5. BÖLÜM
“ÖLÜM.”
Çığlığımda boğulduktan sonra korkuyla nefes alıp çırpındım.
Dudaklarım, “Sen kimsin?” sorusunu sormaya çalıştı ama ağzımın üzerindeki sıkı el buna izin vermemişti. Ellerimi, bu uzun saçları ve güzel giyinişi olan genç adamın omuzlarına koyup kendimi kurtarmaya çalışırken onun başı koridoru kontrol etmek için sağa ve sola döndü. Soluk alamamanın paniği çırpınma hissini ortaya çıkardı ve dişlerim ağzımın üstündeki ele doğru saldırdı. Bu yabancıyı ısırıp bir kez daha bağırmaya çalıştım. “Bırak beni!”
Adam civar kontrolünü yapıp bana döndüğünde aceleci şekilde parmağını dudağına yasladı ve akabinde, “Lütfen sakin ol,” dedi. Böyle bir beklentide olması ne korkunçtu! Beni hapsetmişti. “Sana zarar verme niyetim yok, korsanlardan değilim! Onlara yakalanmak istemediğim için seni susturmaya çalışıyorum…” sesini kısık bir tonda kullanıyordu. “Beni hiç görmediler, günlerdir onlardan saklanıyordum! Eğer birbirimize yardım edersek onlardan kurtulabiliriz.”
Korsan olduğunu değil ama kötü niyetli bir insan olduğunu düşünmüştüm. Dedikleri akıl alır gibi olmasa da içinde yaşadığım gemi beni hayatımın en unutulmaz günlerine sürüklüyordu. Adam, kendisine bakışlarımı fark edince, “Elimi ağzından çekeceğim ama lütfen bağırma,” dedi. Sonra da temkinli şekilde, yavaşça elini ağzımdan kaldırdı.
Kendimi bu yabancı adamdan hızla uzaklaştırıp koridorda gerilerken bir elim kalbimi tuttu. “Sen… doğru mu söylüyorsun?”
“Evet,” dedikten sonra tekrar civarı kontrol etti. “Konuşmak için bir yere gitmeliyiz, yoksa bizi fark edecekler.”
Beni daha önce görmüş müydü? Korsanları tanıdıysa, korsanlar onu nasıl fark etmemişti? Şüpheli şekilde, “Siz konuklardan birisi miydiniz?” diye sordum. “Bizimle mi seyahat edecektiniz?”
“Evet evet,” dedi çok hızlı şekilde. “Tatlı suyun olduğu bölgeye gitmek için Adam ile anlaştık, bu yolculuk için o akşam gemiye geldim.” Omzunun üstünden bir bakış attı. “Burada yakalanırız, saklandığım yere gidelim.”
Nerede saklanmıştı? Elvis ve diğer korsanlar onu nasıl gözden kaçırmıştı? Onunla konuşmak, kurtulmamız için belki fayda sağlayabilirdi ama dürüst olduğundan emin olmam mümkün değildi. “Seninle gelemem fakat…” o benim odama gelebilirdi, kardeşimle beraberken güvende olurdum. “Seni kısa süreliğine misafir edelim. Neyden bahsettiğini anlamış değilim. Eğer gerçekten dediğin gibiyse onlara nasıl yakalanmadığını merak ediyorum.”
Kıyafeti şık ama dağınıktı. Söylediği gibi konuklardan birisi görünümü çiziyordu. Söylediğim şeyi daha düşünmeden, “Olur,” dedi. “Bizi göremeyecekleri bir yer olsun, yeterli. Seni, daha önce konuklardan birisi olduğunu gördüğüm için durdurdum.”
Merakla dudaklarımı ısırdım ve adama mesafe koyarak yanından geçip sol tarafa yöneldim. Odama doğru parmak uçlarımda koşarken yakalanmaktan korktum. Adam da hızlı yürüyor, etrafına bakıyordu. Elvis ile Ares yukarıda kalmıştı ama her an peşime düşebilir ya da Martin karşımıza çıkabilirdi.
Odama ulaştığımda korku doldum, anahtarımla açıp içeriye girerken tedirgindim. Bu adama güvenme konusunda şüphelerim vardı. Belki odama almamalıydım fakat ya dediği gibiyse ve birbirimize yardım edebilirsek?
Eşikten girdiğim an kız kardeşim, “Abla,” diyerek fırladı ve arkamdan giren adamı gördüğünde duraksadı. Üstünde gece giydiği pijama vardı. “Bu kim?”
Adam içeriye girdiğinde kapıyı kapatıp derhal kilitledim. Sırtımı nefes nefese kapıya yasladım. “Su var mı?”
Layla adama ürkek bir bakış attıktan sonra komodindeki bardağa ilerledi, alıp bana uzattı. Dibinde kalan iki yudumu içip odanın içinde hareket ederken, “Konuklardan birisi,” diyerek açıkladım kardeşime. Bardağı bırakıp Layla’nın yanında dururken adama döndüm. Kapının girişinde duruyor, gergince bakıyordu bize. “Adınız neydi?”
Adam gözlerini bizden çekti, sanırım ikimiz de geceliklerimizle olduğumuz için huzursuz etmek istememişti. “Ben Peter,” diyerek tanıttı kendisini. “Adam’ın konuklarından birisiydim. Kendisiyle, bu gemide yolculuğa başlamadan bir hafta önce konuşup anlaşmaya varmıştık. O gece de buradaydım, yalnızca yemeğe çıkmamıştım. Midemi bozmuştum, saatleri tuvalette geçiriyordum.” Onu dinlediğimizi görmek için bize bir baktı. “Bir gürültü duyunca koridora çıktım, kaptan ve Adam’ın iki yabancının kollarında götürüldüğünü gördüm. Bağırtılar, sesler vardı. Bir sorun olduğunu anlayınca kendimi odama attım ve korkuyla beklemeye başladım. Sesler bir süreliğine kesilmişti, sonra devam etti. Koridorda gezdiklerini duydum, odalara girip çıktıklarını anlamıştım. Sanıyorum ki odaları kontrol ediyorlardı. Yukarıda neler olduğunu bilmesem de saklanmam gerektiğini anladım.”
Araya girip, “Nasıl yaptınız?” diye sordum.
“Yatağımın altına saklandım,” dedi adam, mahcup görünerek. “Başka da çarem yoktu. İyi ki de öyle yapmışım çünkü biraz sonra benim odama girmişlerdi. Tuvaletime baktılar, eşyalarımı çaldılar. O zaman onların korsan olduğunu anlamıştım. Sanırım yatağımın altına bakmanın saçmalık olacağını düşündüler, zaten herkesin yemekte olduğunu sanıyorlardı, odama da eşyalarımı çalmak için girdiklerini düşünüyorum.”
“Eşyalarınızı fark edip odada birinin kalmadığına nasıl inandılar?”
“Sanırım beni yukarıdaki konuklardan birisi sandılar.”
“Elena ve Alvin de odasındaydı,” dedim düşünceli şekilde. “Onları bulmuşlardı. Dediğiniz gibi, yukarıda odalara eşyaları almak için girdiklerini söylemişlerdi. Tabii, odalarda birisi var mıdır diye de bakmışlardır ama öncelikleri silahlar, telefonlar ve ganimetlerdi.”
Adam baş sallamayla söylediklerime katılıp, “Günlerdir odamdayım,” dedi. “Ne zaman bir ses duysam yatağımın altına saklandım ama odama tekrardan girmediler.”
Kız kardeşim duyduklarına şaşırmış şekilde, “Neden çıktınız?” diye sordu. “Etrafta geziyorlar, sizi yakalayabilirler…”
Adamın yüzü kızardı. “Çok aç ve susuzum, artık dayanamadım.”
Çok haklıydı, zaten ben de bunu düşünmüştüm. Bizlere yiyecek veriyorlardı ama bu adam… Gençti, benden birkaç yaş büyük olduğunu düşünüyordum. Aileden varlıklı ya da politikacı olabilirdi. Söylediklerine inanmaktan başka ne yapabilirdim? Az önce suyu içtiğim için pişmanlık duydum, bilseydim benden daha uzun süredir susuz olan bu adama verirdim.
“Şurada biraz ekmek vardı,” dedi Layla ve köşedeki dört ayaklı, iki alçak sandalyesi bulunan masaya ilerledi. Masa duvara yaslıydı, cilalanmış ahşaptandı. Peçete üzerindeki ekmek dilimini çekingen şekilde adama götürdü. “Yemek isterseniz?”
Adam ekmek dilimini kardeşimin elinden kapıp yemeye başlayınca, Layla ürkmüş gibi hemen geriledi. Ne kadar dürüst olduğuna inansam da kardeşimi korumak için arkama çektim. Layla bana dönüp yüz buruşturdu. “Korsanlar bu adamı sakladığımızı öğrenirlerse bize neler yaparlar tahmin edemiyorum! Lütfen onu gönderelim.”
Henüz bir karar vermek için çok erkendi. “Belki birbirimize yardım edebiliriz, bu şekilde onlar gibi üç kişi olduk ve odamın anahtarı bende.”
