0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

16. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“MESAFE”

Ağladığımda ıslanır kirpiklerim, hiç öpülmedi ıslak gözlerim.

Yalan olmasın, aslında babamın ıslak gözlerimi öptüğünü hatırladığım kasvet dolu bir gece vardı. Çok ağladığım bir geceydi. Yanıma gelip beni kucağına almış ve küçük bedenimdeki tüm sızlanışlar babamın merhametiyle sanki dinmişti.. Yaşlarla dolmuş gözlerime bakıp ıslak kirpiklerimin üstünden öperken, ”Sen ağlarsan, gözyaşın benim canımı yakar,” demişti. ”Öperim o çocuk telaşesindeki, ıslak gözlerinden.”

Bu gece de o gecelerden biriydi. Uyandığımda tam olarak hatırlamasam da gök gürültüsüyle huzursuz olduğumu şimdi az çok hatırlıyordum. Yaklaşık on dakika önce uyandığımda kendimi birkaç gece kaldığım misafir odasında, yatağın içinde bulmuş ve önceki akşam yaşadıklarımı hatırlayarak utançla gözlerimi yummuştum.

Kokusu hakkında düşündüklerimi sesli söylemiş olabilir miydim?

Bunu hatırlayamıyordum, tek ümidim uyuyakalmadan önce daha fazla pervasız davranmamış olmamdı. Hazer’in bana zarar vermeyeceğini biliyor olmak başka, onun omzuna başımı koymuş olmak başkaydı. Mahcuptum. Beni evine taşıdığını, yatağa bıraktığını düşündükçe bütün vücudum ısınıyordu. Neden son zamanlarda olduğumdan farklı davranmaya başlamıştım?

Belki de... Hazer’le arama mesafe koymalıydım.

Bu düşünce, beynimin içinde bir yanık yarası gibi açıldı ve sanki yara su toplayarak beni rahatsız etti. Üzerimdeki ince yorganı kaldırıp özenle kenara koyduğumda, bakışlarım üzerime düştü. Balo için giydiğim elbise üzerimde kırışmıştı. Yukarı toplanarak bacaklarımın büyük kısmını açıkta bırakmıştı. Yanaklarım kıpkırmızı oldu. Hazer beni kucağında mı taşımıştı? Elbette öyleydi.

Ayağa kalktım. Topuzu gevşemiş saçlarıma belli belirsiz tutunan lastiğimi çıkardım. Üstümü değiştirip aşağıya inmeliydim ama Hazer’le karşılaşmak yüreğimi ağzıma getirecekti, biliyordum. Etrafıma bakınırken çantamın koltuğun üzerinde olduğunu gördüm, sanırım akşam çantamı da odaya çıkarmıştı. Bu düşünceli hali beni gülümsetti.

Çantanın yanına ilerleyerek içinden bir buz mavisi penye ile uzun çorap çıkardım. Penyeyi çamaşırımın üstüne giyinip siyah, opak çorabımın üstüne de dizlerime kadar inen kot bir etek geçirdim. Evet, ben buydum. Dekoltesiz giyinen, dikkat çekmemeye çalışan, herhangi birisi. Parlamayı istediğim tek yer sahneydi.

Banyoda rutin işlerimi hallettikten sonra çıktım ve etrafımı kontrol ederek merdivenlere yöneldim. Ayaklarımda ince çorap olduğu için hiç ses yapmıyordum. Saçlarımı gözümün önünden çekerken bir iki basamak kadar indim ve gözlerimi kaldırdığımda Hazer Han’ı gördüm.

Kaç.

Doğrudan gözlerini gördüm. Camın önündeydi ve her nasıl olduysa ses çıkarmamama rağmen benim geldiğimi anlayarak omzunun üzerinden dönmüştü olduğum yöne. Üzerinde, sanki onun vücudu için dikilmiş duran gri bir takım vardı ve suratı pürüzsüzdü. Gri giymesine gülümseyerek düşünmeden “Aaa,” dedim. “Ne bakıyorsun!”

Sonra arkamı döndüm ve telaş içinde merdivenleri tırmandım.

Onun şaşırıp kaldığını hissederken çoktan merdivenleri tırmanıp bakış açısından çıkmıştım.

“Safir,” diye seslendiğini duydum. Adım seslerini duydum, sanırım merdivenlerin olduğu tarafa gelmişti. Yanağımı soğuk duvara yaslayarak bakışlarımı duvarın arkasından merdivenlere düşürdüm ve tekrar onunla göz göze geldiğimizde kafamı çevirdim. Bir garip gülme ses duydum. “Ne yapıyorsun sen?” diye sordu, sanki... Eğleniyor gibiydi.

“Hiç,” dedim titreyen sesimle. Soğuk duvara tamamen yaslanarak telaşla konuştum. “Duvarlara bakıyorum, boyası ne renk buranın? Açık gri gibi sanki, güzel bir tercih...” Durarak yüzünün halini görmek için tekrar merdivenlere bakacak oldum ama başımı döndürdüğüm anda Han’ı daha yakından görerek afalladım. İlk basamaktaydı ve suratımı döndüğüm an yüz yüze kalmıştık. “Hazer...”

“Boyanın ne renk olmasını isterdin?” diye sordu hiç beklemediğim şekilde. Elinin biri korkulukta dururken, kıstığı gözleriyle beni izliyordu. “Tuhaf ama... Sanki sen ne renk istiyorsan o renk olsun istedim bir an.”

“Benim fikrimin bir önemi var mı ki?” diye sordum ve bakışlarımı suratından indirerek ellerime düşürdüm. “Ben burada yaşamıyorum, seni ilgilendirir.”

“Seni de ilgilendirmesin mi?” diye fısıldadı.

Omzumu güç almak için duvara daha sert bastırırken, “İlgilendirsin mi?” diyebildim.

“İlgilendirsin Safir. İlgilendirse güzel olmaz mı yani? Bence ilgilendirsin.”

Benim gibi telaşla, daha çok ne dediğini bilmeden konuşuyor gibiydi. Bakışlarım kaçmayı istediği kadar yüzüne bakmayı da istiyordu. Kirpiklerini kırpıştırıyordu ve irisleri, vücudumun tamamından bile daha sıcak gözüküyordu. “Sen neden sürekli yani diyorsun Hazer? Yani ve bence diyorsun sürekli.”

Hazer duraksadı. “Öyle mi diyorum? Bence demiyorum ama...” Duraksayarak bakışlarını kaçırdı. “Şey, yine dedim değil mi?”

Kıkırdadım ve hemen parmaklarımı dudaklarımın üstüne bastırdım. “Affedersin, alay etmiyor...”

“Edeceksen sen alay et. Etme ama edebilirsin...” Genzini temizledi. “Yani istersen.”

“Bak, bu sefer de dedin.”

“Dedim,” dedi ansızın. Ruhum, gözlerinin ateşinde eriyip akışkan bir hal alıyordu. “Sana bakarken tutuluyor... Yani, tutuk kalıyorum! Ne diyeceğimi bilemiyorum. Demiştim zaten.”

“Demiştin,” diyerek yumuşak bir sesle onu onayladım. “Seninle konuşurken duraksıyorum, demiştin.”

Bir an sessizlik oldu. Bu sessizliği biliyordum. İkimizin de ne diyeceğini bilemeyip sustuğu ama yüreklerimizin gürültüyle konuştuğu uzun sessizlik ânıydı. Aşağıya inmekle odaya kaçmak düşüncesi arasında bocalarken, “Mila,” dedi alçak tonda. Mila. Bağırma Mila! Sus Mila! Keşke seni doğurmasaydım Mila! Mila bana yalnızca bunları hatırlatıyordu. “Dün gece rahatsız olacağın hiçbir şey olmadı tamam mı? Seni önce arabaya, sonra eve taşıdım ve odaya çıkarttım. Işığı açtım zaten korkarsın diye de. Biliyorum, gece yüzünden şimdi kaçıp gitmek istiyorsun yanımdan.”

“Utandım,” diye kabullendim ve parmaklarımla oynarken iç geçirdim. “Böyle pervasızca, ardını düşünmeden davranmam hiç hoş değildi. Beni taşımak zorunda kalmış olman benim için yaşanmaması gereken bir şeydi.”

