0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

11. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“HAPİS.”

Bu zamana dek bana merhamet mi ediyordu? Ne için? Güzel yüzüm için mi? Doğru ya, çizdiği yüz de benim yüzümdü.

Gerçekler ortaya çıktığında hissettiğim korku, üzerinden saatler geçmiş olmasına rağmen devam ediyordu. Zaten bir kalbi olmadığını söylediğim birisinden merhamet dilenmek, yapılacak son şey bile olamazdı. Bu yüzden odaya kapatıldığım ilk dakikalarda attığım bağrışlardan sonra kendimi sessizliğe teslim etmiştim.

Elvis’in bana kurduğu son cümleden sonra Ares beni, belli ki Elvis’in de arzusu bu olduğu için çalışma odasına kadar çıkarmıştı. Kendimden çok Peter’i yalnız bıraktığım ve durumundan kaynaklı evhamlandığım için itiraz etmiştim ama faydasız olmuştu. Ares halimden memnun şekilde beni bırakıp kapıyı kilitlemişti, neredeyse sabah olmasına rağmen de geri gelmemişti.

Peter’i öldürürler miydi?

Nedense öldüreceklerini düşünmüyordum, çünkü hâlâ birisini öldürmemişlerdi. Fakat ona kötü davranacakları açıktı, kaptanın artık gemiyi kullanamayacak olmasına değer miydi Peter’in alacağı zarar, bilmiyordum. Layla dönmediğim için endişelenmiş olmalıydı.

“Aptallık ettin Roza. Sırf Elvis yaralandı diye gemide rahatça hareket edebileceğini mi düşünüyordun? Elbette yakalanacaktık, onlar korsan, bunu ilk kez yapmıyorlar. Ama… Peter ve Layla ısrar etti, bana kalsa harekete geçmek için daha doğru zamanı beklerdim…”

Kendi konuştuklarıma yine kendimin cevap vermesi üzücüydü, düşüncelerimi sesime yansıtmaktan vazgeçtim. Daha önce, Elvis’e kitap okurken oturduğum koltukta bu kez uzanıyordum. Saat sabaha karşı üç sularıydı, gözlerim acısa da huzursuzluktan uyuyamıyordum. Ellerim yanağımın altında, bakışlarım camdan görünen okyanusun üzerindeydi. Dün gece yüzümde taşıdığım zafer gülümsememin hiçbir anlamı kalmamıştı, bir kere daha hapistim.

Elvis’in bana nasıl merhamet etmeyeceğini merak ediyordum.

Beni üzecek miydi, nasıl? İncitecek miydi, nasıl?

Gözlerimi sımsıkı yumduğumda ıslak damlalar göz çukurlarımı doldurdu. Kafamın içinde korsanlarla savaşmaktan yorgun düşmüştüm. Ailem, tüm konuklar hâlâ hapis altındaydı, günlerdir boşuna çaba göstermiştim. Artık bir şey yapmanın faydası olmayacaktı, bunu anlamak gözlerimi yaşartmıştı.

İstediklerini almadan gemiyi terk etmeyeceklerdi.

Gözlerim ağlaya ağlaya kızardı, dudaklarımdan hiçbir hıçkırık sesi kaçırmadım. Annem ile babama, kız kardeşime dönmek istiyordum. İsterdim ki korsanlarla inatlaşmak onlara da zarar versin ama üzülen yalnız ben oluyordum. Bunları düşünürken ağlamam bir türlü dinmedi, o yılgın yenilme duygusu beni ruhen bitirme noktasına getirdi.

Onlara karşı galip gelme arzumu artık bırakıyordum.

Uykuya daldıktan sonra bile rüyamda Elvis’i gördüm. Bu yüzden uyandım, bölündü tüm uyku hasretim. Gün ışığını görünce daha da uyumadım, koltukta oturmaya başlayarak dakikaları geçirdim. Hiçbirisi hesap sormamış, Peter’le ilgili beni muhatap almamıştı. Gerçeğin detaylarını bizzat ondan öğrenecekler olmalılardı.

Birazdan midemden gelen gurultuyla rahatsızlandım. En son ne zaman yemek yediğimi, su içtiğimi hatırlamıyordum. Güya kıtlıktan kaçmak için bu gemiye binmiştik, kurtuluşumuz olacağını düşünmüştük. Ama şu hale bakınız…

Dakikalar geçince gökyüzü daha da berraklaşıp aydınlandı. Kalkıp ağrıyan bacaklarımı açmak için yürüdüm, üşüyen ellerimi kollarımda gezdirdim. Yorgundum, bir de baş ağrısı çekmeye başlamıştım. Bir süre sonra sıkıntıdan masaya yürüdüm, daha önce karıştırmış olsam da tekrar karıştırdım. Bu kez bir şey aramadan yaptım bunu, masanın çekmecesi içinde puro bulunca onu aldım. Hayatımda hiç sigara ve puro içmemiştim, acaba açsam açlığıma faydası olur muydu? Bu düşünce pek sağlıklı değil gibiydi.

Masanın üstünde, mumun yanında duran kibriti alıp sürttüm ve puroyu tutuşturup içmeye çalıştım. Aldığım ilk nefes bir öksürükle sonuçlanınca puroyu geri çektim, yaktığıma pişman olmuş şekilde kül tablasına doğru bıraktım. Kokusu saniyeler içinde odaya yayılmıştı.

Yanaklarımı şişirerek nefesimi ofladım, kalkıp odada tekrar dolaşmaya başladım. Kıyafetlerim içinde kokacağım diye endişe ediyordum, üstümü değişmek, karnımı doyurmak istiyordum. Fakat yalvaracak değildim, elbet kapıyı açacaklardı.

İlerleyen saatlerde gelen giden olmadı. Birkaç kez kapıyı yumrukladım ama belli ki umursamadılar. Elvis Bey istirahatte olmalıydı, beni umursamazdı. Hem kendisi ima etmişti, bana merhamet etmeyeceğini. Diğerleri konuklarla ve Peter’le ilgileniyordu.

Gün akşam olurken elim birkaç kez kitabıma uzattım, sıkıldığım için onu okumak istedim ama içindeki çizimi her hatırladığımda geri çekildim. Aslında ona söylemeliydim, bir daha resmimi çizmemeliydi.

Birkaç daha kapıya yaklaşıp yumrukladım, isimlerini seslendim ama dönüş olmadı. Ancak hava karardıktan sonra koridora ayak basıldığını duydum, günlerdir tutsak olmak bu sesleri tanımamı sağlamıştı. Koltuktan fırladım ve kilidin anahtarda döndüğünü fark edince heyecanlandım.