“O adamın anahtarı neden sende bıraktığını hâlâ anlamıyorum,” dedi rahatsız görünerek. “Kendisine mi çok güvendi, seni mi çok küçümsedi…”
Elvis’in kibirli, soğuk bakışlarını anımsayınca karşımdaymış gibi ürpererek başımı iki yana salladım. Adama dönünce de ekmeğini bitirdiğini, odamızı izlediğini gördüm. Genzimi temizleyerek, “Herkesi odalarına kilitlediler,” dedim. “Sabah ve akşam yemek veriyorlar, onun dışında ziyaret etmiyorlar. Yanımıza her geldiklerinde bıçak veya silahları yanlarında oluyor, bu yüzden bir şey yapamıyoruz. Ailem de bu katta fakat odalarından ayrılamıyorlar.”
“Ama sen…” adam elinin içiyle ağzını sildi. “Oda kapını kendin açtın?”
“Evet, anahtarımı almayı başardım. Korsanlar bir sebepten buna göz yumdu.” Hırkamla önümü kapatıp düşünceli şekilde içimi çektim. “Benim yerime korsanlardan birisine yakalanabilirdin, sana ne yaparlardı bilemiyorum.”
“Farkındayım ama odamdan çıkmam gerekiyordu artık, yoksa susuzluktan ölecektim.” Son iki sözcüğü duymak, zor geçen aylarımızı hatırlattı bana. “Koridorda adım sesleri duyunca yakalandığımı sanmıştım ama sonra seni gördüm, bir kadın olduğunu fark edince konuklardan birisi olduğunu düşündüm. Görüyorum ki yanılmadım.”
Layla şüpheyle adamı süzerken bir tıklatma sesi duyarak gözlerimi büyüttüm. Parmağımı dudağımın üstüne koyarak sessizliğin hâkimiyetini başlattım ve adam endişeyle bize bakarken kapıya doğru yürüdüm. Gözlerimi küçük deliğe diktim. Ares oradaydı. “Ne istiyorsun?” diye sorarken yakalanmış olduğumuzdan korkuyordum.
Ares sesimi alınca geri çekildi. “Odana gelmiş misin diye bakıyordum. Mutfakta pastırma yiyor olabileceğini düşündü Elvis.” Ardından da bir gülme sesi…
Sinirle dudağımı ısırdım. “Evet, odamdayım. Arkadaşın haklı, açım! Yemeğimiz ne zaman gelecek?”
Gamsız bir sesle, “Şef hazırlıyor,” dedi ve kapı deliğinden çekildi, yürümeye başladı. Diğer odaların kapılarını da tıklattığını duydum, her sabah olduğu gibi kontrol yapıyordu. Önce ailem, sonra Elena ile konuştuktan sonra katı terk etti. Diğer konukları da kontrol edecekti.
Bu panik anını kolaylıkla atlattığım için rahatlayıp önüme döndüm. Peter acınası şekilde bakıyordu. “Birazdan kahvaltı mı getirecekler?”
Adamın haline üzüldüm. “İçecek ve su da oluyor, biraz daha sabretmelisin.”
Gülmeye başlayarak elini yüzünden geçirirken Layla’nın bakışları dikkatimi çekti. Gözleri adama odaklanmıştı, biraz endişeliydi. Özellikle adamın karın hizasına baktığını görürken, “Abla,” diye seslendi bana. “Bıçağı var!”
O bakışlarının manasını anlamış bulundum ve derhal Layla’nın yanına yürürken adam da şaşkınca hareket etti. “Evet, bir bıçağım var,” diyerek kumaş pantolonun arkasından çıkardı. Doğrusu bu sapında işlemesi olan bir çakıydı. Onu çıkardığında Layla korktu. “Yanlış anlamayın, bu zaten benim. Uzun bir yolculuğa çıkacağım için yanıma alma gereği duymuştum.”
Tamam, babam da silah bulunduruyordu, tabii korsanlar almadan önce. “Bıçağın olmasını anlıyorum ama onu taşırken seni bu odada bulunduramam.” Tek kaşımı kaldırarak elimi uzattım. “Bana vermeni istiyorum, ancak öyle bu odada kalabilirsin.”
Odada ne kadar kalacağını da bilmiyordum ama en azından bir şeylere karar verene kadar durabilirdi. Peter karşı koymadan çakıyı avucuma bırakınca güvenli alanıma çekilip kardeşime döndüm. “Korkmanı gerektirecek bir şey yok. Seni yalnız bırakmam.”
Biraz küstah olsa da kolaylıkla korkan birisiydi, bunun üstesinden gelmesine yardım etmek ablası olarak görevimdi. Çakıya temkinle bakarak, “Yemeğimizi de mi paylaşacağız?” dedi fısıldayarak. “Ona ekmek verdim ya abla.”
Adamın duymayacağı şekilde konuştum. “O ekmek yere düşmüştü, bu yüzden verdin. Yoksa kendin yemiş olurdun.”
Dudaklarını bükerek omuz silkti. “Yemek seçme lüksü yok. Tamam, sen ona kendi payından verirsin o zaman.”
Alışkını olduğum tavrını sabırla karşılayıp yatağa yürüdüm. Ellerimi saçlarımdan geçirip neler yapabileceğimizi düşündüm. Elimde odamın anahtarı, bıçak ve bir erkek gücü vardı. Bu korsanları etkisiz hale getirip yolcuğumuz bitene kadar bir odaya hapsedebilirdik. Kendime dürüst olmam gerekirse bunu yapabileceğimizi hissetmiyordum ama denemeliydik. Mühim olan nasıl etkisiz hale getirebileceğimizdi.
Ares yemek bırakmaya geldiğinde ona zarar verebilir miydim?
Sanmıyordum. Daha önce yaptığım için bana karşı tetikte olurdu.
Hemen harekete geçmektense düşünmeliydim. Henüz vaktimiz vardı. Eşyalarımızı, ganimetlerimizi alabilirdik. Ben bunları düşünürken Peter köşedeki sandalyeye yerleşti, bitkin bir adam görünümü çiziyordu. Kardeşim ondan olabildiğince uzaklaşıp yanıma oturdu, kısık sesle sordu: “Neredeydin? Uyanıp seni göremeyince çok merak ettim.”
Dün gece yaşanılanları düşününce boynumdan yanaklarıma doğru pembeleşti cildim. Söylemek istemiyordum, ailem öğrenirse bana çok kızardı. Dün gece ne aptallık yapmıştım öyle. Ya bana zarar verseydi, saldırsaydı? Bir de… çok iyi biriymiş gibi uyuduğumda üstümü örtmüştü. Alçak!
“Onlarla konuşmaya gittim ama bir karşılığı olmadı bu çabamın.”
“Onlar korsan, elbette seni dinlemezler. Doğrusu hapsolan ben olmasam bu hikâye çok ilgimi çekerdi, bu kadar yakışıklı korsanlar…”
“Söylediklerini yaşına veriyorum, ne dediğini bilmiyorsun sen.”
Layla oflayarak önüne dönerken kapımız tıklatıldı. Yemek olduğu için panik yapmadım, adama dönüp tuvaleti gösterdim. Sessizce ve hızlıca yok olunca da kapıyı açtım. Martin’i gördüm ve yüz ifademi koruyarak tepsiyi alırken, “Yiyecekler ilk günkünden çok daha az,” dedim. “Daha fazla hazırlayamaz mısınız?”
Martin diğer ikisinden daha genç durmasına rağmen ne alaycı ne de konuşkandı. Hatta sesini bir kez bile duymamıştım. Soruma cevap vermeden arkasını dönünce gözlerimi devirip kapıyı çarptım. “Ukala!”
Tepsiyle masaya yürüdüm ve adamın aç bakışlarını görüp dört dilim ekmeğe baktım. İkisi kardeşimindi onunkileri kenara bırakıp diğer sandalyeye yerleştim ve bal ile tereyağının yanındaki birkaç dilim pastırmayı gördüm. İlk kez pastırma koymuşlardı, bunun bir iğneleme olduğuna emindim. Bir yanımla sinir oldum ama pastırmayı gördüğüm ilk saniyede neredeyse gülecektim.
“Suyu içebilir miyim?”
Peter’in sesini duyduğumda Layla’ya, “Bardağı alıp gel,” dedim.
Kardeşim Peter’i isteksizce süzerek bardağı aldı. Yanıma geldiğinde getirilen suyun bir kısmını bardağa aktarıp adama uzattım. Bardağı hızla yakalayıp suyu kana kana içince gülümsedim. Bu sırada Layla tepsideki pastırmayı görüp uzanmıştı. “Bunu koyduklarına inanamıyorum!”
İki fincan çay vardı, kendiminkini Peter’le paylaşarak ekmek dilimine uzandım. Peter de gözü dönmüş bir açlıkla alıp yemeye başladığında Layla ona garip bakışlar gönderdi. Adam açtı, yargılamıyordum. Kız kardeşim iki dilim ekmeğini bal ve tereyağı ile yerken ben de kalanları bu adamla paylaştım. Pastırma az değildi, ondan da hepimiz biraz yedik ve çayımın son yudumunu içerken Peter’in kendine gelmiş, canlı bakışlarını gördüm. “Teşekkür ederim,” dedi bana.