“Utanma,” dedi, itiraz dolu bir sesle. “Sen benden utanınca ben kendimi sana çok yabancıymışım gibi hissediyorum.”

“Zaten,” dedim ona mesafe koyacağıma dair duyduğum düşünceye sadık kalarak. “Yabancı değil misin?”

Hazer’in duraksadığını hissettim. Yüzünü göremiyordum ama nefes almaya son vermiş gibi, bir daha kıpırdamamıştı göğsü. Yabancı. Dilim, bu kelimeden aldığı tadı sevmemişti sanki. “Sen öyle görüyorsan...” Sustu, sesi çok kısıldı. “Neden öyle görüyorsun ki? Çok mu yabancıyım? Ben sanıyordum ki...” Bir daha sustu ama bu sefer öncekinden daha uzun sürdü. “Her neyse, demek ki yanlış sanıyormuşum.”

Yanımdan geçip gitmek için hafifçe yana kaydığında, neden bilmiyorum ama bir telaş içimi kapladı. Gitmesi sanki yanlıştı. Bir şey bende onu tutma isteği yaratmıştı ve Tanrı şahit ki, onunla savaşamamıştım. “Hayır,” dedim hızlıca. “Ne sandığını söyle, por favor.”

Kafamı kaldırıp çenesinin altından baktığımda, kaşlarının çatıklığı bir an ürküttü beni ama hiçbir şey ondan korkutmadı. “Ben sandım ki,” dedi. Dudaklarını birbirine bastırarak seslice yutkundu. Hüzünlü görünüyordu. “Olan şey bir tek bana olmuyor. Ama sen... İyi ki oluyor demiştin, şimdi nasıl yabancı olduğumuzu söylersin?”

Az önce parıl parıl parlayan gözlerindeki yıldızlar birer birer sönmüştü şimdi. “Ama... Öyle, yabancı olmamız gerekmez mi?”

Kafasını kati bir şekilde iki yana salladı. “Gerekmez. Ben senin yabancın değilim, olmak da istemiyorum.”

“Hazer,” dedim tek solukta. Yanaklarımın kızardığını biliyordum. “Doğru sandın. Olan şey bir tek sana olmuyor.”

Sonra ikimiz de bakışlarımızı kaçırdık ve birbirimizden uzaklaşmaya çalıştık. Merdivende aynı anda hareket ettiğimiz için hafifçe çarpıştık. Hazer’in boğazından gülme sesi çıktı ve sırtını duvara vererek geçmem için önümden çekildi. Rahatlayarak ancak hâlâ soluk soluğa bana açtığı yerden inerken, “Senorita,” dedi arkamdan, usulca. “Dün... Gece bana seni Sindirella’ya çevirdiğim için teşekkür ettin. Ama ben bir şey yapmadım ki sen zaten öylesin.”

Kalbim duracak gibi oldu. Kozasından çıktı kelebek oldu, yumurtadan çıktı kuş oldu. Çırpındı çırpındı, hayata tutundu.

Arkamı döndüğümde Hazer gitmişti.

Kalan basamakları indim ve kendimi salonun duvarına dayayarak heyecanlı gözlerle etrafı izledim. Bir şey oluyordu ama söz konusu hisler ve duygular olduğunda onları asla anlayamazdım. Yutkunarak bluzumun yakasını açtım ve nefes almaya çalıştım. Belki de düşünceme sadık kalmalı, onunla arama mesafe açmalıydım.

O aşağıya inmeden önce hazırlandım ve portmantodaki montu üzerime geçirirken onun atkısını boynuma sarmayı ihmal etmedim. Bu atkı beni çok sıcak tutuyordu. Tamamıyla hazır olduğumda cüzdanımı montumun geniş cebine koydum. Ben de bu saatte çıkacaktım. Gazel ile buluşacak, geçen gün kiralamayı düşündüğüm eve gidecektik.

Hazer aşağıya indiğinde basamaklarının sonunda durdu. Kapının önünde duran bana baktı. Kabanının yakalarını boynuna siper etmişti, ellerinde deri eldivenler vardı. Aralık ayının ilk günlerinde olduğumuz için kalınca giymesinden her nedense memnuniyet duymuştum. Üşümesini istemiyordum.

“Hazırlanmışsın,” dedi tekdüze bir sesle. “Ben ders saatimize kadar evde kalırsın sanıyordum.”

“Gazel’le buluşacağım,” dedim. Devamını gözlerine bakarak söyleyemeyeceğimi bildiğimden bakışlarımı uzaklaştırdım. “O eve bir daha gideceğim, Gazel’le orayı temizleyeceğiz. Ben... O evi tutacağım.”

Adımları kesildi. Sanki aramızda yazısız bir anlaşma vardı ve ben o anlaşmaya ihanet ediyordum. Biliyorum, bu doğru bir his değildi ama hissettiğim bunlardı.

“O ev senin hak ettiğin hiçbir şeye sahip değil,” derken sesi son derece keskin çıkıyordu. “Neden acele ediyorsun ki? Biraz daha araştırır, iyisini bulursun tamam mı? Hem öyle bir anda olmaz ki. Taşınmak günlerce süren bir şey.”

Hayatımın iplerini artık elime almalı, hep hayalini kurduğum gibi ayakları yere sağlam basan biri olmalıydım. “Ben ev taşımayacağım ki,” dedim ince bir sesle. “Sadece kendimi götüreceğim. Evi temizlersem bugün bile gidebilirim bence.”

Sesli sesli soluklandı. Portmantoyu açıp ayakkabılarını çıkarırken, “Sadece kendini götürmeyeceksin,” diye mırıldandı oldukça alçak bir sesle. “Hem... Bugün gidemezsin, evin elektriği suyu açılması gerekir. Sen duramazsın karanlıkta.”

Haklı düşüncesini kafamın içinde tarttım ama daha fazla bir şey demedim. Doğru, bir eve girdiğimde ilk o evin ışığını yakardım. Karanlıkta oturamazdım ama o ev kendi evim olunca korkumu yenebilirdim. O kadar çok istiyordum ki kendi ayaklarımda durup kimseye borcum olmadan yaşamayı.

Hazer Han sessizliğimin üzerine hiçbir şey demeden kapıyı açtı. Açtığı kapıdan arka arkaya çıkarken, bakışları boynuma doladığım atkısına kaydı. Dudaklarının kenarında bir tebessüm göründü ama benim bunu fark ettiğimi gördüğünde dudakları anında düzleşti ve bakışlarını kaçırdı.

Telaş içinde bir küçük oğlan çocuğu gibi.

Kerem Hazer için arabanın kapısını açmıştı. Sırıtarak bize bakıyordu. Han ona ters ters bakarak koltuğa yerleştiğinde, Kerem bana döndü.

“Günaydın Safir Hanım,” dedi nezaketle. Bir an arabanın camından içeriye, Hazer’e baktı ve duymadığından emin olarak bana döndü. “Bugün de huysuzluğundan hiçbir şey eksilmemiş, suratı sirke satıyor. Bu aralar aklı başında da değil zaten, adamın hali ne olacak böyle bilmiyorum vallahi. Kurşun mu döktürsek acaba?”

Onun gerçekten Hazer için dertlenmesi beni gülümsetecek oldu. “Günaydın,” diye karşılık verdiğim sırada, “Seni duyuyorum,” diyen ses yükseldi arabanın içinden. Kerem gözlerini büyüttü bu cevap karşısında. “Sen ciddi ciddi kovulmak istiyorsun herhalde,” diye devam etti Hazer’in sesi.

Kerem ağzına hayali bir fermuar çekerek şoför koltuğuna koşturdu ve ben de onun açtığı kapıdan binerek deri koltuğa yerleştim. Ellerimi dizlerime koyup her zaman olduğu gibi yanağımı serin cama yasladım. Kerem motoru ısıtıp arabayı çalıştırdığında, Hazer’in büyük evinden uzaklaştık ve caddeye doğru yol almaya başladık.

