0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

3. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“ANLAŞMA.”

Yolculuğumuz okyanusun kalbinde başlamıştı fakat birilerinin kalpsizliğinde devam ediyordu.

Odaya gireli dakikalar geçmiş olmasına rağmen hâlâ o haydutların dağıttığı valizimi düzeltiyordum. Bir şeyler eksilmişti, giysi ve şahsi eşyalarıma dokunulmamıştı ama gözümden kaçan bir şeylerin olduğunu hissediyordum. Valizime zaten bir düşmanı incitecek hiçbir şey koymamıştım, bir kadının gereksinimleri doğrultusunda hazırlamıştım. Fakat bir şey… tabii ya, neyin eksik olduğunu anlamıştım.

Yanıma yolculukta okumak için üç kitap almıştım, birisi yoktu.

Kitabımı almışlardı. Ama neden? Bir kitapla onları savunmasız bırakamazdım ya!

Valizimi öfkeyle itip kız kardeşime döndüm. “Kitabımı almışlar!”

Layla odada durmadan yürüyordu, üzerinde bol bir kazak ile pantolonu vardı. Ben konuşurken saçlarını karıştırıyordu, sonra irkilip bana dönerken, “Kitabın mı?” diye sordu.

“Evet, okumak için yanıma almıştım,” dedim.

Kız kardeşim bir valizime bir de bana baktı. “Kitapların kimin umurunda abla! Bırak şunları da bir şeyler düşünelim.”

Elbette kitaplarım öncelik değildi ama benimdi, almış olmaları hırsızlıktı. “Düşünüyorum Layla. Kapıyı açabileceğimiz bir şey var mıdır diye baktım valizime, o da bir ümit… Hiçbir şey yok.”

Kapıya bakıp omuzlarını düşürdü. “Açılması neredeyse imkânsız abla. Burada mahsur bırakıldık. Sence… öldürecekler mi bizi?”

“Sanmıyorum,” dedim bacaklarımı yataktan aşağıya atarak. “Bir amaçları var, bu yüzden gemiye ihtiyaç duydular. Anlamadığım, seyahatimizin yerini ve zamanını nasıl biliyorlardı? Şu yardımcı kaptandan öğrenmiş olabilirler, gemiye de bizden önce, onun yardımıyla binmişlerdir. Olamaz mı?”

Kız kardeşim gözlerini bir iki kez kırpıp, “Çok mantıklı geliyor,” dedi. “Eşyalarımızı, paralarımızı da aldılar. Sence gemiden ayrılırken verirler mi?”

“Hırsız onlar, işgalci! Vereceklerini hiç sanmam!”

Yürüyüp yanıma geldi. “Silahları olmasa babam onlara gününü gösterirdi.”

Babam güçlü, söz sahibi bir insandı. Dediğine hak veriyordum, o adamlar bu kadar kötücül olmasa babam veya diğer konuklar onlara had bildirebilirdi. Odalarımızı arayıp onlara karşı çıkabileceğimiz her şeyi de almışlardı, ayrıca bir daha odalarımızdan çıkabilecek miydik onu da bilemiyordum.

“Abla…” kız kardeşim yanıma oturup elime dokununca kendisiyle gözlerimiz birleşti. “Çok korkusuz davrandın o adama karşı, seninle gurur duydum.”

Kız kardeşimle birbirimizi çok sık takdir etmezdik, bu yüzden şaşırmakta haklıydım. Saçımı kulağımın arkasına sıkıştırırken ben de onun parmaklarından tuttum. “Silah babama dönünce… bir anda ayağa kalktım. Doğrusu sonra korktum ama gururumdan oturamadım.”

Çok korkulu görünüyordu, tuttuğum parmakları titriyordu. Yine de gözlerine biraz ışık düştü. “Ama bir daha yapma bence, sana zarar verebilirler.”

“İtaat edecek halimiz yok, bir yolunu bulabiliriz. Onlar üç kişi, biz çok daha kalabalığız.”

“Öyle diyorsun fakat ellerinde silahları var, hem de artık birden fazla. Telefonlarımızı da aldılar. En son sinemada izlediğimiz filmi hatırlıyor musun? Adam, üzerine yürüyen herkesi kurşunluyordu, yani sayımızın bir önemi yok abla.”

“Ne yani, gemiyi varacakları yere kadar götürmelerine izin mi vereceğiz? Sonra biz yolumuzu kaybedersek, ya kaptana bir şey yaparlarsa? Eminim babamın tüm parasını da almışlardır, o paralar olmadan ne yapacağız?”

“Tüm parayı mı almışlardır?” dedi gözlerini iri iri açıp.

“O pisliğin elindeki torba ne kadar büyük ve ağırdı! Sadece babamın değil, herkesin parasını almışlar belli ki!”

Kaş çattı. “Geri almalıyız!”

Evet, geri almalıydık ama dahası, bu kadar kalabalıkken onlara itaat etmemeliydik. Düşündükçe dahi öfkeyle dolup taşıyordum. Onurumuzla alay etmekti yaptıkları, tehdit ve zorbalıktı.

“Sence gerçekten korsanlar mı abla? Hayatlarını böyle mi yaşıyorlar? Ne tuhaf!”

“Sanıyorum ki öyle. Ben de ilk kez gerçek bir korsan tanıdım.”

“Ne biri? Üç tane!”

“Evet, tabii…”

Onunla göz göze geldiğimizde bir gürültü sesi duyduk. Adamlardan birinin geldiğini düşünüp hızla ayağa kalktım ama kapıya vurulmamıştı, ses biraz daha uzaktan yürüyordu. Kapı deliğinden bakmak için yürürken, “Roza?” diye seslenildiğini duydum. Sonra anladım babamın karşı koridordaki odasından seslendiğini.

Kardeşim de anladı ve ikimiz de soluğu kapımızın önünde aldık. “Baba?” dedim delikten bakarak. Koridor karanlık ve sessiz görünüyordu.

