1.BÖLÜM
1984, Moğala, Güney Batı’da bir bölge.
“KITLIK”
Şiirler aşktan, romanlar korkudan bahsederdi. Keşke âşık olsaydım, diye düşünüyorum bu yüzden. Belki içine düştüğüm bu korku dolu hayat, biraz şairane görünebilirdi. Belki.
Aşk dahi şairane gösteremez bu çaresizliği ama umut etmek, hâlâ en insani özelliklerimden birisi. Fakat umudum da tükeniyordu, çünkü buradaki hayatım bitiyordu. Yalnız benim için de değil, birimiz için de değil, buradaki herkes için bitiyordu. Kalbin, nasıl bedenin için her şeyse, su da yaşamın için her şeydi. Ama bir noktada, kalbimiz atmayı bıraktı, yaşamdaki su bitince.
Çocukken, tam burada otururken elimi nehrin içine koyup parmaklarımda dalgaları hissederdim. Evimin arkası, devasa bir bahçeye çıkardı ve burada bir küçük nehir akıntısı olurdu. Suyun o sesini duyardım, gözlerimi kapatıp dinlediğim de olmuştu. Artık nehir o kadar kurumuştu ki toprakta sayısız çatlak oluşmuştu. Anlar, yeryüzünden çekilen suyla beraber çekilmişti hayatımdan. Artık çocukluğumdaki o anı tekrar yaşayamazdım.
Acı mı veriyordu? Çok.
Fakat duygusal olarak acı çekme lüksüm yoktu. İnsanların ölmeye başladığı bir hayatta, görünemeyen acılarımdan bahsedip insanları kendime güldüremezdim, ki utanç da duyardım. Aileme sorsanız dünyanın en zor, en hırçın insanıyım ama… benim de bir kalbim olduğu açıktı.
Başımı kaldırıp son kez izlemek için etrafıma baktım. Ağaçlarımız, bitkilerimiz artık eskisi gibi değil, solgun ve cansızlardı. Üzerinde koştuğum çimler yerini kuru toprağa bırakmıştı. En son aylar önce, kısa bir yağmur yağmıştı. Ocak ayının son günlerinde olmamıza rağmen hâlâ tek damla yağmur gökyüzünden düşmemişti. Bugün de normal hava şartlarının üzerinde bir sıcaklık vardı, son yıllarda olduğu gibi. En son ne zaman kar yağdı, zor hatırlıyordum.
Uzun çizmelerimin üzerinde doğrulup etrafımda biraz daha döndüm. Doğduğum bu evden ayrılırken en zorlanan insanın ben olacağını düşünmezdim ama artık gitme vakti gelmişti. O yumuşak esintide önüme gelen sarı saçlarımı çekip eve doğru döndüm ve yürürken bundan sonraki evimin neresi olacağını düşündüm.
Malikânemizin merdiven basamaklarını ağır ağır çıkıp açık kapılardan içeriye girdim. Büyükbabamdan bize kalmış bu ev, hayatımın tüm evrelerine şahitti. Elimi kapı kirişinde dolaştırarak önümde açılan büyük hole yürüdüğümde, annem ve kız kardeşimin seslerini duydum. Hepsi yolculuk için hazır ve nazırdı.
“Sonunda döndün Roza, saatlerdir neredesin?”
Annem her zamanki gibi abartıyordu, saatler falan olmamıştı. Durduğu koridor köşesine bakıp, “Evimizle vedalaşıyordum,” dedim, onun bu hassasiyeti anlamayacağını bilsem de.
“Acelemiz var, gemiye yetişmemiz gerekiyor.”
“Benim her şeyim hazır anne.”
Valizlerimi hazırlamış, aşağıya bile indirmiştim. O ise evimizde kalan tek yardımcıyla beraber hâlâ koşuşturuyordu. Annem, benimle alakalı şikâyetçi olacak başka şeyler düşünüyormuş gibi gözlerini kıstı ve sonra elini savurup, “Her neyse canım,” dedi, “salonda bekle, baban birazdan gelecek.”
Yukarıdan kız kardeşimin bağırtısını duyunca üfleyerek salona geçtim. Bir tutam sarı saçımı parmağımın etrafına dolayıp duvardaki aile tablomuza bakarken o günlere duyduğum hasreti hissettim. Ben küçükken, geleceğe dair kurduğumuz korku senaryoları şu an gerçekti. Şimdi bu korkunun tam içindeydim.
Ailem ve kendim kurtulabilirdik, biraz şans vardı. Ama her gün burada insanlar ölecekti, hiçbir şey yapamayacaktım.
“Efendim, anneniz gönderdi,” diyen kadın sesini duyunca yardımcımıza döndüm. Elinde bir kaban tutuyor, nazikçe bana uzatıyordu. “Akşam gemide üşüyeceğinizi söyledi.”
“Teşekkür ederim,” dedim, hava şartları üşütecek gibi değildi. Fakat gemi soğuk olabilirdi. “Sen de hazır mısın?”
“Evet efendim,” dedi yardımcımız. Onu da yanımızda götürecektik. Annem bunu söylediğinde havalara uçmuştum çünkü bu kızın ailesi yoktu ve biz olmadan ne yapardı, bilmiyordum. Ben bunun için sevinmiştim ama annem onu, bize yardımcı olmaya devam etmesi için yanımızda götürüyordu. En zor anlarında bile lükslerinden kaçınmayı sevmezdi.