Hazer Kerem’e bir pastanenin önünde durmasını söylediğinde Kerem arabayı Leyla’nın çalıştığı hastanenin yanındaki pastaneye sürmüştü. Araba o pastanenin önünde durduğunda Kerem’e anlamsız bakışlar atmıştık. O ise dönüp bize, “Ne var canım,” demişti sevimlice. “Buranın poğaçaları çok güzel olur.”

Bizim bir şey dememize müsaade etmeden poğaça almak için arabadan indiğinde Hazer arkasından homurdandı. “Herhalde onu sık sık kovacağımı söyleyerek tehdit ettiğim için beni artık ciddiye almıyor. Leyla oldu resmen! Pastaneye giriyor ama gözleri fıldır fıldır hastane kapısında ya…”

Pastane kapısından içeriye girerken hastane kapısına baktığı için biriyle çarpıştı.. Adam ona söylenirken Kerem de tip tip baktı. Neyse ki poğaçaları alarak kısa sürede döndü. Neşeyle, “Leyla’yı gördüm,” dedi. “Bana el salladı Hazer Bey. Kesin o da bana âşık.”

Sırıtmaya devam ederek önüne döndüğünde ne diyeceğimi bilemeyerek sessiz kaldım ama Hazer çoktan söylenmeye başlamıştı. Torbanın ağzını açtığımda sıcak poğaçaların yanında içecek olduğunu gördüm. Kahve olduğunu tahmin ettiğim içeceği çıkarıp Han’a doğru uzattım. “Bu senin olmalı.”

Karton bardağı altından kavrayarak elimin içinden alırken, “Eğer sen kahve içmek istersen...” diyecek oldu ama kabalığımı mazur görmesini dileyerek sözünü kestim. “Gracias. Ben kahve sevmem.”

“Nasıl ya?” Hazer tek kaşını kaldırdı. “Biz şimdi seninle kahve içemeyecek miyiz?”

Kerem kıs kıs güldü.

Ağzımdan bir, “Hıı?” mırıltısı çıktığında, Hazer dikiz aynasından Kerem’e bakarak omuz silkti. “Yok bir şey.”

Bien.”[1] 

Torbanın içinden bir sıcak poğaça çıkarıp yemeye başladığımda, kırıntıları dökülmesin diye dikkat ediyordum. Bir tanesini alıp Hazer’e uzattığımda bana derin derin bakarak poğaçayı elimden aldı ve ben daha elimdeki poğaçayı ağzıma götürmeden ona verdiğim poğaçayı iki ısırıkta yiyip bitirdi. “Canavar,” diye ağzımın içinde mırıldandığında, “Dikkat et,” dedi ansızın, karanlık bir sesle. “Seni de yemesin.”

Kızardım. Kızarıklığım boynuma taştığında, yanaklarımı saçlarımla örterek poğaçayı yemeye devam ettim.

Yolun geri kalanında konuşmadık. Kerem sırıtıyor, radyoya açtığı eğlenceli şarkılara bir yandan da eşlik ediyordu.  Çok uzun olmayan bir sürenin ardından araba evin önüne kadar ilerledi ve kapı ağzında durdu. Heyecan ve buruk bir hisle beraber doğrulup camdan dışarıya bakarken, “Hadi in,” dedi Hazer, kısık sesle. “Baksana, çok heyecanlısın.”

Bir evimin olma düşüncesi beni mutlu ediyordu. Bir şeyleri başardığımı hissettiriyordu. “Evet, heyecanlıyım,” diyerek kabul ettim ve evin etrafında dolanan Gazel’i görerek rahatladım. “İneyim, Gazel de gelmiş zaten.”

Hazer yanımda yanaklarını şişirerek soluduğunda, “Hayırdır Hazer Bey,” dedi Kerem. “Canınız mı sıkkın?”

Hazer dilini dişlerinin arasında döndürerek ona tısladığında, Kerem’le göz göze gelip gülümsedik.

“Kerem gün içinde boş oluyor,” dedi bana doğru dönerek. Tüm direnişlere rağmen gözlerimiz birleşti. “İstersen kalıp size yardım etsin?”

Kerem memnuniyetle başını sallarken, “Hiç gereği yok,” dedim arabadan inmeyi isteyerek. “Ben başımın çaresine bakarım, Kerem’e ödeyecek bir ücretim olmadığı için benimle çalışmasını isteyemem.”

“Ne ücreti Safir Hanım.” Kerem abartılı bir mizansen takınarak elini kalbine yasladı, dudaklarını büktü. “Kırdınız kalbimi...”

Ben gülümserken, “Ücret falan istediği yok,” dedi Hazer. “Kalabilir.”

“Hayır,” diye kararlı şekilde karşı çıktığımda Hazer’in gözleri kapanan bir yara gibi kısılarak küçücük kaldı.

“Reddediyorum Hazer, reddedilmeyi sevmiyor musun?”

Boğazının gerisinden bir ses çıkarıp burnundan da derince nefes aldı. “Cüretin beni o kadar kışkırtıyor ki...”

“Camları açayım mı?” Kerem bize dahil olduğunda ikimiz de başımızı çevirip ona baktık. Yan yan gülerken devam etti. “İçerisi bir sıcak oldu sanki.”

Tamam, Hazer’le atışmak, ona karşı kendimi bile şaşırtacak cümleler kurmak bazen hoşuma gidiyordu ama sınırımı bilmeliydim. Vücudumu kapıya çevirdim ve açtığımda içeriye sürüklenen rüzgârı yüzümde hissettim. Ayağımı dışarıya atarken hep yaptığımız gibi vedalaşmak için onunla göz göze geldik. “Hoşça kal,” dedim sıcakça.

“Sen diyorsan... Kalayım.”

Kapıyı kapatırken gözümün gördüğü son şey hareleri oldu ve sevgi görmemiş kalbim tırnaklarını derime geçirerek kendini dışarı çıkmaya zorladı. Doğrularak arabadan uzaklaşırken, dönüp arkama bakmamak için gözlerimi yumdum.

Düşmekten korktuğum için gözlerimi açtım ve evin sokak kapısına doğru yürürken, hâlâ bir motor sesi duymadığımı fark ettim. Hâlâ burada. Gazel adım seslerimi duyarak bana döndü. Kollarını açarak koştu. “İyi sabahlar canımın köşesi.” Yanıma varıp dost sıcaklığını taşıyan kollarını bir güneş gibi doladı vücuduma. “Sen biraz geç kalınca yanlış yere geldiğimi sandım ama neyse ki doğru yere gelmişim. “Hemen özledim ya.”

Ona karşılık verip çelimsiz kollarımla vücudunu sararken, “Buenos días,” diyerek nazikçe selamlamayı ihmal etmedim. “Abartıyorsun bence, o kadar özlememişsindir.”

“Yalan söylüyorsam iki gözüm önüme aksın,” dediğinde bakışlarım hızlıca onun ayağına kaydı ve tam da tahmin ettiğim gibi ayağını yerden kaldırmış olduğunu gördüm. Küçüklüğümüzden beri yalan söylerken bunu yapıyorduk.

“Şaka şaka.”

Yüzünü izlerken gözlerim tesadüfi bir şekilde dudaklarının kenarındaki şişliğe denk geldi ve kalbim acıyla buruştu. “Dudağına ne oldu?” diye sorar sormaz göz bebekleri büyüdü ve telaşla bana arkasını dönerek az ilerideki torbalara ilerledi. “Gelirken bunları aldım, temizlik için. Süpürge, deterjan falan.”

Torbaları alıp kapının önüne geçtiğinde, “Kapıyı aç,” dedi benim bir şey dememe izin vermeden. “Senin dersine kadar bitirelim Safir.”