Sonunda kardeşimin yanına dönecektim.

Kapı açıldığı an ileriye çıktım ama Martin’i elinde tepsi ile gördüğümde hayal kırıklığına uğradım. Beni çıkarmak için gelmemişti. Sert bakışları eşliğinde tepsiyi uzattığında hareket edemedim, sonra da çaresizce aldım. Tepside iki dilim ekmek ve bir bardak sudan başka bir şey yoktu.

Dolu gözlerle baktım. “Burada n’apıyorum? Odama dönmek istiyorum! Saçmalık, nereden burada duruyorum?”

Konuşabilse de sanki bana cevap vermezmiş gibi bakıp kapıyı geri kapattığında ağzımdan histerik bir nefes çıkıverdi. Alçaklar, hâlâ bana eziyet ediyorlardı. Elimden bir şey gelirmiş gibi kapıya koştum ama ellerimde tepsi olduğu için yumruklarımı indiremedim bile. Yalnız bağırdım. “Martin, geri dönüp beni buradan çıkar alçak korsan! Peter’e ne yaptınız!”

Adımlar uzaklaştı.

“Elvis’i çağır bana! Derhal! Sadece onu!”

Çığlık atıp etrafımda döndüm, neredeyse tepsiyi fırlatacaktım. Fakat çok açtım, bana eziyet etmelerine eşlik edemezdim. Ölsem umurlarında olmazdı zaten. Dolu dolu bakan gözlerimle masaya yürüdüm ve tepsiyi önüme bırakıp bardağı aldım. Bir yudum su içerken dudaklarım titredi, boğazımdan geçerken canımı yaktı. Her ne kadar merhametsiz davranacağını söylese de Elvis’in bana yalnız su ile ekmek göndereceğini düşünmemiştim.

Elimin tersi sildi yanağımdaki gözyaşlarını.

O yaralandığında ölmesini bile dileyememiştim ben. Doktora ne olduğundan fazla düşünmüştüm kendisine ne olacağını.

Hak etmiyordu.

Suyu iki dilim ekmekle yedim ve koltuğa geri dönüp yattım. Yakın zamanda çıkmayacağım anlaşılmıştı. Yalnız okyanusun derin dalgalarını izledim ve gün bitip yenisi başlayana kadar birkaç kez uyuyup uyandım.

Gün tekrar aydığında, buradaki ikinci günümde kapı tekrar çaldı. Bu kez çıkmak için tüm gücümü kullanacağımı bilerek kapıya yaklaştım ve Martin yine elinde bir tepsi ile içeriye adım attığında hemen üzerine yürüdüm. “Martin, yemek değil, dışarıya çıkmayı istiyorum. Bu saçmalık haddinden fazla uzadı! Bana böyle davranıyorsanız, kim bilir Peter’e neler yapıyorsunuzdur!”

Ben yüzüne doğru bağırıyordum ama o sadece tepsiyi uzatarak duygusuz gözleriyle bakıyordu bana. Sanki görmüyormuşum gibi çenesiyle tepsiyi gösterdiğinde, “Yemekleri sen getiriyorsun, çünkü Ares getirse benimle konuşmak zorunda kalacak!” dedim çıldırarak. “Yolumdan çık, odama döneceğim! Benim burada olmamın size ne faydası var ki? Lütfen biraz merhamet et!”

Konuşurken dudaklarım titriyordu, merhamet istemekte canımı yakıyordu ama sözcüklerim istemsizce böyle kurulmuştu. Tepsiyi bana biraz daha uzattığında onun hiçbir laftan anlamadığından emin oldum ve yanından, kapının ufak aralığından geçmek için şansımı denedim. Fakat gövdesiyle önümü kapattı ve yukarıdan, karanlık gözleriyle bana baktı. Bu adam ağzıyla yapamadığı için gözleriyle konuşmasını gerçekten öğrenmişti.

Yanağıma yeni bir damla gözyaşı düşünce utandım.

“Ne kadar iyi bir korsansan, o kadar da kötü bir insansın. Umarım bizi bırakacağınız o gün çok yakındadır, çünkü sizi görmeye dayanamıyorum!”

Ne etkiler acaba bu adamları, çünkü söylediklerim ne gururlarına dokunuyor, ne de kalplerine. Beni geçirmediği o kapıdan çıkarken bu adamların hayatıma nasıl girdiğine hayret ediyordum. Hayatlarını, işgal ettikleri gemilerde geçirerek kendi düzenlerini kurmuş bu gamsız adamlara karşı gözyaşı dökmek… onurumu paramparça ediyordu.

Tepsi ile masaya döndüm, iki dilim ekmeği yerken ve suyu içerken lokmalar boğazıma dizildi. Aslında inat etmek, bunları da yemek istemiyordum ama başım ağrıyordu. Yemeğim bitince şu dolaba yine ilerledim, açmak için her şeyi denedim. Ahşap bir dolaptı, anahtarı bende değildi ama kırarak açmayı istedim. Geçtiğimiz gün de puro söndürdüğüm kül tablasını aldım ve ahşabı kırıp kapıyı açmayı denedim. Birkaç denemem başarısız oldu ve maalesef çok gürültü çıkardı, bu yüzden bırakmak zorunda kaldım.

O gün akşamına kavuşurken elim yine kitaba gitti, bu sefer geri bırakmadan aldım. Koltuğa uzanıp başımı koltuğun kolçağına yasladım ve kaldığım yeri açıp okumaya başladım. Vakit geçirebilirdim, bu kitabı sevmiştim. Sayfalar parmaklarımda çevrildi, cümleler akıp gitti. Kendimi kitabın içinde, adeta karakterlerin yanında buldum ve saatleri bu trajik kitapta geçirdim.

Fakat bir noktada gözlerim yine kitaptan çıkarıp koltuğun kenarına bıraktığım çizime kaydı. Beni neden çizmişti? Durduk yere birini çizmek manalı bir şey miydi? Hiç sanmıyordum. Zaten… birkaç kez bana yakışıksız imalarda da bulunmuştu. Sağ tarafımın üstüne yatıp çizime bakarken kalbimdeki sancıyı hissetmiştim. O soytarının çizim yeteneği olması da ilginçti, başka hangi yüzleri çizmişti acaba?

Yoksa sapık mıydı?

Başka resimlerde çiziyor muydu?

İngiltere’deyken arkadaşlık ettiğimiz bir erkek nü çizimler yapıyordu. Bunun bir sanat olduğunun bilinceydim ama çizdiklerini ne zaman görsem bir küçük şaşkınlık yaşardım. Acaba Elvis’te… yok ya, bundan sanatçı değil, ancak soytarı olurdu!