“Peki heyecanlı mısın?”
“Hem de çok. İlk kez bu kadar uzun bir yolculuğa çıkacağım, dünyanın diğer ucuna gideceğim.”
“Ben de,” dedim, kalbim korkuyla çarparken. “Keşke yalnız kendimi kurtarmasam, ihtiyacı olan her insanı beraberimde götürebilsem.”
“Roza, bunu yapmanız mümkün değil,” dedi kibarlığı elden bırakmadan. “Kendinizi sorumlu hissetmeyin, herkes bu durumla kendisi başa çıkmaya çalışıyor. Moğala’yı bu hale siz getirmediniz ya.”
“Sahi, nasıl bu hale geldi…”
Yaş aldığım her sene, Moğala daha yaşanamaz bir hale geldi ve sonunda herkes ölüm korkusuyla yaşamaya başladı. Önü alınamayan su kıtlığı, bundan üç sene önce ciddileşmişti. Bu üç yıla kadar bazı insanlar durumun ciddiyetinden bahsetmişti ama çoğunluk, ancak kendilerini bu kıtlığın içinde bulduğunda bazı şeyleri anlayabilmişti.
Moğala, güneybatının en soğuk ülkelerinden birisi olmasına rağmen küresel ısınmayla birlikte son zamanlarda iklim krizi yaşamaya başlamıştı. Soyluların azınlık olduğu bu ülkede yüz binlerce insan vardı ama hepsi, önü alınmayan bu kıtlık yüzünden yokluk çekiyordu. Kuraklık, en sıcak ve yoksul olan şehirlerde başlamıştı. Ailem ve yakınlarımız bu durum için başlangıçta endişe duymamıştı ama son birkaç aydır tarım, üretim durma noktasına gelmişti. Burası, etrafı okyanuslarla çevrili bir ülke olduğu için ulaşımı kolay değildi, bir yardımın gelmesi bazen haftaları buluyordu. Bazı vatandaşlar okyanusa açılıp en yakındaki ülkelere gitmeyi denemişti ama o okyanus hepsinin sonu olmuştu.
Üretimin durmasıyla beraber yiyecek kıtlığı da veryansın etmişti. Doğu şehirlerinde insanlar açlıkla baş ediyor ve hükümet yardım sağlamaya çalışsa da gün geçtikçe fakirleşiyordu. Bu su ve yemek kıtlığında insanlar bağışıklıklarını kaybetmiş, hastalıklar kapmıştı. Evimizde bir televizyon vardı, bazen ekranda ülkem için yapılan çağrıları duyuyordum ama diğer ülkelerde karşılık bulmuyordu.
On gün önce alınan karar ise, Moğala’yı kurtarmak için alınan en kritik kararlardan birisi olmuştu.
Yeni bir karara kadar çocuk doğurmak yasaktı.
Kimisi bunun insan ihlaline karşı bir karar olduğunu savunmuştu, halk sokağa dökülmüştü, hamile kadınlar korkudan evlere kapanmıştı. Fakat ne yazık ki alınan bu karara katılmak zorundaydım, geleceği belirsiz bir ülkeye çocuk getirmek istemezdim. Önce var olan çocukları düşünmeliydik. İnsanların hepsi böyle düşünmüyordu, birçok insan, farklı sebeplerle sokağa çıkıyor, etrafı yıkıyordu. Bu yüzden hükümet daha katı olmak zorunda kalıyor, ülkedeki bu panik ve kaos halini yatıştırmayı deniyordu. Fakat insanlar, sonlarının yaklaştığını bildiği için daha korkusuz ve saldırganlardı.
Buranın halini anlatacak en yeterli kelime, kaostu.
Ve ailem ile ben bu kaostan kaçmaya çalışıyorduk.
Yaşadığım bölgedeki su kıtlığı henüz insanları öldürecek bir raddeye ulaşmamıştı ama geçen hafta, suların haftada iki kez açık olacağıyla ilgili bir gelişme yaşanmıştı. Bu da yaşadığım yere krizi, belirsizliği sürüklemişti. İnsanlar, kendileriyle ilgili kararların, ölecekken bile başkalarına ait olmasından nefret eder olmuştu. Babam önümüzdeki birkaç ay içinde insanların bu bölgede su bulamayacağını öngörüyordu, bu yüzden de bizi buradan uzaklaştırıyordu.
Zihnimdeki ses günlerdir bildiğim bu şeyleri tekrarlamaktan bitap düşünce gözlerimi kapatıp her şeyi susturdum. Kardeşim de bu dinginlik zamanımı beklemiş gibi, “Dönmüşsün abla,” diyerek içeriye girdi.
On yedi yaşında olan kız kardeşime dönüp gergin bir gülümsemeyle, “Hazır mısın?” diye sordum.
“Evet, her şeyim hazır. Ve çok heyecanlıyım.”
Layla bu yolculuğa çıkma sebebimizden çok yolculuğun kendisiyle ilgileniyordu. Her zaman tasasız birisi olmuştu, bunu bozmak istemeyerek, “Ben de heyecanlıyım,” dedim ona. Yardımcımız Elena’ya döndüm. “Oğlun hazır mı?”
“Evet efendim, dışarıda bekliyor.”