Omuz silktim. “Yolculuk boyunca geminin yemeğinden faydalanmak için çok para verdik, teşekkür etmene gerek yok.”
Tabii, yemeklerimizi üç korsanla paylaşacağımızı bilmeden…
Çayım bittiğinde kalkıp cama yürüdüm, biraz dışarıya baktım. Okyanus bugün hırçın, rüzgârlıydı. Zaten ayaklarımı bastığım zemindeki titreşimden havanın durumunu ölçebiliyordum. Güneş suyu ısıtıyor, güzel bir ışık şöleni oluşturuyordu. Güneşe doğru gözlerimi kısarken, “Abla,” diyerek geldi yanıma Layla. “Üstümü değiştirmek istiyorum, bu adamdan banyoya gitmesini ister misin?”
Kardeşimin geceliği onu örtüyor olsa da sonuçta daha mahrem bir kıyafetti. Ona anlayışla bakarak Peter’e döndüm. Adam memnun bir ifadeyle midesini ovuşturuyordu, yemek onu mutlu etmişti. “İzin verirsen,” diyerek ona konuştum. “Üstümüzü giyineceğiz.” Çenemle banyo kapısını gösterdim.
Adam sandalyeden doğruldu. “Üzgünüm, rahatsız ediyorum. Siz dileyene kadar banyoda bekleyebilirim.”
Banyoya girip kapıyı kapadığında, Layla’ya işaret verdim ve kapıya gidip her an açma ihtimaline karşı tuttum. Kardeşim benim bavulumdan çıkardığı bir kazak ile paçaları bol pantolonu alıp giyindi. “O korsanlar geldiğinde odamın anahtarını iste lütfen abla, odamdan bavulumu alayım.”
Benim kıyafetlerimle idare ediyordu ama yine de biraz büyük geliyordu, yaşım itibariyle ben daha uzun ve kıvrımlıydım. Kardeşim hazır olunca benim için kapıyı tuttu, ben de geceliğimi çıkarıp enine renkli çizgileri olan triko ile geniş paçalı kot pantolonumu giyindim. Layla geri dönerken de fırçamla saçlarımı taradım, yumuşak dalgalarını omuzlarımdan aşağı bıraktım. Boy aynasından kendimi izlerken de yüzümdeki solgunluğu görmüş oldum. Güvensizlik ve tedirginlik âdeta yüz çizgilerime kazınmıştı.
“Sence geminin adı neden Eros?”
Fırçamı saçımdan çekip yatak kenarındaki komodinime koydum. “Belli ki kitapta okuduğumuz efsaneleri Adam da okumuş, inanmış.”
“Eros’un oku…” kız kardeşim sıkılmış halde ofladı. “O çocuğu da bir daha göremedim, oysa ne kadar yakışıklıydı…”
O akşam yemek masasında gördüğü, birkaç kez göz göze geldiği genç çocuktan bahsediyordu. Bu korsanlar gemiyi terk etmedikçe veya bizim tarafımızdan savunmasız kalmadıkça o genci göremezdi. Şimdilik erosun oku önünde, üç soytarı korsan dikiliyordu.
“Sesleri duyuyor musun abla?”
Kız kardeşimi duyduğumda düşüncelerimden sıyrıldım. Bahsettiği sesi duymak için kulak kabartmama gerek kalmadı, koridordan gerçekten ses geliyordu. Kapıya yürüyüp delikten baktım, kimse yoktu. Ses odaların birinden geliyor olmalıydı, bağrışma sesleri olduğu anlaşılıyordu. Bir dakika kadar dinmesini bekledim ama devam etti. Bu katta ailemden başka yalnızca genç çiftin kaldığını görmüştüm, onların odalarından mı geliyordu?
“Peter banyodan çıkmasın,” diyerek kardeşimi uyardım ve anahtarı alıp kapıyı açtım. Koridorda Ares ya da Martin’in olmasından endişe duyarak çıktım ama bu kez şans benden yanaydı. Kendi kapımızı kapatıp koridorda sesleri dinleyerek yürüdüm ve o bağırtı seslerine yaklaşınca yavaşladım. Kulağımı genç çiftin kaldığı odanın kapısına yasladım.
Bağırtı seslerine kadın ağlaması da eşlik ediyordu.
Kavga ediyor olmalılardı.
Bir çiftin tartışmasına belli bir yere kadar karışılmamalıdır diye düşünüyordum. Fakat bağırma sesleri müdahaleyi gerektirecek kadar yüksekti. Kadın ağladığına göre adamın ona kötü davrandığını düşündüm, bir şeyler yapmak isteyerek kapıyı tıklattım. “Merhaba?” diye seslendim içeriye.
Sessizlik oluşunca beni duyduklarını anladım. Keşke bu odanın anahtarına da sahip olsaydım. Çok geçmeden, “Evet?” diye yanıt verdi erkek sesi. “Kimsin?”
“Ben konuklardan birisiyim,” dedim, soğukkanlı ses tonumla. “Fazla gürültü çıkarıyorsunuz, rahatsız oldum. Bir sorun mu var?”
Adamın kapının diğer tarafından bana baktığına neredeyse emindim. “Hayır, sorun yok. Sen… odandan nasıl çıkabildin?”
“Anahtarımı alabildim, bu yüzden. Sorumu tekrarlıyorum, kusura bakmayın. Bir sorun olmadığına emin misiniz? Sanıyorum karınız ağlıyordu.”
Adam merakımı gidermek yerine, “Anahtarını nasıl aldın?” diye sordu. “Neden sana anahtarını verdiler? Ya biz? Madem sen odandan çıkabiliyorsun, ben de çıkmak istiyorum! O korsan bozuntuları ne yaptıklarını sanıyor!”
Adam burada olma sebebimden başka şeyle ilgileniyordu. Kendisi hapisken benim dışarıda olmamdan rahatsızlık duymuştu. “O akşam yemeğinde korsanlara karşı çıkıp odalarınızın anahtarlarını alsaydınız,” dedim tok bir sesle. “Karınız iyi mi? Sesini duymak istiyorum.”
Ummadığım şekilde kapısına vurup bağırdı. “Git buradan! Karımla istediğimi yaparım, seni ne alakadar eder!”
Dudaklarıma geleni yuttum. Adamı öfkelendirdiğim açıktı ve bunun içerideki kadına zararı olabilirdi. Belli ki benim dışarıda olmam kendisini sinirlendirmişti, ona karışmamın küstahlık olduğunu düşünüyordu. Gerileyip koridora baktım, odama dönmekten başka ne yapabileceğimi bilemedim.
Elvis’e gidip söylesem merhamet eder miydi?
Neden yapacaktı, bizlere silah doğrultan oyken?
Odama dönerken annemle babamın odasına seslenmeyi düşündüm. Fakat anahtarı nasıl aldığımı soracaklardı, babam bir şey yaptığımdan kuşku duyacaktı. Bunları düşünürken, “Roza Hanım,” diyen Elena’yı duyup başımı sola çevirdim.
Kapısına bakarak yaklaştım. Beni duymuşlar mıydı? Sessizce, “Elena?” dedim. “Nasılsın?”
“Ben iyiyim. Sahiden de sizsiniz! Nasıl dışarıya çıkabildiniz?”
Annemlerin odası yandaydı, duymamaları için kısık sesimle, “Bu uzun bir mesele,” dedim. “Beni görüyor musun? Alvin nasıl? Size de yemek getiriyorlar, değil mi?”
Hüzünlü bir sesle, “Evet efendim, günde iki kez yemek getiriyorlar. Burada daha ne kadar kalacağız, bilginiz var mı? Alvin çok sıkıldı, sürekli ağlıyor ve korkuyor.”
O ufaklığın üzüldüğünü bilmek yüreğimi acıttı. “Henüz bilmiyorum Elena,” dedim. “Alvin’i gemiye çıkarıp gezdirmemi ister misin? Belki ağlamaları diner.”
Bir süre durduktan sonra, “Efendim, nasıl yapacaksınız?” dedi. “Siz odanızdan nasıl çıktınız? İyi misiniz? Bir şey mi yaptılar size?”
Dün gece Elvis ile konuştuklarımızı düşündüm. Alvin’i odasından çıkaracağımı söylemişti, bunun koşuluysa kitap okumamdı. Tekrar yapabilirdim, zaten odamdan çok gemide olmam o adamlardan kurtulmam için daha fazla şey yapabileceğim anlamına geliyordu.
“Beni merak etme, Elena. Alvin’e de söyle, bugün onu gemiye çıkaracağım.”
Parmak uçlarımda yürüyüp odama geçtim. İçeriye girip aceleyle kapımı kilitlediğimde kardeşim sandalyeden fırladı. “N’oldu abla? Ses nereden geliyor?”