“Kızım?” dedi babam, sesini bize duyurmak için yükseltiyor ama bağırmıyordu. “İyi misiniz?”

“Evet, Layla da benimle.”

Ardından annem, “O haydutlar size bir şey yaptı mı?” diye sordu.

Bana gülmüşlerdi ama bu annemin kastettiği manada bir şey yapma değildi. “Hayır, fazla durmadan gittiler.”

“Kapı deliğinden gördük,” dedi babam. “Yine de sormak istedik. İyi misiniz?”

Kardeşim, “Baba, tüm paramızı almışlar mı?” diyerek araya girdi.

Babam yerine annem bu soruya, “Evet,” diye homurtulu bir yanıt verdi. “Mücevherlerimi de almışlar!”

Kardeşim hayal kırıklığıyla ağzından kötü bir sözcük kaçırırken, “Geri almasının yolunu bulacağız,” dedi babam. “Elbet odadan çıkacağız, burada çok uzun süre kalırsak açlıktan ve susuzluktan öleceğimizi bilirler.”

“Kapıyı açacağımız hiçbir şey yok mu?” diye sordum.

“Denedim ama yapamadım,” dedi babam sertçe.

Kardeşim yatağa geri dönüp bıkkınlıkla otururken annemle babamın kendi aralarında konuşmaya başladığını duyup ben de yatağıma yürüdüm. Açıldığımız okyanusu görecek şekilde oturdum ve suyun üzerindeki dalgaları izlerken huzursuz nefesler aldım. Bu kadar çok insan vardı, birisi bir kahramanlık yapmalıydı. Gözlerim odayı inceledi ve köşede duran antika vazoyu gördüm. Kalkıp ahşap komodindeki vazoyu aldım, içindeki çiçekleri kenara bırakıp elimde ağırlığını tarttım. Kullanışlı olabilirdi; eğer o haydutlardan birisi odama gelirse, kardeşimi ve beni incitmeyi göze alırsa bunu kafasında parçalardım.

“Abla, kapıyı bununla açabilir miyiz?”

Elimde vazoyla kardeşime baktım. Elinde bir gümüş toka tutuyordu, saçından çıkarmıştı. Yanına gidip elime aldım, babamın aldığı bir hediyeydi. Kapaklı, gümüş, sivrileşen bir tokaydı. Üzerinde incecik işlemeler vardı. “Umarım canım,” diyerek kapıya yaklaştım.

Dizlerimin üstünde oturup tokanın uç kısmını kapı deliğine yerleştirdim, döndürmeye çalıştım. Daha önce benzeri bir şey yaptığım olmamıştı, anahtarsız nasıl açılır bilmiyordum. Tokayı sağa ve sola, belki de anlamsız bir çabayla çevirdim. Tıkırtı sesine rağmen kilit dönmüyordu, açılmıyordu.

“Olmuyor abla, yorma kendini.”

Layla’yı duymazdan gelerek daha sert şekilde kilidi yuvasında çevirmek için çabaladım. Tokanın ucuna denk gelen o kilit dönmüyordu, toka bunu yapmak için kuvvetsizdi. Oflayarak omuzlarımı düşürdüm ve pes etmek zorunda kalıp döndüm, sırtımı kapıya yasladım. Kardeşim gözyaşlarını tutmuyor, elini yüzüne örtmüş sessizce ağlıyordu. Tokayı ve vazoyu yanıma bırakıp başımı cama çevirdim, okyanusu görünce de çektim gözlerimi. O gamsız pisliğin buz mavisi gözlerini hatırlatmıştı okyanus.

Dizlerimi kendime çekip kollarımı etrafıma doladım, koridoru dinleyerek ağırlaşan gözkapaklarımı örttüm. Gemideki sessizlik beni ne hakkında olduğunu bilmediğim bir beklentiye sokuyordu. Üşümüyordum ama durumun vahameti beni ürpertiyordu. Zihnim bir akıntıya ilerledikten ne kadar sonra bilmem ama uykumdan sıçrayarak uyandım.

Işık gözlerimi aldı, odanın aydınlığını fark ettim. Dört köşeli camdan şafağın doğuşunu yakaladım, turuncunun en açık rengi odayı kaplamıştı. Kız kardeşim yatağın üzerinde uyumuştu, yerimden kalkıp ben de oraya geçtim. Yanına uzanırken koridoru dinledim, hâlâ çok sessizdi.

Gün tamamen ayana kadar uyudum, uyandım. Gemi aynı hızla sakin okyanusta ilerliyordu, su durgundu. Son kez uyandığımda Layla’yı cam önünde, dışarıyı izlerken buldum. Bedenimi yataktan kaldırıp saçlarımı düzeltirken, “Hiç geldiler mi?” diye sordum kardeşime.

“Hayır, hiç ses de duymuyorum.”

Yataktan yavaşça kalkıp odamda bulunan küçük banyoya ilerledim. Sade, beyaz renklerdeki banyoda, dokulu lavabonun önünde ellerimi ve yüzümü yıkadım. Çıktığımda valizimden şahsi eşyalarımdan biri olan havluyu aldım, yüzümü kuruladım. Valizden bir boğazlı kazak ile yüksek bel pantolon çıkarıp giyinirken kardeşimin bakışlarını hissettim.

“Ben de üstümü değiştirmek istiyorum,” dedi. “Bunlar kirlendi. Üstelik açım, ölmemizi mi bekliyorlar!”

“Benim giysilerimden alabilirsin,” dedim kirlenen üstümü çıkarırken. Kalan çamaşırlarımın üzerine temiz kıyafetlerimi giyindim. “Açlığımızın umurunda olmadığına eminim! Doğrusu yüzlerini görmek istemiyorum ama ben de acıktım. Üstelik Alvin de geldi aklıma, çocukcağız çok acıkmıştır.”