Eşi, oğlu ve kendisini bırakıp gitmişti. Bizim yanımızda çalışmaya başladığında tek ailesi, çocuğuydu. O küçüğü çok seviyordum ve bizimle gelecek olması bir teselli gibi hissettiriyordu. Parmağımdaki saç tutamını bırakıp doğrulurken, belime kadar inen saçlarımın ağırlığını sırtımda hissettim. Camdan dışarıya bakıp evimin gördüğü her şeyi aklıma kazıdım, bir daha buraya dönmeyeceğimi içten içe biliyordum.
“Bu kadar üzülme abla,” dedi kız kardeşim, yanıma yaklaşıp benim gibi dışarıyı izlerken. “Buraya veda etmek zorundayız. Gideceğimiz yer gizli bir yer, az insan olacak, bu kadar su sıkıntısı çekmeyeceğiz.”
Onun anlattığı gibi, az insanın bulunduğu, tatlı suyun olduğu bir bölgeye gidecektik. Babam bir bürokrattı, mesleğini bırakmadan önce. Bağlantıları sayesinde bize, çok çok az insanın yaşamak için gideceği bu yeri bulmuştu. Buraya gitmek için aşacağımız yol uzun, zor olacaktı ama vardığımızda yaşam şartlarımız iyileşecekti, babamın sözleri bunlardı.
Ayrıcalıklı olmak beni mahcup ediyordu.
“Keşke diğer insanlar için de elimden bir şey gelse,” dedim, onunla konuşuyordum ama beni yalnız ben anlıyordum. “İnsanlara sırt çeviriyoruz.”
“Sen kimseden sorumlu değilsin, ailemizden başkasını umursama. Burada durumlar gitgide kötüleşiyor, artık kalamayız…”
Biliyorum ki bencillik sırasıydı, zaten bu gece ülkemi terk ederek bu bencilliği gerçekleştirmiş olacaktım. Fakat düşünmeden edemiyordum, yerinde olabileceğim o insanları.
“Babam geldi!”
Layla’nın heyecanlı sesini duyunca gözlerimi bahçe girişine çevirdim. Babam artık cansız olan doğanın içindeki evimize yaklaşıp arabayı durdurdu. Aracını üç sene önce değiştirmişti, daha büyük ve konforlu bir klasikti. Babamın arabadan inişini izledim ve kafasını kaldırıp bize baktığında kardeşim ona el salladı. Babam bu evde, gerçeklerin acımasızlığını yeterince fark etmiş ilk insandı.
Annem, “Babanız geldi,” diyerek hole indiğinde biz de ona döndük. Babama kapıyı açmak için alçak topukluları üzerinde yürüyordu.
Valizlerimizin yanına yürüdüm, toplamda iki valize en ihtiyacım olacak şeyleri sığdırmıştım. Yardımcımız hemen arkamdan ilerlerken hole çıktım ve annemle kardeşimin valizlerini kapının girişinde gördüm. Bu kadarının bagaja sığacağından emin olamayarak Elena’nın verdiği kabanı üzerime geçirirken babam köşkün basamaklarını çıktı.
“Hazır mısınız?” diyerek açık kapıdan bizlere baktı.
Kardeşim, “Evet babacığım,” diyerek istenen cevabı verdi.
Babam yanımıza ulaşınca kuru bir gülümsemeyle önce kardeşimi, ardından beni öptü. Annem babamı karşılayıp omuzlarını okşadıktan sonra babam eğilip valizlerimizi sürüklemeye başladı. Babamın ardından ben de kendi valizlerimi arabaya kadar götürdüm. O sırada, dalları kırık ağacın altında oturup bize bakan ufaklığı gördüm. Elena’nın beş yaşındaki oğlu, mahcup gözlerle bizi izliyordu. Doğrulup yanına ilerledim, ona kollarımı açtım. “Hadi tatlım, gitme vaktimiz geldi.”
Bu evde, annesinden sonra en yakın olduğu insan bendim. Çocukları sevdiğim için onunla iletişim kurmakta zorlanmamıştım. Çok ufak, tedirgin, uslu bir çocuktu. Hemen doğrulup yanıma geldiği sırada, “Elena, oğlunu da mı getireceksin?” dediğini duydum annemin.
Bu nasıl bir soruydu böyle? Çocuk kollarım arasına girerken omzumun üstünden anneme döndüm, Elena da omzunda çantasıyla şaşkın şekilde anneme bakıyordu. “Anlamadım efendim?”
“Oğlun?” dedi annem, kollarımdaki çocuğu göstererek. “Bizimle mi gelecek? Ben sadece seni götüreceğimizi düşünüyordum, canım.”
Babam bagajdan kafasını kaldırmış bakarken, Layla çoktan kulaklıklarını takmış, arabaya yerleşmişti. Elena, “O benim çocuğum,” dedi, bu soruya nasıl bir cevap vereceğini bilemiyor gibi. “Onsuz nasıl gelirim ki efendim? Ben onun da geleceğini belirtme gereği görmedim, zaten öyle düşündüğünüzü sanıyordum.”
Annem suçlulukla babama doğru baktı, babamsa bu tarafa ilerlemeye başlamıştı. “Bizim ancak beş kişi götürme hakkımız vardı, Susan’a bunu söylemiştim,” dedi babam. “O da senin gelmen konusunda ısrarcı olmuştu.”