Arkasından yaklaşırken anahtarı cebimden çıkardım. Ahşap sokak kapısını açıp onu içeri aldım. İlgiyle etrafı izleyerek içeriye girerken, kapıya yaslanarak onu izledim. Dudağındaki şişlik göze çarpacak, içimde endişe tohumları büyütecek kadar belirgindi. Ne olmuş, nasıl olmuştu? Neden canının acısını canının yarısıyla paylaşmıyordu ki? Üzüntüyle dudaklarım titrerken korna sesi duydum ve göğsümün altındaki zehirli havanın dağıldığını hissettim. Kasvetli rüzgâr yüzümde süzülürken, omzumun üzerinden arkaya döndüm ve vakit kaybetmeden gözleriyle kucaklaştım. Arabanın camını indirmiş, kafasını dışarıya çıkarmıştı. Bakışları aramızdaki havayı bile ateşe veriyordu ve yüzümü yalayan rüzgâr artık daha sıcaktı. Alt dudağımı ısırarak utangaç bir şekilde ona omuz silktiğimde, dudakları gülmemek için seğirdi ve bana ikinci kez göz kırptı.

Ardından araba sokağın sonuna doğru yavaşça yol almaya başladı.

Gazel’le birlikte uzun saatler boyunca evi temizledik. Süpürmüş, yerlerini, camını silmiş, tüm kaba pisliğinden arındırmıştık. Odaların boyaya ihtiyacı vardı ama bunu ileride yapabilirdik. Temiz kokulu deterjanlarla sildiğimiz için ev artık daha ferah kokuyordu ve yaşanabilir hale gelmişti. Işığı ve suyu kapalıydı ama mumla ve hazır suyla bir müddet idare edebilirdim. Sahaftan alacağım ilk maaşıma kadar ne yazık ki sadece suyu açtırabilirdim. Elektrik biraz daha bekleyecekti. Gazel’le birlikte evi temizledikten sonra emlakçıya gitmiş, evi tuttuğumuza dair bir sözleşme imzalamıştık. Artık gerçekten bir evim vardı, cebimde o evin anahtarı...

Bir şeyleri başardığınızı hissettiğiniz o ânın sevinci...

Gazel’le ayrıldıktan sonra koştura koştura dans kursuna geldim. Şimdi kan ter içinde merdivenleri çıkıyordum. Saatler boyu temizlik yapmıştım ama dinlenemezdim, dans için çalışmalıydım. Onu görmeyeli neredeyse beş saat olmuştu, saatler saymamıştım tabii ama...

Kapıya kadar yürürken aklımda hâlâ Gazel ve dudağındaki o yara vardı. Ne olduğunu öğrenmek istiyordum, onun inciniyor olma düşüncesi bile şu an gözlerimi dolduruyordu. Atkımın içinde kalan çenemi dışarı çıkararak salonun kapısını araladım ve bir çocuk telaşındaki gözlerimi içeriye doğrulttum.

Han, gelmişti.

Kapının sesini duyar duymaz, bir an bile beklemeden omzunun üzerinden bana döndüğünde sanki merhameti görmemiş kalbimin altından küçük bir kız kafasını çıkarıp ona baktı. Bakışlarımız kesiştiğinde parmaklarımı yün atkıya sıkıca sararak içeri adım attım. Meliha Hanım’la konuşuyordu, ayakta, karşılıklı olarak duruyorlardı. Aslında ikisi de bana doğru dönmüştü. “Hoş geldin bayan yıldız,” dedi, beni utandırmayı layığıyla başarmıştı.

“Çok yorgun görünüyorsun tatlım, koşturarak geldin sanırım. Kendini böyle hırpalama, Hazer Han’ın birkaç dakikalık gecikmelere kızacağını düşünmüyorum.”

“Hoş buldum,” diyerek içeriye girdim ve kapıyı ardımdan örttüm. “Evet, biraz yoruldum. Azıcık dinlenebilir miyim?”

“Senin konforun bizim için çok mühim, dinlen.”

İzleyici koltuklarından birine geçtim ve oturarak atkıyı boynumdan çıkardım. Meliha Hanım bana arkasını dönmüş, sahnenin ucuna koyduğu laptopa bakınıyordu. Montumun fermuarını indirirken, aynı anda, sanki anlaşmış gibi Hazer Han’la birbirimize döndük. Saçlarında parmaklarının izlerini görür gibiydim, asi tutamları her zamanki gibi hırpalamıştı. Gelip tam önümde durduğunda, sırtımı koltukla bütünleştirerek oturduğum yerden ona baktım.

“Çok terlemişsin,” dedi yalnızca benim duyabileceğim kadar alçak bir sesle. Hemen sonra eğildi ve boğazımda yine o susuzluk hissi baş gösterirken, yanımda duran koltuğun üstünden su şişesini alıp bana uzattı. “Ne kadar da yorulmuşsun.”

Su şişesini alırken tombul parmaklarımın onun elinin yanında ufacık kaldığını gördüm. “Bir daha kendini böyle yorma,” dedi sessizce. Tek elini oturduğum koltuğun kenarına koymuştu, aşağıya sarkmış kravatı yavaşça sallanıyordu. “Ben beklerim seni, sorun olmaz.”

Cam şişeyi ağzımdan indirerek elimin tersiyle ağzımın üzerini sildim ve suyunu ona geri uzatırken, “İş ciddiyeti senin için önemli,” dedim heyecanımı yatıştırmaya çalışarak. “Hatırlatırım ki daha öncesinde geç kaldığım için beni azarlayan sendin.”

“Beni mi iğneliyorsun sen?” dediğinde tek kaşı kavislenmişti. “Ben biraz öyle hissediyorum sanki?”

Alt dudağımı ısırdım ve üzerimden montu çıkarırken, “Bilemem,” dedim. Kızaran yanaklarımı saklasın diye saçlarımı önüme aldım. “Sen iğnelendiğini mi hissediyorsun?”

“Beni kışkırtıp tahrik ediyorsun.”

Alt dudağımı daha sert ısırdım. Bunu telafi edecek bir şeyler söylemeyi düşünürken Meliha Hanım’ın sesini duyduk. “Neler konuşuyorsunuz fısır fısır?”

Hazer Han başını vücuduyla beraber doğrulttu ve omuzlarını dikleştirerek ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirdi. Bana mesafe açtığında tuttuğum nefesi vererek bakışlarımı Meliha Hanım’a çevirdim. “Hi... hiç,” diye kekeledim ve bu yüzden kendimi kötü hissettim.

“Aynen, hiç konuşuyorduk,” diyerek mırıldandı Hazer Han ve kravatını düzelterek Meliha Hanım’a doğru döndü.

Meliha Hanım’ın kahverengi hareleri merakla ikimizin üzerinde gidip gelirken, “Öyle diyorsanız öyledir,” dedi ve genişçe gülümsedi. “Safir, sen geç üstünü giyin. Ben de sana ilham vereceğini düşündüğüm müzikleri açayım.”

Kalkıp sahneye doğru yürüdüm. Hazer Han kalktığım koltuğa oturduğunda bile gözlerini benden çekmedi. Sahnenin arkasındaki kabine girdim ve geçen sefer lazım olur düşüncesiyle burada bıraktığım taytla tişörtü aldım. Derhal eteğimi, çorabımı ve bluzumu çıkararak taytla tişörtü giyindikten sonra saçlarımı bileğimdeki lastikle bağladım. Burası küçük bir kabindi ve ayna olmadığı için nasıl göründüğümü bilemiyordum. Ellerimi yanaklarıma bastırarak sıcaklığı hissederken, “Lütfen bana öyle bakmasın,” diye çaresiz bir yakarış döküldü dudaklarımdan. “Düşünceme sadık kalmalıyım, aramıza mesafe eklemeliyim. Ama o bana böyle bakarken çok zor.”

Hazır olduğumda kabinden çıktım ve kırmızı perdelerin arkasından geçerek sahneye yürüdüm. Meliha Hanım’ın açtığı müziğin sesini duydum ama ben zaten bu müziği yıllar önce keşfetmiştim. Hatta sevdiğim, kendi başıma dans ederken açtığım bir müzikti. Meliha Hanım, elinde bir hulahopla bana doğru yürürken, kaşlarım hayretle havaya kalktı ama vücudum çoktan dansa karışmıştı bile.

“Vücudunu daha da esnetmene yardımcı olması için bununla biraz çalışalım.” Meliha Hanım elindeki geniş halkayı bana doğru attığında hulahop havada süzülerek yere düştü. “Hem işi senin için biraz eğlenceli hale getirmiş oluruz, eminim ki sıkılıyorsundur her gün aynı şekilde dans etmekten.”

