0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

9. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“BIÇAK YARASI.”

Ölmek ne kadar zaman alır?

Elvis’in yüzüne bakarken geçen kısacık zaman mesela… kısacık değil mi? Birisini öldürecek kadar uzun zaman bakmış olamam ki onun yüzüne.

Bunu o andan sonra mı, önce mi düşündüm, hatırlamıyorum. Hâlâ düşünüyor muyum mesela, onu da bilmiyorum.  Hayatımın, bir daha yaşamayı istemeyeceğim o anını yaşadım ve sanki zihnim kapandı, yalnız gözlerim eşlik etti.

Sudan gelen o gürültüden sonra Elvis’in vücudunun önce geriye çekilmesini, sonra geminin güvertesinden aşağıya atlamasını izledim. Vücudum hareket ettiyse de farkında olamadım. Sesler boğuk şekilde kulağıma gelirken bir anda kendimi aşağıya bakarken buldum.

Güneşin gökyüzündeki son dakikalarıydı, bu yüzden görebiliyordum. İlk anda okyanusun yüzeyinde kimse yoktu ama su oldukça hareketliydi. Sonraki an Elvis’in kafasının sudan çıktığını gördüm ve sırtını göğsüne doğru yasladığı çocuğu tutarak gemiye doğru uzun bir kulaç attı. Eli geminin uzun demirini yakaladı ve nefes nefese çocuğu suyun üstünde tutup kendisi ile geminin güvertesi arasına yasladı. “Oğlum, kendini bir yerden atmak için henüz çok küçüksün.”

Ellerim korkuyla güverteye yapıştı ve gözlerim Alvin’in yüzünü buldu. Öksürüklerle sarsılıyor, Elvis’i sıkıca tutuyordu. O kadar şaşkın ve korku doluydum ki, ne yapmam gerektiğini anlamamıştım. Elvis dişlerini sıkarak başını kaldırınca bakışlarımın yansımasını sanki onun gözlerinde gördüm. Kendisini çocukla beraber demire yapıştırırken, “Martin’i çağır,” dedi bana.

“Ben… ben yardım…”

“Martin’i çağır! Ares’i değil, Martin’i!”

Gemi ilerliyordu, demir ıslaktı ve çocukla beraber tırmanması zor olacaktı. Korkuyla arkamı döndüm ve içeriye doğru koşarken, “Martin!” diye bağırdım. Geminin içinde, koridorda koşarak etrafımda onu aradım. “Martin! Buraya bakman gerekiyor, çok kötü bir şey oldu!”

Ona belki de ilk kez ismiyle sesleniyordum, sanki yakınmış gibi. Fakat şimdi bu durumda olmamıza sebep olanlar da onlardı. Bir alt kata daha indim ve onun ismini tekrar bağıracakken, koridor köşesinden dönen bedeni fark ettim. Martin olduğunu ve bana doğru süratle yürüdüğünü gördüm. Ellerini iki yanına açınca sessiz sorusunu algılayıp, “Güverteye çıkmalısın, Elvis’e yardım etmelisin!” dedim.

Beni yukarıdan aşağıya süzmeye başlayınca sinir olarak kolundan tuttum, onu sürüklemeye başladım. Adeta önümü görmeden merdivenleri tekrar çıktım ve güverteye ulaştığımızda Martin elimi sertçe itti, pantolon kesesinden bıçak çıkararak etrafına baktı. Güverte kenarına koşarak okyanusu gösterdim. “Buradalar!”

Elvis, “Martin!” diye seslendi.

Martin’in gözbebekleri büyüdü ve yanıma koşup eğildi, aşağıya baktığında artık aynı şeyi görüyorduk. Alvin Elvis’i sıkıca tutarak öksürmeye devam ederken, mavi gözlü korsan arkadaşına doğru çocuğu gösterdi. “Yukarıya tırmanacağım, aşağıya kaymadan önce çocuğu almanı istiyorum.”

“Bunu ben de yapabilirdim!” diye bağırdım ona.

Elvis kurşun geçirmezmiş görünen gözlerini bana çevirdi. “Şu an adını hatırlıyor musun, ondan bile emin değilim Roza.”

Martin kendisine geniş bir yer açarak eğildiğinde Elvis küçük çocuğa, “Beni daha sıkı tut,” dedi ve Alvin titreyerek ona kenetlendiğinde korsanın dudaklarında bir gülümseme oluştu. Kendisini, bu kez iki elini kullanarak yukarıya çekmeye başladığında omuzları güçlü şekilde hareket etti. Vücudunun kalanını da sudan kurtardı ve elini bir üstteki demire tutarak aşama kaydetti. Gemi alçak değildi, bu yüzden atlamak kadar kolay değildi çıkmak. Bunu yapmak için çaba sarf ettiği yüzünden okunuyordu. Biraz daha yükseldiğinde, Martin kollarını aşağıya uzattı ve Elvis bir diğer elini, çekerek çocuğu uzatmak için kullandı.

“Dikkat et,” dedim her ikisine de.

Martin beni adeta umursamadı, Elvis ise yumuşak bir bakış atmakla yetindi. Alvin’in bembeyaz olmuş titreyen elleri Martin’in kollarını tuttuğunda, rahatlamanın eşiğine geldim. Martin kavradığı çocuğu tek seferde alıp çektiği gibi göğsüne bastırdı. Gözlerimden dökülen rahatlama yaşlarını hissederek Alvin’e uzandım ve onu kucağıma alırken, “İyi misin?” diye sordum heyecanla.

Alvin’in gözleri sımsıkı kapalıydı, ne yaşadığının farkında olmadığı açıktı. Yüzünden akın akın su damlıyordu. Üşümesinin onu hasta edeceğini akıl edebildim ve onu kollarımla sardığımda, Martin’de yaklaşıp bir daha aşağıya eğildi. Arkadaşına elini uzattığını anladım ve istemsizce merak edip ona baktım.

Kaldığı yerden yukarıya tırmanıyordu, acaba arkasından Martin’i ittirip ikisinden de kurtulsa mıydım? Bunu düşününce bir ürperti beni esir aldı, Elvis’in yüzünde ölüm aradım ama bulamadım. Aksine, ne düşündüğümü anlamış gibi, dudağında bir arsızlıkla bana bakıyordu. Utancımdan yanaklarım ısındı. Alvin’i bıraktığı için daha seri şekilde tırmandı ve arkadaşının uzattığı eli kavradı. “Benim için bu kadar endişelenme dostum,” diyerek arkadaşının rahatlığı ve kaygısızlığına ima yaptı.