“Kattaki odada bir çift var, kavga ediyorlardı.”
Oflayıp geri oturdu. “Bir ümit korsanlara bir şey olduğunu düşündüm. Keşke öyle olsaydı.”
Aynı ümitlerle yatağa oturdum. “Adam hâlâ banyoda mı?”
“Evet.”
“Peter,” diye seslendim banyoya. “Çıkabilirsin.”
Saniyeler içinde kapı açıldı, Peter bakışlarını tedirgince bizde gezdirerek içeriye girdi. Boş olduğu için masa sandalyesine doğru yürüyüp oturdu. “Oda anahtarını neden sende bıraktıklarını hâlâ anlamıyorum.”
Peter güvendiğim biri olmasını geçtim tanıdığım birisi bile değildi. Kendimce olan sırlarımı onunla paylaşmak istemedim. Omuzlarımı düşürüp okyanusu izlerken bizi gerçekten kurtaracak şeyler düşündüm. “Sizce korsanları savunmasız bırakacak ne yapabiliriz? Yalnızca odadan çıkmak yetmiyor, onların silahları, bıçakları var.”
“Bizim de bir bıçağımız var abla,” dedi kardeşim.
Evet, artık vardı ama yeterli değildi. Kafasında vazo parçalayıp kaçtıktan sonra hepsinin gözleri üzerimdeydi. Plan kurmadan hareket etmek yine yakalanıp savunmasız kalmakla sonuçlanırdı. Saatleri geçirirken küçük odayı defalarca turladım. Peter hâlâ bir şeyler yiyip içmiş olmanın saadetindeydi, kız kardeşimse kıyafetlerini alma arzusunu dile getirip duruyordu.
Okyanusun rengi, gökyüzünün kararan yansımasını taklit edince odamız da loş olmaya başladı. Ampulleri yaktık ve gemideki yolculuğumuz devam ederken buna bir son verme isteği duydum. Odamdan çıkıp gidecektim, henüz plan kurmamıştım ama ortalığı kontrol etmenin zararı olmazdı.
Kararlı şekilde odadaki diğer iki kişiye döndüm ama kardeşimi bu adamla yalnız mı bırakacaktım? İşte bu beni endişelendirirdi. Ama bir şey yapamazdı ki çünkü adam zaten yakalanmaktan korkuyordu. Ya da kardeşimi de gemiye çıkarabilirdim, ben Elvis’e kitap okurken o Alvin ile gemide dolaşırdı. Bu koşulumu kabul etmesi için o soytarıyla görüşmeliydim.
“Birkaç dakikaya dönmüş olacağım,” diyerek odanın çıkışına yürüdüm.
Layla bana baktı. “Nereye bir anda? Yalnız kalmak istemiyorum.” Peter’e ürkmüş bir bakış atınca adam mahcup göründü.
“Geleceğim canım,” diyerek kapımı açtım ve anahtarı avucumda sıkarak eşiğe çıkınca kalbim hızlandı. Kahretsin, Martin buradaydı. Hızla kapıyı kilitledim ve o beni fark edip üzerime yürüdüğünde, “Elvis’le görüşeceğim,” dedim.
İçeriden Peter’in sesinin gelmemesini diliyordum.
Martin konuşmadan beni süzdü, etrafımda ağır ağır dolaşmaya başlayınca geriye kaçıp kaş çattım. Bir tehdit unsuru aradığını düşünsem de bana yaklaşması ürperticiydi. “Uzaklaş,” diyerek ses yükselttim ama aldırmadan eliyle yolu gösterdi. Ben yürümeye başlayınca da peşime düştü. Gözlerimi devirip ayaklarımı yere vurarak yürüdüm. “Sen neden hiç konuşmuyorsun?” diye sordum yüzüne bakmadan.
Beni duyduğuna emindim ama cevap vermedi. Neden hiç konuşmuyordu? Yoksa… Yanılıyor muyum bilmiyorum ama bu sessizlik bana onun konuşamadığını düşündürdü.
Onunla beşinci kata kadar çıktım. Bu adamın gözleri diğer ikisinden daha keskindi ama nedense beni en az rahatsız eden de oydu. Koridordan o geceki odaya doğru ilerlerken gözlerim etrafı incelemeden yapamadı. Kapılar ahşaptı, koridorsa karanlık olmaya başlamıştı. Kapı önünde durunca Martin beni eşikte bırakarak içeriye girdi. Elvis’e yaklaşıp beni gösterince Elvis başını kaldırdı, önce onu, sonra beni gördü.
Koltukta arkaya doğru yayıldı. “Beni mi görmek istedi?” diye sordu arkadaşına.
Martin sıkılmış şekilde baş salladı ve ona arkasını dönüp buraya geldi. Kapıdan çıkarken cebinden bir sigara çıkardı. Martin’in bizi yalnız bırakmasını izledim, görevine döndüğünden emin şekilde önüme baktım. Günbatımı odaya ince ince süzülürken gözlerim bu yabaniyle kesişti. Mağrur görünmemek için çenemi kaldırarak içeriye girdim. Niyetimi direkt söyledim. “Kız kardeşim ve Alvin’in odasından çıkmasını istiyorum.”
Yemek yediği önündeki tepsiden belliydi. Pislik, her şeyi son lokmasına kadar yemişti. Masanın başında, koltuktaydı. O koltuğu hareket ettirerek ağır ağır sağa sola döndü ve içtensiz gözlerle gülümsedi. “Bu, bana kitap okuyacağın anlamına mı gelir?”
Yanaklarımı şişirerek ofladım. “Talihsizliğime bak işte…”
Koltuğundan kalkınca mesafemizin altını çizmek için geriledim. Karşıma doğru ilerlerken göğsünün çıplak olduğunu görüp gözlerimi büyüttüm. Gömleğindeki bir düğme bile iliklenmiş değildi, kıyafetleri değişmişti ama böyle ne kadar giyinik görünürse artık… Onun kadar iyi görünen bir adam neden suç işliyordu?
Gözlerimi ondan kaçırarak, “Martin,” dedim gizleyemediğim merakla. “Konuşamıyor mu?”
“Evet, dostum sessizdir,” dedi ve gözleri üzerimde dolaşınca kızgınca baktım ona. Bu bakışlarımla yine eğlendi, dudakları kıvrıldı. “Sana bakılmasını sevmez misin?” diye sordu.
“Bir işgalci tarafından bakılmasını sevmem!”
“Senin için bir kral olurum.” Bana doğru bir adım daha gelince kararlı çenem aşağıya eğildi. “Ya o zaman?”
“Sen mi bir kral olacaksın? Sen bir korsansın! Hırsız bir işgalcisin! Belki kral olmanın hayalini kuruyorsundur ama soytarının tekisin!”
Dudaklarını birbirine bastırsa da gözlerindeki parıltı gülme niyetinin habercisiydi. “Bu korsana birazdan güzel bir kitap okuyacaksın.”
Sırf bunu söylediği için bile odayı terk etmek istiyordum, gururum da bunu istiyordu. Fakat önceliklerim vardı, neden buraya geldiğimi unutmamalıydım. “Kardeşim ve Alvin odasından çıkacak.”
Bunun üzerine düşünmeye ihtiyacı yokmuş gibi bana bakmaya devam edince kendimi huzursuz hissettim. Bakışları sıradan değildi, aramızda gergin bir bağ kuruyordu. En sonunda dudaklarını yalayarak bir adım geri çıktı. “Hem anahtarın sende odandan istediğin gibi çıkabiliyorsun. Hem de dilediğin kişinin odasından çıkmasını istiyorsun. Bu arzularına baktığımızda, bana kitap okumaktan fazlasını mı vereceksin?”
Hırslanmış şekilde saçımı kulağımın arkasına sıkıştırdım. “Alvin’in odasından çıkmasını zaten dün akşam konuşmuştuk, kabul etmiştin?”
“Şimdi kardeşinin de çıkmasını istiyorsun?”
“Sen de bunun karşılığında bir şey daha mı isteyeceksin! Ne hadle? Her şeyimizi aldın zaten!”
Yüzünü bir gülümseme daha aldı. “Bana böyle davrandığın sürece senden hep kitap okumanı isterim.”
Hayret içinde bıraktı beni. “Aşağılanmak hoşuna mı gidiyor!”
“Senin bunu yapış şeklin.”
Gözlerimi kapatıp sabırla soludum, konuşmayı kısa kesmek için de tekrarladım. “Alvin ve kardeşim odasından çıkacak.”
Gözlerimi açıp tekrar ona baktığımda yerinden hiç kıpırdamamıştı. İçini çekip yüzüne daha mesafeli bir ifade koydu ve masaya doğru yaklaştı. O arkasını dönmüşken hemen gözlerimle odayı taradım, bir açık aradım. Acaba çaldıkları eşyalarımızı nereye koymuşlardı? Çok fazla şeyle meşgul görünmüyorlardı, yalnızca varacakları yere ulaşıp kendileri için yolculuğun bitmesini istiyor gibilerdi.