“Pislik, neden beni çiziyorsun ki? Turta da göndermişti bir ara, kesin sapık bu adam…”

Dudaklarımı dişleyerek çizimi kitapta kaldığım sayfaya bıraktım ve akşam yemeğim geldiğinde bu kez direndim, yerimden kalkmadım. Martin açıp tepsiyi içeriye bıraktı ve kapıyı kapatana kadar orada durdu. Belki de bu kez tepki vermediğim için şaşırmıştı. Madem tepki işe yaramıyordu, ben de onları umursamayacaktım.

Kapıyı kapattığında ne getirdiğinde baktım; aynı menüydü. Pislikler, tüm mutfağı kendi karınlarına indirirken bana yalnızca ekmek getiriyorlardı. Elvis’in bu yaptığını unutmayacaktım! Acaba aileme de mi böyle davranıyorlardı, yaptıklarımdan sonra onlara da mı yemek vermeyi kesmişti?

Gururumdan ödün vermemek için direndim, tepsidekileri yemedim ve koltuğa oturup uyumaya çalıştım. Yapabileceğim başka hiçbir şey kalmamıştı. Sıkıntıdan baygınlık geçirecektim.

Üçüncü gün olduğunda o kadar gergindim ki ellerimi kapıya vurmaktan, onlara bağırmaktan bitap düşmüştüm. Fakat sabah yemeğimi getirdiğinde Martin’e hiçbir şey dememiş, onu görmezden gelmiştim. Akşamdan kalan tepsiyi yemediğimi görünce bana bakmıştı, ben de ona. Konuşsam ne olacaktı sanki, adam cevap veremiyordu.

Öğleden sonra iyice bunalmıştım, gemi güneye doğru daha süratli ilerlerken camdan dışarıyı izleyerek vakit öldürmüştüm. İki gündür dingin olan okyanus, bu sabah erken saatlerden beri dalgalıydı ve geminin ayak bastığım her yerinde titreşimi hissediyordum. Masada radyo vardı, birkaç kez onu açmayı denemiştim ama bir radyo istasyonuna yakın olmadığımız için çalışmamış, cızırtı çıkarmıştı.

O akşam kapıyı yumrukladığım için ellerimde oluşan ağrıyla uzanırken gözlerim yine dolu doluydu. Bir öfkelenip kapılara vuruyordum, bir de sessizleşip Martin geldiğinde yalnızca susuyordum. Beni dengesiz bir kadına çevirmişlerdi. Kalbim ile aklım arasında dönen bir bıçak vardı sanki, bıçak beynimde dursa biraz aklı selim davranıyordum, kalbime dönünce de… duygusal tepkiler veriyordum.

Uyuduktan sonra sabaha karşı, gün yeni aydınlanırken beni yine bir duygu uykumdan etti, önce bunun düşüncelerimin etkisiz olduğunu sandım. Gözlerimi açıp sol tarafıma doğru dönünce de bir gölge gördüm ve kopardığım çığlık bedenimi harekete geçirdi. Doğrulup sırtımı koltuğun arkasına çarparken gözbebeklerimi neredeyse korkudan kucağıma düşürmüştüm.

“O kadar şey yaptım, seni böylesine korkutamadım,” dedi Elvis’in gölgesi, koltuğa bir adım gelerek.

Elvis’miş… korkulacak birisi değil. Hayır hayır! Tam da korkulacak birisiydi!

Yalnız olduğumuzdan emin olmak için etrafıma baktım ve ona döndüğümde yüzüne günler sonra bakmanın hissiyle bocaladım. Kaç gün olmuştu? Üç veya dört. Beni burada yalnızlığa terk etmiş, sonra da istediği gibi gelmişti. “Güne seninle başlamak… bende çığlık atma isteği uyandırıyor, korktuğumdan değil.”

“Sen de çığlık atma isteği uyandırmak kulağa iyi geldi.”

Bir an zihnimde körlemesine ışık parladı, fesat aklım yanaklarımı kızarttı ve kekelememek için duraksadım. “Sen… neden bana böyle imalarda, yakışıksız söylemlerde bulunuyorsun?”

“Yakışıksız olması için aramızda mesafe olması gerekir. Sen ve ben, biraz yakınlaştık.”

Ayık bir zihinle konuşuyordu, uykusundan uyanıp gelmiş gibi değildi. Parıltısız, içtensiz gözleriyle dik dik bakıyordu. “Buna katılamam,” dedim. “Benimle, diğer konuklarla görüştüğünden daha fazla görüştüğün yakınlaştığımız anlamına gelmez.”

“Bizi yakın yapan görüşmemiz değil, başka şeyler. Sen de biliyorsun.”

“Sen iyice saçmaladın!” Bu cüreti nereden buluyordu? Bacaklarımı aşağıya indirip çenemi kaldırdım. “Bu anlamsız cümlelerine cevap bile vermeyeceğim! Geldiğin iyi oldu, beni hapsettiğin bu yerden çıkar artık!”

Koltuktan hüsran ve hiddet içinde kalkıp karşısına dikildiğimde, ellerini ceplerinden çıkararak bana yaklaşmaya meyletti. Elimi kaldırıp sınır çizer gibi aramıza koyduğumda da gözlerini elime dikti. Yüzü o kadar ifadesiz ve kaba duruyordu ki, benimle eğlenmeyi bile bırakmış gibiydi.

Aramızda duran elime doğru ansız ve hızlı uzanınca da duruşum bozuldu, kendimi geri çekmeye çalıştım ama bileğim avucumda kaldı. “Eline n’oldu?” diye sordu.

Ellerimde, parmak eklemlerinde morarmalar olduğunu görünce kapıya vurduğum anlar gözlerime yansıdı. “Ellerimin bir şeyi yok, bırak! Bir şey olmuşsa da sana ne zaten! Neden bana dokunuyorsun! Umurunda olsaydı günlerdir bu odaya tıkılı kalmazdım ya!”

Neden sitem eder gibi konuşmuştum ki? Ondan daha iyi davranmasını bekleyemezdim. Bana merhamet etmeyeceğini söylemişti. Neden onunla işleri kişiselleştiriyordum?

"Sana davranmayı istediğim şekilde davranmaya devam etmem için sınırını aşmamalıydın,” dedi, bileğimi daha sıkı tutarak. “Artık sana istediğim gibi değil, olması gerektiği gibi davranmalıyım. Anladım ki, yoldaşlarımın vahameti için de böylesi daha iyi.”