“Şimdi hiç onları düşünemem,” dedi kardeşim, yaklaşıp valizimdeki giysileri şöyle bir karıştırdı. Kendisine, uzun kolları olan ve dizlerinin üstüne kadar inecek bir pamuklu elbise aldı. Onu giyinip göğsündeki iplerini sıkıp bağlarken hüzünle bana baktı. “Bu yolculukta bir sürü yapılacak şey hayal etmiştim. Vardığımız yerde kıtlık ve susuzluk çekmeyecektik. Yaşamak için bu yolculuğa çıktık ama… şu olanlara bak abla.”

O alaycı bakışlar gözlerimin önüne gelirken saç fırçamı hırçınca kafamdan aşağıya indiriyordum. “Keşke şu suya düşse, ölse!”

“Korsan onlar, kesin çok iyi yüzüyorlardır.”

O soytarıyı suya itme hayali gözlerimin önüne geldi, saçlarımı tararken bunun bana vereceği hazzı düşündüm. En sevdiğim kitabı okumaktan bile daha çok mutlu ederdi beni. Tarağımı komodine bırakırken hayallerimi bölen sesler duyup arkamı döndüm. İki adımda kapıya ulaşıp delikten gözetlemeye başladım.

“Yiyecekleri koyarken cömert davrandık,” diyen ses, soytarılardan Ares’e aitti. “Fazla cömert davrandık Elvis. Zira sen her öğününü iki kişilik yersin, bu insanlara da bu kadar verirsek kıtlık yaşarız.”

Hemen sonra Elvis gözetleme deliğinde göründü, koridorun ilerisine yürüdü. “Akşam yemeklerini yemediler, hepsini biz yedik. Bırak, sabahları güzel geçsin.”

Ah, ne merhametli…

Kapı tıklatıldı, ilerledikleri odanın kapısıydı. Anladığım kadarıyla yalnız ikisi gelmişti. Ardından kapı açıldı ve Elvis, “Genç çiftimize sabah kahvaltısı,” dedi, bir tepsiyle indiklerini anlaması zor değildi.

“Dışarıya çıkamayacak mıyız?” diye sorulan soruyu duydum.

Elvis bu soruya, “Benimle çatışmazsanız tabii ki benim eşliğimde çıkabilirsiniz,” diye cevap verdi.

“Yolculuğumuz uzun sürecek,” dedi bu kez adam. “Odalarımıza tıkılı kalamayız.”

“Çok sinir bozucu olurdu doğrusu,” dedi Ares ve hemen ekledi. “Tepsiyi alın, odanıza dönün bayım.”

Bundan sonra kapı örtülme sesi geldi ve adımlar buraya yaklaşınca nefesimi tuttum. Ailemin mi yoksa bizim mi kapımızı çalacaklardı? Kahvaltı hazırlayacak kadar iyi olduklarına inanamıyordum, sanırım gerçekten ölmemizi tercih etmezlerdi. Adım sesleri daha da yaklaştı ve Elvis tam kapı deliğinin önünde durunca kalbim hızlandı. Ağır bir vuruşla kapıyı çaldı.

Layla korkuyla yanıma geldi. “Neden geldiler? Ne yapacaklar abla?”

“Kahvaltı getirmişler,” diye fısıldadım ve hızla eğilip yere bıraktığım vazoyu aldım, onu arkama saklayarak doğruldum. Layla korkuyla yanıma süzülürken, “Ne istiyorsunuz?” diye sordum kapının ardındaki haydutlara.

“Yüzünüzü görmek,” dedi Elvis ciddi şekilde ve sonra diğerinin güldüğünü duydum. Yumruğumu sıkarak, “Keşke sizinle aynı fikirde olabilsem,” dedim.

Elvis aynı ses tonuyla, “Müsaitseniz kapıyı açıyorum,” dedi ve bir iki saniye sonra anahtar kilit yuvasında döndü. Biraz geriledim ve kapı tamamen açılınca kendini bilmez budalayı gördüm. Üstünde dünkü gömleğiyle pantolonu vardı, saçları da kıyafetleri kadar dağınıktı. Elinin birisini kapının kenarına koymuş, diğer eliyle tuttuğu tepsiyi de bana uzatıyordu. “Senin için.” Alnını kırıştırdı. “Sen ve kız kardeşin için.”

Grileşmiş, soğuk mavisi gözlerine uzun bakamadım. Çenemi kaldırarak tepsiyi şöyle bir süzdüm. Fincanlarda çay vardı, birkaç dilim ekmek ve bal geniş bir tabağın içindeydi. Elvis elini biraz daha içeriye uzattığında başımı kaldırıp kahverengi gözlerimle baktım ona. “İçine zehir mi koydunuz?”

Arkasındaki soytarı elini ağzına koyarak bir gülme sesi çıkarırken Elvis kaşlarını kaldırarak, “O kadar alçak mı görünüyorum?” diye sordu.

“O kadardan da alçakta görünüyorsunuz!”

Gülmeyi kesmesi için arkasındaki adama baktım. Elini ağzından çekerek boğazını temizledi ve umursamaz bir tavırla, “Zehir mehir yok,” dedi. “Koca karılar gibi zehir mi yapacağız! Sizleri düşünüp yiyecek getirdik, alacaksanız alın!”

İşgalci oldukları yetmiyor gibi bir de onları yargıladığım için ses yükseltiyordu bana. Kız kardeşim ürkerek elimi tutarken, “Hanımlar çok haklı, kızma,” dedi Elvis, arkadaşına. “Seni öldürmek aklımın ucundan bile geçmez. Yemekler temiz. Yiyebilirsiniz.”

Nedendir bilmem, dürüst göründü gözüme. Yalan söylemesi için bir sebebi de yoktu. Elimdeki vazoyu arkadan, belli etmeden kardeşime verdim ve tepsiyi almak için uzandım. Onun büyük, sıcakta yandığı belli olan ellerinden tepsimizi alırken gözlerine kızgınca baktım. “Ailem ve Elena’ya yemek getirmeyecek misiniz?”

“Elena?” dedi.