Biz dört kişilik bir aileydik ama Tanrı aşkına, Elena’yı da götürmeyi isterken ne düşünmüşlerdi? Çocuğunu bırakacağını mı? Belli ki babam, annemin bunu yardımcımızla konuştuğunu düşünüyordu fakat hiçbirimizin haberi yoktu. “Anne, baba,” dedim, hadleri aşan bir ses tonuyla. “Elena çocuğunu nasıl bırakır, bunu nasıl düşünürsünüz? Küçücük çocuk, yer bile kaplamaz ki.”
Elena hızla yanıma, çocuğuna doğru yaklaşırken babam stresle kafasını kaşıdı. “Roza, kaç kişi getireceğimin haberini verdim, rasgele insanları götüremeyiz.” Elena’ya bakamadan söylemişti bunları. İnan ki o da senin gözlerini görmeyi istemezdi, baba.
Yardımcımız bir şey diyecekti ki, “Baba, o tam bir insan bile değil, ufacık bir çocuk,” dedim ve oğlunu Elena’ya verip ailemin karşısına yürüdüm. “Tüm sorumluluğu ben alacağım baba, lütfen böyle bir saçmalığı tartışmayalım.”
Babam, Elena ve oğluna doğru bakıp nefesini üfledikten sonra, “Peki,” diyerek gönülsüzce kabul etti. “Dilerim gemiye biniş sırasında sorun çıkmaz, çünkü oraya gidememe ihtimalimizi düşünemiyorum!”
Gülümsedim. “Gerekirse ben onu saklarım.” Dönüp omzumun üstünden ufaklığa göz kırptığımda, annesinin boynuna sokularak baktı bana.
Araca yerleştiğimizde babam, babasından yadigâr olan bu eve son kez bakarak arabayı çalıştırdı. Tekerler, yerden bir toz birikintisi kaldırarak buradan uzaklaşırken parmaklarımı cama koyarak etrafımı seyrettim. Yolun iki yanındaki ağaçları terk edip şehrin merkezine ilerlediğimizde insan yüzleri görmeye başlamıştık.
Moğala’nın kırsal bölgesinde yaşıyorduk, merkeziyse gösterişliydi. Yaklaştıkça alçak binalardan çok insanların yüzleri dikkatimi çekti. Herkes telaş halindeydi, kimisi yalnız başına, kimisi ailesiyle yürüyordu. Gözlerim gergin, umutsuz yüzleri fotoğraflıyordu. Küçük çocuk Alvin hemen yanımda, annesiyle benim aramdaydı ve kız kardeşim diğer cam kenarında oturuyordu.
Serin havanın camda bıraktığı buğuyu silerken, havanın kararmaya başladığını gördüm. Araç yolculuğumuz birkaç saat sürecekti. Şehri arkamızda bıraktığımızda başım hâlâ cama yaslıydı, kabanımın içinde terlemiştim ama çıkarmıyordum. Arabada, beklentinin verdiği korku ve heyecandan kaynaklı bir sessizlik vardı. Babam virajlı yolları o kadar hızlı alıyordu ki bir acelemiz varmış gibi hissettiriyordu ve bu aceleci hal beni boğuyordu.
Yolun yarısını bitirdiğimizde başka bir şehirdeydik. Burada sağanak yağmur yağıyordu, bu yüzden insanlar durmuş, belki de aylar sonra ilk kez yağan yağmuru izliyordu. Yüzlerinde tebessüm vardı. Camı aşağıya indirip elimi çıkardım ve yağmur damlalarını parmaklarımda hissedince gülümsedim. Ardından gök gürültüsünü duydum, bu ses kafamın içinde, bir sonraki yağmura kadar yaşayacaktı. Bir sonraki yağmura duyacağım hasret birazdan başladı, çünkü süratli yağmur biz daha fazla ilerlemeden sona erdi.
“Baba,” diyerek dikiz aynasına baktım. “Bu geminin kalkacağından kimsenin haberi yok değil mi?”
Babam dikkatli gözlerini yoldan ayırmadı. Köşeli, yaşından da genç gösteren yüzünde bir tedirginlik hali vardı. “Hayır, yalnızca gidecek olanların haberi var. Arkadaşlarınıza dahi söylemediniz, değil mi?”
“Söylemedim,” dedim ve babam cevap bekler gibi kardeşime bakınca Layla’nın da istenen cevabı vermesi üzerine babam önüne döndü. Alvin’in bana attığı kaçamak bakışa şefkatli bir gülümsemeyle karşılık verip ben de camdan dışarıya baktım. Hava iyice kararmıştı, sokak lambalarının bazıları yanmıyordu, her yer oldukça ıssızdı. Birkaç kez insan kalabalığının arasından, polis sirenlerinin çaldığı yollardan geçmiştik. Geçtiğimiz her yerde kaos vardı, birçok dükkân, mağaza, işyeri kapalıydı. Marketlerde su bulmak imkânsıza yakındı, insanlar sürekli ve çoklu halde alıyordu.
Ülkemizin dönüşme ve değişme halini izliyorduk.
Her saniyesi derin bir endişeye sebep oluyordu.
Evimi terk ederken evimden başka hiçbir şeyi özlemeyeceğimi biliyordum. Çünkü çok yakın arkadaşlarım, geniş bir çevrem yoktu. Okulumu ikincilikle bitirmiştim, bunu yapmak için de hep çok çalışmam gerekmişti. Üniversiteyi İngiltere’de okumuştum ve biter bitmez babam, ülkenin vahametinden ötürü eve dönmemi istemişti. Ailemin, samimi olduğu, eve dahi çağırdığı çevresi vardı fakat ben insanlarla oldum olası hep mesafeliydim. Anlaşması güç birisi olduğum için insanlar da bana aynı mesafeyle yaklaşırdı. Tüm bu sebeplerden ötürü, evimin kendisinden başka hiçbir şeyi özlemeyeceğimi biliyordum. Hayatım şairane değil, korku filmi diye düşünmemiştim boşuna.