İnsan, kendisini tamamlayan şeylerden nasıl sıkılırdı ki? Ne altı yaşımdayken sıkılmıştım ne de şimdi sıkılıyordum. Kollarımı iki yana indirdim ve heyecanla yerdeki hulahopu aldım. Hazer Han’ın dikkatli bakışlarının yüzümde derin izler bıraktığından asla şüphe duymayarak doğruldum ve hulahopu kafamdan aşağıya geçirerek yere düşmesini sağladım. Bir an kendimi kaybederek, ne yaptığımı farkında olmaksızın kıkırdadım. “Çok eğlenceli.”

Onlara bakmadan yere düşen holahopu aldım. Bu sefer açık pembe renkli halkayı başımdan aşağıya geçirerek belimin hizasında tuttum. Halkayı belimde ve kalçamda tutarak döndürmeyi diledim. Hulahopu serbest bırakırken belimi de aynı hızda kıvırarak halkanın hızına yetişmeye çalıştım. Vücudum, belim oldukça esnek ve harekete hazır olduğu için kıvrılıyor, halkanın hızına yetişerek onun düşmesine mâni oluyordu. Kalçam da tıpkı belim gibi hızlı şekilde kıvrılarak halkaya yetiştiğinde, hızımı hiç düşürmeden yumuşak hareketlerle hulahopu çevirdim. Meliha Hanım’ın alkış tuttuğunu işitirken, kalçamı belimle beraber son bir defa daha döndürdüm ve geniş halkanın kalçama çarparak belimden aşağıya düşmesine izin verdim. Halka yerle buluştuğunda kafamı kaldırdım ve telaşlı soluklarım esnasında onun gözlerine kanatlanıp uçtum. Alt dudağını ısırmış, gözlerindeki takdirle bana bakıyordu. “Yaptım! Gördün değil mi Hazer?”

Gülümsedi. “Yaptın, balerinim.”

“Hazer mi? Balerinim mi?”

Meliha Hanım’ın sesini duyduğumuzda bakışlarımızı birbirinden kaçırdık ve ben telaş içinde dansıma başlarken, Hazer yanındaki cam şişeye uzandı. Bakış açımda olduğu için görebiliyordum. Şişenin kapağını açıp ağzına dayadığında ve kana kana içmeye başladığında, yanağımın içini ısırarak gözlerimi yumdum. O şişeden ben içmiştim ama şimdi kendisi de içebiliyordu? Ah, şimdi düşünüyordum da o şişe onunsa zaten onun içtiği şişeden ilk içen bendim ve... Çok garip, bu durumdan hiçbir rahatsızlık hissetmiyordum.

Bir daha ona doğru bakmadım. Küçükken bazı anlar kalbim yükseklerde attığında kalp krizi geçirdiğimi ve bu yüzden öleceğimi sanırdım. Ne gariptir ki Hazer’e baktığım kimi zaman da böyle oluyordu. Sanki kalp krizi geçiriyordum ama öyle olmadığını da biliyordum.

Sahnede tüm koreografiyi defalarca kez tekrar etmiş, artık ezberimde olan dansımı yapmıştım. İyi dans ediyordum ama bu beni daha fazlası için durdurmamalıydı. Uzun saatler sahnede kalmış, bir an bile bıkkınlık hissetmeden dans etmiştim. Kendimi kanat takmış, uçuyor gibi hissediyordum.

Dersin son dakikalarına girdiğimizde gözüm tamamen tesadüfi bir şekilde Hazer’e çarptı ve onun telefon ekranına bakarak koltuktan kalktığını gördüm. Sahneden uzaklaşarak telefonu açtı. Kulağına götürdüğünde gözlerim hafifçe kısıldı. Parmak uçlarımda yükselmeye devam ederken, sağ ayağımı diğer bacağımın üzerine yasladım vücudumu döndürürken, kulağımı müziğe vermeye çalıştım. Dansla arama Hazer’i aldığımda, dengem bozuluyordu.

“Dikkatin dağıldı,” dedi Meliha Hanım, sahnenin önünden. O bunu dediğinde vücudumu serbest bıraktım. “Neyse, zaten bitmişti. Birkaç dakika erken bitirmenin zararı olmaz.” Meliha Hanım seyirci koltuklarına kadar yürüdü ve elinde küçük bir havluyla dönerek bana doğru uzattı. “Terini sil.”

Havluyu elinden alarak sahnenin ucuna kadar yürüdüm. Birkaç basamağı yorgunca inerek havluyu terli boynuma bastırdım. Kırpıştırıp durduğum kirpiklerimin altından kaçamak şekilde Hazer’e bakıyordum. Telefonu kapattı ve cebine yerleştirerek bir süre, sırtı bize dönük halde durdu.

Havluyu enseme doğru kaydırırken, “Hazer’in işleri hep çok yoğun olur,” dedi Meliha Hanım, garip bir ses tonuyla. “Bazen seni izlemek için böyle vakit ayırmasına bile şaşırıyorum. Demiştim ya sana, diğer dansçıları izlememişti.”

Beni izlemeyi... seviyor.

Onun ruhumda bir araya getirdiğini kim dağıtabilirdi ki? Yutkunuşum kıymık gibi ses tellerime dek batarken, “Beni izlemek istiyor,” dedim usulca. “Beni izlemeyi istediğine göre işlerini buna göre programlamıştır bence.”

“Öyle,” dedi Meliha Hanım, eğilip koltuktaki havlusunu aldı. “Yarın görüşürüz, güzelce dinlen. Hoşça kal.”

O salondan çıktığında arkasından bir müddet baktım ve havluyla terimi kurulamaya devam ederken, Hazer’in seri şekilde buraya yürüdüğünü gördüm. Bir eli ensesindeydi ve parmaklarının biraz sonra dağıtmak için saçlarına gireceğine emindim. Yanıma gelirken kafasını kaldırdı. Meliha Hanım’ın gitmiş olduğunu fark ederek bana bakakaldı. Havluyu göğüslerimin arasına bastırarak ağır soluklar alırken, “Bir işim çıktı,” dedi Hazer, aramızdaki mesafe tamamen eridiğinde. Şimdi tam yüz yüze bakarken, kim mesafeden söz edebilirdi ki? Ama ya o gözlerinin ardı? Ya gözlerimin ardı? Başını yavaşça sol tarafına doğru yatırdı. “Ama seni bırakırım sahafa, bırakayım mı? Yolumun üstü hem.”

Mesafe.

Bu düşünce, bir mengeneye sıkışmış gibi zihnimin içine sıkıştı ve diğer tüm düşüncelerimi ayakları altında ezdi. “Bırakma,” dedim fısıltıyla. “Hem... Sahaf yolunun üzerinde değil.”

“Doğru, sahaf yolumun üzerinde değil ama... belki ben oradan gitmek istiyorum. Sana ne?”

“Oradan gitmek istiyorsan git tabii...” Bakışlarımı çektim. “Ama ben gelmeyeceğim.”

Sesimdeki kararlılığa çarptığında, Hazer Han’ın yüzündeki ifade kayboldu ve yerini huzursuz bir asabiyete bıraktı. “Keşke gelseydin,” dedi ve ensesini kaşıyarak gözlerini etrafta bir tur döndürdü. Sonra yine bana çevirdi. “O zaman ben gideyim mi?”

Omuzlarımı düşürdüm. “Git.”

Dudağının sol tarafı hayal kırıklığıyla hafifçe kıvrıldı. “Ne kadar kolay git diyebiliyorsun...”

Hazer’in dudakları tek bir çizgi halini aldı ve eğilip koltuğa bıraktığını yeni gördüğüm kravatı elinin içine aldı. Doğrularak kravatı elinin etrafına sararken bana hiç bakmadan, “Hoşça kal,” dedi ve ilk kez benimle göz teması kurmadan veda etti. “Sonra... Görüşürüz o zaman.”

“Hazer?”

Beklemediğim kadar hızlı bir şekilde kafasını kaldırdı. “Evet?”

“Gözlerime bakmadan bana hoşça kal deme.”