“Yardımcımız,” dedim ve hemen ekledim. “Sizin yüzünüzden çocuğu çok acıkmıştır.”

“O oğlandan mı bahsediyorsun? Duydun mu Ares, çocuğa yemek indirelim.”

Hemen geriledim ve dudaklarım somurtkan bir hal alırken, “Bu ne kadar devam edecek?” diye sordum.

Kollarını iki yanına indirerek, “Verdiğimiz huzursuzluktan dolayı üzgünüm,” dedi. “Fakat, çok uzun sürmeyecek. Kimsenin canı yanmayacak. Bir süre sonra, biz hiç olmamışız gibi hayatlarınıza devam edeceksiniz.”

Kız kardeşim kafasını omzumun arkasından çıkararak, “Tüm her şeyimizi aldınız!” diye suçladı onları.

Elvis, gözlerini üzerimden çekmeden, “Mücevherlerin arkadaşlarıma daha çok yakışacağını düşünüyorum,” dedi.

Arkadaşı ona dönüp huysuz bir bakış atınca hissetmiş gibi Elvis’in dudakları kıvrıldı. Ciddiyetsiz cevabına sinirlenmiş halde çenemi kaldırıp, “Hepsini sizden geri alacağız,” dedim.

Böyle söylemem onu güldürdü. Her şeyle eğleniyordu! Gamsızın teki gibi görünüyordu, beni çok öfkelendiriyordu. Kolunu tekrar kapının kenarına kaldırıp bir ayağını içeriye doğru atınca, kardeşimle beraber geriledik. “Düşünüyorum da,” dedi, kapalı gerdanıma doğru bakarak. “Bir iki tanesini geri vermeliyim, sana daha çok yakışır.”

Bana iltifat mı yoksa hakaret mi ettiğini anlamadım. Gözlerine ışık düştüğü yoktu, zerre kadar içtenlikte. Söylediklerini bir hakaret olarak kabul edip tepsiyi sol elime verdim ve kapıyı öfkeyle suratına çarptım. Lanet olasıca arkadaşından aynı kahkahayı duymak zorunda kaldım.

Sırtımı kapıya dönüp kardeşimle göz göze gelirken, seslerin uzaklaştığını duydum. Layla vazoyu bırakıp yanıma koştu, tepsiyi alıp yatağa gitti. Ben de biraz sonra oraya ilerledim, ona eşlik etmeye başladım. Yemekten başka çarem yoktu, zehirden ölmesem açlıktan zaten ölürdüm. Tahıllı ekmeğe biraz bal sürdüm, ilk lokmamı alırken karın gurultumun dinmesini diledim. Sıcak çayımı içerken de üşüdüğümü fark ettim, o soytarılarla karşı karşıya gelince hararetten anlamamıştım.

Tereyağı ve balı, birkaç dilim ekmekle yiyip çaylarımızı içtikten sonra kalkıp odada dolanırken düşünmeye devam ettim. Dedikleri gibi, bize zarar vermeden gidecekleri yere ulaşınca gemiden inip bizi özgür bırakabilirlerdi. O güne kadar sabrederek hayatta kalabilirdik ama mal varlığımızın tümünü ele geçirmişlerdi, üstelik… bir onur meselesi haline gelmişti vaziyetimiz.

Camdan dışarıya baktım, etrafta bizimkinden başka hiçbir gemi yoktu. Zaten seyahat yasaktı, olmaması gayet olağandı. Bize yalnız kendimiz yardım edebilirdik. Bu haydutların üstesinden gelecek bir şeyler bulmamız mühimdi.

O kadar dalmışım ki, kapımız tekrar tıkladığında yerimde âdeta zıpladım. Saçlarıyla oynayan kız kardeşimle aynı anda kapıya baktık. Yataktan vazoyu alarak yaklaşırken, “Hangisisin?” diye sordum dışarıdakine.

“Açıyorum,” dedi, sesinden Ares olduğunu anladım.

Kapı deliğinden hemen baktım. Yalnız görünüyordu, tek başına inmiş olmalıydı. “Ne istiyorsun?”

“Tepsiyi alacağım.”

Kız kardeşim merakla izlerken yataktan tepsiyi alarak döndüm, vazoyu arkama saklarken, “Açıyorum?” dediğini duydum.

Nefesimi tutarak kız kardeşime baktım, yalnız ve daha savunmasız görünürken onu incitebilir miydik? Layla’yı bakışlarımla çağırdım ve garipseyerek yanıma geldiğinde, “Yaptığımı yap,” dedim kendisine. Açıklamaya zamanım olmadan da vazoyu kendisine verip kapıya döndüm.

Ares, bu anda kapımızı açmıştı. Kardeşimin vazoyu saklamış olduğunu umdum ve karşımdaki adam gözlerini kısarak elini uzattığında, tepsiyi vermek için uzandım. “Gerçekten zehir yokmuş.”

“Katil değiliz,” diyerek gerekli gördüğü kadarıyla yaptı açıklamasını ve tepsiyi tam kavrayacaktı ki, kendimi de şoka sürükleyecek o hareketi yaptım. İşlemeli, antika tepsiyi kaldırıp gözlerinin içine bakarak kafasına doğru sertçe vurdum. Geriye kaçacakken sırtını çarptı ve aldığı darbeyle sendelediğinde kardeşim çığlık atıp bana döndü. Yapamayacağını anladım ve Ares küfrederek içeriye hücum edecekken, vazoyu kardeşimden alıp acımasızca kafasına doğru indirdim. Vazo, kafasında parçalanarak gürültü çıkardığında gözbebekleri arkaya doğru kaydı ve tam kafasının üstüne, koridora bir küt sesi çıkararak düştü.

Elimi hayretler içinde ağzıma götürdüm ve kardeşim korkarak odanın içine kaçtığında başımı sağa sola çevirdim, diğer iki adam ortada yoktu. Kapalı gözlerine bakarak ileri ve geriye doğru adımlar attım ve sonra kapı üstündeki anahtarı aldım, boynumdan içeriye uzatıp sutyenimin içine koydum.