Bu soytarı, bu kez beline bir silah koyarak bana dönünce araştırmacı ruhuma son verdim. Yanıma gelirken gömlek düğmelerini ağır ağır ilikledi, kapıya doğru giderken de bana işaret verdi. Küstah! Sanki o demese yürümeyecektim. Arkasında kalmayı tercih ederek ilerledim ve koridora çıktık. Kaptan odasının kapısı kapalıydı ama ikinci kaptanın orada olduğuna emindim. Aşağı inerken yalnız birkaç odadan ses duydum ama insanların bu düzene alıştıklarına emindim. Hepsi korsanların gemiyi terk etmesini bekliyordu.
“Ne zaman gideceksiniz?” diye sordum, geminin merdivenini inerken. “Ne zaman bırakacaksınız bizi? O ikiyüzlü kaptanınız ne diyor?”
Geniş omzunun üstünden dönüp baktı bana. “Bir sorun çıkmazsa yirmi günü geçmeyecek.”
“Neden bizden faydalanıyorsunuz? Korsanlık yapacak başka gemi mi bulamadınız?”
Son basamağı inmek üzere önüne döndü. “Güzergâhlarımız uyuyordu, hanımefendi.”
Sahte centilmenliğine yüz buruşturup bir çocukluk yaptım. “Honomofondo.”
Omuzlarının sallanışı gülmesinden kaynaklıydı. Kollarımı asabice göğsümde bağladım ve kaldığımız odaya doğru ilerlediğinde yutkundum. Kapıyı açacaktım ama ya Elvis de içeriye girmeyi isterse? Peter’in saklanması gerekirdi, yoksa ne anahtarım kalırdı elimde ne de şansım.
Elvis odamın önünde durup bana dönünce anahtarı çıkarıp kapıyı açmak için hareket ettim. Elvis o sırada koridorun sonuna bakıyordu, sanırım ilerideki çiftten ses duymuştu. Yine bağrışıyorlardı. O meşgulken kapıyı azıcık açtım ve neyse ki kardeşim öne çıkıp o boşluğu kapattı. “Abla?” diyerek korkuyla baktı yanımdaki adama.
“Gel canım,” diyerek onu çıkardım ve Elvis buraya dönerken kapıyı kapatıp kilitledim. Paniğimi göstermeden kardeşimin elinden tuttum. Korsan, kardeşime kısaca baktı ve koridorda Elena’nın odası yerine genç çiftin odasına doğru ilerledi. Elini sertçe kapıya indirdi. “Hey! Neler oluyor?”
İçeriden çok değil ama sesler geliyordu, ta ki Elvis bağırana dek. İçeride sessizlik oluştu, Elvis’i duyduklarını anladım. Vakit geçmeden, “Korsan,” sesi geldi içeriden. “Bir şey olmuyor, karımla konuşuyorum. Burada sıkıldım, ne zaman çıkacağız?”
Elvis elini kapıya o kadar sert indirdi ki, kardeşimin ayakları geriledi. “Benimle bağırarak konuşma! Karına ne yapıyorsan kes, beni uğraştırma! Yoldaşım bu katta olacak, sesini bir daha duyarsa ona silahını kullanmasını söyleyeceğim!”
Alaycı değil, ciddiydi. Bunu gemiyi ele geçirdiği ilk saatlerde görmüştüm. Kapının iç tarafından ses gelmeyince Elvis geri çekildi, uyarır gibi ayakkabısının ucuyla kapıya sertçe vurdu. Sonra Elena’nın odasına ilerlerken diğer bir anahtarı çıkardı. Kardeşim elimi sıktı. “Nereye gidiyoruz?”
“Gemide Alvin ile biraz dolaşacaksın.”
Gözleri biraz parladı, neredeyse gülümsüyordu. “Buna nasıl müsaade ediyorlar abla?”
Bunun cevabını veremezdim, gerektiğinde kardeşimle bunu paylaşacaktım. Elvis önünde durduğu kapıyı çaldığında bakışlarımı oraya çevirdim. Gecikmeden Elena’nın, “Ne oldu?” diye sorduğunu duydum. Kapı deliğinden bakıp korsanı görmüş olmalıydı.
Elvis’ten önce konuşup, “Elena kapıyı açacağız,” dedim haber vererek. “Müsait misin?”
“Efendim,” derken sesi bu kez şaşkın ve heyecanlı çıktı. “Siz de mi buradasınız? Evet tabii, müsaitim.”
Elvis daha onun cümlesi bitmeden kapıyı açmıştı zaten. Gözlerimi merakla içeriye dikince Elena’yı oğluyla bir arada gördüm. Bizimkine çok benzeyen odada, önünde çocuğuyla dikilmiş, merakla bakıyordu. Elvis gözlerini doğrudan ufak çocuğa dikip eliyle yanına çağırdı. “Gel buraya.”
Çocuk ilgili görünerek gözlerini kırpıştırırken Elena hızlıca çocuğunu kendi bedenine yasladı. Elvis’ten korkmuş gibi bana baktı. “N’oluyor efendim?”
Elvis hiçbir şey açıklama gereği duymadan amacına yönelmişti. Bu kaba adamın yanından geçip Elena’ya yaklaşırken, “Alvin’i biraz gemide gezdireceğim,” dedim. “İzin verir misin?”
Alvin sanırım günler sonra beni ilk kez görmenin heyecanıyla bana yaklaşınca Elena kararsız gözlerini oğluna çevirdi. Başını öne eğip kısık sesle, “Buna nasıl izin veriyorlar?” diye sordu.
Onun omzunu sıktım. “Ben bir yolunu buldum. Eğer iznin olursa Alvin gemiyi gezsin, canının sıkıntısı geçsin.”
Kendisi için böyle bir iyiliği neden ve ne karşılığında yaptığımı merak ediyor gibi bir müddet cevap vermedi. Bu sırada Alvin elimi tutmuştu bile. Çok sessiz çocuktu, onun ufak hamlelerinden anlıyordum ne istediğini. Annesi de anlamış olmalı ki başını salladı. “Korsanlar ya bir şey yaparsa ona?”
Endişelerinde haklıydı. “Yapmayacaklar, Layla da bizimle olacak.”
Arkama doğru bakıp hemen de kaçırdı gözlerini, korsanlar onu korkutuyordu. Dizlerini kırıp oğlunun yanında eğildi. “Roza ve Layla ile dışarıya çıkmak ister misin? Güvertede okyanusu izlersin?”
Alvin meraklı görünerek, “Sen de gelsene,” dedi.
Evet, belki o da gelebilirdi. Bunu istemek için omzumun üzerinden Elvis’e döndüm ama onun gayet katı olan bakışlarıyla karşılaşınca önüme baktım. Alvin’i, yanağına dokunarak kendime çevirdim. “Şimdi benimle gel, sonraki sefer annenle gidersin olur mu?”
Elena gülümsemeye zorladı kendisini. “Dışarıya çıkmak istediğin için ağlıyordun, Roza’yla çık, ben seni bekleyeceğim.”
Alvin başını sallayınca, Elena’ya güven veren bir bakış attım ve arkamı döndüğümde Elvis anahtarı salladı. İşgalci herif, artık odadan çıkmamızı istiyordu. Alvin ile çıkarken kız kardeşimi de yanıma aldım ve Elvis kapıyı kilitlerken koridordaki Martin’i gördüm. Kaşlarını çatarak buraya yürüyordu. Yaklaşıp Elvis’i omzundan sertçe dürttü. Kafasıyla bizi gösterdi.
Elvis anahtarı cebine koyup dostuna döndü, hafifçe gülümsedi. Hangi gülümsemesinde gerçeklik ve içtenlik olduğunu anlayamıyordum. “Sorun yok dostum, birazdan odalarına geri dönecekler.”
Martin buna karşı çıkarcasına kafasını iki yana salladı. Kendisi için kararları Elvis veriyor görünüyordu ama belli ki hepsi söz hakkına sahipti. Elvis onun omuzlarını sıkıp sırıttı. “Karşı çıkma, sorun yok diyorum. Hanımlara biraz taviz göstermenin sakıncası olmaz.” dönüp Alvin’e bir bakış attı. “Üstüne alınma, sen bir beyefendisin.”
Martin nefesini üfleyip Elvis’in ellerini omuzlarından itti. İşaretparmağıyla bizi gösterip bir daire çizdi, ne anlatmak istediğini ben anlamadım ama Elvis anlamış olmalıydı. “Meraklanma,” dedi. “Kaybolmayacaklar, hepsini odasına geri bırakacağım.”
Sabırsız şekilde nefes alınca her iki adam da bana baktı. Elvis eğlenirken Martin meraklı göründü. Sanıyorum ki neden dışarıya çıktığımızı anlamıyordu. Alvin’in çıktığı odanın kapısına doğru bakıp arkasını döndü, koridorda ağır ağır yürümeye başladı.