Söyledikleri üzerinde durmadım, onunla konuştuklarım çoğu zaman geceleri aklıma gelen şeylerdi. “N’aptım ben? Hak etmediğiniz n’aptım? Size meydan okuduğum için mi tutsağım? Ares’e de kötü davrandım, onu da yaraladım. Ama sen buna rağmen anahtarı bende bıraktın, buna rağmen! Şimdi kaptanı yaraladığım için mi tutsağım?”

Yüzünü bana doğru yaklaştırınca buz mavisi gözler, sığ bir deniz gibi nefesimi kesti. “O adamı odanda sakladın!”

Peter… Elvis’i görünce ilk sormam gereken o olmalıydı, maalesef unutmuştum! Doğru, onu saklamıştım, artık bunu bildiği için mi bu kadar öfkeliydi? Soluğum onun yüzünde dağılırken kalbim hızlı atmaya başladı. “Evet, yaptım. Bir daha olsa, yine yaparım. Size meydan okumak için onu odamda bir daha saklardım. Keşke diyorum, biraz daha saklasay…”

Elvis bana, “Kes artık sesini!” derken onu ilk kez bu kadar eğlencesiz ve ciddi gördüğümü geçiriyordum içimden. “Odanda o piçi sakladığını bilseydim seni asla buradan çıkarmazdım!”

“Ama bilmiyordun, anlamadın! Odama geldiğinizde onu arayamadınız, Peter o sırada banyoda saklanıyordu, ruhun duymadı! Layla’nın banyo yaptığına inandınız, arkanızdan güldük biliyor musun?”

Dudaklarından soluk bile çıkmıyordu, adeta yüzü morarmıştı. Sandığımdan daha fazla ciddiye almış olması beni sevindirmişti, ona zarar vermeyi başarmıştım. Beni tutuşundan, omuzların dikliğinden belliydi yarasını toparladığı, günler sonra ilk kez ayağa kalkmıştı belki de.

“Sana yapabileceklerini hiç düşünmedin mi?” dedi sertçe. “Tanımadığın bir adamı nasıl odanda saklarsın? Kardeşin ve sana saldırsaydı?”

“Yapamazdı, gürültü çıkarırsa yakalanacağını biliyordu! Ayrıca bunu düşündüğüne inanmamı mı bekliyorsun? Herkesi kendin gibi sanıyorsun, sen herkesten betersin!”

“Hiç kötü bir insanla karşılaşmadığın çok belli,” derken bileğimdeki parmaklarını gevşetti ama beni bırakmadı. “Beni hayatında tanıdığın en kötü insan olarak görmenin başka bir açıklaması olamaz. Ben kötü birisi değilim, sadece senden farklı şeylere inanıyorum.”

Sesim zayıfladı, kalbimse daha şiddetli atıyordu. Yüzünü izlememek için gözlerinden asla ayrılmıyordum. Fakat bu da çözüm müydü böylesine gözlere? “Ne kadar konuşsak da arzularımız çok farklı, bu yüzden süslü cümlelerin bir manası yok. Kapıyı aç, odama gideyim. Zaten artık istediğiniz gibi, size karşı gelmeden, sadece sizden kurtulacağım günü bekleyeceğim.”

Bileğimi yanıma doğru indirip diğer elini yüzüme uzattığında kafamı hemen çevirdim ama, “Dur,” diyerek çenemin altından kavradı. Her ne kadar, “Bırak,” desem de istediğini yapmasına engel olamadım. Parmaklarını göz çukurlarıma kadar götürüp tenime temas ederken, gözleri gözlerimin içindeydi. “Sen az önce bana katılmadın ama ben sana katılıyorum; arzularımız birbirinden farklı. Fakat birisi, aynı.” Parmaklarını ıslak kirpiklerimde gezdirdi.

Söylediklerinden aldığım cesaretle, “Bana neden yakın davranıyorsun?” diye sordum. Eli yüzümdeyken dudaklarım titriyordu, tenim kavruluyordu. “Amacın, planın ne? Benden faydalanmak mı istiyorsun?” Yanaklarımı alevden bir kırmızıya çevirse de, sormuştum işte.

“Hayır,” derken bu kez elinin tersiyle yüzüme düşen saçımı geriye itti. “Bilmiyorum. Yalnızca çok güzelsin.”

Bir erkekten güzel olduğumu ilk kez duymuyordum ama onun içtensiz bakışlarına rağmen ilk kez söylendiği gibi hissettirmişti bu cümle. Belki de bu yüzdendi şaşkınlığım, onu tek seferde itip geriye doğru yürüyüşüm. Elvis boşa çıkan ellerini yanına indirirken arkamı döndüm ve kapıya yürüdüm. “Odama dönmek istiyorum! Bu kez rica ediyorum, lütfen…”

Ben kapıya varmış, çaresizce açmaya çalışırken, “Önce yemek ye,” dedi.

“Hayır, hayır…”

“Roza, yemek yemeden buradan çıkamazsın.”

Hiddetlenip tekrar döndüm ve bağırdım ona. “Yemiyorum Tanrı’nın cezası, yemiyorum!”

Gözlerimde, hiddetli yüzümde saniyeler geçirdi ve sonra arkasını döndü. “Korkutucu görünmeye başladın, güzel göründüğünü söylemek nereden çıktı bilmiyorum…”

“Ben de alaycılığın nerede diyordum…”

Masa koltuğunu çekip eğildi, etrafa göz attı. Sanki nerede, ne iz bıraktığımı arıyordu. Dikkatini çekmek için sinirle soluyup, “Peter’e ne yaptınız?” diye sordum. Masa çekmecesini açan eli duraksadı, kafasını kaldırıp baktı. “Öldürdün mü onu?”

“Önemli mi?”

Saçlarımı yolacaktım yahu! “Onunla arkadaşlık ediyordum, birbirimize güveniyorduk! Elbette önemli!”

“Bu zamana kadar kimseyi öldürmedim, böyle bir piç için elimi kana mı bulayacağım! Doğrusu ölmesi kulağa iyi geliyor…”

Ah, rahatlamıştım ama nasıl inanırdım onun katil olmadığına? Babamı ve konukları tehdit ediş şeklini hatırlıyordum. “Ne yaptın peki?”

“Tutsak, gün yüzü görmüyor, kaptan onunla özel olarak ilgilenmek için bekliyor.”

Doğru, o kaptan kin duyuyor olmalıydı. Peter’e zarar verir miydi? “Söylesene, gemiyi artık kim kullanıyor?”

Ellerini masanın üstüne koyup eğilirken gözlerimi esir aldı. “Arzun gerçekleşti. Gemiyi birinci kaptan kullanıyor.”