“Abla, öl… öldü mü? Kafası kanıyor mu?”

Dizlerimi kırıp üstüne eğildim, kan göremeyip katil olmadığım için ufak bir rahatlama yaşadım. Sonrasında ellerimi üstünde dolaştırdım, işime yaramasını umduğum bir bıçak veya silah aradım. Kahretsin ki, ikisi de yoktu. Kendine bu kadar güven duymasına sinir olarak doğruldum ve kardeşimin elini kavradım.

“N’apıyoruz abla? Nereye?”

“Bir bilsem…”

Onunla koridorun sol tarafına, aşağıya inen merdivenlere koştum. Ne yapmak üzere olduğumu düşünmüyordum, aklımı kaybetmişçesine davranıyordum çünkü en akıllıca davranış bu görünüyordu. Bir gemideydik, nereye kadar ilerleyebileceğim şüphelerle doluydu ama düşününce, belki bir mucizeyi daha gerçekleştirip diğer iki haydutu da bayıltabilirdim.

İki kat inip sol tarafa dönünce kendimi geniş bir holde buldum. Hiç ayak basılmamış gibi sessiz, soğuktu. Nefeslenmek için durdum ve Layla arkamıza bakıp kontrol ederken, “Belki de istediklerini yapmalıyız,” dedi bana. “Gidecekleri yere vardığında kurtuluruz onlardan, bırakırlar bizi! Fark edip bizi vurmaya gelirlerse ne yaparız!”

Kız kardeşimin söyledikleri akla yatıyordu ama vakit bulabilirsek daha iyisini düşünebilirdik. Kendimizi gözüme çarpan kapının önüne doğru attım ve hızla açıp bakınca kazan dairesine indiğimizi anladım. Geniş borular ve iri kazanlar, gemiyi ısıtmaya yardımcı oluyordu. Layla’yı da içeriye çektim ve kapıyı kapatıp arkasına yasladım. Kardeşim soluğu tükenmiş vaziyette etrafını taradı. “Burada ne yapacağız?”

“Nefes nefese kaldık, daha fazla koşamayız. Biraz dinlenip düşünelim burada.” Yüzüme inen saçlarımı çekip kapıda kilit aradım, ne yazık ki anahtar yoktu.

“Abla… yaptığımız çok çaresizce, gemide çok uzaklaşamayız o adamlardan.” Kardeşim hiç ümidi yokmuş gibi görünüyordu. “Bizi bulduklarında kızmış olur, saldırırlarsa bize?”

O benden daha toy, ürkek bir kızdı. Teselliye ihtiyacı olduğunu yüreğimde hissedip ona uzandım. “Seni de kendimi de koruyacağım. O adamı bayılttık, diğerlerini de savunmasız bir anında yakalayıp etkisiz hale getirebiliriz. Sonra… okyanusa atarız onları, kurtuluruz!”

“Ama… nasıl yaparız abla? Bu adam bile ilk darbede düşmedi, hatta şimdiye çoktan ayılmıştır!”

“Böyle konuşup durma, ablana katıl!” Yüzünü okşayıp uzaklaştım, etrafımıza bakındım. “Kafası ne kadar ağırsa, vazo parçalara ayrıldı! Keşke kırılmasaydı, diğerlerine de vururdum…”

Kazan dairesinin içinde ses çıkarmadan yürüyüp elime alabileceğim bir cisim aradım. Kazan büyük olsa da sanıyorum ki yolculuğa çıkacağımız için oldukça düzenliydi. Bu sebepten hiçbir fazlalık, lehime kullanacağım cisim yoktu. Omuzlarımı düşürerek Layla’nın yanına geri döndüğümde, “Sence kaptan ve diğerleri nerede?” diye sordu bana. “Onları da bir odaya kilitlediklerini düşünüyorum.”

“Çok belli ki öyle.” Kulağımı kapıya yaslayıp dışarıyı dinledim. “Herkesi kilitlediler, yemeğimizi suyumuzu verip gemide keyiflerine bakmak istiyorlar. Buna razı olacağımızı düşünmek… beni öfkelendiriyor. Onların kim oldukları umurumda değil, öyle kolay olmayacağını anlamaları gerekiyor!”

“Keşke babamla annemi de odadan çıkarabilsek abla…”

Fakat anahtarlar diğer adamlarda olmalıydı, o anahtarları da üzerinde taşıdıklarına emindim. Peki yedek anahtar var mıydı? Var olduğunu düşünürsek nerede olabilirdi? Kaptan veya gemi sahibi Adam’da. O halde odasını mı bulmam gerekirdi? Yapabileceğim daha akıllıca şey gelmiyordu aklıma, konukları odalarından çıkarırsam güçlü olabilirdik.

Kapıyı sessizce aralayıp koridora baktım, Elvis ve Martin’den emare yoktu. Kardeşimin elini sıkıca tutup çıkardığımda, “Şimdi nereye?” diye sordu.

“Yedek anahtarları bulmaya çalışacağım.”

“Abla, dün akşam tüm odaları aradıklarını söylediler, sence yedek anahtarı bize mi bırakmışlardır?”

“Vazoyu almayı akıl edemediler?”

“Aynı şey değil abla.”

Şansımı deneyecektim, bunu anlaması için üzerine konuşmamıza gerek olduğunu zannetmiyordum. Bu katta az oda vardı, açtığımız diğer bir odanın temizlik odası olduğunu anladım. Bu katta aradığım şeyi bulamadığım için bodrum katından ayrılıp yukarıya çıktım. Bu kattaki odalardan ikisi kilitliydi. Aradığımı bulmak için sol köşeden dönünce gözüme geminin mutfağı çarptı. İkili geniş kapı ardına dek açıktı, tezgâhın üstünde dağınıklık vardı. Layla mutfağı görünce elimi bırakıp içeriye koştu. “Yeterince doymamıştım,” derken gözleri parladı.