Martin bu dediğine de oldukça kaygısız kaldı ve Elvis son bir nefeste tamamen yukarıya çıktı. Kendini geminin bu tarafına attığında Alvin ile geriledim ve iyi mi diye baktım ona. Sırılsıklamdı, kafasındaki her saç yapışmıştı. Soluğu havada süzülürken, elleriyle yüzündeki su damlalarını sildi. “Hipotermiden ölecek, sıcak bir yere gitmesi gerekecek.”

Alvin’i kastettiğini anladım ve hâlâ burada duruşumu çok manasız bularak arkamı döndüm. İçeriye koştum ve onu bu halde annesine götürmeye yüzüm olmadığı için Elvis’in vaktini geçirdiği odaya gittim. Odadan içeriye girip koltuğa koştum ve onu koyu renkli deri koltuğa bırakıp yüzünü tuttum. “Alvin, sana seslendiğimi duyuyor musun canım?”

Dudakları titriyordu. Suda çok vakit geçirmemişti ama konuşmak için fazla bitkindi. Çareyi üstündeki kıyafetleri çıkarmakta buldum ve onu altındaki çamaşırıyla bırakıp etrafıma bakındım. Saracağım hiçbir şey yoktu ama masadaki koltukta bir ceket vardı. Onu almak için koştum ve dönüp çocuğa sararken gözlerine baktım. Zar zor göz kapaklarını kaldırıp, “Roza,” dedi.

“İyi misin canım?”

“Üşüdüm ben…”

“Biliyorum, birazdan geçecektir,” dedim ve saçlarını ellerimle beceriksiz şekilde kurulmaya çalıştım. “Bir yerinde ağrı, acı var mı?”

Yüzünde, her an ağlayacakmış gibi ifade vardı. “Çikolatam düştü…”

Ah, aklı orada kalmıştı demek ki. Şefkatle gülümseyip yanaklarından öpmek için eğildim ve ceketi, bir yarası var mı diye bakmak için üzerinden çektim. Görünürde bir emare yoktu, düşerken vücudunu gemiye çarpmamış gibiydi. Ceketi üstüne geri örterek sırtımı koltuğun arkasına yasladım ve birleşmiş ellerimi kalp atışlarımın üstüne yasladım. Çok kısa sürmüştü ama Alvin’in öleceğini düşünmüştüm. Ne derdim? Tanrım, ya onu kaybetseydik annesine ne derdim?

Bir daha Alvin’i almaya cesaret edemezdim.

Annesine söylemem gerekir miydi?

Yapamazdım, yüreğim yoktu. Nasıl onu gözümden kaçırmıştım? Ne yapıyordum, Elvis’le konuşuyordum, sanki söyledikleri benim için önemliymiş gibi neden onu dinlemiştim ki? Yüzünü izlemiştim bir de! Dikkatli olmam gerekirdi, bir çocuğa böyle bakılmazdı.

Kapı gıcırtısı başımı havaya kaldırdı. Titreyen çenemi hissederken gördüm Elvis’in gözlerini. Kalbime doğru hava boşluğu açıldı sandım, içimde öyle bir ürperti oluşmuştu. İşgal ettiği odaya girip içeriye yürüdüğünde ayaklarım üzerinden kalktım. “Senin yüzünden!” dedim düşmanlıkla.

Bastığı yerde su damlaları bırakarak karşıma geldi. Onu suçlamama şaşırmış değildi ama suçlamayı hak etmiş gibi de görünmüyordu. “Annesine götürmelisin, sıcak kıyafetlere ihtiyacı var.”

Ona sert bir adımla gittim. “Bu halde annesine götüremem! Nasıl derim olanları? Çok mahcubum, hayatta yapamam…”

Başını sol omzuna doğru eğdi. “Benim yüzümden olduğunu söyledin, sana katılıyorum. Rica ederim kendini suçlama.”

Neden bir kalbi varmış gibi konuşuyordu şimdi bu adam? O söylemişti ama ben bir kalbi olduğuna hiç inanmamıştım. “Onu çikolata vermek için ben çağırttım!” dedim. “Çok aptalım, sana nasıl güvenip onu çağırdım ki? Bıçağınız, silahınız var, ona ya da bana her şeyi yapabilirsiniz…”

“Yapmam.”

“Babama silah çevirdiğini unutmuş olamazsın!”

“O sen değil,” derken gözlerini arkama, koltuğa çevirip çocuğa baktı ve sonra bana arkasını döndü. “O sen değil…”

Yutkundum. Benim ne farkım vardı ki babamdan?

Suçlamayı kabul etmesi ama hiç de suçlu gibi davranmamasına öfke kusmak için arkasından gittim ve onun kolunu tutup önüne geçtim. Çenesinin altında durup acıtmak için kolunu sıktım. “Suçlu olduğunu kabul ediyorsan sorumluluk almalısın.”

Aniden yüzünü bana yaklaştırdığında gözbebeklerimin büyümesine karşı koyamadım. Neden ona bu kadar yaklaşmıştım? Nasıl korkmuyordum bana bir şey yapmasından? Gözlerine ilk kez bu kadar yakından bakmanın etkisi mi bilinmez, o kadar büyük ve mavi göründüler ki kendimi içlerinde hissettim. Ama… zerre kadar bile olamam onun gözlerinde. “Onu kurtararak sorumluluğu aldım. Benden daha ne istiyorsun?”

“Yaptıklarının sonuçlarının nereye varacağını görmeni bekliyorum! Pişmanlık duymanı, söylediğin gibi bir kalbin olduğunu kanıtlayıp bizi bırakmanı! Bu gemiden gitmeni! Zarar ziyansın, anlamıyor musun? Bizden tam itaat beklemen alçakça, gurur kırıcı! Bize yaptıklarına bir bak!”

“Adil olan, alçakça olmayan, gurur kırıcı olmayan sizin hayatınız mı? Onurluysan ülkende kalsaydın, kıtlık bölgeyi tam anlamıyla vurduğunda orada olmaya cesaretin kalmadığı için buradasın! Yasal olmadan bu yolculuğa çıktın, ben de yasal olmayan şekilde gemiyi alıkoydum! Birden fazla çaresi olan birisi için onurlu olmak çok kolaydır ama sen ve ailen çaresiz kaldığınız ilk anda kaçtığın için şimdi bana bu konuşmayı yapmaktan menediyorum seni!”