Tahmin ettiğim kadar keyif vermese de en azından bunu başarmak olmak gurur verdi. “Peter’e teşekkürlerimi sunmak için beni onun yanına götürmelisin,” dedim.

Gözlerini kapatıp soludu. “Bence susmalısın.”

“Elvis,” dedim ve ismi dudaklarımdan çıkınca gözlerini açtı. “Bu odadan çıkacağım.”

Arkasına, koltuğa oturdu. “Ares kahvaltını getirsin, yaptıktan sonra düşüneceğim.”

Bir de düşünecek mi? “Yemiyorum, zorla mı!”

“Tabii ki zorla.”

Oturduğu masaya doğru hiddetle yürüdüm ve hizasında dururken parmağımı kaldırıp ona doğru salladım. “Peter’ı görmeme izin vereceksen yiyeceğim.”

Dudaklarını yaladı. “Görünen o ki açlıktan öleceksin.”

Yiyeceğim diyordum, bunu da kabul etmiyordu! Elimi kaldırıp sinirle alnıma çarptım ve ona sırt çevirip koltuğa ilerledim. Oturup kollarımı kendime sararken dolan gözlerimi özellikle ondan kaçırdım. Onu nasıl ikna edebileceğimi bilmiyordum, biraz gürültü çıkarsam işe yarar mıydı?

Ya da o mu beni ikna ederdi?

Aramızdaki sessizlik böyle başlamış oldu ve gözlerim bir kez olsun ona uğramadı. Kendime bir söz vermiştim ona bakmamak için. Çünkü farkında olmamaya, görmemeye çalışsam da bir gerçek vardı; ona bakmak diğer insanlara bakmaktan farklı hissettiriyordu.

Bence bunu bilerek yapıyordu, beni kandırmak için ilgili davranıyordu.

Elvis, “Kahvaltıyı getirirken revirden bir de ağrı merhemi getir,” dediğinde konuştuğuna şaşırarak o tarafa baktım. Elindeki telsize doğru konuşmuştu. Yarası ne durumdaydı, ağrı veya acı yapıyor muydu? Aradan dört, beş gün geçmişti.

Artık günleri karıştırıyordum.

O telsizi bırakırken hemen bakışlarımı kaçırdım, kollarımı göğsümde bağlayıp ofladım. Odada kalmak istemiyordum, eminim Layla’da beni çok merak etmiştir.

“Kardeşim?” dedim sertçe. “Beni merak etmiştir, ona ne dediniz?”

“Bağırmaya, seni sormaya başladığında iyi ve güvende olduğunu kendisine ilettik.”

Kulağa şaka gibi geldiği için, “İyi ve güvende?” diye tekrarladım.

“Evet, parıl parıl parlıyorsun.”

Şu adamı dövmek istediğim kadar kimi dövmek istedim acaba…

Sabırla soludum, muhatap olmadan bu odadan çıkmanın yolunu bulmalıydım. Bana baktığını hissedince saçlarımı yüzüme doğru döktüm, bana bakmasını önlemekti amacım. Fakat buna rağmen baktığını hissetmeye devam ettim.

Biraz sonra kapı tıkladığında Elvis kalkıp açmak için ilerledi. Ares’in yüzünü açılan kapının ardından görünce yüzümü buruşturdum. Tepsiyi Elvis’e doğru uzatırken başını yana eğip bana baktı, yüzüne sırıtma hakimdi. Aman ne şaşırdım!

“Günaydın gün ışığı,” dedi.

“Gece karanlığı seni boğmadan git,” dedi Elvis, kapıyı onun suratına doğru iterken.

Ares bana el sallayıp gülerken kapının suratına kapanmasından şikâyetçi görünmedi. O gülümsemeden bile her şeyin kendileri için yolunda gittiği belli oluyordu. Kahretsin, asıl kaptanda mı onlara zorluk çıkarmıyordu? Of ki ne of!

“Son lokmasına kadar bitir,” diyerek tepsiyi bana uzattı Elvis.

Yüzümü tepsiye çevirmemiştim bile ama kalabalık göründüğünü fark etmiştim. Bu beni şaşırtsa da elim yanaşmadı. “Bu cömert kahvaltıya olan şaşkınlığımı yaşamama izin ver,” dedim korsan bozuntusuna.

“Anlayamadım?”

Dönüp tepsiye açık açık baktım. Tereyağı, füme, marmelat, ekmek, sıcak çay vardı. “Birkaç gündür yalnız kuru ekmek ve su getiriyordu arkadaşların, haberin yok muydu?”

İlk kez bocaladığını gördüm, gözlerini indirip dolu tepsiye bir göz attıktan sonra tekrar bana baktı. “Yanlışın olmalı.”

Keyiften yoksun şekilde güldüm. “Herhalde delirmedim Elvis! Şimdi yemek bile istemiyorken daha önceki günler az yemek getirdikleri hakkında yalan mı söyleyeceğim?”

Dudaklarını birbirine sımsıkı bastırdı, sanki bir şey söylemenin önüne geçti. “Kabalıkları için ne kadar üzgün olduğumu anlatamam. Sana böyle davranmak hangisinin fikri, öğreneceğim. Lütfen, bu tepsiyi al.”

Hayretle omuzlarımı düşürdüm. “Ne kadar üzgün olduğunu anlatamaz mısın? Sen kendini bir tiyatro sahnesinde mi sanıyorsun? Bana kötülükler edip ardından ne kadar üzülebilirsin ki? Bir de anlatamayacak kadar? Bir mizansen mi tüm bunlar?”

“Seni aç bırakmak aklımın ucundan bile geçmedi, arkadaşlarım biraz fazla kızmış.”

Yüzümü ondan çevirdim, onun haricindeki her yere baktım. İstemediğimi, istenmediğini anlamalıydı. Kendisiyle yüksek sesle, kızgınca konuşuyordum ama her an ağlayacak gibiydim. Tepsiyi yanıma bırakıp uzaklaştı ve masadaki koltuğa oturduktan biraz sonra puronun kokusu geldi.

Sanırım yemeği yiyeceğimi, bir noktada pes edeceğimi umdu fakat ne kadar aç olsam da, gücüm tükense de tepsiye bakmadım bile. Masada bir şeylerle meşgul olduğunu çıkan seslerden anladım ve biraz sonra tekrar ayağa kalkıp bana bakmaya başladı. “Yememekte kararlı mısın?”

“Evet!”

Bunun üzerinde cebine koyduğu telsizi çıkarıp tuşuna bastı. “Ares, duyuyor musun?”

Karşılık geldi. “Evet?”

“Kahvaltı hazırlamayın, bu sabah kimseye yemek vermek yok.”