Arkama bakıp kontrolü elden bırakmadan mutfağa girdim. Kız kardeşim dolabı açıp gözüne güzel gelen her şeyi aldı, mutfağın ortasında olan, uzun ve ahşap tezgâha bırakıp kendisine bir şeyler aradı. Ocak üstünde tencereler vardı, kirli tabaklar lavabo içindeydi. Layla ahşap dolaptan çatalla dönüp tezgâha alçaldı ve bulduğu pastırmayı yerken inledi. “Roza, bize bundan vermemişlerdi, bu çok lezzetli…”

“Pislikler, kendilerine ayırmıştır!”

Onun iştahlı yiyişi dudaklarımı yalamama sebep oldu. Yaklaşıp birazcık pastırmanın tadına baktım, sonra kendime sürahide duran suyu doldurdum. Kana kana içip gözlerimi anlık keyifle yumdum. Mutfağın loş ışığında gözlerimi tekrar açınca elimdeki porselen bardak düşüp ayaklarımın önünde parçalarına ayrıldı.

Elvis buradaydı.

Bu alçağa bu kadar çabuk yakalanacağımızı düşünmemiştim. Sanıyorum ki bu yüzden ilk saniyelerimi şok içinde geçirdim. Layla çıkan gürültüyü duyup başını kaldırdı ve kapıyı omuzlarıyla kaplayan bu haydudu görünce çığlık atarak yanıma koştu. İçgüdüsel olarak kendimi ona siper edip tezgâha uzandım, elime geçen ilk şeyi tuttum.

Harika! Bu bir bıçaktı!

“Gel seni pislik,” diyerek bıçağı ona doğru çevirdim.

Elvis gamsız, rahat görünüyordu. Nefesleri düzenliydi, bizi aramak için koşmuş değildi. Ayaklarıma doğru, cam parçalarına baktı ve sonra gözlerime. Elimdeki bıçağa karşı endişe dahi duymamış gibiydi. İçeriye doğru gelmeye başlarken, “Gerçekten odanızı bunun için mi terk ettiniz?” dedi. “Pastırma yemek için mi? İsteseydin getirirdim.”

Tezgâhın etrafında gerileyerek ondan uzaklaşırken, “Arkadaşına yaptığım gibi seni de öldürürüm!” dedim. Kalp atışlarım, göğsümden dışarıya fırlayacaktı âdeta. “Bizden uzak dur! Dokunayım deme, yolumuzu kesme! Odamıza gideceğiz, peşimizden gelme!”

“İkinci kez katil mi olmak istiyorsun?”

Layla, “Ka… katil mi?” diyerek kekeledi.

Ağzımı iki kez kapadım açtım. “Arkadaşın… öldü mü? Kafası kanamamıştı bile!”

Bu sözcükler dudaklarımdan dökülürken bile bana kötü bir şaka yaptığını hissetmiştim, ne kadar gaddar olduğunu da bana güldüğünde anladım. Kardeşim şaşkınlıkla beni sarsarken, “O bir domuz,” dedi Elvis. “Öyle kolay ölmez. Baktığımda… daha çok onun kafasıyla vazoyu parçaladığını düşündüm ama şimdi anlıyorum bunu kimin yaptığını.” Bıçağa baktı.

Kardeşim, “Yaşıyor yani?” dedi.

“Bizimle alay ediyor, anlasana!” dedim ve onu da kendimle iterek gerilerken, buz mavisi gözlere yenilmeden, hiç kaçmadan bakmaya çalıştım. “Arkadaşına yaptığımız için bize saldırmayı düşünüyorsan aklından bile geçirme derim!”

“Böyle bir şeyi aklımdan geçirmem,” dedi, kaçıyor olmama rağmen üzerime ağır ağır geliyordu. Alnına düşmüş bir tutam saçı çekmek için bile zahmet etmiyordu. “Ares o vazoyu kaldırmalıydı, hatasının bedelini ödedi.”

“Belki sen kitabımı çalmakla meşgul olmak yerine vazoyu ortadan yok etmeliydin!”

Kitabımı almış olduğunu aklımdan çıkaramıyordum. Kitaplarım benim şahsi olarak en kıymet verdiğim şeylerdi, bu haydut onlardan ne anlardı! Kitabımın bahsini açmama kaş kaldırıp, “Şu kitap,” dedi onaylarcasına. “Senindi değil mi?”

“Hırsız, daha kimin kitabını çaldığını bile bilmiyorsun! Keşke o vazoyu senin kafanda parçalarına ayırsaydım!”

Bu kadar hırs nereye gidiyordu? Yalnızca benim içimi mi kemiriyordu? Çünkü bakıyorum da… hâlâ o alaycı gülümsemesini takınıp onu eğlendiriyormuşum gibi görünüyordu. “Kardeşim alınmasın ama beni kafamda bir vazo kırarak deviremezsin.”

Bıçağı ileriye doğru çıkararak onu korkutmaya çalıştım. “Ya bununla? Yeterince korkutucu görünmediğimi biliyorum ama seni yaralamaktan kaçınmayacağıma yemin edebilirim!”

“Yalnızca kendine zarar vereceksin,” dedi bıçağı tutuşuma bakarken.

“Bize yaklaşma! Odamıza gideceğiz! Zaten senin de yapmayı istediğin bu değil mi?”

Ciddi görünmeye başlayınca, alaycılığının mı yoksa çok önemli bir karar alacakmış gibi davranmasının mı daha sinir bozucu olduğunu düşündüm. Bıçağı tutuşuma, arkama saklanan kardeşime ve kaçmayan gözlerime doğru bakarak, “Odanıza çıkana kadar seni takip edeceğim,” dedi yüksek bir sesle.