“Biraz gergin,” dedi Elvis onun için, elini savurarak. Çenesini kaşıyarak arkadaşının ardından yürüdü, ben de onu takip ettim. Merdiveni çıkmaya başlayınca Layla biraz keyifli görünüyordu, şüphesiz gemiye çıktığı içindi. Alvin ise hızlı yürüyordu, sanki bir yere yetişecekti. Evimizdeyken de hep dışarıya çıkardı, uslu olsa da oyun oynamasını çok severdi.
Geminin en üstüne, geniş güvertesine çıktığımızda serin hava yüzümü okşayıp saçlarımı uçuşturdu. Alvin elimi bırakıp koştuğunda biraz endişe duydum ama Layla da okyanusa bakmak için güvertede koşmuştu. İlerideki Ares’i gördüğümde adımlarım biraz yavaşladı, o da omzunun üstünden dönüp bize baktı. İki adım yanımda duran Elvis ile göz göze geldi. “Neler oluyor?”
“Onlara gemiye çıkma izni verdim,” dedi Elvis. Gömleği ve dağınık saçları rüzgârda sürtünme sesleri çıkarıyordu.
Arkadaşı biraz garipsemiş görünerek purosunu dudaklarına koydu, konuşmadan önce biraz içti. “Sebep ne?”
Alvin ile kardeşimin yanına yürüdüm, çocuğun elinden tutup Layla’ya, “Ben aşağıda olacağım,” dedim. “Çocuğun elini bırakma, sana emanet ediyorum.”
Layla ona sıkıcı bir bakış gönderse de elini tuttu ve bana bakarken kaşları çatıldı. “Sen neden aşağıda olacaksın? Zaten dışarıya nasıl çıkabildiğimizi de anlamıyorum, neyi gizliyorsun?”
“Bu korsanın bana bir konuda ihtiyacı var, ben de sizi dışarı çıkarması karşılığında yapabileceğimi söyledim.”
“Neden annemle babamı çıkarmak yerine bu çocuğu çıkardın?” diye kızdı bana.
“Babam korsana yardım etmeme izin vermez, hem annesi Alvin’in odada ağladığını söylediğinde üzülmüştüm.”
Bana bıkkınca baktı. “Bazen ben mi senin kardeşinim o mu anlamıyorum.”
Elena ve Alvin’e hep mesafeli olduğu için zaten beni anlamasını beklemiyordum. Alvin’in elini bırakmadan geminin kenarı boyunca yürümeye başlayınca ellerimi kollarıma sararak arkalarından izledim. Kız kardeşime, birisine sahip çıkmak konusunda güvenemiyordum ama burada da kalamazdım, ne yazık ki ona kitap okuyacaktım.
“Kardeşin sana hiç benzemiyor,” diyen ses sol tarafımdan gelince irkilerek arkama döndüm. Elvis, karanlığa karanlık katan içtensiz[SE1] [ET2] gözlerle bana bakıyordu.
Söylediği üzerinde durup, “İkimizi de tanımıyorsun,” dedim.
“Açık seçik bir karakterin var, bir konuşmada dahi nasıl birisi olduğun anlaşılıyor.”
Nedense hakarete uğradığımı hissettim. Kişiliğim basitmiş ve atacağım her hamleyi görüyormuş gibi hadsizlik yapıyordu. Ne kadar sinirlendiysem, burnumdan solumaya başladım. Elvis’in o eğlenen ifadesini tekrar görmemek için de önünden çekilip yürümeye başladım, karşıma çıkan Ares’i sertçe ittim. “Çık önümden, soytarı hırsız!”
Güverteyi terk ederken o sersemin kahkahaları kulaklarımda çınladı. Hakarete uğramaktan mutlu oluyorlardı, soysuz oldukları buradan bile belliydi. Sinirimden gözyaşlarımı dökecektim neredeyse. Sarı lambalar civarı biraz aydınlatsa da öfkemden göremeyecek haldeydim. Beşinci kata inerken Elvis’in arkamdan geldiğini anlamıştım, diğeri tabii ki kardeşimi Alvin ile yalnız bırakma riskine girmeyecekti.
Koridora inip saçlarımı düzeltirken adımların çok yaklaştığını hissedip yutkundum. Elvis yanımdan geçip vaktini geçirdiği çalışma odasının kapısını açtı ve çok centilmenmiş gibi önceliği bana bıraktı. Elimi kaldırıp suratına çarpmamak için direnerek odaya geçtim ve o da kapıyı kapatarak girdi. Masaya ağır ağır yürüyüp oradaki kitabı aldı, bana dönerken hesapçı görünüyordu. “Kaldığın yeri hatırlıyor musun?”
“Seninle ilgili hiçbir anıyı hafızamda tutmadığım için, hayır.”
Onu yine eğlendirdim, kahretsin ya! “Doğru diyorsun, akıldan çıkması zor olan sensin.”
Ne dediğini sanıyordu? Bir de böyle mi eğleniyordu benimle? Yanaklarımın ısınmasına engel olamadım, o bana yaklaşırken de savunmacı şekilde elimi kaldırıp aramıza koydum. “Bu odaya girdiğimde birbirimizle hiç konuşmadan, anlaşmamızın gereğini yapalım. Ben senin kötü niyetinden şüphe bile etmiyorum, sen de benim sana olan öfkemden şüphe etme.”
O da kitap okumayı kabul etmemin en büyük sebebini anlamış olmalıydı, aptal bir adam değildi. Fırsat kolluyor, anını yokluyordum. Anahtarları ele geçirmek, onları savunmasız bırakmak istiyordum. Kitabı, aramıza koyduğum elime doğru dokundurup dokundurup geri çekerken, “Ben senin nerede kaldığını hatırlıyorum,” dedi ve çenesiyle koltuğu gösterdi. “Koltukta, tam karşımda kalmıştın.”
Söylediklerime cevap vermemişti, bir önceki konuşmamızdan bahsediyordu. Kitabı tutup aldım ve arkamı dönüp koltuğa ilerledim. Oturup kaldığım yeri açarken Elvis de masaya yaslanarak elleriyle masa kenarlarını tuttu. Kitabı açınca nerede kaldığımı gösteren bir korsan armasıyla karşılaştım. Aslında ne olduğunu ilk bakışta anlamamıştım, üzerindeki işaret bana ne olduğunu göstermişti. Kalın kumaştan bir bez armaydı, siyah ve beyaz renklerindeydi. Avuçiçimden büyük değildi, biraz eski olduğu belliydi.
Armayı elimde tutarak, “Bu ne işinize yarıyor?” diye sordum.
Elimde tuttuğum parçadan ziyade parmaklarıma bakıyordu. “Bir kaptanın arması ne işine yarıyorsa o işe yarıyor.”
Bu kez ben alayla gülmek istedim. “Sen kendini bir kaptanla denk mi tutuyorsun? Bir hırsız olarak mı? Ne cesaret ama…”
Küstah davranmama rağmen öfke duymadı, bana aynı gözlerle baktı. “Ailen çok mu zengin?”
“Ne ilgisi var?”
“Belli bir gelir seviyesinin üstünde olduğunuz aşikâr,” dedi. “Yoksa bu yolculuğu gerçekleştiremezdiniz. Siz, Moğala’da kıtlık varken, panik varken, paranızla yasal olmayan bir yolculuğa çıktınız. Baban bir bürokrat, halkını gerisinde bırakırken nasıl hissetmiştir?”
Hakkımızda bu kadar çok şeyi nasıl bildiğini düşünürken cevap vermedim. İkinci kaptan sayesinde şahsi bilgilerimize ulaşmış olmalıydı. Moğala’daki insanları bırakırken ben de kalpsiz hissetmiştim, karşımdaki adama öyle olmadığını söyleyemezdim. “Yani buradaki insanlar kötü oldukları için sen de onları soymakta sakınca görmedin mi?”
Gözlerini biraz ayırsa yüzümden, cümlelerimi daha cesur kurabilirdim.
“Evet, öyle.”
Bu netlik beni huzursuz etti, diğer yandan da anlamadığım şekilde rahatlattı. Bunu yalnızca zengin insanlara mı yapıyordu? Zaten yoksul insanlar gemi yolculuklarına çıkamaz, ganimetlere sahip olamazdı ki. Elbet bunu zengin insanlara yapacaklardı. “Yine de yapmamalısın,” dedim kaşlarımı çatıyorken. “O para ve ganimetler senin değil. Bunun yanında babama, insanlara silah doğrulttun. Sadece bir hırsız değil, katilmiş gibi davrandın. İşgalci olmanızdan bahsetmiyorum bile! Bir de bu aşağılayıcı, alaycı tavrınız var ki beni en çok sinirlendiren bu!”
Gerçekten onu eğlendirmeyi istemiyordum ama bir şekilde ona olan ithamlarımdan zevk alıyordu. “Bana ganimetlerinizi çaldığım için kızıyorsun ama benden istediğin ilk şey mücevherlerin değil, kitabındı.”
Altdudağımı ısırdım. “Mücevherler ailemin sayılır, yüksek karşılıklarla alındı. Kitabımsa benim, şahsi.”
“Çok gururlusun,” dedi bu cevabım üzerine. Bunu rahatsız olduğu bir huyummuş gibi söylememişti. “Bu yüzden sana güldüğümde sinirden titremeye başlıyorsun.”