Kalbi olmayan birisi mi söyler bunları, yoksa kalbi olmayan birisine mi? Söylediklerini yalanlamak istedim, çünkü onun anlattığı kişi hiç insani gelmiyordu kulağa? Ağzımı bu yüzden açtım. “Kıtlık… benim sebep olduğum bir vehamet değil. Elimden gelse insanları kendimle götürmek isterdim ama yapamam. Fakat gemiyi alıkoymak, bizzat senin yaptığın bir kötülük! Ben kimseden hayatını çalmıyorum, sen bunu yapıyorsun!”

“Yaptığım şey senin için hırsızlık, benim içinse kazanç. Geride bıraktığınız insanların eksiğini, sizin fazlanızla kapatıyorum. O insanlara olan mahcubiyetin sayemde dinecek, kalbi olduğunu söyleyen birisi başka ne ister ki?”

Bu ciddiyeti alaycılığından daha mı sinir bozucuydu? Beni kalpsizlikle itham ediyordu, yaptıkları işgalcilikleri ben ve ailemin yaptıklarıyla bir tutuyorlardı. Kendimi yeterince savunamadığım ve o fazla riyakâr olduğu için, üzüntü ve pişmanlıkla elimi kaldırdım. Birçok duyguyu, Alvin için hissettiğim mahcubiyeti aynı anda yaşamasaydım belki işleri bu kadar kızıştırmayı düşünmezdim ama bir şekilde oldu. Elimi, onun yüzüne vurmak için kaldırdım.

Benim tokadımdan önce onun teması bileğimin gidişini durdurdu, avucum yüzünün önünde kaldı ve parmakları bileğimin etrafına sarıldı. Onun yüzüne tokat atmayı denediğim için ve bu girişim aniden, onun beni kavrayışı ile sonlanınca neye şaşırdığımı bile ayırt edemedim.

“Bana vurmayı mı istiyorsun?”

Yapmak üzere olduğum şeyin doğruluğunu düşünmeden, “Evet,” dedim ve bu kez o tokatı atmak için diğer elimi kaldırmayı denedim. Fakat bu kez beni, elimi bırakıp her iki eliyle de yüzümü tutarak durdurdu. Yüzümü aniden kavrayışı sebebiyle geriye sendeledim ve ona tokat atmak için kaldırdığım elimle koluna tutundum. Yanaklarım onun avuç içlerinde birer ısı bombasına dönüşürken, Elvis bana hiç olmadığı kadar yakın durdu. Islak burnu burnuma temas ederken, gözlerini neredeyse kendi gözlerimmiş kadar yakından görüyordum. Kirpikleri uzundu, uçlarında birer damla su vardı. Yüzümü çok hızlı kavramıştı ama tutuşu sert değildi. Elleri mi çok büyüktü, yüzüm mü küçüktü anlamadım önce.

Telaşlı bir sesle, “N’apıyorsun?” diye fısıldayabildim.

“Yüzüne…” ilk kez konuşurken duraksadığına şahit oldum. “… dokundum. Senin de yapmak üzere olduğun bu değil miydi?”

“Hayır, ben sana vuruyordum, yüzüne dokunmayacaktım!”

“Demek vuracaktın,” dedi, bunu zaten biliyor olmasına rağmen. “Bense yalnız dokunuyorum. Bir kalbi olan ben miyim o zaman?”

Az önce nasıl ara vermeden o cümleyi kurmuştum, ikinci kez neden yapamıyordum? Bana kıyasla yüzüme yalnız dokunduğunu, kalpsiz olanın da ben olduğumu ima ediyordu. Ben ona ne yapmıştım ki kalpsiz olmuştum? Alvin için hissettiğim korku ve hüsran dolu duygular yüzünden gözlerim sonuna kadar doldu ve titreyen dudaklarımdan çıkan tek şey soluk oldu. Elvis’in bakışları gözlerimi ancak o zaman bıraktı, gözlerini yüzümün aşağısına indirdi ve dudaklarıma doğru bakıyorken yüzümdeki parmakları sıkılaştı. Nefesi serileşti.

“Yapma,” dedim ne yapacağını bile bilmeden ama sanki, sanki… bana biraz daha yaklaşmak üzereydi, sanki bir şey yapmak üzereydi.

Dişleri arasından verdiği soluk yüzüme yayıldı ve yutkunuşunun sesi geldiğinde kaçacak bir yer arayan gözlerimi âdem elmasına indirdim. Pürüzsüz boynundaki su damlaları hiç zorluk çekmeden göğsüne doğru iniyordu. Gömleğinin yarısından fazlası açıktı, karşımda bir yabancıdan daha fazlası gibi mahremiyet gözetmeden duruyordu. Gözlerimi sıkıca yumdum ve başımı hızlıca diğer tarafa çevirdiğimde, elleri yanaklarımda kaydı. Baş parmağının elmacık kemiğimde bıraktığı son dokunuşu hissettim ve benden seri şekilde uzanıp arkasını döndüğünde geriye düşecek oldum. Masaya doğru yürürken, “Koltuğa doğru uzaklaş,” dedi bana.

Kendinden uzaklaşmamı istiyordu, ben de tam olarak bunu istiyordum ama Alvin’i bırakamazdım. O kendine gelmeden de annesine götüremezdim. Bu yüzden hızla koltuğa yürüdüm, ucuna doğru, sırtım ona dönük şekilde oturup ellerimi birer yumruğa dönüştürdüm. Neyi var da kalbim böyle atıyor, hiç anlamadım.

Odada, sonu gelmeyen bir sessizlik başladı.

Bu sessizlikte gözlerim ona sadece bir kez uğradı. Arkası bana dönük şekilde, ellerini masaya yaslayarak eğilmişti. Omuzları hiddeti bakışlarımdan kaçmadı. Yanaklarım sırf elleri dokundu diye soğumuştu, onun ne kadar üşüdüğünü tahmin edemiyordum. Beni ona bakarken yakalamasından korkup Alvin’e döndüm ve saçlarına uzandım. Kurumaya başlamıştı.

Bir patlayan kahkaha sesi duyunca irkildim ve kafamı kaldırınca giren Ares’i gördüm. Karnını tutarak gülerken içeriye giriyordu. Elvis’in de ona döndüğünü göz ucuyla fark ettim. Ares arkadaşına doğru yürürken, “Martin’i doğru mu anladım?” dedi. “Suya mı düştün? Ooo, üstüne bakılacak olursa gerçekten düşmüşsün! Ah, nasıl orada olmam…”

Elvis ona üstten bir bakış atarak arkasını dönerken gömleğinin kalan düğmelerini çözüyordu. Ares, masanın önündeki karşılıklı koltuklardan birisine oturana kadar yürüdü ve gülmeye devam ederek konuştu. “Dostum, hep çok beklenmedik şeylerin adamı oluyorsun, benim için bunu bir daha tekrarlar mısın?”

