasız bir şeyle karşı karşıyaydık, tutsaktık. Can sıkıntımı geçirecek hiçbir şey olmadı, dakikalar saatlere karışırken dinmeyecek bir yağmur gerçeğiyle karşılaştım.
Akşam yemeklerimiz geldiğinde neden koridorlarda bekleyenin Martin olduğunu daha iyi anladım. Sessizliğini paylaşacağı tek şey, kendisiydi. Konuşmuyordu ama bakışları iletişim becerisinde çok iyiydi, yemeğimi verirkenki umursamazlığı ona soracağım şeylere engel olmuştu.
Tepsiyi masaya götürürken de her zamankinden farklı bir şey dikkatimi çekti. Tepside, içinde iki adet turta olan bir tabak vardı. Bize tatlı ikram etme cömertliği göstermelerinden daha dikkat çekici olan, bu turtayı benim istemiş olmamdı. Elvis, yemeyi istediğim şeyi sorduğunda benimle alay ettiğini bile düşünmüştüm. Niçin bu isteğimi gerçekleştirdiği anlaşılmazdı, nezaket için çaba göstermeyeceği aşikârdı. Tepsiyi masaya bırakıp sandalyeye otururken Elvis’in yüzü gözlerimin önüne geldi. Acaba bana böyle bir iyilikte bulunup kişiliği hakkında yanılgıya düşmemi mi istiyordu? Beni mutlu etmek ona bundan başka bir fayda sağlamazdı değil mi?
“Bu turta nereden çıktı?” dedi kardeşim.
Elvis’i aklımdan çıkardım ve masaya eğilen kardeşime baktım. “Bir incelik yapmak istediler sanırım.”
“Niye yapsınlar ki? Bizi hapis tutuyorlar.” Omzunu silkti. “Keşke paralarımızı, ganimetlerimizi verecek kadar da ince olsalar.”
O turtayı yerken ben çorbamı Peter ile paylaştım. Çorbanın yanında da patates püresi vardı. Genellikle kolay yapılan, uzun süre tok tutan yemekler getiriyorlardı. Ben çorbayı içtikten sonra kaşığımı kardeşime verdim, diğer kâsedeki çorbayı içerken daha keyifli göründü gözüme. Bana nadiren gösterdiği içten gülümsemesini sunduğunda onun saçlarını okşamak geldi içimden. Patates püresini ekmek dilimleriyle yedim ve bir bardaktaki suyu yarısına kadar içtim. Acaba ne kadar su kalmıştı? Babam gemide bizler için su olacağını söylemişti ama korsanlar da içiyorsa beklenilenden daha hızlı bitebilirdi. Ayrıca geminin su haznesi ne kadardı? Artık banyo yapmak istiyordum.
Tepsileri aldıktan sonra bir daha gelmeyeceklerini düşündüm, geç bir saat olmuştu. Gemide ara ara sesler yükselmişti, yukarı katta birileri bağırıyor gibiydi. Odasından çıkmak isteyen konuklardan biri olmalıydı. O sesler dinince yatağa uzandım, aklımın büyük köşesiyle hâlâ korsanların üstesinden nasıl geliriz diye düşünüyordum.
İşte o vakitlerde sessizlikteki adım seslerini işittim. Birden fazla kişinin yürüdüğünü işaret eden ritmik seslerdi. Kardeşim ve Peter’le göz göze geldikten sonra hızlı ama sessizce doğrulduk. Layla ve Peter’e hemen banyoyu gösterdim ve onlar girip kapıyı kapattığında masadaki bıçağı aldım. Onu komodinin altına saklayıp parmak uçlarımda dolaba koştum. Layla’nın bornozunu çıkarıp yatağın üstüne bıraktıktan sonra etrafta bir iz aradım, Peter’i açığa çıkaracak hiçbir emare olmamalıydı. Banyodan su sesi geldiğinde kapı deliğinden baktım. Elvis’in kafasının arkasını gördüm. Elena’nın odasına ilerliyorlardı, gerçekten de Peter’i arıyorlardı.[SE1] [ET2]
Elena’nın odasından çıktıklarında buraya yürümeye başladılar. Nefesimi tuttum ve sakinliğimi koruyarak bekledim. Kapıya sert şekilde vurulunca komodinin üstündeki anahtarı aldım ve beklenmedik misafirlermiş gibi, “N’oldu?” diye sordum.
Elvis, “Müsait misin?” diye sordu.
Onlarla yakınlaşmanın bana getireceği kolaylıkları tekrar hatırlayıp, “Bir sorun mu var?” diye sordum karşı çıkmadan.
“Kapıyı aç, odayı aramam gerekiyor,” dediğinde anahtarımı kapı deliğine yerleştirip yavaşça açtım. Geriye çekilip başımı ona kaldırdığımda yutkundum. Ares de onunlaydı fakat Elvis içeriye girerken dışarıda kaldı. Geriledim ve temkinli görünerek, “Odayı neden arayacaksın?” diye sordum biraz yüksek sesle, Layla’nın da duyması için.
Elvis karşımda durduğunda kıyafetlerini yenilediği dikkatimi çekti. Üzerinde boğazını saran siyah kazağı ile koyu renkli kot pantolonu vardı. Postalları pantolonunun birazını kapatıyordu. Demek biraz insanmış, üşümüş. Saçları hafif dalgalarla kafasının iki yanına ayrılmıştı, yanmış bir yüzü ama gerçekten açık bir teni vardı. Yanımdan geçip odanın içerisinde ilerlerken gözlerini suyun geldiği yere, banyoya çevirdi. “Kız kardeşin nerede?”