Yapmamasını söylesem ne olacaktı? Burada mı kalacaktı? Elbette hayır! En azından odama girip içeriden kilitlersem ne zaman çıkacağıma kendim karar verebilirdim. Çenemi kaldırarak, “Çok yaklaşmadan,” diye uyardım onu. “Bıçağı elimden almaya kalkışma, onu da götüreceğim.”

Nefes alırken göğsünü o kadar kaldırdı ki, bir anlığına gömleğinin çıplak bıraktığı kısımlara bakıp hemen ardından gözlerimi çektim. “Ne kadar asisin, annen ve baban sana hiçbir şey öğretmedi mi?”

“Sana öğretmemişler ki soysuzun teki olmuşsun!”

Umursamaz bir omuz silkişinden sonra bana kapıyı gösterdi. “Yürüyün artık, odanıza gidin. Hadi, bıçağını da al. Odanda biraz onun üzerinde çalış ama tamam mı? Çünkü ihtiyacın olacak.”

“Abla… hadi.”

Ona söyleyeceğim her şeyi yutup gerilemeye devam ettim, kız kardeşim de arkamı görmediğim için kapıyı bulmama yardım etti. Koridora çıktığımızda Elvis hâlâ oradaydı, çok onurluymuş gibi sözünü tutuyordu. Bıçağın sapını iki elimle birden tutarak kız kardeşime dönmeye çalıştım ama Layla bir anda, kuvvetli şekilde benden çekildiğinde ancak çığlığına yetişebildim.

Arkamı döndüğümde onu Ares’in kollarında, benden uzaklaşırken buldum.

Layla ilk çığlığı attığında dizlerim titredi. “Sen… Tanrı’m! N’apıyorsun! Bırak kardeşimi!”

Onun kolundan tutmuştu, o kadar güçle tutuyordu ki Layla vücudunu ileriye itmeye çalışsa da ondan kurtulamıyordu. Ares’in koyu gözleri buz gibi bakarken, “Beni o kadar küçük düşürdün ki, sana gerçekten kızgınım,” dedi.

Yaptığıma gerçekten kızgındı, beni bulduğunda yapabileceklerini düşünmemiştim. Elimdeki bıçağı ona doğru sallamayı düşündüm ama sonra kardeşimin ellerinde olduğunu hatırladım. Layla, “Ablam yaptığından çok pişman oldu, lütfen beni bırak!” dedi. “Odamıza gideceğiz! Size bir daha huzursuzluk çıkarmayacağız!”

Ares ona doğru soğuk bir bakış atarken arkamdan gelen adım seslerini duydum ve yaklaştığında kim olduğuna dair şüphe duymadım. Nefesim kesilirken Elvis arkama doğru geldi ve yakınlığını kontrol etmek için sol omzumdan döndüğümde gözleri kendisinden başka birininmiş gibi, çok güzel göründü gözüme. Güzel olan sadece gözlerdi, o kötücül bakışlar değil.

“Bıçağı ver,” dedi, elini uzatarak.

Küçük düşme ve kaybetme hissinden gözlerim doldu. “Kardeşimi bırakmasını söyle!”

Gözlerini arkadaşına doğru kaydırdı ve hafifçe yüzünü buruşturdu. “Asıl kardeşin mi onu bıraksa…”

Kaş çatarak dönüp baktım ve Layla’nın adamın omzuna asılmış, onu tüm gücüyle ısırdığını gördüm. Ares onu bırakmamak için buna katlanıyor görünse de dişlerini sıktığından canının acıdığını görüyordum. İnleyerek kardeşimi, bir pisliği silker gibi kolundan silkeledi ve Layla sendeleyerek gerileyip yere düştü. Hızlıca yanına koştum ve onu kaldırmak için kollarından tuttum. “İyi misin?”

Sızlandı. “Kolumu koparacaktı!”

Elvis bize doğru yaklaştı, elini tekrardan uzattığında, “Kendim kalkabilirim,” diyerek azarladım onu. Kardeşimi de kendimle beraber kaldırarak onlardan uzaklaştım.

Ares sinir bozucu şekilde güldü. Pislik, keşke kafasını daha sert yarsaydım. “Seni kaldırmayı istemedi, bıçağı istedi.”

Yanaklarım rezilliğimden dolayı kızardı. Fakat Elvis bu kez alaycı yaklaşmadı, onaylarcasına bıçağı gösterdi. Onlara vermeyi istemiyordum, bana kendimi savunacak bir şey bırakmalılardı. “Ya vermezsem? Kardeşime tekrar mı saldıracaksın?”

Elvis bir şey demeden şakağını ovaladığında, Ares bu tarafa doğru geldi. Layla, “Bana dokunma!” diye çığlık attığında tehdidini anlayıp bıçağı yere doğru fırlattım. “Tamam tamam! Uzak dur!”

Ares’in adımları duraksarken, Elvis eğilerek bıçağı aldı ve elinde çevirip Ares’e doğru fırlattı. Bir an gözlerimi kocaman açarak elimi çığlık atmamak için ağzıma kapattım ama arkadaşı, kafasını hızlı bir atakla aşağıya eğip bıçaktan kurtuldu. Ben ikisinin de yaptığına inanamaz haldeyken, “Bir vazoyla kendinden geçtikten sonra savunma hızının durumunu kontrol etmek istedim,” dedi Elvis ona.

Ares yere düşen bıçağı eğilip aldı. “Reflekslerim hâlâ güçlü ve yerinde. Sadece bilirsin, kadınlar beklenmedik olabiliyor…”

İkisi de bakışlarını bize çevirince hırs dolu bir nefes alıp arkamı döndüm, kardeşimin elinden tutup merdivenleri çıkarken düşmemek için adımlarıma dikkat ettim. Onları kendime güldürmek istemiyordum. Layla omzunun üzerinden onlara bakıp bana döndüğünde, “Kaçışımız hiçbir işe yaramadı abla,” dedi. “Bize yaptıklarına bak! Nereye kadar kaçacaktık ki zaten…”

“Hakikaten domuz gibiymiş, yürürken sendelemiyor bile.”