Arabanın yavaşladığını fark ettiğimde başımı ağır ağır kaldırdım. Sarı saçlarımı yanaklarımdan çekip nereye geldiğimize bir baktım ve çok aramama gerek olmadan büyük, karanlığa rağmen endamını gösteren gemiyi gördüm. Dolunay ışığı geminin yüksek katını aydınlatıyordu, oradaki birkaç insanı görmüştüm. Babam aracı tamamen durdurunca kardeşim ve annem de etrafına bakmaya başladı, Elena ile Alvin de geldiğimizi anladı. Bir adam araca yaklaşmaya başladığında ise babam kapısını açtı.
“Siz arabada kalın,” dedi babam, anneme bir bakış atarak.
“Tamam, bekliyoruz,” dedi annem.
Hava almak için kapıyı araladım ve babamın ilerleyişini izledim. Aracın önündeki adamla el sıkıştı ve kısa bir konuşma gerçekleştirdi. O sırada gemiye bakıyordum, sanırım dikkat çekmemesi için ışıkları yanmıyordu. Sudan yükselen o hırçın dalgalar öyle sesliydi ki, birkaç saniyeliğine başka bir dünyaya sürüklendim.
Alvin’in annesine, “Bu gemiye mi bineceğiz?” diye fısır fısır sorduğunu duydum.
Elena çok hoş bir kadındı, sadece görüntüsüyle değil, kişiliğiyle de göz dolduruyordu. Oğlunun başını şefkatle okşayıp, “Evet canım,” dedi. “Görüyorsun ya, çok büyük. Birbirimizden asla ayrılmamalıyız, tamam mı?”
Oğlu bir yetişkinmiş gibi kolayca anlayıp parmaklarıyla oynadığında masum yüzüne gülümseyerek baktım. Çok geçmeden annemin kapısı aralanınca o tarafa baktım, babam o adamla arabanın içine doğru eğilmişti. “Haydi,” dedi bizlere. “İnin.”
Ailemle beraber arabadan indik ve babamın bagajdan çıkardığı valizleri aldık. Kardeşim valizini güçlükle çektiğinde babam ona kıyamayıp valizlerini aldı, kendimi valizimle beraber gemiye götürürken yüzümde rüzgârı hissettim. Bu sırada babam aracımızın anahtarını az önce konuştuğu adama vermiş, arkamızdan yürümeye başlamıştı. Acaba geri dönüp o arabamıza bir daha binebilecek miydik?
Önüme dönünce bir yabancı adamın, geminin merdivenlerinden hızlıca indiğini gördüm. Babama bir bakış atıp benim valizimi almak için yanıma dek geldi. “Teşekkür ederim,” dedim.
“Rica ederim,” dedi, genç adam.
Adamın arkasından basamakları çıktım, ilk kez büyük bir gemiye bineceğim için bakışlarım merakla dolaşıyordu etrafta. Adam, diğer valizler için de babama yardımcı oldu ve ailem de arkamdan geldi. Geminin burnundaydık, burada kimse yoktu. Adam, bir siyah kabanın içinde kalmış boynunu çıkarıp yolu gösterdi. “Efendim, buradan,” dedi.
“Roza, bekle,” dedi babam çok ileriden gittiğim için ve önüme geçti. Kız kardeşim ve annem etrafı ilgiyle izleyerek bana yetişirken Elena oğlunu sıkıca kucaklamıştı. Layla kolumdan çekiştirip, “Çok güzel değil mi?” diye sordu.
“Çok büyük,” dedim sadece.
“Çok heyecansızsın,” diyerek bana gözlerini devirdi ve babama yetişerek koluna girdi. Babamın arkasından ilerleyişimi sürdürürken hakikaten burada havanın soğukluğunu hissettim. İlk katı çıktıktan sonra geminin etrafını dolandık ve adam bizi büyük, geniş kapılardan içeriye geçirdiğinde kendimizi ikinci katta bulduk. İkinci katta sıralı odalar vardı, bir sürü kapı görüyordum. Koridor iki, üç kişinin yan yana durabileceği kadar genişti ve yerlerdeki ahşap cilalanmış gibi parlaktı. Tepedeki avizeler tüm katı aydınlatmıştı. Lüks, şatafatsız, ihtiyaç halinde kullanılacak harika bir gemiydi.
Kız kardeşim, “Odalarımız ayrı, değil mi baba?” diye sordu, kocaman bir gülümsemeyle.
Babam ona susmasını uygun gördüğünü anlatan bir bakış atarken, “Evet canım,” demeyi de ihmal etmedi. Babamın kardeşime karşı büyük bir tahammül ve sabrı vardı, açıkçası hiçbir zaman bu kadar sabırlı olamamıştım.
O sırada adam, “Buradan efendim,” deyince dikkatlerimiz sol tarafa döndü. Yanına yaklaştığımız bir kapının önünde durup, “Burası sizlerin odası,” dedi anne ve babama. Ardından koridordaki diğer kapıları gösterdi. “Bu üç ayrı oda da hanımefendilerin.”