Layla az önceki sesleri duymuş olmalı ki, “Abla?” diye seslendi ve saniyeler sonra suyun sesi geldi. “Bornozumu içeride unutmuşum, verebilir misiniz?”
Ares kapının önünde sırıttığında kızararak yataktaki bornozu aldım. Elvis’in karşısına geçip, “Lütfen çıkar mısınız?” dedim. “Kardeşim müsait değil, burada bulunmanız çok yakışıksız. Odada neyi aradığınızı bile anlamadım fakat vakti değil.”
Elvis beni anlam veremediğim, dilimi dolayan bir dikkatle inceleyip elimdeki bornoza baktı ve tekrar gözlerime ulaştığında, “O seninki,” dedi.
“Hı?”
“O bornoz seninkisi.”
Avuçlarımdaki beyaz bornoza bir daha baktım, doğruydu. Fakat o nasıl… Tabii, ilk akşam eşyalarımızı aramış, her şeyi görmüştü. Utançla kekelememek için durdum ve kısık sesimle, “Fark etmez,” dedim. “Sonuçta o kız kardeşim ve bornozum temiz.” Ona kapıyı gösterdim. “Rica ediyorum, çık!”
Ares bir gülme sesi çıkardığında gemideki tek eğlencesinin ben olduğumu düşündüm. Ne aptal adamdı ama… Elvis işaretparmağının tersiyle burnunun ucuna dokunup banyoya bir daha bakınca, “Abla?” diye seslendi kardeşim. “Üşüyorum, hadi!”
Elvis kaşlarını kaldırarak önümden çekildiğinde banyoya kadar yürüdüm. Kapıyı açmadan önce baktığımda ağır ağır gerilediğini gördüm. Eşikten çıkana kadar bu şekilde yürüdü ve kapıyı kapatmadan önce güya gözlerime ama bana sorarsanız ruhuma kadar baktı. “İyi geceler, Roza.”
Kapıyı kapattığında nefesimi bırakarak arkama yaslandım ve adım sesleri uzaklaşana kadar bekledim. Sonra koşup kapıyı kilitledim, banyoya girdiğimde de ikisini korkuyla bakarken gördüm. Ellerimi yanaklarıma koyup fısıldadım. “İnandılar, işe yaradı.”
Rahatlamış nefeslerini duydum ve korsanlar annemin odasını da kontrol edene kadar burada kaldık. Odaya geçtiğimizde kendimle gurur duyar şekilde yatağıma oturdum. Elvis ve diğerlerini kandırmış olmanın verdiği zevkle başımı yastığa koyarken neredeyse sesli gülecektim. Galip gelmiştim, onlar aramaya devam ederken eğlenen ben olacaktım. Elvis’i kandırmış olmak neden beni bu kadar mutlu etmişti bilmiyordum, bize yaptığı haksızlıktan dolayı olabilirdi.
“Kalın bir giysiniz var mı?”
Peter’in sesini duyunca başımı kaldırıp kendisine baktım. Sandalyeye umutsuzca bakıyordu. “Ne için?”
“Yere serip üzerine uzanacağım,” dedi bize doğru dönerek. Bunu istediği için çok mahcup görünüyordu.
Yataktan kalkıp keyifli şekilde dolaba gittim. Layla gözlerini açmış, onun kıyafetlerinden birini verecek miyim diye bakarken ben kendi yünlü kabanımı çıkarıp yere serdim. “Bunun üzerinde uyuyabilirsin.”
“Teşekkür ederim,” derken bana yaklaştı. “Sence bir daha kontrol etmeye gelirler mi?”
“Onlara bir oyun oynadığımızı düşündüklerini sanmıyorum, tamamıyla masumdum. Fakat odayı aramadıkları için gelmeyi düşünebilirler, umut edelim ki öyle olmasın.”
Ağır ağır başını salladı. Uzanıp omzumdan tuttuğunda ve hafifçe sıvazladığında yalnızca nezaket olsun diye gülümsedim. “Teşekkür ederim. Bana yardım ettiniz, üstelik onlara rağmen benden kurtulmayı istemediniz. Dilerim bir gün iyiliğinizin karşılığını verebilirim size.”
Gerileyerek yatağa yürüdüm. “Ne yazık ki hepimiz tutsağız ve birbirimize yardım ediyoruz. Görüyorsun ya, hepsi bu kadar.”
Tekrar yatağa uzandım ve örtüyü karnıma kadar çekip sağ tarafıma döndüm. Kalbim hâlâ hızlı çarpıyordu, elim yanağımın altında kalmıştı. Birazdan uyuyacak gibiydim. Peter’in varlığı hâlâ uykumuzu bölecek bir unsurdu ama o da farkındaydı bize bir şey yapacağı anda bağıracağımızı ve koridorda duran Martin’in odamıza geleceğini. Kendi hayatını önemsiyordu, bu yüzden bizi incitmeyi denemeyecekti.
O gece rüyamda çok fazla ağladığımı gördüm. Yüzümden yağmur gibi yaşlar iniyordu. Kalbimi tutuyordum fakat niye acıdığını bilmiyordum. Güvertedeydim, hava soğuktu ama kendime bile sarılmamıştım. Kalbimin neden böylesine kırık olduğunu anlamadığım rüyamdan uyanınca, o gözyaşlarının aynılarını yanaklarımda hissettim. Yalnız kendimi gördüğüm bu rüyaya pek de bir anlam veremedim ama gün doğana kadar bir daha uyuyamadım, kalbimin üstüne yattığımda yaşadığım o fiziksel acıyı tekrar uyuduğumda bile unutamadım. Sebebini ben bilmesem de Tanrı’nın bir bildiği olduğunu düşündüm.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...