2. BÖLÜM
“Bir Avuç Şekerleme”
Adı Hazer Han’mış.
Elimden akıp giden ve lavaboyu tıkayan su birikintisine düşünceli gözlerle bakarken, parmaklarımı daha sert ovuşturdum. O dokunuşu tenimden uzaklaştırmak konusunda kendimi mecbur hissediyordum. Sanki o dokunuştan mutlaka kurtulmalıydım. Bu yüzden el sıkışmamız bittiğinde ellerimi yıkamak istemiştim.
Ellerimin içindeki dokunuştan kurtulduğuma inandığımda, parmaklarımı musluğun altından uzaklaştırarak ellerimi kâğıt havluluyla duruladım. Islaklığı kurulayarak büzüştürdüğüm havlu kâğıtlarını metal çöp kutusuna attıktan sonra aynaya göz gezdirdim. Göz altlarım, tenimden dışlanmış gibi morarık ve çillerim ay ışığı gibi parlaktı. Burun kıvırarak eteğimin uçlarını çekiştirdim ve lavabodan ayrıldım.
Birkaç dakika süren sessiz yolculuktan sonra tekrar hazırlanma odasına girdim. Ben girer girmez dokuz kızın da gözleri üstüme yığıldı. Kimisi suçlayıcı, kimisi buruk, kimisi hayal kırıklığıyla bakıyordu. Kapıyı yavaşça örterek onlara aldırmamaya çalıştım ve dolabıma yürüdüm.
“Söylesene nasıl kazandın?” Bu, o kızdı. Acımasızca devam eti. “Bu mümkün değil. Senin kazanmış olman çok saçma! Becerinin bile olmadığına eminim...”
Dolabımın kapağını gürültüyle açtığımda tok bir ses etrafa çınladı. Bu, kızın bir an irkilmesine sebep olmuştu. “Senden daha iyi dans ettiğimi hazmetmek için zamana ihtiyacın var,” dedim sakince.
Kız, ayaklarındaki ayakkabıları çıkarıp odanın belirsiz bir yerine fırlattı. Benim öyle pointlerim olsa giymeye bile kıyamazdım ama işte, insanlar yokluğunu çekmeden varlığın kıymetini bilemiyordu. “Biz de bunu yedik zaten,” dedi öfkeli sesiyle. “Ne yeteneğinden bahsediyorsun? Yırtık pointerinle doğru dürüst adım atmak bile zor. Kesin bir iş var bu seçimde. Şikâyet edeceğim.”
Yırtık pointler... Bir anda tüm kızların gözleri bacaklarım boyunca inerek ayaklarıma düştüğünde pointin yırtığını diğer ayağımla örtmemek için mücadele ederken, “Benim yırtık pointlerle yaptığımı siz sağlam pointlerinizle yapamadınız,” dedim yavaşça. “Bu daha üzücü olmalı. Bunu da hazmetmen için zaman lazım!”
Dişlerini göstererek hırladı. “Çirkin çilli.”
Bir kız sessizce mırıldandı. “Çilleri sevimli aslın...”
Kız bakışlarını ona doğrultarak adeta susmasını emrettiğinde diğeri aceleyle arkasını döndü ve dolabıyla ilgilenmeye başladı. Tekrar dolabıma dönerek kıyafetlerimi kucağıma aldım ve boş kabinlerden birine ilerledim. Sevincimi bastırmalarına, hevesimi kursağımda bırakmalarına müsaade etmeyecektim. Kırılgan olduğum aşikârdı ama bunu benden başkası bilemezdi. Çabucak üstümdeki kıyafetleri sıyırdım, bale kıyafetlerimi özenle katlayıp pointlerimi çantanın içine kaldırdım.
Gazel’den ödünç aldığım kıyafetleri iç çamaşırımın üstüne giyindim. Spor ayakkabıları çoraplarımın üstüne geçirdikten sonra tüm kıyafetlerimi çantama yerleştirdim.