Babam ve annem, bize yardımcı olan adamın teşvikiyle kapılara uzandılar. İlk giren annem oldu, karanlık olduğu için pek göremedim ve adam bizlerin odaları için de aynısını yapıp kapılarımızı nazikçe açtı, böylelikle yolculuğumu geçireceğim bu odaya girmiş oldum. Kardeşim yanımdaki odaya, Elena ve oğlu da diğer odaya girdi. Kapılarımızı kapatmadan ailemle birbirimize bakarken beyefendi valizlerimizi bize iterek, “Siz gelen son konuklarımızdınız,” dedi. “On dakika içinde gemi hareket edecek. Yarım saat içinde de kaptanımız sizlere bilgi vermek için teras katındaki yemek masasında olacak, yolculuğumuzun ciddiyetinden haberdar olmak için lütfen bize katılın.”
Babam hepimizin yerine, “Evet, elbette,” diye cevap verdi.
Adam saygıyla selam verip kattan uzaklaştığında ailemle bir arada kaldım. Hepimiz önlerinde durduğumuz kapıdan birbirimize baktıktan sonra babam üzerindeki ceketini çıkararak, “Odalarınıza girin,” dedi. “Ben kapınızı tıklatmadan da dışarıya çıkmayın. Dinlenin, yarım saat sonra görüşelim.”
Babamın bizi teselli edecek vakti yoktu, çok düşünceliydi. Annemle beraber odalarına kapandıklarında, kız kardeşim omzunu silkerek, meraklı bir ifadeyle bana baktı. “Odalar aynı mı? Seninki daha büyükse değişebilir miyiz?”
“Anlamsız arzuların beni deli ediyor,” diyerek odama çekildim ve kapımı kapattım. Sırtımı, kapattığım kapıya yaslayıp hapsolduğum karanlıkta bekledim. Dolunay ve yıldızların ışığı, camlardan sızıp içeriyi aydınlatmıştı. Tüllerin içindeki geniş yatağı, iki kapaklı kıyafet dolabını, boy aynasını, ahşap masayı ve yerdeki halıyı seçebiliyordum. Kendimi yatağın ucuna bırakıp kabanımı çıkardım ve oturup dışarıdaki okyanusa doğru baktım.
Her zaman kendi odasına kapanan, yalnızlığıyla vakit geçiren birisi olarak bu odadaki ıssızlık beni ürpertmemişti. Genelde ışıkları yakmayı bile sevmezdim, karanlığa karşı bir sempatim vardı. Ellerimi, çıplak kalan kollarımda dolaştırarak bir süre etrafıma baktım. Abajur, yakmayı istesem bile biraz uzağımdaydı. Haftalarımı burada ne yaparak geçirecektim, bilmiyordum, yapabileceklerim sınırlıydı. Çizmelerimle cam kenarına yürüdüğümde zeminin yumuşak hareketini hissettim ve hareket ettiğimizi anladım. Yolculuğa başladığımızı fark etmemle kalp atışlarım hızlandı.
“Bu bilinmezlik beni korkutuyor, ya gideceğimiz yerde hiç evimde gibi hissetmezsem?” Öyle bir lüksüm mü vardı? Hislerim kimin umurundaydı?
Gemi yolculuğa başladığı için suyun dalgaları geminin ilk katına kadar sıçradı, camlara dokunan ama beni rahatsız etmeyen rüzgâr yoğunlaştı. Tek elimi cama koydum ve karanlığın içinde, belirsizliğe doğru ilerlerken dudaklarımı ısırdım.
Birazdan valizimi açtım ve içindekilere bakıp uzun kollu, bir triko kazak çıkardım. Bacaklarımda, vücudumu saran bir pantolon ve dizlerime kadar uzanan çizmelerim vardı. Tişörtümü yatağa bırakıp bu trikoyu giydim ve fırçayla sarı, neredeyse her zaman hırçın olan saçlarımı düzelttim. Taradığım saçlarımı iki yanımdan aşağıya, beyaz kazağımın üstüne bırakırken de ellerimin soğukluğuyla ürperdim. Benim için mevsim, zaman ve yer fark etmezdi, ellerim mütemadiyen üşürdü. Fırçamı, uzanıp yatağın yanındaki şifonyere bıraktım ve kalçamın üzerine geri otururken, kapıdan gelen sesi duydum. “Roza,” diye kısıkça seslendi babam. “Yukarıya çıkacağız.”
“Geliyorum baba.”
Başka bir ses daha duydum, koridordan birileri geçiyor olmalıydı. Acaba bu büyük gemide kaç insan vardı? Çok olmadığını biliyordum. Belki otuz, belki kırk? Doğrulup ayaklarımı yere bastım, kapımı açıp koridora baktım. Annem, babamın ceketini düzeltiyor, bir şeyler söylüyordu. Kardeşim bir kürkle odasından çıkarken benimle göz göze gelip, “Nasıl olmuşum?” diye sordu.
“Çok hoşsun,” diyerek odamdan çıktım ve annemler bize doğru bakarken, başka bir açılan kapının sesine kulak verdim. Sağ cephedeki odadan bir çift çıkarken bizi fark edip başıyla selam verdiler. İlk konuklarımızla karşılaşmıştım. Babam nazikçe selamını alıp, “Hadi kızlar,” dediğinde Elena’nın odasına baktım. “Baba, Elena ve oğlu?”