Ağzı aralık kaldı ve ruhumun çıkarttığı ateşi, eliyle kapatmayı istiyormuş gibi bana doğru bir adım attı. Çenesinin altında kaldım. Başımın üzerinde derin bir nefes alırken, “Neden?” dedi esrarengiz bir sesle. “Gözlerine bakmadan desem... Hoş kalamaz mısın?”

Gözlerimi kapattım, çünkü başım dönüyordu. Kendi vücuduma sarılarak titrerken, sessizliğime rıza göstermeden, “Aç gözlerini,” diye fısıldadı alçak sesle. Tekrarlamasına gerek kalmadan gözlerimi açtım. Gri gömleğini izleyerek yukarı çıktım. Gözlerimin en içine bakarken dudaklarını araladı ve acımasız derecede güzel bir sesle, “Hoşça kal,” dedi, tıpkı söylediğim gibi.

O öyle değince... Hoş kaldım sanki.

“Sen de.”

🌙

Gönderen: Sadece Hazer :)

Sahaftan çıkmış, eve gelmiş olman gerekmiyor muydu?

Gönderilen: Sadece Hazer :)

Evet, normalde az önce kapıdan girmiş olmam gerekiyordu

ama mesaiye kaldığım için geciktim.

Yanağımı kaşıyarak attığım mesaja baktım ve sebepsizce utanarak yüzümü kırıştırdım. Hazer’in bana verdiği atkı çeneme sürtündü ve ikimizin karışmış kokusunu solumak hoşuma gitti.

Gönderen: Sadece Hazer :)

Niye gelip seni alasım var?

Gülümseyip kaldırıma çıktım. Sahaf Hazer’in evine yakındı, yürüme mesafesiyle on beş dakika kadardı. O yolu gece karanlığında yürüyerek Han’ın evinin sokağına girdiğimde kalp atışlarımı kulaklarımda hissetmeye başladım. Kafamı kaldırıp rüzgârı yüzümde hissettim. İliklerime kadar üşüdüğümde, hücrelerime derinden işleyen yaşamı fark ettim. Kendi şeklini alarak yan yana gelen bulutların kasvetini, ay ışığının yansıması kırmıştı. Alçaklarda süzülen bir yıldıza elimi uzattım ve dokunup ışığını paylaştığımı düşünerek daha iyi hissettim.

Caddenin sonuna yürürken ellerimi cebimden çıkardım ve saçlarımı düzelttim. Atkının içinde kalan saçlarımı çıkarıp saçıma yaydım. Zayıf perçemleri alarak kulaklarımın arkasına ittim. Evet, düzgün görünüyor olmalıydım.

Bahçenin büyük, demir kapısı ben gireceğim için kilitlenmemişti. Açıp içeriye girerken, arabanın garajda olduğunu gördüm. Kerem yerde bir kediyi seviyordu, kapının gıcırtısını duyarak bana döndü ve doğrulurken gülümsemeyi ihmal etmedi.

“Hoş geldiniz Safir Hanım, vallahi sokağa girdiğinizi etrafa dağılan ışıktan anladım.”

“Bunları git de Leyla’ya söyle,” dedim yumuşak bir sesle. “Bana böyle şeyler deme.”

“Leyla’ya bunları söylemek için biraz vaktimiz olduğunu düşünüyorum,” dedi düşünceli bir sesle. “Haftaya söylerim ama.”

İlahi Kerem. “Anahtar varsa kapıyı açabilir misin?”

Ceketinin cebinden anahtarı çıkarıp sokak kapısını açtığında içeriye girdim ve kapıyı arkamdan kapattım. Holün ışığı yanıyordu. Geleceğimi bildiğinden mi açık bırakmıştı? Dudaklarımın gülümsemeye meylettiğini fark ederken atkıya uzandım ve çözerek iki yandan göğüslerimin aşağısına doğru bıraktım. Montumu çıkarmayacaktım.

Çünkü... gidecektim.

Bu gece burada kalmayacaktım.

Holü yürüdüm ve holün sonunda salona vardığımda, kafamı çevirip içeriye baktım. Hazer’i ilk an görmedim, çünkü salondaki abajur ışığı zayıftı. Fakat televizyon açıktı. Hazer tam da televizyonun karşısındaki koltukta uzanmış, kaşlarını çatmış halde haber kuşağını izliyordu. Ceketini çıkarmıştı ama gömleğiyle kumaş pantolonu hâlâ üzerindeydi. Başının altına koltuk yastıklarından birini almıştı ve elinde telefonu vardı.

Ayaklarımı sürüyerek içeriye doğru bir adım attığımda, Hazer’in önce kaşları çatıldı ve hemen sonrasında gözleri beni buldu. Karnıma onun bakışlarıyla eş zamanlı olarak bir ağrı saplandı ve hiç bilmediğim yerlerimde derin yırtıklar açıldı. Karşısında durup yalnızca bakışlarıyla bana türlü türlü eziyetler yapmasını izlerken, titreyen elimi kaldırarak ona, “Merhaba,” dedim. “Nasılsın?”

Yüzünde televizyondan ve abajurdan yansıyan zayıf gölgeler vardı. Başını yastıktan kaldırırken aramızdaki havanın titreştiğine neredeyse yemin edebilirdim. Gömleğinin birkaç düğmesi açıktı. “Merhaba,” dedi benimki kadar alçak bir sesle. “Ben de... Sen mesaj atarsın diye bekliyordum.”

Ah, mesajına yanıt vermemiştim. Yanaklarıma yayılan pembeliği hissederken, ellerimi önümde kavuşturdum. “Geliyordum zaten, o yüzden gel al demedim.”

Kafasını sallarken doğruldu. Ellerini kucağına koyarken, bakışları yüzümden aşağıya kaydı. Vücudumu göz ucuyla süzdüğünde, derimde bir kıvılcım süzüldü ve derimin ruhuma olan dikişlerini yakıp beni iki parçaya böldü adeta.

“Montunu neden çıkarmadın?” diye sordu, gürültülü kalp atışlarım esnasında. “Hava çok soğuk, içerisi de sıcak. Ani hava değişimi üşütür, çıkar montu...”

“Ben gidiyorum.”

Sesim kulaklarıma ulaştığı aynı zamanda Hazer’in de kulaklarına ulaştı ve üstüne basarak söylediğim kelimeler etrafta çınladı. Hazer yutkundu ve çenesini dikleştirerek dudaklarını araladı. “İşin mi var? Varsa götüreyim ben?”

“Hayır,” dedim ve beni zamanda eskiye, yaralarımı sardığım o günlere götüren amber gözlerine çaresizce baktım. ”Sabah bahsettiğim gibi evi tuttum ve bu geceyi orada geçireceğim.”

Uzun bir sessizlik yaşandı. Başını önüne eğerken çenesini sıktığını gördüm. Dudakları tek bir çizgi halini almıştı. Evim olduğu için mutluydum ama içimde garip, adı olmayan bir huzursuzluk yüzüyordu. Ben de tıpkı onun gibi sessizliğimi koruyarak parmaklarımla oynarken, “Gitme,” dedi. Her nedense bunu söylemesini beklediğim için şaşırmamıştım.

“Gitme... Bunu sana burs veren o adam olarak söylemiyorum Safir. Gitme.”

O zaman kim olarak söylüyordu?

Başımı önüme eğerek, “Gitmeliyim,” dedim kısıkça. “Bu böyle devam edemez. No.”

“Sana no!” Homurdandı. “No diyor ya! Yes diyorum ben de, kal hadi.”

Kaşlarımı kaldırarak suratına baktığımda, gözlerinin sıcaklığı altında gümüşten olsam yine eriyeceğimi anladım ve hemen eğdim gözlerimi önüme. “Hayır.”

“Hem sen nasıl bir günde o evi toparladın ki?” Sesi daha asabiydi ama ifadesizliğine zeval getirmemişti. “En az bir hafta lazım o evin yaşanılabilir olması için.”

“Zamanla toparlarım. Yaşarken güzelleştiririm orayı...” Tanrım, güzelleştirebilir miydim? “... beni bırakır mısın?”