Başım süratle ona döndü, ellerim göğsümden düştü. Kararlı, soğuk bakışlarıyla karşılaştığımda gözlerimdeki yaşlar neredeyse düşecekti. Ares’in, “Konukları aç mı bırakacağız?” diye karşılık verdiğine şahit oldum.

“Duydum ki birkaç gündür Roza’ya da bunu yapıyormuşsunuz, sizin için sorun olmaz dostum.”

Ares homurtuyla cevap verince telsizler karşılıklı olarak kapandı. Dizlerim titrese de koltuktan kalktım ve parmağımı ona doğru sallayarak üzerine yürüdüm. “Sen… n’apıyorsun? Delirdin mi Elvis! Ailemi aç bırakamazsın, çalıştır şu telsizi!”

Karşısına kızgınlıkla yürüdüm ve telsizi elinden almak için uzandım. Arkasına kadar götürerek benden uzaklaştırdı. “Sen karnını doyur, ben de aileni. Çok adil görünüyor.”

Hakikaten manyaktı, adil diyordu ama ben zaten ailemin tarafındaydım. Ailemi doyurmaktan menettiği şey, benim açlığımdı. Ona neydi! Bir kez daha arkasına uzanmayı denerken göğsüm onun geniş gövdesine çarptı ve bu bizi burun buruna getirerek nefesimi kesti. “Hiçbir şey adil görünmüyor! Açlıktan öleyim, sana ne ki? Telsizi aç, sözlerini çabuk geri al Elvis!”

“İsmim dudaklarından böyle dökülüyor diye bana istediğin her şeyi yaptırabileceğini mi sanıyorsun?” Gözleri yüzümün aşağısına indi, birbirinden ayrık duran dudaklarıma baktı.

“İsmini bir lanetten farksız şekilde söylüyorum!”

“Kulağa şiir gibi geliyor.”

Telsize ulaşamayınca elimi ulaşabildiğim yere, omzuna indirdim. Ama ne yapar benim küçük ellerim, onun kuvvetli omuzlarına? Hiçbir şey! Tabii ki hiçbir şey! Sinir, öfke, duygusallık gözlerimi doldururken, “Neden böyle yapıyorsun?” dedim. “İkimiz de kozlarımızı yeterince paylaştık. Artık odama döneyim, siz bu gemiyi terk kadar birbirimizi görmeyelim.”

Mantıklı konuşuyordum ama onun aklı başında mıydı ki? “Günlerdir hiçbir şey yemediğini söyledin, şimdi yiyip odana dönebilirsin. İkimiz de aynı şeyi istiyoruz, neden zorlaştırıyorsun?”

“Çünkü bir şeyleri senin emrettiğin gibi yapmak istemiyorum! İtaat isteğin gururumu kırıyor, anlamıyor musun!”

Omzundan düşen elimi gözleriyle takip etti ve yutkunarak, “Aç kalmanın ne faydası olacak?” dedi, sesi umulmadık kadar içtendi. “Ben yemeni istiyorum diye açlıktan mı öleceksin!”

“Evet, öleyim, sana ne!”

“O halde konuklara bu sabah kahvaltı yok.”

Benden gerilemek için hamle yaptığında sinirle çığlık atarak ona bir daha vurmak istedim ama bunu savuşturmak için yüzümü, çenemin altından tutarak beni durdurdu. Yüzünü bana yaklaştırıp soluğu karşımda alırken gözleri renk değiştirmiş gibiydi, öfkeden koyulaşmıştı. Parmakları çenemi avucunda sıkarken, “Saatlerce kavga etmemizi mi istiyorsun?” dedi.

Nefesi yüzümde dağılınca ellerimin gücü zayıfladı. Titredim. “Bana dokunma.”

“Yapabilsem keşke.”

Zayıflayan ellerimi onu itmek için kullanmak istedim ama bir kapı sesinden sonra durdu ellerim. O hâlâ çenemi tutarken ve gözlerime bakarken, arkadan adım sesleri duyuldu. “Elvis,” dedi Ares, sesinde eğlenceli bir tını vardı. “Ziyaretçin var.”

Olduğumuz samimi pozisyon beni utandırdığı için Elvis’ten hızla uzaklaştım. Arkamı kapıya döndüm ve ellerimin tersini yanaklarıma koyup hızla atan kalbime veryansın ettim. Kim gelmişti, bilmiyordum ama birisiyle göz teması kurmak istemiyordum. Konuşma seslerini duyamadım ama kapı kapandı, yürüme sesleri uğuldadı kulaklarımda.

Artık dönmem gerektiği için arkama baktım, gelenin İris olmasına şaşırdım. Odanın ortasına kadar ilerlemişti, Elvis tam karşısındaydı. O da benin buradaki varlığımı şaşkın gözlerle izliyordu. “Sen de mi buradaydın?” dedi.

“Merhaba,” dedim başka ne denileceğini bilemeden. Neden Elvis’in odasına çıkmıştı? Yoksa o da benim gibi her istediğinde Elvis’le görüşebiliyor muydu? Ne kadar saçma!

İris Elvis’e dönerek, “O nereden burada?” diye sorunca benden bahsettiğini anladım.

Elvis bu soruya, “Sen ne için gelmek istedin?” diye karşılık verdi.

İris tekrar ona dönerken anlamamış görünüyordu. Yüzü solgun, bitkindi. Yeni kıyafetler giyindiği, saçını toplarken özen gösterdiği belliydi. “Ben… odamda çok sıkıldım, sürekli kocamın hayalini görüyorum. Arkadaşlarına söyledim biraz hava almak istediğimi.”

Demek İris’te istediğinde dışarıya çıkıp, Elvis’i görebiliyordu.

“Sana, kötü günler geçirdiği için anlayış göstermek isterim,” derken Elvis’in sesinde manipüle edici bir nezaket vardı. “Fakat odandan çıkmamalısın. Üzgünüm, bu gemide tutsaksın.”

İris sessizce bekledikten sonra, “O neden burada?” diye sordu bir kez daha.

Afalladım, yüzümü çevirip kendisine bakarken kaşlarım çatıldı. Elvis bu kıyası sakince karşılayıp, “Onu bazen odamda görmeyi istiyorum,” dedi.

Cevabına sadece İris’i değil, beni de hazırlıksız yakaladı. Kadının bu yaşanılanlara karşı bir açıklama getirmek isteyişini anlıyordum ama bu kadar sorguya tutulmam hoşuma gitmemişti. “Korsanların başını ağrıtacak bir şey yaptım,” diyerek ileriye çıktım. “Bunun karşılığında cezalandırılmak için bu odadayım.”