Beyefendi, hiç de gözünden kaçırmamıştı. Bunun saklanacak bir şeyi yoktu, elbette gururum önemli olmalıydı. “Fakat sende pek gurur yok,” dedim çenemi kaldırarak. “Sana o kadar hakaret ediyorum, yalnızca gülüyorsun!” Onun alaycı gülüşünü taklit etmeye çalıştım ama daha bunu yaparken bile kendimi küçük düşürdüğümü hissederek duraksadım, bakışlarımı kaçırarak başımı hızla önüme eğdim. “İşte böyle saçma bir gülüş, taklit bile edilmiyor!”
“Ben kalbimi kırmayan her şeye gülerim.”
Demek hakaretler onun kalbini kırmıyordu ama ben kalbinin kırılmasını çok isterdim. Gerçekten bunun üzerine düşünmeli miydim? Zaten odama hapsolacağım için düşünmekten başka da yapabileceğim bir şey yoktu.
Buraya yürüdüğünü anladığımda başımı hızla kaldırdım ve karşımda durduğunda, “Uzaklaş,” diyerek ikazda bulundum. Onun bir erkek olduğunu, bana saldırabileceğini aklımdan çıkarmıyordum.
Başını sol omzuna doğru biraz eğdi. “Yakından bakmak istedim.”
“Sana olan nefretime mi?”
“Gözlerine, acaba gerçekten kalbimi kırabilir mi diye.”
Belki de biraz şanslıydım. Ben kalpsizim de diyebilirdi ama bir kalbi olduğunu söylüyordu, öyleyse gerçekten kırılabilirdi.
“Diliyorum ki yaparım ama bir kalbin olduğunu düşündüğüm bir saniye bile olmadı.”
Sessizce baktı. “Eminim çoktan kalbimi nasıl kıracağını düşünmeye başlamışsındır.”
“Sana çok konuştuğunu söyleyen oldu mu?” diye çıkıştım.
Burnunun ucunu kaşırken dudaklarını kıvırdı. “Bana böyle keyif vermeyi kesersen seninle bu kadar konuşmam.”
“Sen…” ne keyfinden bahsediyordu? Onun için eğlence malzemesi mi olmuştum? Ona meydan okuduğumu sanırken komik mi oluyordum? “Sen… git koltuğuna otur! Ben de kitabımı okuyup defolup gideceğim.”
Bağrışıma kaşlarını kaldırdı ve gerileyerek söylediğimi yaptı. Masanın başındaki koltuğa oturup geriye yaslanırken bacak bacak üstüne atıp kollarını göğsünde bağladı. Geniş omuzları vardı, o oturduğunda koltuğu göremez olmuştum. Küçük bir çocuk olsaydım, onu gördüğümde korkardım. Acaba kaç yaşındaydı, yirmili yaşlarının sonunda görünüyordu.
“Neden bakmaya devam ediyorsun?” diye sordu sessizce.
İrkilerek gözlerimi çektim, önüme eğilip kitabıma bakarken korsan armasını hâlâ tuttuğumu fark ettim. Onu yere doğru fırlatıp, “Hayatımda ilk kez bir şeytanla tanıştım,” dedim. “Bana da hak ver.”
Tekrar güldüğünü görmekten korktuğum için kitabıma odaklandım. Açtığım sayfalara baktığımda nerede kaldığımı hatırladım. Keşke yalnız okusaydım, daha keyif alırdım. Kitabı, o beni görmesin diye yukarıya kaldırıp yüzüme kapattım ve okumaya başladım.
Kitabın dünyasına girmek üzereydim ki, “Sesli oku,” diye gelen komutu duyup durdum.
Açıkçası sesli okuduğumu sanıyordum, muhtemelen az duyuyordu. “Ancak bu kadar sesli okuyorum, kulaklarını temizlemeni öneriyorum.”
Sesimi yükseltmedim, her şeyi onun istediği gibi yapmak ağrıma gidiyordu. Ara ara gözlerimi odada dolaştırıp bir açık da arıyordum, onun fark etmemesini umarak. Çaldıkları eşyaları nereye koyduklarını bulsam işim kolaylaşırdı, o torbanın içinde babamın ve diğer konukların silahları vardı. Dolabın içine koymuş olabilirdi ama muhtemelen kilitlemiştir, anahtarı da bulmam gerekirdi. Ama beni hiç yalnız bırakmıyordu ki.
Koltukta bir ağırlıkla irkildim ve hızla başımı çevirdim. Elvis’in koltuğun diğer ucuna oturduğunu görünce ağzım açık kaldı. “N’apıyorsun?”
“Sesin ancak bu kadar çıkıyorsa duymak için sana yaklaşmam gerekiyor.”
Buna cüret edeceğini düşünmemiştim, kazdığım kuyuya düşmüştüm. “Bana bu kadar yakın olamazsın! Yerine geç.”
Koltukta gerinmiş, kollarını koltuğa atmıştı bile. “Sesini duymak için ayağına geldim, bu kadar kaba olamazsın.”
“Keşke daha kaba olabilsem! Hatta erkek olup seninle dövüşebilsem!”
“Bir kadınken de bunu yapabilirsin, tabii bana değil, beni kimse dövemez.” gözlerime dikkatle bakıyordu. “Ama Ares ya da Martin’e vurabilirsin, sana öğretmemi ister misin?”
Ciddi olamazdı, öyleyse de çok şuursuzcaydı. Belki beni aldatmak için böyle saçmalıyordu. Soluğumu sertçe alıp kitabıma geri döndüm, kaldığım yerden, biraz daha düşük ses tonuyla okumaya devam ettim. Karakterlerin hikâyesinin devamı beni o kadar meraklandırıyordu ki, bir süre yok saydım onu.
Sonra bana, “Daha yakınına gelmem için mi o kadar kısık sesle okuyorsun?” diye sordu, neredeyse fısıldayarak.
Sesindeki bir şey, ona bakmamam gerektiği konusunda beni uyarıyordu ama yine de bu hataya düştüm. Avcı gibi dikkat kesilmiş gözleri hiç iyi niyet taşımadığını gösteriyordu. Elindeki korsan armasını, parmak ucuyla yavaşça okşuyordu. Eminim yanıma otururken onu attığım yerden almıştı.
“Yakınıma gelmesini istediğim son erkek bile değilsin.”
Dudaklarını birbirine bastırdı. “Böyle bir listen mi var?”
“Bu kadar kişisel sorular sorma,” diye azarladım onu, mağrur şekilde. “Öyle bir liste yapacak olsam, Ares ve Martin’i bile senden öne yazarım!”
Aynı sabit, düz bakışlar. “Arkadaşlarımı beğeniyor musun?”
“Ben… kişisel sorular sorma demedim mi? Nasıl böyle bir soru sorabilirsin! Siz hırsızsınız, bu soruya cevap bile vermem ben!”
Tekrar önüme dönüp gözlerimi satırlarda gezdirdim. Kalbimin atışından korkmuştum. Karakterin söylediği repliği devam ettirdim. Bu kez maalesef daha yüksek sesle okuyordum, bir daha bana lüzumsuz soru sormasını istemiyordum. Üstelik o görür diye odayı da inceleyemiyordum. Keşke uyusaydı, belki o zaman ihtiyacım olan her şeyi bulurdum.
Bir süre romanı okudum, sayfalar akıp giderken dakikalar da geçti. Sesimin, karakterlerin duygularına göre zayıflayıp yükseldiğini fark ettiğimde biraz utanmıştım. Karakter güldü diye gülümsediğimi de geç anlamıştım. Bu gülümsemeyi hemen keserken gördü mü diye ona baktım. Kirpiğini bile kırpmadan izliyordu.
“Onu sevdin,” dedi.
“Kimi?” dedim.
“O yetim çocuğu, Heathcliff[SE3] [ET4] ’i.”
Duygularımın bu kadar okunur olmasıyla huzursuz oldum. “Pek de değil. Biraz hoyrat, kaba.”
Yorumsuz kaldığında devam ettim romana. Esas karakterlerin diyaloglarını okurken heyecanlandığımı sesimden sakladım. Karakterler çok şeffaf, gerçekçiydi. Bu yüzden zaman zaman sevsem de bazen kızıyordum. Sayfalar çevrilirken biraz daha vakit geçti. Uykumun geldiğini anladığım saniyelerde de yavaşladım, tekrar uyuyakalmak istemiyordum. Kitabı, kaldığım sayfasına bakarak kapattım ve ona döndüm. “Bu kadar yeterli, odama gitmek istiyorum.”
Gri gölgeli mavi gözler bana sakince bakarken, “Uykun mu geldi?” diye sordu.
“Bir daha burada uyuyup savunmasız kalmayacağım.”
“Uyurken gayet huzurlu görünüyordun.” Sırtını yasladığı yerden kaldırırken hafifçe burnunu kırıştırdı. “Doğrusu, biraz horluyordun.”