Kabinden çıktığımda birkaç kızın kazanamadığı için ağladığını gördüm. Onlar için gerçekten üzülmüştüm ama yapabileceğim bir şey yoktu. Şu diğer kız kabinden çıktığımı fark ettiğinde omzunun üstünden bana döndü. “Seçmeyi kazanmış olabilirsin,” dedi hoşgörüsüz bir sesle. “Fakat bu sadece başlangıç yetimhane gülü. Müzikali kazanabileceğini mi düşünüyorsun?”
“Evet?”
Kız ansızın bir kahkaha patlattı. “Bu gerçekten komikti,” dedi bir diğer kız, gözlerini abartıyla devirdi. “Sen aynada kendine bakıyor musun? Konuşmayayım, ezmeyeyim diyorum ama daha fazla sabredemeyeceğim. Işığın yok. Bir balerinin ihtiyacı olan ne varsa, sende yok.”
Işığım var.
Montumu alarak üzerime geçirirken, “Işığım var,” dedim, bu kadar inanarak söylediğim başka hiçbir cümlem daha olmamıştı. Gözlerimi montumdan kaldırarak onlara baktım. “Gözlerinizi aldığınızda anlayacaksınız.”
Az önce, çillerimin sevimli olduğunu söyleyen kız mahcubiyetle bana bakarken kapıya kadar yürüdüm ve kendimi dışarıya attım. Ağlamayı istiyordum ama bunun için kendimi biraz daha tutmalıydım. Koridor boyu yürürken birkaç insanın bana baktığını, arkamdan bir şeyler fısıldadığını duydum. Zaten az sonra ismim eğitmen tarafından seslenilmişti.
“Safir’ciğim, seni arıyordum ben de.”
Yüzümdeki burukluğu aceleyle toparlayarak omzumun üstünden arkama baktım. Eğitmen yüzüne yerleştirdiği tebessüm ve gözlerinde parlayan sevinçle bana yaklaştı. “Harika bir iş çıkardın,” dedi bir anne edasıyla. Anne mi? Bu kelimeyi en son ne zaman kullandığımı hatırlayamadım. “Hazer Han gibi seçici bir adam tereddüt dahi etmeden seni seçti, bir başka seçeneğe bile gerek görmedi. Dansınla onu büyülemiş olmalısın.”
Dediği gibi balemi sevmiş olmalıydı. “Benim adıma teşekkür edersiniz,” dedim ne diyeceğimi bilemeyerek. “Gerçekten, verecekleri bursa minnettarım.”
Gülümsemesinin miktarını artırarak konuştu. “Neden sen teşekkür etmiyorsun tatlım? Zaten hemen yanımızdan kaçtın. Biliyorsun, bu müzikal için sadece bir kişi seçilecekti ve o şansa sen eriştin. Bence bunun kıymetini bilmelisin.”
Bu beni çok heyecanlandırıyordu. “Bileceğim tabii ki,” dedim her kelimenin üstüne bastırarak. “O anki telaşımla hemen uzaklaştım yanınızdan, bir sorun olmadı değil mi?”
“Hayır,” dedi hemen. “Yalnızca kimlik bilgilerini tazelememiz gerekiyordu seninle, tabii bu bilgileri Hazer Han Bey’e de ulaştıracağız kayıt için?”
Korkuyla atladım. “Onlara güvenebilir miyiz? Yani bilgilerimi vereceğiz...”
Bu telaşımı bir an kavrayamadı, anlamak ister gibi daha dikkatli baktı. “Elbette güvenebiliriz Mila. Onlar son derece profesyonel ve güvenilir bir kuruluş.”
Ne kadar rahatlayabilirdim? Hiç. İnsanlara güvenim zerre yoktu ama söz konusu dansım olduğunda mecburi olarak dediklerini yapmalıydım. “Kimlik bilgilerimde herhangi bir değişiklik olmadı,” dedim sessizce.
Durdu. “Fakat bana bir adres vermemiştin. Sana aniden ulaşmamız gerekir belki, bunun için bize bir adre...”
“Adres yok,” dedim hızlıca, buna rağmen sesim küçük bir çocuğunki gibi çaresizdi. “Aramanız yeterli.”