İris hiç her şey daha da karmaşık bir hal alırken, Elvis geri çıkarak sert bir nefes aldı. “Bayan, kocanızın kaybı için üzgün olduğumdan size ayrıcalık tanıdım. Dilerseniz güvertede hava alabilirsiniz, arkadaşım eşlik edecektir.”

İris, “Sen bana eşlik edebilir misin?” diye sordu. Bu korsanları ne sanıyordu, neden onlarla bir arada olmak istiyordu? Gerçekten kocasından kurtulmasının sebebi olarak korsanları görüyordu.

Elvis’te onun ruh halini pek aydınlık görmüyor gibiydi. “Benim hakkımdaki düşünceleriniz değiştiği için sevindim fakat size eşlik edemem. Biraz ağrım var, istirahat etmeliyim.”

“Neyiniz var?”

Kollarımı göğsümde bağladım, bu ilişki bana çok manasız ve sağlıksız görünüyordu. İris kocasının katili olmasıyla beraber neye güven duyacağını, kimi suçlaması gerektiğini karıştırmıştı. “Kötü bir şey değil,” dedi Elvis, sesi daha sabırsızdı. “Ares’i çağırıyorum, sizi güverteye götürsün.”

Telsizi cebinden çıkarınca kadın önüne eğildi, gözlerim kısa süreliğine kesişti. Bakışlarında kızgınlık görür gibi oldum ama İris’in duygularını ciddiye almamalıydım, kendisi bile ne yaşadığının farkında değildi. Doğrusu ona üzülüyordum, yalnızlık ve kocasının şiddetinden kurtulmasının etkisiyle korsanlarla bile yakınlık kurmak isteyecek durumdaydı.

Biraz sonra Ares geldiğinde İris omuzlarını düşürerek onunla çıktı, kapı kapanırken o kadın için dertleniyordum. Korsanların kendisine arkadaşlık edeceğini düşünüyordu ama bu adamlar kalpsizdi. Bir an önce gemiyi terk etmeleri İris için de en iyisi olacaktı.

Saçlarımı düzelterek tekrar koltuğa yöneldim, oturup kollarımı bağladım. Sözünü geri alacağı yoktu, yemedikçe konuklara da yemek götürmeyecekti. İçimdeki ses uzatmamam, ailemi düşünmem gerektiğini söylüyordu. Üstelik de açtım ama… anlamsız bir gururla karşı çıkmıştım, sözlerimi nasıl yiyecektim?

Elvis’in yürüdüğünü, özellikle de yanıma doğru geldiğini fark ettiğimde başımı kaldırıp bakındım. Yanıma eğilirken gözlerini gözlerimden ayırmaması kalbimi hızlandırdı. Tepsinin kenarında duran merhemi alıp uzattı. “Ya sen sürersin ellerine, ya da ben.”

Ellerime baktım, ağrı kırmızı ve mor arası bir renk getirmişti parmaklarıma. “İhtiyacım yok.”

Ellerime doğru uzanmayı deneyince telaş yaptım. Bileğimi tutunca söylenerek ellerimi kendime çekmek istedim ama kapağını açtığı merhemin tüpünü sıkınca parmaklarım merhem oldu. Bileğimi ondan koparmaya çalışıp bağırdım. “Bana dokunma demiştim sana! Her şeyi geçtim, bir kadına rızası olmadan dokunmayacak kadar da mı onurun kalmadı!”

Gözlerime hiç alınıp gücenmeden bakıp merhemi parmaklarıma doğru yaymaya başlayınca bezgince omuzlarımı düşürdüm. Adam ne laftan, ne onurdan anlıyordu. Parmakları umduğumdan yumuşak hareket edince ensemden doğru bir sıcaklık yaklaştı. “Sana o kadar hakaret ediyorum, bir gram olsun alınmıyorsun! Gururun yok mu senin?”

“Gurur fazla abartılıyor,” derken elimi bıraktı ve bu kez diğer elime uzanınca ona dişlerimi gösterdim. Tıslamama hafifçe dudağını kıvırıp parmaklarımın altından tuttu ve baş parmaklarıyla merhemi yayarken sakin denemeyecek şekilde yutkundu. “Sen de fazla gururlusun, her şeyi kişisel algılama gibi bir sorunun var.”

“Beni odaya hapsediyorsun, sonra sana kitap okumamı istiyorsun, bize bir bardak su veriyorsun ama sonra turta gönderiyorsun. Beni bu odadan günlerdir çıkarmıyorsun, sonra bana ne kadar güzel olduğumu söylüyorsun. Açlıktan öleceğimi ön görüyorsun ama ellerime merhem sürüyorsun! Bunları kişisel algılamayıp ne yapayım! Ben aptal bir narsist değilim ki yoktan şeyleri kişisel algılayayım! Olanları görüyorum…”

“Ninni gibi,” dedi gözlerini kapatıp beni dinlerken.

“Sen var ya…” elimi hızla çekip onun göğsüne doğru vurduğumda dudaklarını kıvırıp uzaklaştı benden ve çenesiyle tepsiyi gösterdi. “Rica ediyorum kahvaltını yap, çayın soğudu.”

“Yemiyorum!”

Ve bundan sonra bir sessizlik daha başladı, uzun süre devam etti. Masasına dönüp bir şeylerle ilgilenirken ben de umursamazca oturdum. İnadından vazgeçen kendisi olacaktı, ben olmayacaktım. Ya ailem? Daha ne kadar aç kalabilirlerdi?

Elvis bir ara kalkıp odadan çıktığında omuzlarımı düşürdüm, hangi cehenneme gittiğini bilmiyordum ama umarım dönmezdi! Gemideki sayısız günlerimden birisi daha bu odada sonlanırken yağmurun sesini duydum. Gök gürültüsünün ardından şiddetli yağış başlayınca cama yaklaşıp izledim. Hâlâ güneye ilerliyorduk sanırım ki, yeni kaptan da rotayı değişmemişti.

Dakikalar sonra Elvis dönünce üstünü değiştirdiğini gördüm. Uzun çizmeleri, koyu kahverenginde pantolonu ve açık renkli krem gömleği vardı. Gözlerim yarasının olduğu bölgede dolaşırken buraya yaklaştı ve benim gibi camın önünde durup yağmura baktı. “Kaptan yağmurun artacağını öngörüyor. Bu gece duracağız, sabah hareket edeceğiz.”

Akşam olmak üzereydi, ailem ve konuklar hâlâ bir şey yememiş miydi?