“Canım, onlar odalarında yiyecek, Alvin uyumuş,” dedi annem, bana sıkkın bir bakış göndererek.
Gözlerimi kısıp kapımı kapattım, annem ile babamın arkasından yürüdüm. Kız kardeşim koluma girip, benimkinden biraz daha koyu görünen saçlarıyla bana döndü. “Sence… gemide hiç yakışıklı var mıdır?”
“Yakışıklı vardır ama güzel kız var mıdır bilemiyorum,” diyerek takıldım ona.
Tamamen espri yapmak istemiştim ama bana dik dik bakıp kolumdan çıkınca dudağımı ısırdım. Yaklaşıp babamın koluna girdi ve onunla konuşmaya başladığında arkalarından takip ettim. Annem kısa bir an omzunun üstünden bana bakıp kontrol ettikten sonra merdivenleri çıktı. Terasa giderken, bazı insanlar da bize katıldı. Herkes tanıdığıyla, ailesiyle beraber yemek için en üst kata çıkıyordu. İnsanlar gemiye bindikleri an o hayatlarını geçmişte bırakmış gibi gülümsüyorlardı. Gözlerim merakla kadrajıma giren herkesin yüzüne baktı ve ailemle beraber geminin terasına çıktığımızda dudaklarımdan hayret dolu ses çıktı. Yolculuk yasaktı, bu yüzden civarda başka hiçbir gemi yoktu. Hiçliğin içinde, derin bir okyanusa doğru açılıyorduk.
Annem, “Roza,” diyerek nazikçe koluma girdiğinde bakışlarımı kalabalığa çevirdim. Uzun bir masa vardı, yiyecek ve içeceklerle donatılmıştı. Şamdandaki sedefli mumlar görüş alanımızı aydınlatıyordu. İnsanların bir kısmı masanın etrafına yerleşmiş, bir kısmı yerleşmek üzereydi. Bir çalışan babama, “Sizi böyle alayım,” diyerek yerimizi gösterdiğinde oraya ilerledim.
Babam, annemle yan yana otururken biz de kardeşimle tam karşılarına oturduk. Herkes yalnız yanındaki yakınıyla konuşuyor, birbirlerini merakla süzüyordu. İstemsizce insanları saydım ve toplamda on beş kişi olduğumuzu anladım. Kendimi, şık giyimli bu insanların arasında biraz gösterişsiz hissederek ellerimi masanın altına götürdüm ve kalbim hırçınca çarptı. Tanımadığım bu kadar insanla bir arada olmak istemiyordum, kendi yalnızlığımı tercih ederdim.
Kardeşim, “Şu çocuk yakışıklıymış,” diyene kadar başımı kaldırmadım.
Baktığımda da masanın diğer ucundaki bir çocuktan bahsettiğini anladım. Kardeşim kadar gençti, esmerdi, yanında annesi olduğunu tahmin ettiğim kadınla oturuyordu. Kız kardeşim, bana her zaman çok güzel gelmişti, benim için onun güzelliğine eş bir insan yoktu. Dizindeki elini sıkıp, “Bu gece beraber uyuyalım mı?” diye sordum ona.
Bunu istememe şaşırmış şekilde bana döndü, renkli gözlerini şüpheyle kıstı ve sonra bir kahkaha attı. “Korkuyor musun?”
“Hayır canım, ne münasebet!”
“Tabii tabii…”
“Sevgili konuklarımız,” diyen bir adamın sesini duyduğumuzda gözlerimizi kaldırdık ve herkesle eşzamanlı olarak sustuk. Masanın başına, kabanı içinde bir beyefendi ile kaptan olduğu belli olan bir adam yaklaşmıştı. Kaptan kıyafeti ile şapkası dikkatleri çekiyordu. Yemekteki tüm konuklar kendilerine dönünce adam gülümseyip, “Ben Eros’un sahibi Adam, arkadaşımızsa kaptanımız,” dedi. “Öncelikle hoş geldiniz, umarım hepiniz iyisinizdir. Odalarımızın her birini sizler için hazırlattım.”
Konuklardan memnuniyet dolu sesler çıkınca adam gülümsedi. Elli yaşlarına yakındı, babamdan biraz büyük görünüyordu. Saçının bir kısmı kırlaşmıştı, elleri kumaş pantolonunun ceplerindeydi. Tasalı görünmüyordu, dikkatle bizi inceliyordu. Kaptan ise daha gençti, benden biraz büyüktü. Daha saygılı olduğu duruşundan dahi belliydi, göz göze geldiğimiz küçük bir an oldu ve geminin sahibi konuşmasını sürdürdü.
“… bu yolculuğumuz oldukça gizli olmakla beraber uzun ve zor olacak. Sahil güvenliği bulunan yerlerden geçemeyeceğimiz için güzergâhımızı değiştirdik. Bu da yolculuğumuzu daha güç kılacaktır.” Yanına dönüp kaptana baktı. “Fakat kaptanımız bu yolculuk için elinden geleni yapacak. Şu an güverteyi yardımcı kaptanımıza emanet etti, sizlerle tanışmak için. Kendisi tüm yolculuğun huzurlu ve endişesiz geçmesi için elinden geleni yapacak.”
Kaptan bir adım öne çıkarak başındaki denizci şapkasını eline aldı. “Evet efendim,” dedi net bir sesle. “Huzurlu bir yolculuk geçireceksiniz, ben ve yardımcı kaptanımız sizler için her türlü kolaylığı sağlayacağız.”