Aramızdaki havanın ağırlığı göğsümü eziyordu. Nefesimi tutup ondan cevap beklediğim birkaç dakikadan sonra, “Giderken mum alalım,” dedi ve yavaşça koltuktan doğruldu. “Elektrik yok ya, mumları yakarsın, olur mu?”

“Olur.”

Başımı kaldırdığımda onu daha yakınımda, gözlerimin içine bakarken buldum. Tekrarlayan cümlelerimize tebessüm ettim. Han elini ensesine atmış kaşırken, dudağının kenarını hafifçe kıvırdı ama bu bir gülümsemenin kırıntıları bile değildi. Bana doğru bir adım daha atarken, “Yanakların böyle kızarıkken,” dedi ve alt dudağını ısırarak sustu. Devam etmesini bekledim ama etmedi. Kirpiklerimi kırpıştırdım. “Evet?”

Gözleri ateşten olanı bile eritirdi.

“Avuçlarımı,” dedi yukarıdan beni izlerken. “Avuçlarımı götürmek istiyorum yanaklarına.”

O kadar kızardım ve afalladım ki, ona şaşkın şaşkın baktığımda Hazer bir kabahat işlemiş gibi başını önüne eğerek “Affedersin,” diyerek kısıkça mırıldandı. Ağzımı açamadım, bir şey diyemedim ama yanaklarım o kadar sızlamıştı ki, avuçlarını alıp yanaklarıma bastırmaktan korktum.

Geriye doğru bir adım attığım anda, kulaklarımdaki uğultu azalmış ve izlediği kanaldaki haberin sesini duymuştum. Haberde küçük bir kızdan bahsediliyordu. Gözlerimi refleksle televizyon ekranına çevirdiğimde, spikerin donuk sesini daha net duyar oldum. Ekranda adı geçen kız çocuğunun yanında kadraja bakan bir adamın fotoğrafı vardı. Spiker kızın adam tarafından tacize uğradığını anlatıyordu. Bir an bacaklarımın beni tutmadığını hissederek geriye doğru sendelediğimde, gözlerimin önünde siyah benekler oluştu ve yüzüm işkence içinde kırıştı. Kusmuğumun tadını neredeyse alacaktım, midem bulanıyordu. O adam küçük kıza...

Öğürdüm ve midemdeki baskının soluk boruma dayandığını hissettiğimde kararan gözlerle merdivenlere koşmaya başladım. Hazer’in kalakaldığını fark ettim ama umursayamadım. Merdivenleri tırmanarak üst kata çıktım ve saniyeler içinde kendimi banyoya atıp klozetin önüne eğildim.

Midemdeki her şeyi çıkarmaya başladım.

Acılarım, yaşanmışlıklarım beni o kadar zamansızca yakalamıştı ki, saniyeler içinde kendimi diktiğim yerlerden parçalanmış halde bulmuştum. Kulaklarımda spikerin sesiyle beraber o alçağın sus diyen aldatıcı sesi vardı. Bağırma, sus! Küçüğüm, küçüğüm... Küçük Safir. Ellerimi soğuk fayanslara yaslayarak kafamı biraz daha eğdim ve düşündükçe midemde oluşan zehri kustum. Duyuyordum, kendi içimdeki çığlığı duyuyordum. Kulaklarıma eziyet ediyordu bu çığlık. Bir el şimdi ağzımın üzerinde, çığlık atmamam için beni tutuyordu. Çığlık atmaya başlarsan susamayız, diyordu Mila. Sus. Konuşamayız. Tanrım, daha ne kadar sürecek? Öğürdüm, hıçkırdım ve ne kadar dikersem dikeyim bazı yaraların asla kapanmayacağını anladım.

Kötülük şeytanın ibadetiydi, onu neden insanlar yapıyordu?

Orada durdu, tam karşımda. Elini uzattı, ben gülümsüyordum. Cinayetimi gülümseyerek izledim. Ruhumu kanlı, günahkâr ellerle öldürdü. O bir katildi ama cinayetini sessiz sedasız işlemişti. İyi de bir canavardı, cebinden benim için şekerler çıkarırdı ve o şekerler benim sus payımdı.

Sus.

Artık susamıyorum.

Kusmuğum gözyaşlarımla karışmıştı. Kollarımı kendime sardım ve sarsılan omuzlarımı sakinleştirmeye çalıştım. Bir anda gözümün önünde canlananlar maalesef ki beni bitirmişti. Saçlarımı geriye çektim ve yanaklarımı silerken bir şeyleri yeni idrak ediyormuş gibi kafamı çevirip etrafıma baktım. Banyodaydım.

Dahası... Han beni izliyordu.

Göz göze gelmek ruhumu sıkıştığı o yerde serbest bıraktı. Ruhum bedenimin içinde alçalırken, titreyen çenemi saklamak için yüzümü kucağıma gömdüm. Banyonun kapısında duruyordu. Yüzünde o kadar fazla duygu karışımı vardı ki neler hissettiğini anlayamıyordum. Şaşırmıştı besbelli. Dudakları aralık kalmıştı ve gözlerinde dehşet sirayet ediyordu.

“Sen...” Hazer bana doğru bir adım daha attığında, ellerimi yere yaslamış kalkmaya çalışıyordum. “Sen bir anda koşunca kalakaldım, hemen gelemedim arkandan. Hemen gelmeliydim aslında... Öğürüyordun, duydum. Ne oldu sana öyle?”

Hızla klozetin önüne yürüyerek sifonu çektim ve kenarda duran paspası alarak dizlerimin üzerinde, yeri silmeye başladım. Cevap veremedim, yalan söylemek istemiyordum. “Safir,” dedi, garip bir sesle. “Bırak şunu!”

“Bağışla lütfen, etrafı pislettim.”

Paspası alıp lavaboda yıkarken başımı hiç kaldırmadım. Ağzımı çalkalamam gerekiyordu. Paspası kenara bıraktıktan sonra ellerimi sabunla birkaç kez yıkadım. Hazer bu süre boyunca sessizdi.  

Ağzımı çalkalayıp doğruldum. Askıdaki yumuşak havluyla elimi yüzümü sildim. Havluyu kenara bıraktım. Yürüyebileceğime emin olana dek bekledikten bir süre sonra banyodan çıktım. Ona hiç bakmadan kapıdan çıkıp gittiğimde, “Niye kaçıyorsun?” diye sordu arkamdan, fısıltıyla. Gölgesini önümde görebiliyordum. “Ben sana bir şey yapmam. Gerçekten Safir...”

Karanlık koridorda çok durmadan kaldığım odaya girdim. Yavaşça eşyalarımı toplamaya başladım. Gazel’in bana verdiği elbiseleri torbaların içine koydum ve birkaç kıyafetimi de alarak çantada kalan boş yerlere yerleştirdim. Çantamı koltuğun üzerinden alırken içini kontrol ettim ama eksik bir şey göremedim.

Atkım hâlâ kayıptı.

Çantamı sırtıma taktım, poşetleri de elime alıp koridora çıktım. Kafamı çevirip Hazer Han’a bakamıyordum ama hâlâ onun bıraktığım yerde durduğunu hissediyordum. Onu birkaç dakika içinde düşürdüğüm dehşete bir sebep arıyor olmalıydı.

Poşetleri kucağıma bastırıp merdivenleri inerken gözlerimi kapattım. Dudaklarımın arasında hâlâ açık olan televizyonun seslerini bastıran bir şarkı mırıldanmaya başladım. Hızla salonu yürüdüm. Ne televizyon ekranını görmek ne de haberin sesini duymak istiyordum. Kapıyı açtığım gibi dışarı çıktım. Burnumu çekerek bir elimle yanağımı silerken, Kerem’in kafasını bana doğru çevirdiğini gördüm, gülümsemesi kısa sürede yerini derin bir şaşkınlığa bıraktı.

“Safir Hanım... Gidiyor musunuz? Ağlamış da görünüyorsunuz, iyi misiniz?”

İyi değilim ve bunun şu anla bir ilgisi yok. İyi değilim, bu yıllardır böyle.

“Anahtar sendeyse araba kapılarını açar mısın, bunları bırakayım.”

“Tabii,” derken sesi üzgün çıkmıştı.