Elvis’in neden üstüne bastırarak Martin’i çağırmamı istediği anlaşılmıştı. Ares’in ona güleceğini biliyordu.

Elvis, “Seni düşürürüm ve kurtarmaya geldiğimde eminim çok eğlenirsin,” dedi ona.

Ares aniden beline davrandı, bıçağını çıkardığında gözlerim hayretle büyüdü. Arkadaşına doğru, “Hayır hayır,” dedi. Biraz korkmuş, biraz da eğleniyor gibiydi. “Benden uzak dur!”

“Aptal,” dedi Elvis ve gömlek düğmelerini açarak ona yaklaştı, oturduğu koltuğun arkasından geçerken omzuna sertçe vurdu. Ares bir kahkaha daha atarak numaradan kıvranırken, Elvis kapıya doğru ilerledi. Nereye gidiyordu? Elvis’le yalnız kalmaya alışkındım ama bu soytarıyla, hayır. Çıkmadan önce omzunun üzerinden arkadaşına baktı. “Ben dönene kadar burada kal. Ve koltuğundan kalkma.”

Ares bir göz kırpışla onayladı ve Elvis kapıyı kapattığında bana döndü. Bacaklarını hafifçe açıp sırtını arkaya yaslamış, bıçağın ucunu da koltuğun kenarına yaslamıştı. Bana, az önceki alaycılıktan uzak şekilde bakıyordu. “Dostum, seni benden çok görmeye başladı.”

“Yani… bu tat kaçıran yüzünü düşününce, Elvis’e hak vermek lazım,” dedim yalancı bir gülümsemeyle.

Ona keyif verdiğimi gördüm, bunu hiç istemezdim. “Demek sen de Elvis ile sık görüştüğünün farkındasın?”

Aslında az önceki cümleyi, sırf onun tadını kaçırmak için söylemiştim, düşüncesine katıldığım için değil. “Senin kafanı yarıp anahtarı ele geçirmiştim hatırlıyorsun, bu da bana odamdan istediğim gibi çıkma özgürlüğü verdi.”

“Odadan çıktığın gibi de soluğu Elvis’in yanında almak istiyorsun yani?” derken kafasının arkasına dokunmuştu, sanırım vurduğum yeri hatırlamıştı.

“Patronunuz o gibi görünüyor, ben de bir arzum olduğunda ona başvuruyorum.” Yine tatlı bir gülümseme.

Ufak ara bozma girişimime hiç aldırmadan kaşlarını kaldırdı. “Benden üç, Martin’den dört yaş büyük. Çoğu zaman mantıklı kararlar verdiği konusunda hemfikiriz, bu yüzden bazen kendisini patron gibi hissetmesinde sakınca yok.”

İstemsizce, “Kaş yaşındasın ki?” diye sordum.

“Elvis’in kaç yaşında olduğunu mu hesaplayacaksın?”

Ne pislik yahu! “Elvis de Elvis! Yeter, ne çok konuşuyorsun!”

Bıçağı elinde çevirmeye devam ederek, “Otuz iki yaşında,” dedi.

İlgisizce yüzümü diğer tarafa çevirdim. Zaten ben de o yaşlarda olduğunu tahmin ediyordum. Neredeyse benden on yaş büyüktü. “Erkeklerin geç olgunlaştığı yaygın bir düşünce,” dedim ona suratsızca bakarak. “Ama bu yaşta bile olgunlaşmamış olmanız…”

Arkadaşlıklarının kolay olmasını sağlayan tek şey, ikisinin de alaycı olmasıydı sanırım. Söylediğime biraz bile alınmamış, yalnız eğlenmişti. “Sen kaç yaşındasın?”

“Sana ne?”

“Genç görünüyorsun,” derken sesi bu kez düşünceliydi.

“Bana bakma,” diye homurdandım ona.

Kıkırdadı. “Elvis’e de böyle söylüyor musun?”

Hâlâ Elvis diyordu. İmasını hiç anlamıyormuş gibi yaparak Alvin’e baktım. Annesi onu merak ediyor olmalıydı, daha fazla kalmamalıydım. Saçları kurumaya başlamıştı, uyandırdığımda annesine hiçbir şey anlatmaması için tembihlemeliydim.

“Elvis’den uzak dur,” dediğinde gözlerim onunkileri buldu. “O evli, bir çocuğu var.”

Yutkunurken elim Alvin’in saçlarından düştü. Bir sıcaklık yüzüme, vücuduma akın etti ve telaşlı şekilde gözlerimi ondan kaçırırken, oda müthiş huzursuz edici bir kahkaha ile çınladı. Sesten irkilip yüzüne bakınca bana adi bir yalan söylediğini anlamış bulundum. Nefesim sesli şekilde dudaklarımdan kurtulurken, Ares karnını tutarak öne doğru eğildi. Gülüşünü durduramıyordu, bense ağzımı açıp kapatmaktan başka şey yapamıyordum.

“Yüz ifaden,” dedi parmağını yüzüme uzatarak.

Çenemi dikleştirdim. “Ne… ne diyorsun be! Bana ne bundan!”

“Korkma korkma, o bekar…” gülmesi konuşmasını bölüyordu. “Ama istesen seninle evlenir gibi.”

Etrafıma baktım, onun kafasına vuracak başka şey aradım fakat bu kez şanslıydı. Yumruklarımı, tırnaklarım elime batacak kadar sıktım ve bir kapı gıcırtısından sonra, “Neye bu kadar gülüyorsun?” diyen ses gürledi kulağımda.

Başımı hızla kapıya çevirdim. Elvis kuru giysileri içinde yanımıza yürüyor, tek kaşını kaldırmış halde, sanki gülüşünden rahatsızmış gibi Ares’e bakıyordu. Arkadaşı onu fark edince koltuktan kalktı ve gülerek kendisine yaklaştı. “Elvis, yeni arkadaşın çok eğlenceli…” Elvis’in omuzlarını tutarak sıktı.

Elvis onun bu tavırlarına çok alışkın gibi yanaklarını şişirerek ofladı. “Emin misin dostum, elinde olsa ikinci kez kafanı yarar gibi görünüyor.”

Kendimi tutamayarak, “Evet!” dedim.