Daha fazla soru sormasına izin vermeden arkamı döndüm. Şaşkınlığını fırsat bilerek koşar adımlarla uzaklaşmaya başladım. Ne anladığını bilmiyordum ama evsiz olduğumu söylemek için bu kadar cesaretim vardı. Bunu açıkça söyleyebilirdim. Tek sorun gözlerinde göreceğim ifadeydi. Acıma. Gözlerinde bunu görecektim ve görmemeyi yeğliyordum.
En alt kata indiğimde pencereden dışarıya bakındım, hava kararmıştı. Montumun fermuarını boynuma kadar çekiştirdikten sonra çantanın askılarını da sağlamlaştırdım ve başımı eğerek çıkışa yöneldim. Tarihi mekândan ayrıldıktan sonra dışarıda bir kalabalıkta karşılaştım ama fazla durmadan bahçeden ayrıldım ve konservatuvarın olduğu sokak boyunca indim. Bu sırada montumun cebine uzandım.
Cebimdeki falçatayı kontrol ettim.
Herhangi bir risk anında o falçatayı kullanacaktım. Etrafı kontrol ederek yürüdüğüm sokağın köşesini döndüm. Kestirmeden gittiğim için yollar biraz daha tenhaydı ama ne yazık ki camiye erken varmak için kestirmeyi kullanmak zorundaydım. Hiç dikkat çekmemeye çalışarak girdiğim sokağı da yürüdüm ve bir başka sokağa girdim. Burası da tenhaydı.
Ta ki bir arabanın görkemli farı sokağı aydınlatana dek.
Önümde yürüyen iki kız kol kola girerek hızlandığında tenim boyunca tırmanan ürpertiyi silkmeye çalıştım ve hızlandım. Tamam, bir sorun olmayabilirdi ama beni korkutmak için bu yeterliydi. Gürültülü motor sesi artık daha yakından hissedilir olduğunda, parmaklarımla tekrardan cebime uzandım ve falçatayı kavradım. Lütfen. Zarar vermesinler.
Arabanın sakin bir frenle durduğunu işittiğimde, hissettiğim paniğin artık elle tutulur kadar yoğun bir hal aldığını fark ettim. Bir anda elim ayağım uyuşmaya, dizlerim titremeye başlamıştı. Bu yüzden hiç tereddüt etmeden, metali parmaklarıma değen falçatayı kavradım ve yavaşça cebimden çıkardım. Tok sesler duyuldu, arabanın belki benimle alakası yoktu ama çok korkuyordum. Araba kapısı açıldı ve kapandı. Bu sırada hızlı yürüyor, etrafta bana yardımcı olacak birilerini arıyordum.
Arkamdan yükselen adım sesleri bir çeşit işkence gibi zihnimde uğulduyordu.
Ensemde bir nefes hissettim, sonra rüzgârın zemine sürtünerek meydana getirdiği sesi duydum. Falçatayı tutan parmaklarım titrerken, dirseğimde bir dokunuş hissettim ve o an bilinçsizce bağırdım. “Dokunma!”
Kendimi düşme tehlikesini umursamadan hızla ileriye attığımda, duvara çarparak tökezlemiştim ama bu beni yıldırmadı. Koşmak için atağa geçeceğim sırada, “Benim hatam,” dedi yabancı ses. Dirseğimdeki dokunuşu çekti ve aceleyle sürdürdü konuşmasını. “Lütfen sakin olun. Niyetimi yanlış anladınız. Patronum sizi tanıyor, yolda tek yürüdüğünüzü görünce bir ihtiyacınız olup olmadığını sormamı istedi.”
Hı?
Tökezlediğim adımlarımdan destek almaya çalışırken, kısa bir durum değerlendirmesi yapmaya çalıştım ama beynim şu an elverişsizdi. Adamla aramızda epey mesafe açarak gözlerimi onun üstüne düşürdüğümde, “Neden bahsediyorsunuz?” dedim titreyen dudaklarımla. “Benim hiçbir şeye ihtiyacım yok. Lütfen, uzaklaşır mısınız?”