Arabayı garajdan çıkarıp kapının önüne getirdikten sonra inerek arka kapıları açtı. Bahçenin kapısından çıktım. Eşyalarımı arka koltuğa bırakırken. Kerem’in omzumun üzerinden geriye baktığını gördüm. Sanırım Hazer de çıkmıştı. Kapıyı kapatarak vücudumun bir kısmıyla arabaya yaslandım ve montumun içinde kalan bluzumun kollarını çıkararak uçlarıyla gözyaşlarımı silmeye çalıştım. Birkaç şey konuşulduktan sonra Hazer’in buraya doğru yürüdüğünü göz ucuyla gördüm. Bahçe kapısından çıkıp önüme varana kadar yürüdükten sonra tam karşımda durup başını hafifçe bana doğru eğdi. “Burnunun ucu kıpkırmızı olmuş.”

“İnsanlar ağlayınca yüzlerinin büyük kısmı kızarır Hazer.”

Saçlarım yoğun rüzgârla beraber etrafa dağılırken kafamı kaldırıp ona baktım. Onu ilgiyle dağılan saçlarımı izlerken buldum. Çehresinde az önce yaşanılanlardan tek bir emare yoktu ama gözlerinin arkasında ele avuca sığmayacak bir kuşku vardı.

“Ee, artık kızardığında sana ne yapmayı istediğimi biliyorsun,” dedi.. Başını sol tarafa eğerek gözlerini kaçırdı. Başımı önüme eğdim. “Deme öyle şeyler, lütfen.”

“Üşüdün, arabaya geç.”

Arka koltukta oturmam için yer vardı ancak her nedense ön koltuğun kapısını açıp koltuğa yerleştim. Kapıyı yavaşça örterek koltukta bacaklarımı birbirine yasladım ve ellerimle oynamaya başladım. Hazer vakit kaybetmeden kaputun etrafından dolanıp kapıyı açtı ve şoför koltuğuna yerleşip tek kelime etmeden arabayı sakince çalıştırdı.

Sokaklar henüz ışıltılıydı ama birkaç saat içinde her kötülüğü maskeleyecek bir karanlığa kavuşacaktı. Belki de korktuğumu bildiğinden arabanın tavan lambasını yakmıştı ama buna rağmen içerisi yeterince aydınlık değildi. Kenarından kıyısından geçtiğimiz sokakların gürültüsü ve ışıltısı da arabanın içini doldururken, onu açıkça izlediğimi fark ederek önüme döndüm.

Ev Hazer’in evine oldukça yakın olduğu için yolculuk tez zamanda bitmişti. Sadece yol esnasında bir marketin önünde durmuştuk ve her ne kadar kendim alabileceğimi söylesem de Hazer bildiğini okuyarak benim için birkaç mum almıştı. Kucağımda mumların olduğu torbayla beraber geçen birkaç dakikanın ardından araba sokağın sonunda yavaşladı ve ağırca durdu. Sık sık akan burnumu yavaşça çekerek saçlarımı kulağımın arkasına ittim ve dönüp çekingen bir şekilde Han’a baktım. Ellerini direksiyondan çekerek kucağına koymuş, yoğun kirpiklerinin altından eve bakıyordu. Ona baktığımı fark ederek buna devam etti ve birkaç saniye sonra bana dönerek normal hızındaki kalbimin atışlarını hızlandırdı.

“Ben de seninle ineyim,” dedi kısık bir sesle. “Eve girdiğini göreyim.”

“Seni yeterince meşgul ettim aslında, daha fazlasına gerek yok. Bence durma, eve git.”

Yüzünü önüne eğdi ama kaşlarını çattığını görebilmiştim. Parmaklarına baktım, telaşlı şekilde onlarla oynuyordu ve tırnağının yanında biten etleri çekiştiriyordu. “Anlıyorum,” dedi bir zaman sonra. “Sen... Uzaklaşmak istiyorsun işte benden.”

O böyle dediğinde kelimeleriyle bölündüm sanki. Yüzümü cesaretsizce önüme düşürdüm ve hiçbir şey demeden kapıyı açtım. Ayaklarımı yere basarak doğrulduğumda ona bakamadan kapıyı yavaşça kapattım ve arka koltukta bulunan eşyalarımı almak için hareketlendim. Fakat aynı zamanda Hazer de şoför koltuğundan inmiş, arka koltuğun kapısını açmış ve sessizliğe sadık kalarak çantaları almıştı.. Ben de bana kalan tek çantayı kucağıma alarak kapıyı örttüm ve karşıya geçerek evin bahçesinden içeriye girdim. Anahtarı kilide yerleştirip birkaç kez çevirdim. Tok bir tık sesinin ardından giriş kapısı aralandığında anlık sevinçle gülümsedim.

Benim evim.

Hazer eğildi ve elimdeki torbaları açtığım kapının içine bırakarak doğruldu. Ardından yüzlerimizi birbirine döndürdük. Benim yüzüm onun çenesinin aşağısında kalıyordu ve beni görebilmek için başını önüne eğmişti. Kaşe kabanının üzerinde yün bir atkı vardı ve çenesi atkının içinde kalmıştı. Kış bereketli geçerse yazın sıcağı yakıcı olur derlerdi. Benim hayatımın kışı bereketli, felaketli geçmişti ve sanki yazı onun gözlerinde, yakıcı halde görüyordum. “Gracias,” dedim, bunu bir borç bilerek. “Getirdiğin için çok minnettarım. Ben gireyim, sen de eve girdiğimi görünce git artık olur mu?”

Hazer cümlelerimin ardından yüzüme bakmaya devam etti. “Bir şey diyeceğim.”

Kendi içinde çelişkileri varmış gibi karmaşık bir ifade vardı yüzünde. “Sen... boynundaki atkıyı bana versen, ben de sana bunu versem olur mu? Olsun bence.”

Dudaklarım aralıklı kaldı ve yanıtsız kalışımla eli ensesine gitti. Bakışlarını kaçırıyordu ki, nefesimi verdim ve bunu neden istediğini sormadan boynundaki atkının ucundan tuttum. Parmaklarım yün atkının ilmeklerinden geçerken, Hazer’in bakışları elimin üzerinde dondu ve bozulmuş, zamanda ileriye gidemeyen bir saat gibi kalakaldı. Evet, atkıları değiştirebilirdik. Hazer, bekleyişin ardından benim gibi uzandı ve boynumdaki atkının ucundan yakalayıp atkıyı kendine doğru çekmeye başladı. İkimiz de sessizce birbirimizin boynundaki atkıyı alırken dudaklarımız bastırılamayan bir tebessümle kıvrıldı. Bizi gören biri neden gülümsediğimizi sorsa eminim ikimiz de cevap veremezdik. Atkıları boyunlarımızdan tamamen çektikten sonra birbirimizden bir adım kadar uzaklaştık. Elimde sıcak, yünlü atkıyla beraber eşikten içeriye girdim. Az önce boynumda duran atkı şimdi onun elinde uçuşurken, kapıyı gözlerinin içine bakarak kapatmaya başladım. “Buenas noches Hazer.”

Han yutkunarak kafasını salladı. “Sana da buen nac...” Duraksadığında yanakları hafifçe kızardı. “Sana da ondan işte.”

Kelimeleri söyleyememesine tebessüm ederek yanağımı kapıya yasladım ve “İyi geceler,” dedim. Gördüğüm son şey, yün atkıyı avucunun içinde sımsıkı sarışı olurken kapıyı kapattım. “İyi geceler Süper Kahraman.”

“Yaa,” dediğini duydum kapının arkasından. “Süper Kahraman mı?”

Birbirimizi artık göremez olduğumuzda, sesinin ahenkli yankısı bir süre içimde çınladı ve hüzün bir mevsim gibi ruhuma dökülürken, boğazım su diye yakardı. Tanrım, sen daha doğrusunu bilirsin ama ben bu gecenin dün geceden daha karanlık ve yalnız olduğunu hisseden kalbime şimdi nasıl aksini söyleyeyim? Çünkü öyle, her nedense bu gece dün geceden daha karanlık ve yalnız bir gece.

BÖLÜM SONU.