İkisinin gözleri beni buldu. Elvis’in gözleriyle bir arada olmak daha zor olduğu için diğer korsanın bakışlarına kaçtım. “Senin evli olduğunu söyledim, yüzündeki ifadeyi görmeliydin dostum,” dedi Elvis’e.

Utançtan kulaklarım çınladı, kalp atışlarım hızlandı. Bu yakıştırması… neredeyse odadan koşarak çıkmamı sağlayacaktı. Elvis onu önünden itip masaya doğru yürürken gözlerini üzerimden bir an bile çekmedi ama asla ona bakmadım. Ares’e hak ettiği cevabı vermek için, “Size hangi kadın bakar!” dedim.

Yüzü düştü. “Doğru söylüyorsun, Elvis’e kim bakar ki?”

Üstüme çok geldiği için sinirimden, “Seni kastediyorum!” dedim.

Elvis’e dönünce ben de bir anlık boşlukta ona baktım. Masanın önünde, elleri ceplerinde duruyordu. Ares ona, “Duydun mu?” dediğinde bana bakıyordu. Üstüne beyaz gömlek ve kahverengi pantolon ile, dizlerinin altına kadar uzanan çizmeler giymişti. Bıçağı, kemerin altındaki kesenin içindeydi. Saçları nemliliğinden dolayı parlıyordu. Ares’e düşündüğüm gibi alaycı bir karşılık vermek yerine gözlerimin içine içine baktı. “Kafasını yarmak için istediğin bir şey var mı?”

Ares’ten bir sızlanış sesi gelirken, ben dudaklarımı ısırarak önüme eğildim. Bir an neredeyse onu komik bulmuştum. Aslında fena olmazdı ama… eminim ki ciddi değildir. Bu iki korsanın alaycılığına hiç tahammülüm kalmadığı için, “Artık gitsem iyi olur,” diyerek doğruldum.

Elvis yaklaşmaya başladı. “Annesinin öğrenmesini istemiyorsan kendisine gelmesi lazım.”

Doğruyu söylüyordu ama zaten Elena çoktan merak etmiştir. Kararsızca uykuya dalmış Alvin’e baktım, sonra da başımı salladım. İlgimi ikisinden de uzaklaştırıp yalnız ufak çocuğu izledim. Ares Elvis’e bir şeyler söyleyip odadan çıktığında Elvis mumları yaktı, lambaların aydınlığındansa mumların loşluğunu tercih ediyordu. Odada mumları yakarken biraz dolaştı ve Ares’in kalktığı koltuğa otururken, “Onunla ne konuştunuz?” diye sordu.

“O soytarıyla mı?”

“Hıhı.”

“Alay etti benimle!” dedim ona bakmadan.

Ağırlığımı omzuma vererek koltuğa yaslandım, dinlenirken Alvin’in uyanmasına hazırlıklı şekilde bekledim. Biraz sonra kapı aralandığında bu kez korsanlardan Martin’i gördüm. Elinde bir puro vardı, içeriye girerken arkadaşına bakıp çocuğu gösterdi ve sonra parmağıyla yukarıyı işaret etti. Elvis, “Annesi mi?” diye sordu.

Martin baş salladı ve sonra parmaklarını açıp birkaç kez baş parmağına doğru kapattı. Elena’nın ses çıkardığını ifade eden bir hareketti. “Alvin’i soruyor değil mi?” dedim.

Baş salladı.

Tahmin ettiğim gibiydi, daha fazla burada kalamazdık. Ne olacaksa olsun, annesine götürmeliydim. Doğrulurken uzanıp Alvin’i kucağıma aldım. Hafif değildi ama birkaç dakika taşıyacağımı umut ediyordum. Korsanlara hiç bakmadan kapı çıkışına ilerlediğimde, “Dostum, biraz centilmen olmanın sırası,” dedi Elvis.

Bunun üzerine Martin üzerime doğru gelip Alvin’e uzanınca tereddüt yaşadım ama gereksiz bir çatışma olacağı için çocuğu verdim. O kapıdan çıkarken de odaya dönüp hemen onun kıyafetlerini aldım, ayaklarıma bakarak yürüdüm. Çok ilerlemeden Elvis karşıma geçti.

“Bu gece kitap okumak için gelecek misin?”

Başımı önümden kaldırmadan, “Bana fikrimi sormuyorsun ki?” dedim.

“Sordum.”

Defalarca kitap okumak için bu odaya gelmiş ama kendimizi kurtaracak hiçbir şey bulamamıştım. “Bana soruyorsan… hayır, gelmeyeceğim.”

Yüzüne bakmaktan korkarak yanından geçtim ve koşar adımlarla odadan çıktım. Alvin’e yetişmek için hızlandım, merdiveni indim. Fikrimi sorduğunu söylüyordu ama eminim beni dinlemeyecekti. Onunla yalnız kalmak… beni çok geriyordu. Bir plan daha yapmadan gitmek istemiyordum.

Kata indiğimde Alvin ile korsana yetiştim. Ondan önce davranıp kapıya vurdum ve bir koşturma sesinden sonra Elena kapıyı hızlıca açtı. Büyümüş, panik halindeki gözleri önce beni, sonra korsan ile oğlunu buldu. “N’oldu?” dedi bağırarak. “Alvin, oğlum!”

“İyi,” dedim hemen. “Uyuyor, uyandırma istersen.”

Martin odadan içeriye girip çocuğu yatağa kadar götürdü ve bıraktığında çocuğun üstü açık kaldı. Elena, oğlunun yalnız çamaşırla olduğunu görünce yatağa yaklaşıp örtüyü hemen üstüne örttü. Martin, çocuğu kollarımdan alırken Elvis’in ceketi ellerimde kalmıştı. “Alvin… suya düştü ama korkma sakın! Hemen aldık, yalnızca üstü ıslandı, ısınırken de uyudu. Çok üzgünüm, bir anlık hatayla oldu!”

“Na… nasıl düştü? Korsanlar…” gözlerini Martin’e çevirdi. “Korsanlar mı yaptı? Çikolata vereceklerini, sizin de yukarıda olduğunuzu söylemişlerdi…”

“Evet, ben istedim. Korsanlar yapmadı, Alvin kendisi düştü, sonra Elvis onu hemen kurtardı, sadece biraz öksürdü…”

“Tanrım!” diye korkuyla oğluna döndü. Yanağını hafifçe okşadı. “Alvin, iyi misin? Uyuyor musun canım?”