Açık kalan ağzımdan ona sert karşılık verecek sözcüklerin dökülmesini bekledim. Bunu yapamadığımda da hızla koltuktan kalktım. “Sanırım hiçbir kadın arkadaşın olmamış! Kadınlarla nasıl konuşulması gerektiğini bilmiyorsun.”
Bıraktığım kitaba dokunurken dudağı kıvrıldı. “Merak ettiğin bu mu? Bir sevgilim olup olmadığı mı? Keşke bunu sorman için sana daha önce fırsat verseydim.”
Ne sanıyordu bu? Bu şekilde bir yakıştırma yapması yakışıksızdı. Yumruklarımı sıkarak, “Dilerim yoktur!” dedim. “Sana maruz kaldığı için acırım ona!”
“Ne kadar içten diledin öyle.”
“Ayrıca,” dedim ona parmağımı sallayarak. “Ben bebekler kadar güzel uyurum, horlamam! Bir daha böyle çirkinleşme!”
Elimi indirip süratle çıkmak üzere kapıya döndüm. Kapıyı açmayı deneyince de kilitli olduğunu anladım. Ne zaman kilitlediğini fark etmemiştim. O yaklaştığında kilidi açması için geri çekildim, acelesizce kapıyı açtığında da dışarıya fırladım. Koridordaki ampullerin soluk ışığında yürürken göğsümü ovdum, kalbim sıkışmıştı.
Elvis, bir adım arkamdan gelirken güverteye doğru ilerledim. Bu katlarda konuk yoktu, bunlar geminin yürütme, çalıştırma odaları bulunan katlarıydı. Güverteye adımımı atınca serin hava saçlarımı o kadar uçuşturdu ki bir an önümü göremedim. İleriye doğru bakınca kız kardeşimle Alvin’i güvertenin uç kısmında gördüm. Layla ona gökyüzündeki iri bir yıldızı gösterirken Ares dikkatle onları izliyordu. Muhtemelen diğer korsan katlar arasında bir asker gibi dolaşıyordu.
“Roza!”[SE5] Alvin beni gördüğünde onların yanına varmak üzereydim. Kardeşim beni gördüğünde boynuma atladı, abartılı rahatlamasına hafifçe tebessüm edip sırtını sıvazladım ve uzaklaştığında Alvin’e döndüm. Çocuk çoktan elimi tutmuştu. “Bak,” diyerek gökyüzünü gösteriyordu.
Yanında alçalıp onunla büyük yıldıza baktım. “Ne kadar büyük ve güzel değil mi?”
“Anneme götürebilir miyim?” diye sordu.
Layla kıkırdayıp onun saçlarını karıştırdı. “Kesin götürürsün.”
Alvin ona burnunu kırıştırırken, “Yıldızı alamayız, ulaşamayacağımız kadar uzakta,” dedim ona. Kızarmış ellerini tutup ağzıma götürdüm ve nefesimle ısıttım. “Çok üşümüşsün, annenin yanına dönelim.”
Yıldızı bir daha gösterince, “Onu alamayız,” dedim ona. “Bunun yerine annene bir öpücük ver, mutlu olur.”
Ellerini öpüp doğruldum ve ikisini de arkama saklayıp korsanlara döndüm. Ares hâlâ güvertenin ucundaydı, Elvis ise birkaç adım ilerimde. Arkadaşı, Elvis’e kısık, ilgilenen gözlerle bakarken, “Odalarınıza inmeniz gerekiyor,” dedi Elvis.
İtiraz etmedim, niyetim de buydu. Kardeşim ümitsizce önüme düşerken Alvin’i kucağıma alıp yürümeye başladım. Ares, biz yanından geçerken kucağımdaki ufaklığa el salladı. Suratında bir sırıtma vardı, eminim bu çocukla bile dalga geçmenin yolunu bulmuştu. Önüne geçip ona gözlerimi devirdim ve güverteden ayrılırken Elvis peşimize düştü.
Ares arkadan konuştu. “Dostum, onları odalarına tıktıktan sonra yanıma gel.”
Adımımı merdivene atarken duraksadım ve omzumun üstünden arkama baktım. Bizi odaya tıkmaktan bahsetmesi çok aşağılayıcıydı. Elvis duraksadığımda, elini sırtıma koyup beni irkiltirken, “Ares sadece bana takılıyor,” dedi.
Ares’in eğlenen gözlerinden çektim gözlerimi ve ona bakarken sırtımda bir ürperti hissettim. Oğlanı tutan kollarımdaki güç gitmişti sanki. Kendimi aceleyle ileriye atarak, “Arkadaşının yanına gidip arkamdan gülebilirsiniz,” dedim. “Odamın yolunu biliyorum.”
Göğsümü sıkıştıran bir sinirle merdiveni indim ama elbette Elvis ona dediğimi yapmadı. Sakince arkamızdan yürüdü. Alvin kollarını boynuma dolamışken kız kardeşim tedirgince peşimizden gelen korsana bakıyordu. Birkaç katı inip kendi katımıza geldiğimizde cebimden anahtarımı çıkarmaya çalışıyordum. Annesine bırakmak için Alvin’i odanın önüne götürdüm ve kapıyı tıklattım. “Elena, biz geldik. Korsan şimdi kapıyı açacak.”
Onu uygunsuz bir anda yakalamamak için haberdar ediyordum. İçeriden ses geldi ve Elvis kız kardeşimi kenara itip kapıya yaklaştı. Açtığında Elena’yı hemen kapının arkasında buldum. Oğlunu görür görmez uzanıp kollarımdan aldı ve göğsüne bastırırken, “İyi misin?” diye sordu.
Alvin annesine sımsıkı sarılıp, “Sana bir şey getirecektim,” dedi. “Ama alamadım.”
Elena oğluna kavuşmuş olmanın rahatlığıyla gülümsedi. “Uykun gelmiş Alvin, seni yatıralım.”
Uzanıp onun elinden tutarken Elvis’in dikkatli bakışlarını üzerimde hissediyordum. "Gayet iyi, bu gece sorun çıkarmadan uyuyacaktır.”
Minnettar gözlerine karşı hafifçe gülümsedim ve Elvis kapıya doğru uzandığında ellerimiz ayrıldı. Geriye çıktım ve korsan bozuntusu, kapıyı kapatmadan önce uzanıp Alvin’in sırtını kaşıdığında annesi hemen geri çekildi. Alvin başını kaldırıp ona baktığında, Elvis hiç alınmadan ona göz kırptı. “Teşekkürler,” dedi çocuğa.
Neden teşekkür ettiğini anlamak için göz kısarken annesi de şaşkın şekilde bana döndü. Cevabı bende arıyordu ama ben de bilmiyordum. Alvin gözlerini kırpıştırıp, “Annem sana korsan diyor, o ne demek?” diye sordu.
Elena hemen onu sustururken Elvis sırtına bir daha hafifçe vurdu. “Sana bir ara uzun uzun anlatırım dostum.”
Kapıyı çekti ve kilitleyip anahtarı cebine attığında, kız kardeşimi kendimle beraber geriye çektim. Daha fazla muhatap olmamak için odama ilerleyip kapıyı açarken içeriden ses gelmemesi için Tanrı’ya yalvardım. Elvis ufak bir sesle bile şüpheye düşerdi. Anahtarım kilitte dönerken bir koşturma sesi duyarak sol tarafa döndüm. Martin süratle koridora inmişti.
Elvis bir adım gitti ona. “N’oldu?”
Martin elindeki anahtarı sallayarak genç çiftin yaşadığı odayı gösterdi. Layla merakla ileriye çıkarken ben de odaya girme konusunda yavaşladım. Elvis, “Odaya mı girmemiz gerekiyor?” diye sorarak arkadaşının elinden anahtarı aldı.
Arkadaşı kulaklarını gösterince, “Sesler mi geldi?” diye soran ben oldum. Çünkü bir gündür aralıklarla bağırma sesleri geliyordu odalarından.
Martin beni rahatsızca süzüp arkadaşına kafa sallayınca dişlerimi sıktım. Benden rahatsız olma hakkını kendisinde gördüğüne inanamıyordum, işgalci olan onlardı. Elvis arkadaşını arkasında bırakıp kapıya gittiğinde ben de oraya yaklaştım, kız kardeşimi bir an olsun bırakmadan. Elvis, gömleğinin arka kısmında saklayıp beline oturttuğu bıçağı çıkarıp kapıyı açtığında yüreğimi bir heyecan kapladı.
Gözlerimin gördüğünü kalbim çürütsün istedim.
Odada yerde yatan beden ve yanında, dizlerinin üzerine çökmüş kadın vardı. Kan, bunlardan sonra gördüğüm irkiltici diğer şeydi. Adamın vücudunda ve kadının ellerindeydi. Kız kardeşimin çığlığı gördüklerimin doğruluğunu onaylarken genç kadının başı bizlere çevrildi. Korsanlara ve kardeşimle bana baktı. Gözlerindeki yaşlar bir şelale gibi akarken ellerini kaldırıp sıçramış kan damlalarına baktı.
“Kocamı öldürdüm.”
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...