Konuklardan birisi, “Çok seviniriz,” diyerek hoşnutluğunu belli etti.
Diğer konuklar da memnuniyetlerini belli edince kaptan geriye çekildi. Gemi sahibi -buradaki herkesin parasından büyük pay alan- adam gülümseyerek masamızı gösterdi. “İki şefimiz var, size yardımcı olacaklar. Yemeklerinizi incelikle yaptılar, lütfen…”
“Katılabilir miyiz?”
Bir kaba erkek sesi duyduğumuzda adamın konuşması bölündü ve tüm eğik başlar kalktı. Sesi takip ederek kafalarımızı çevirdiğimizde terasın girişinde dikilen üç adam gördüm. Ben dahil herkes oraya döndüğü için adamlar gözlerini masadaki bizlere çevirdi ve üçü de sırasıyla her birimizin yüzüne baktı. Diğer ikisi gerideyken mavi gözlü adam biraz daha önde, masaya en yakın duran kişiydi. Sormasına rağmen kimseden ses çıkmayınca buraya doğru yaklaşmaya başladı ve gemi sahibi adam, kaşlarını hafifçe çatarak bu adamı süzdü. “Çıkaramadım, tanışıyor muyuz?”
Yabancı, “Hayır,” dedi ve muhtemelen konuşması bittikten sonra adamın oturacağı sandalyeyi çekerek oturdu. Ellerini masanın iki yanına koyarak iyice yerleştiğinde, gemi sahibi adam bariz bir şok ve öfkeyle çenesini kaldırdı. “Kimsin sen soytarı! Buraya nasıl çıktın, aşağıdaki kaptan ve yardım…”
Terasın girişindeki iki adam süratle buraya yürüyüp gemi sahibi adamı kollarından kavrayınca masadan bir çığlık koptu ve ellerim titredi. Babam ve annemle göz göze geldikten sonra kardeşimin eline uzandım. İnsanlar korkarak masadan kalkarken, kaptan hücumla masaya oturan adama doğru yaklaştı. “N’apıyorsun be adam! Kimsin sen!”
İki adam, gemi sahibi adamı kollarından tutarak sürüklemeye başlayınca babam bir anda sandalyesini iterek doğruldu ve konuşmak için ağzını açmıştı ki nereden çıktığını sonradan anladığım bir silah ona doğruldu. Annemle kardeşimin çığlıklarından sonra vücudum komut almış gibi sandalyeden fırladı ve masanın başına oturan silahlı adam, babama acımasızca bakarak konuştu. “Yerinize oturunuz beyefendi.”
“Ha… hayatım!” dedi annem, babamı oturtmak için kolundan tutarak.
Birkaç saniye süren sessizlikten sonra babam kıpkırmızı olmuş yüzüyle sandalyesine yerleşti ve gemi sahibi adam aşağıya sürüklenirken, silah tutan adam babama memnun olmuş şekilde bakıp masaya döndü. Bu sırada kaptan, silahı görerek doğrulmuş ve telsizine uzanmıştı. Adam, sert bir bakışla ona dönüp, “Bence görev yerine dön,” dedi. “Yardımcı kaptanın iyi durumda değil.”
Korkuyla kesilen nefesleri duydum ve kaptan bir anda terasta koşup geminin içine inmeye başladığında, masadaki adam bizlere döndü. Sandalyesine rahatça yaslanıp elleriyle koltuklarımızı gösterdi. “Yerlerinize oturun.”
Elinde bir silah olduğu için kimse adamın lafını ikinci kez tekrarlatmayı istemedi, sandalyelerin gıcırdama seslerini duydum ve herkes yerine oturduğunda vücudum titredi. Gemimize usulsüzce binen bu adam, herkesin yerine oturmasını izleyip takdir ettikten sonra başını sol çapraza, bana doğru çevirdi. İnsanlar kaskatı kesilmiş, sadece tedirgin ifadeyle birbirine bakarken, o doğal bir rahatlıkla bana bakarak başını yanına eğdi. Benim saçlarıma yaptığı gibi yoğun rüzgâr onun da saçlarını dağıtmıştı. Onu, bu masadaki herkesten daha gösterişsiz yapan bir keten, süt renginde gömleği ile pantolonu, uzun postalları vardı. Silah olan elini yavaşça masaya indirerek, “Sizin bir sandalyeniz yok mu?” dedi, alay eder gibi, soğuk bir sesle. “Yerinize oturduğunuzu göremiyorum.”
“Roza!” dedi annem ve babam, aynı anda. Sanki hemen oturmamı istiyorlardı.
Bir korkusuzluğun esiri halinde kaşlarımı kaldırdım ve oturmak yerine öne eğilip ellerimi ahşap masaya koydum. Adamın yüzünde sesindeki gibi bir alaycılık oluşurken, “Sen kimsin?” diye sordum. “Bize ne yapmak için buradasın? Bir yolcu değil mis…”
“Ben kaptanınım,” dedi adam, sözümü kabaca keserek. Gözleri kimseyle uğraşmak istemiyormuşçasına tahammülsüz, sert bakıyordu. Saçları kara, gözleri mavi, teni parlak beyazdı. Sonra anladım, o gece, denizden daha hırçın birisini tanıdım. “Bu gemi, ikinci bir arzuma kadar benim, Roza.”
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...