“İyi!” dedim korkusunu yatıştırmak için. “Çok özür dilerim Elena, gözlerimi bir anlığına üzerinden ayırmıştım ve olan… Lütfen gücenme bana, dilersen bir daha yaklaşmam bile Alvin’e.”

“Roza Hanım,” dedi ve oğluna döndüğü sırada Martin bana yaklaştı, kolumdan tutup kapıya yürümem için öncülük ettiğinde öfke ile yüz buruşturdum ona. Beni kendisi gibi kapıdan dışarıya çıkardığında Elena hâlâ oğlunu kontrol ettiği için başka bir şey eklemedim, sessizce önüme eğildim. Martin kapıyı kilitleyip bana döndü, odamı işaret etti. Oflayarak yürüdüm. “Sen de hiç nezaket yok, biliyor musun?” dedim.

Başını salladı.

Kapımı açarken çok aralamadım, Peter kapı sesini duyduğu an saklanmış olmalıydı. Martin dik dik bakıp sabırsızca nefes alınca ona dil çıkarıp aralıktan içeriye süzüldüm. Kapımı kilitleyip gitmesini bekledim ve adım sesleri uzaklaşınca kardeşimle Peter’e döndüm. Layla tırnaklarına oje sürerken bezgin şekilde ofladı. “Bu kez nereden geldiğini sormayacağım.”

Peter, “Ben de,” diyerek camın önünden çekildi. Kritik bir yerde durduğunu fark edince kaş çattım. “Neden oradasın? Kapı biraz açık olsa seni görebilirmiş?”

Gergin ve bıkkın görünerek, “Artık umursuyor muyum, bilmiyorum,” dedi. “Burada, bu üç hayduta itaat etmek, beklemek canımı çok sıkıyor.”

“Bir yol buldun mu peki?”

“Ne yazık ki hayır!”

“O zaman saklanmaya devam etmelisin.”

Yatağa yürüyüp yorgunca oturdum, elimde kalan cekete bir süre bakıp komodine bıraktım. Ceketini geri vermeyecektim, umarım üşüyüp hastalanırdı! Oflayarak başımı yastığa bıraktım. Bu adamı kardeşimle yalnız bırakmaktan kaçınmalıydım, onu hiç tanımadığımı unutmamalıydım. Esneyerek kollarımı kendime doladım, zihnimin sesi sustuğunda deniz dalgalarından yükselen hırçınlığın farkına vardım.

Orada uyumuşum, uyandığımda gece yarısıydı. Komodindeki gece lambası yanıyordu, gemide hissedilen bir titreşim vardı. Akşam yemeğine katılmamıştım, masada yemek ayrılmıştı. Layla’nın kolları etrafıma sarılmıştı, Peter ise yerde, kabanımın üzerindeydi. Üşüdüğümü hissederek örtüyü biraz daha çektim, camdan dışarıya bakmak dalgaları görmeme yetmedi ama cama çarptıklarını uğultulu sesten anlıyordum. Sen ne kadar uyursan uyu, hayat çok canlıydı.

Gözlerimi kapattığımda Elvis’in zamansız bakışları aklıma düştü. Korsanlar zihnimin hep bir köşesindeydi, bu yüzden hatırlamış olmalıydım. Onun bakışları zihnimden silinsin diye başka şeyler düşündüm ve uyuyup tekrar uyandığımda kendimi aydınlıkta buldum. Layla’nın kafası üzerime eğilmişti, odada sabah ışığı vardı. “Abla, uyan artık, kahvaltı için kapıyı çalıyorlar, açman lazım.”

Kahvaltı… demek vakit o kadar geçmişti. Onu kenara itip doğruldum ve anahtarı, gece üstümde kalan kıyafetimin cebinden çıkardım. Esneyerek ilerledim ve kapıyı açtığımda Ares’le karşılaştım. Değiştiği salaş kıyafetleri içinde bana bakıyordu. “Günaydın bayan, kahvaltınız.”

Bugün resmi davransa da sesinde halimden keyif alan bir tını vardı. Tepsiyi elinden alırken, “Yüzünü görmeseydim aydın bir gün olacaktı,” dedim.

Göz kırptı. “Gününün ayması için Elvis’i çağırayım mı?”

Bu adamın alakasız imaları ne zaman son bulacaktı? Bir hırlama sesiyle kapıyı suratına çarptım ve tepsiyi arkamdaki Leyla’ya verip kapıyı kilitledim. Gülerek koridordaki diğer odaya gittiğinde söylenerek banyoya ilerledim. O sırada Peter’de yüzü ıslak şekilde banyodan çıktı. “Günaydın,” dedi, hafif bir gülümsemeyle.

Benzeri bir gülümsemeyle karşılık vermek zorunda hissettim. “Günaydın.”

O masaya otururken yüzümü yıkamak için banyoya girdim ve döndüğümde aç şekilde sandalyeye yerleştim. Dün çok susamış, sonra ise susadığımı unutmuştum. Her sabah olduğu gibi kahvaltıyı paylaştık ve sessizlik içinde yedik. Gün içinde onlardan su isteyecektim, bu kadar susuzluk beni hasta ederdi.

Kahvaltımız bittiğinde tepsiyi almak için dönmelerini bekledim ve o sırada bir çığlık sesini aynı anda duyduk. Korkarak kafamı diğerleriyle aynı anda kapıya çevirdim ve koşma seslerine tanık oldum. Birisi bağırarak koridorda koşuyordu. Yerinden fırlamış olan Peter’e bakıp, “Banyoya gir!” dedim ve hemen cebimden anahtarımı çıkardım.

“Abla, çıkma!” diyerek korkuyla yaklaştı Layla.

“Evet,” diyerek katıldı Peter. “Birini yaralıyor olabilirler, sana bir şey yapmalarını istemiyorum!”

“Sessiz olun,” dedim ve kapıyı açıp çıktığım gibi geri kilitledim. Anahtarı avucumda sıkıp başımı hararetle sağa ve sola çevirdim. Koşma sesine yaklaşırken kulak kabarttım. Ses beni üst kata çağırdığında da inanılmaz bir manzara ile karşılaştım.

Bir kadın, elindeki bıçağı Martin’e doğru tutmuş, korku dolu gözlerle, “Benden uzak dur!” diyordu. “Gidip arkadaşına bak, onu öldürdüm!”

Kırk yaşında görünen bu kadın neyden bahsediyordu? Konuk muydu? Odasından nasıl çıkmıştı? Bıçakladığım dediği Elvis miydi? Aman Tanrı’m! Onu… öldürdü mü? Hayır, bu delilikti! Onu dün gece gördüm, ölmüş olamazdı!