Kafamı kaldırıp sol tarafıma, onun karşıya çevrili olan yüzüne baktım. Saçları dağınık, sakalları kısaydı. Yara almamış gibi dinç görünüyordu. Yağmur damlaları okyanusa ve gemiye her çarptığında çıkan sesi dinledim, bu an çok huzurlu olabilirdi korsanlar olmasaydı.

“Yağmuru sever misin?” diye sordu bana.

Avuç içimi kaşırken, “İzlemesini severim,” dedim.

“Narin bir kalbin var,” derken dışarıyı izliyordu. “Sen dışındaki herkes odalarında, gemiden ayrılacağımız gün gelene kadar bizden kendilerini korumaya çalışıyor. Sen yalnız gururun için değil, diğer insanlar için de kendini hırpalıyorsun.”

“Artık vazgeçtiğimi söylemiştim,” diye hatırlattım ona. Az önce konuşurken dudakları o kadar zahmetsiz hareket etmişti ki gözlerim takılmıştı. “Beni Peter ile görüştürüp odama götürürsün size uyum sağlayacağım.”

Kaşlarını kaldırıp yüzünü çevirince bakışları altında sırtımdan bir ürperti tırmandı. “Peter’i neden görmek istiyorsun?”

“Ona ne yaptığınızı görmek istiyorum diyelim.”

Kolunu kaldırıp başımın kenarı yandan cama doğru uzattığında, vücudu öne eğilmiş ve yüzü benimle yakınlaşmış oldu. “Görme,” dedi düz bir sesle. “Onun iyi olduğunu bilmek sana yetmiyor mu? İllaki yüzünü mü görmen gerek?”

Burnumdan nefes alıp başımı yana eğdim. “Bana onun hakkında hiçbir şey sormadın, sanıyorum ki her şeyi Peter’den öğrendin. Bunları öğrenirken kendisine eziyet ettiğinize eminim.”

“Ona kötü davrandığım doğru,” derken elini saçıma uzattı ama hızlıca elinin üstüne vurunca durdu. Bana attığı o bakış neredeyse komik gözükmüştü gözüme. “N’apacaksın, yaralarını mı saracaksın?”

“O kadar merhameti hak ediyor.”

“Bana da merhamet duymuştun, sana hayatımdan bahsettiğim o gece böyle söyledin. Fakat ardından hemen pişman oldun. Düşünüyorum… O gece haricinde, bana hiç başka gözle baktığın oldu mu? En azından merhamet etmeye yakın olduğun bir an…”

Gözlerimin önüne hemen bıçaklandığı an geldi, sanırım gözlerimi bu yüzden kapattım. Nefesi dudaklarıma çarparken yalanlamak üzere gözlerimi tekrar açtım ve başımı önüme eğip yanından geçmeye çalıştım. “Yine yakışıksız, gereksiz bir samimiyetle konuşmaya başladın. Anladım, sen benimle gönül eğlendirmek istiyorsun, gemideki bu sıkıcı günlerine renk katmak istiyorsun ama…”

Yanından geçmiş yürüyordum ki, susmak ve durmak zorunda kaldım. Başım çok dönüyordu, üstelik midem de bulanıyordu. Açlıktan karnıma giren sancılar çoğalmıştı. Kaldığım yerden birkaç adım daha attım ama ayaklarım beni koltuğa zor götürdü. Koltuğun kenarlarını kavrayarak derin nefesler alırken Elvis önüme doğru yaklaştı. “Neyin var?”

Sesim titreyeceği için konuşmadım. Kalbimin sesini dinlemek aptallıktı, aklımı başıma almalıydım. O… benimle yalnız eğleniyordu, gözlerime bakışında bile art niyeti vardı. Yüzümü başka taraflara çevirdim. Sessizliğim ve inadım onun sert bir nefesle benden uzaklaşmasını sağladı.

Yemek yiyeceğimi umuyordu.

Birazdan odadan tekrar ayrıldığında nereye gideceğini merak ettim ama tabi bir şey sormadım. O ayrılınca yalnızlığın tadını çıkarmak için koltuğa uzandım, başım dönüyordu, gözlerimi yumdum. Gemi durmuştu, hareketliliği hissetmiyordum. Cama doğru dalga da yükselmiyordu. Baş ağrımın dinmesi için gözlerimi kapalı tuttum ve açlıktan dolayı midemde oluşan bulantıyı hissettim. Ailemde bu güç durumda mıdır? İnadımdan onlara da mı açlık çektiriyordum?

Bulantı hissi geçeceği yerde çoğalınca vücuduma sıcak da bastı. Vücudumu, bulantımı azaltacak şekilde döndürdüm ama maalesef yararı olmadı. Su içmek istiyordum, sanki yüreğim yanıyordu. Ben böyleysem  ailem de güçsüz düşmüştür, ya da diğer konuklar…

Alvin ve diğer çocuklar? Onlar da aç olmalı. Yetişkinler daha dayanıklıdır ama çocuklar… Alvin’i hatırlamamla beraber gözlerim açıldı. Onun aç kalmasına daha fazla izin veremezdim.

Mide bulantımla koltuktan doğruldum, elimin tersiyle alnımda biriken neme dokundum. Tansiyonum düşüyordu, kalp atışlarım hızlanmıştı. Ayaklarımı yere koyup kalktım ve elimi göğsüme doğru kaydırıp üstümdeki kıyafetin önünü açtım. Gözlerim kararıyordu. Kapıya kadar yürüyüp seslendim. “Elvis, burada mısın?”

Elvis olmasa da koridorda Martin ya da Ares olabilirdi. Alnımı kapıya koyup daha yüksek ses çıkardım. “Soytarılar, biriniz bakın.”

Ne yazık ki ses gelmiyordu, burada birisi yoktu. Doğru, Ares ve Martin kaptan ile konukları kontrol etmekle ilgileniyorlardı, Elvis’de kendi işlerinin peşindeydi. Pes ederek ellerimi kapıdan indirdim. “Elvis, dediğin gibi olsun, aç kapıyı…”

Kusma ihtiyacı o kadar belirginleşti ki, adeta midem fokurdadı. Neredeyse iki büklüm olacaktım ki, ellerimin altındaki kapı yok oldu. Tok sesten hemen sonra karşımda Elvis belirdi ve gözlerim kararak kapanmadan önce yalnız yüzündeki paniği gördüm. Vücudum öne doğru sendeleyince beni tuttu. Vücudumu onun gövdesinde bulurken, dizlerim büküldü ve hafifçe eğilip belimden tuttu. Ona bir kez daha, dediğin gibi olsun, yeter ki konuklara yemek ver, diyecektim ki Elvis benden önce konuştu.

“Kahretsin, tamam! Dediğin gibi olsun, yeter ki artık yemek ye!”

BÖLÜM SONU.