Arkamızdan geldikleri, gemiyi sarsan asker adımlarından belli oluyordu. Şimdi yeniden kaçmayı denemeyecektim, bu kadar yakınımızdalarken olmazdı. Odamızın olduğu kata çıkınca annemle babamı görmek bende şaşkınlık oluşturdu. Gemi son birkaç dakikadır okyanusta daha fevri ve sert hareket ediyordu, ayağımın altındaki titreşimleri hissederek annemlere doğru gittim. “Anne…”

Annemle babam, yanlarında duran diğer korsandan çektiler bakışlarını. Bizi gördüklerinde hızlıca yanımıza doğru geldiler ve babam bizi kollarına çektiğinde, kendimi dakikalardan sonra güvende hissederek gözlerimi yumdum. Annem de ellerini sırtımıza koyarak telaşla, “Size bir şey olduğunu sandık,” dedi. “Kapı deliğinden gördük kaçtığınızı, baban endişelenip kapıya vurmaya başlayınca da bu adam çıkardı bizi. Yanınıza inecektik ama bırakmadı, hâlâ silah tutuyor…”

Annemin aceleci açıklamalarını dinleyip geriye çekilirken, “İyiyiz,” diye cevap verdim. Layla babamın göğsünden ayrılmadan burnunu çekiyordu. “Ablamla kaçmayı denedik, sizi de çıkaracaktık ama o haydutlar bizi buldu baba!”

“Neden kendinizi tehlikeye attınız?” diyerek kızdı babam bize, endişeden gözbebekleri büyümüştü. “Roza, böyle fevri davranamazsın! Kendini düşünmüyorsan kardeşini düşünmelisin! Ne sandın! Bu haydutların üstesinden gelebileceğini mi? Çok sorumsuzsun! Bu adamlardan kurtulmak gerekiyorsa biz yaparız, sen nasıl yapabileceğini düşünürsün Roza!”

Hayatım boyunca çıkıntılı bir kız, sorumsuz bir genç kadın olmakla suçlandığım için babamın söylediklerinden hiç etkilenmedim. Yine de yerilmekten çok övgüyü hak ettiğimi düşünüyordum. Gerileyip omuzlarımı dikleştirdim ve babamın bakışları arkaya düştüğünde, Elvis ile Ares’in de burada olduğunu anladım. Babam bizlerin önüne geçerek alışkını olduğum bir ses tonuyla konuştu. “Beyler, bu mesele tatsızlaşmaya başladı. Kızlarım odalarına geçsin, sizlerle konuşmak istiyorum.”

Babam ciddiye alınmayacak bir adam değildi, sözlerinin bir değere sahip olmasına alışkındı. Fakat Elvis ve diğerleri tarafından umursanmadığı görülüyordu. Babam kendisine bir yanıt gelmeyince ellerini kumaş pantolonunun ceplerine koyarak omuzlarını kaldırdı. “Amacınız ne?”

“Martin, beyefendiye odasının yönünü hatırlat,” dedi Elvis ve babamın yanından geçti, buraya doğru ilerledi. Martin doğrudan babama yürüyüp o da çenesiyle kapısını gösterince babam tereddüt içinde annemin elini tutarak odalarına yöneldi. Girmeden önce omzunun üstünden kızlarına, bize baktı. “Bir daha bunu yapma Roza.”

Annem Layla ile bana temkinli bir bakış atarak kaldıkları odaya girince, ben de kardeşimle kendi odamıza ilerledim. Martin annemlerin odasını kilitlerken, Elvis de kapımın önüne yaklaştı. Bir daha suratına doğru kapatacakken, “Anahtarı ver,” diyerek elini uzattı.

Çenemi kaldırarak, “Kaçarken düşürdüm,” diye yalan söyledim.

Ares, yoldaşı Martin’in yanına yürüyüp ona birkaç şey sorarken Elvis çenesini kaşıyarak gözlerini kıstı. Tabii inandırabilirsen inandır böyle bir adamı… “Üzerini aramayı isterim ama yapmamalıyım. Bu yüzden çıkarıp ver.”

“Düşürdüğümü söyledim,” dedim. Yaptıklarım faydasız olsa da zorluk çıkarmış olduğumda onurumu bir nebze koruduğumu hissediyordum.

O delici gözlerini saçlarımdan ayak parmaklarıma kadar üzerimde dolaştırmaya başlayınca bir erkek tarafından böyle izlenilmenin verdiği utançla kızardım. Kendimi kapının arkasına saklamamak için direnirken, gözleri izleyişini gözlerimde durdurdu. “Anahtarın sende kalmasını istiyorsun, öyle mi?”

Anahtarı kaybettiğime inanmıyordu, yine de bunu onaylayıp yalanımı itiraf etmek istemedim. Kazağımın içindeki boynumu kaşıyarak kirpiklerimin altından ona düşmanca bakışlar gönderdiğimde, gözleri önce el hareketimi takip etti. Boynuma bakarak eşiğe doğru bir adım yaklaşınca elimi onu itmek için kaldırdım ve parmaklarım göğsüne yerleşince buz gibi bir ürperti sırtımdan aşağıya kaydı. Bir çeliğe sarılmış gibi sert hissettiriyordu vücudu. “Anahtarın sende kalmasına izin vereceğim ama bir isteğim var,” dedi.

Elimi, göğsünden geriye çektiğimde aceleciliğimi izleyerek dudaklarını yaladı. “Ne isteğiymiş bu?”

Böyle söyleyerek yalanımı itiraf etmiş bulundum ve alçağın dudaklarındaki o alaycı gülüşü kazandım. Bu gülüş dişlerimi sıkıp solumamı sağladı. Tepkimi seyretmek bir zevkmiş gibi gözlerini yüzümde dolaştırıp elini kapının kenarına koydu. Geminin loş ışıklarında, gözleri erimiş bir buza dönüştü. “Bana, o kitabı okumanı istiyorum.”

 BÖLÜM SONU.