Kadının üstünde bir önlük vardı? Yoksa Elvis’in bahsettiği aşçı mıydı? Mutfaktayken mi yaralamıştı?

Martin ona doğru yaklaşırken eliyle bıçağı gösterdi.

Kadın onun konuşmamasına alışkın gibiydi, kafasını iki yana sallıyordu. “Veremem, beni öldüreceksiniz!”

Martin bu kez kafasını iki yana salladı.

“Ama… Onu bıçakladım! İnanmıyorum, öldüreceksiniz beni!”

Martin kendini anlatmak için kafasını tekrar iki yana salladı, bıçağı sağ eliyle birlikte yanındaydı ama kadını etkisiz hale getirmeyi denememişti. Kadına yardım etmeli miydim? Belki Martin’i etkisiz bırakırsak ve sonra diğerlerini…

Yaraladığı Elvis mi?

“Ağğğ!”

Tekrar çığlık sesini duydum ve bir anlığına dalan gözlerimi tekrar koridora çevirince bir şeyleri planlamak için geç kaldığımı gördüm. Koridora, diğer taraftan çıkan Ares, kadını arkasından gafil avlamış ve tutup kendine yaslayarak elindeki bıçağı düşürmüştü. Martin o kanlı bıçağı alıp Ares’e doğru bakınca, korsan kadını hafifçe önüne doğru iterek bağırdı. “Elvis’in canı uzun süre yanarsa, sana asla acımam!”

Gerçekten de… bıçakladığı oymuş, Elvis’miş.

Tükürüğüm boğazımdan geçmeyince sertçe yutkundum, arkamı dönüp merdivenleri çıkmaya başladım. Ya da… mutfağa mı inmeliydim? Aşçıysa bıçağı mutfakta bulmuş ve Elvis’i orada yaralamış olmalıydı. Fakat korsanlar Elvis’i orada bırakmazdı, o halde neredeydi? Geminin bir reviri var mıydı? Müdahale etmişler miydi?

İlk önce yolunu ezberlediğim çalışma odasına doğru ilerledim, içeriye baktığımda onu göremedim. Hemen geri çıktım, daha süratli yürüdüm ve revirin nerede olacağını tahmin ettim. Bu katlarda yatak odaları, dinlenme odaları vardı. En alt, mutfak ve ısıtma odasıyla aynı katta olabilirdi. Nefes nefese kalmış şekilde beş katı indim ve koridora girdiğimde tekrar Ares’i gördüm, o da buraya inmişti, Martin ve aşçı kadın yoktu.

Ares’in girmek üzere olduğu odaya doğru ilerledim. Gemideki titreşim çoğalmıştı, kapının oraya ulaştığımda durup başımı aralıktan içeriye soktum. Doğru tahmin etmiştim, burası revirdi. İçeriye doğru genişleyen, odalarımızdan çok daha geniş bir alandı. Üzeri beyaz örtülerle kaplı yataklar gözüme çarpmıştı, Elvis odanın hemen girişindeki yatakta, yarı oturur yarı yatar durumdaydı. Üstünden çıkan kanlı gömlek yatağın demir köşesine bırakılmıştı, uzandığı örtüye de kan damlaları akmıştı. Ares biraz çekildiğinde yarayı nereden aldığını gördüm.

Karnına daha yakın olmakla beraber, karnı ile belinin kesiştiği yerden kan akıyordu.

Nasıl olmuştu? Aşçı böyle bir fırsatı nasıl yakalamıştı? Daha önce denemeyi düşünmüş olmalıydı, onlara tahammülü kalmadığı noktada da Elvis’i yaralamıştı. Gözlerimi bıçak yarasından çekemiyordum, ilk kez bir yaradan bu kadar kan aktığını görüyordum. Ares’in ellerindeki bez o yarayla buluştuğunda sessizce inledim, Elvis’de geriye doğru yatarak inledi. “Öç alma, yardım et!”

“Dostum, inan bilerek yapmadım,” dedi Ares, kendisinden beklenilmeyecek şekilde ciddiydi. Elvis’in durumuyla alay ediyor değildi. “Benim yardımımla düzelemezsin, yaranın daha ciddi bir tedaviye ihtiyacı var!”

Ares arkadaşı için endişeli görünüyordu. Yukarıdaki kadına söyledikleri akla gelince Elvis’e derin bir bağla bağlandığı belli oluyordu. Peki ya ben? Ben neden buradaydım? Neden telaşlı şekilde gözlerimi büyütmüştüm? Kanı görünce de kusacak gibi olmuştum, belki de beni kan tutuyordu, ilk kez bu kadar kanı bir arada görüyordum.

Neden buradaydım?

Çığlıkları duyup odamdan çıkmıştım ama korsanlar güçsüz kaldığı için sevinç dolu olmalıydım. Tüh, Elvis’in zarar görmüş olmasının coşkusu yoktu içimde. Kendimi gülümsemeye, planlar yapmaya zorladım. Hazır birbirleriyle meşgulken, başka dertleri varken zamanı değerlendirmeliydim. Elvis’in bu kadar incinmiş olmasıyla mutlu olmanın zamanıydı!

Onlara yakalanmadan arkamı döndüm, bu kez parmak uçlarımda koştum. Evet, akılcı davranıp çalışma odasına çıkmalıydım. Anahtarlarımız, eşyalarımız buradaydı. Merdivenleri koşarken midemde hâlâ bulantı vardı, beşinci kata ulaşırken Martin’e yakalanma korkum bile aklıma gelmedi.

Aralık bıraktığım çalışma odasına girdim ve ne yapacağımı bilemeden birkaç saniye geçirdim. Ardından daha önce de anahtar aldığını gördüğüm dolaba koştum. Kapıların kilitli olmasına şaşırmadım, buna rağmen sanki açılacakmış gibi zorladım. Çaresiz kaldığımda da odada koşturdum, masada bir anahtar aradım. Bir tane buldum ama denediğimde dolabı açmayacağını öğrendim. Sanırım… Elvis bu dolabı açan anahtarı üzerinde tutuyordu.

Ya silah ve bıçaklar?

Onlardan bir iki tanesine sahip olsam, Peter ve kardeşimle beraber… Ne yapacaktık, korsanları mı yaralayacaktık? Elvis’i ben yaralayamazdım, anlamını bilmediğim bir sebepten ötürü çekinirdim kendimden. Fakat yine de bulmam işime yaradı. Masanın çekmecelerini karıştırıp aradım ama haydutlar ortada hiçbir şey bırakmamıştı.

Ayaklı kıyafet askılığını gördüğümde oraya koştum, kaban ve ceketler vardı. Ceplerini karıştırdığımda bir çakı buldum, gümüş işlemeli, oldukça özenli işçiliğe sahipti. Konuklardan çaldıkları aşikârdı. Ona sahip olarak arkamı döndüm ve etrafıma son defa baktım. Ah, keşke anahtarı bulsaydım, o dolaptaki birçok şeye sahip olacaktım, herkesi odasından çıkaracaktım.

Odadan çıkmak üzere dönecektim ki, masadaki önem verdiğim bir şey dikkatimi çekti. Son bir kez daha koştum ve masadan Uğultulu Tepeler kitabımı aldım, zafer gülümsemesiyle kitabımı açtım. Sonunda onu alacaktım, kendim okuyup bitirecektim, zaten… Elvis beni dün çağırmamıştı!

Kitabı tam kapatacaktım ki, arasına konmuş bir şey dikkatimi çekti. Önceki sayfalarına geri döndüm ve açtığımda beni hayretler içinde bırakan fotoğrafımla karşılaştım. Doğrusu, bu resmimdi. Yüzeyi pürüzlü, kenarında bir yanık olan çizim kâğıdında portrem vardı. Yalnızca yüzümü ve omuzlarımı kaplayan bir resmimdi. Kusursuz değildi, kalem hataları göze çarpıyordu, saçlarımdaki dalgalar… gerçekten bu kadar vahşi mi görünüyordu? Bakışlarımın… kızgınlık ve hüzünle gölgelenmiş olması beni hayrette bıraktı, Elvis’e olan bakışlarıma bakıyordum.

Daha fazla yapamadım, çizim parmaklarımdan düşüp kitap sayfaları arasındaki yerini aldı.

Ondan başkası çizmiş olamazdı. Diğer ikisi mi? Hayır. Elvis çizmişti, bu kitabın arasında olması bile bunun kanıtıydı.

Yüreğim bir korkuya hapsoldu. Aptal soytarı, beni neden çizmişti ki? Üstelik… güzel de çizmişti. Aynaya baktığımda bile o kadar güzel bulmuyordum kendimi.

Kitabı nedense geri bıraktım, gerileyip arkamı döndüm. Odaya daha fazla bakamadan çıkarken çakıyı giysimin cebine sakladım. Kalp atışlarım hızlanmıştı, adeta salaklaşmıştım. Sanki çizildikten sonra yanmış bir kâğıttı, yakmak mı istemişti?

“Burada ne işin var!”

Gürleyen sesle sıçradım ve başımı kaldırınca Ares’in daha öncesinde kimsede görmediğim öfkeli bakışlarıyla karşılaştım. Ellerinde kan vardı ve omuzları sanki onun da ilerisinde gidiyormuş gibi hiddetliydi. “Ben… Elvis’i görmek istiyordum,” dedim en mantıklı cevap bu olacağı için.

Buraya doğru yürürken gözleri üzerimde tam bir tur attı, bir karıştırmış olacağımdan şüphe duydu. “Odana dön, Elvis’i göremezsin!” diyerek çalışma odasına girdi.

Ne yapacağını ilgiyle izledim. Çalışma masasının dolaplarını sertçe açtı ve bir küçük, cam tekila şişesi aldı, içi dolu görünüyordu. Sert yürüyüşlerle odadan geri çıkarken, “Sana ne söyledim!” diye haykırdı.

Neredeyse kulaklarım sağır olacaktı, bu adam çıldırmıştı! Evet, odama dönmeliydim ama… “Elvis’i neden göremem?” diye sordum bildiğim halde.

“Bir; neden onu görmek isteyesin, sen bir tutsaksın! İki; Elvis’in seni görmek isteyeceğini nereden çıkarıyorsun, o seni tutsak eden korsan ve üç; odana defol!”

Ben bu gerçekleri bilmiyordum sanki! “Ben bir tutsak değilim, kimi istersem görürüm! Elvis nerede?”

“Tanrı’nın cezası!” dedi bana ve kolumdan tutup çekiştirmeye başladı.

“Asıl sensin Tanrı’nın cezası! Neden onun hakkında sen karar veriyorsun? O beni görmeyi ister!”

Kolumu kendime çektim ve onunla yürümeye başladım. Beni odama götüreceğini düşünmüştüm ama durmadan ilk kata indi. Sanıyorum ki, beni odama bırakmayacak kadar acelesi vardı ve yalnız kalıp tehlike çıkarmamı istemiyordu.

Tekrar o kata indiğimizde Martin’in de burada olduğunu gördüm, sanırım kadını etkisiz hale getirmeyi başarıp buraya gelmişti. Ares içeriye girdiğinde kapının önünde kaldım ve içerideki diğer iki adam da başlarını buraya çevirdi. Martin ve sonra Elvis’in gözleriyle karşılaştım. Yüzünde kızarıklık ve ter vardı, gözlerinde de hafif bir parıltı. Neredeyse gülmek üzere görünüyordu, üstelik bu durumda. Ne hayret verici bir adamdı!

“Al bunu iç,” dedi Ares, açtığı viski şişesini ona uzatırken.

Elvis gözlerini arkadaşına çevirip elinden şişeyi alırken, “Onun burada ne işi var?” diye sordu.

Martin bir daha bana bakıp huzursuz olarak kaş çatınca kendimi saklamak istedim. Elvis’e katılıyordum, burada ne işim vardı ki?

Ares, “Seni görmeyi istedi,” dedi ve sonra eliyle yarası üstündeki bezi çekti. “Dostum, bu yara hiç iyi görünmüyor. Martin daha önce yaptı, yarana dikiş atabilir ama… senin bir doktora ihtiyacın var.”

Burada bir doktor var mıdır ki?

Martin eliyle yukarıyı gösterdi, ne kastetmişti.

İki arkadaşı ve ben ona baktıktan sonra Elvis’in bakışları tekrar benimle birleşti. Az önce yaşadığım şaşkınlığı hatırlarken gözlerimin önüne çizdiği resim düştü. Şimdi bana baktığında o resimdeki kadını mı görüyordu?

Kalbim hızlandı.

Martin reddedilemez gerçeği dile getirdi. “Revir doktoruna ihtiyacımız var dostum… ama kimse seni iyileştirmek istemeyecektir.”

 BÖLÜM SONU.