Yirmili yaşlarının ortalarında gibi duran, kahverengi gözlü ve saçları üç numaraya vurulmuş bir gençti. Kemikli, ölçülü bir yüze sahipti ve tereddütle bana bakıyordu. Takım elbisesi jilet gibiydi, eli hâlâ aramızdaki boşlukta durmaya diretirken, “Sanırım çok yanlış anlaşıldım,” dedi mahcubiyetle. “Korkmayın lütfen. Tamam, bir şeye ihtiyacınız yoksa elbette giderim ama sokak çok tenha, dilerseniz sizi caddeye bırakabiliriz.”
Ayağımın üstüne basmakta güçlük çekerken, cümlelerinin korkumun yanında çok etkisiz olduğunu fark ettim. “Siz...”
Tok bir ses sokakta çınladığında, tutunma ihtiyacıyla birlikte yanımdaki duvardan destek aldım. Bakışlarım bir çeşit refleksle sesin geldiği yere ulaştığında şaşkınlık bilincimi mağlup etti. Ses, aracın arka koltuğunda oturan tanıdık bir simaya aitti. Camı indirerek başını dışarı uzatmıştı. Hazer Han. Ah, patron diye bahsettiği bu adam mıydı?
Genç çocuk patronuna bir bakış atarak tekrar bana döndüğünde, “Hazer Bey,” dedi sakin bir sesle, gözlerindeki iyi niyet miydi? “Kendisi sizden arabaya binmenizi rica etti. Şimdi gelmediğinizi görünce merak etti, fikrinizi değiştirmenizde bir etkisi olur mu?”
Genç son derece kibardı ama bunun bir maske olma ihtimali de vardı. “Teşekkür ederim,” dedim kısık, belirsiz bir sesle. “Çok düşüncelisiniz ama kendim gidebilirim. Patronunuza teşekkürlerimi iletin.”
“Siz teşekkür edin,” dedi ısrarcı davranarak, gülümsüyordu. “Peki, arabaya binmeyin ama hiç değilse selam verin. Aksi halde beni azarlayacaktır.”
Arabaya bakmadım ama Hazer Han adındaki genç adamın pürdikkat bizi incelediğini hissediyordum. “Pekâlâ,” dedim kabullenerek. “Teşekkürümü ileteceğim.”
Genç, daha geniş bir gülümsemeyle yüzünü aydınlattığında, hafifçe geri çekildi ve nazikçe, geçmem için bana yer açtı. Belki kaçıp gitmeliydim, sonuçta onları tanımıyordum. Hazer Han’a bakmaktan kaçınarak kafasını doğrulttuğu camın oraya yürüdüm ama ben daha o camın önüne ulaşmadan kafasını geriye kaçırıp camı kapattı.
Az sonra arabanın arka kapısı açıldı.
Beni arabanın içine davet ediyordu. Diğer adamın şoför koltuğuna yöneldiğini görürken, arabanın etrafını dolandım. Aralık kapının önüne geldiğimde hafifçe başımı içeriye doğru eğdim ve kül renkli gözlerimle koltuğun diğer ucunda oturan adama baktım. Doğrudan bana bakıyordu. Genzimi temizledim. “Hazer Bey?”
Kaşları usulca havaya kalktı. “Safir Hanım?”
Onunla ilgili öğrendiğim ilk şey mesafeli olduğuydu. Gözleri alttan bana bakmakta ısrarcıydı fakat herhangi bir yardım sıcaklığı taşımıyordu. “Teklifiniz için teşekkür ederim,” dedim kibar bir sesle. “Fakat kabul edemeyeceğim. Kendim gideceğim, lütfen siz devam...”
“Bacağınız aksıyor.”
Dizlerimden aşağıya doğru inen ağrı dişlerimi sıkmama sebep olurken, “Evet,” dedim kısık sesimle. “Beni korkuttuğunuz için sendeledim.”
Kavisli kaşları biraz daha yükseldi. “Özür dilememi ister misiniz?”
“Evet, lütfen.”
Kısık gözleri şoför koltuğuna uzandı. “Hanımefendiden özür dile.”
Şoför koltuğundaki adam aceleyle omzunun üstünden bana döndüğünde kendimi suçlu hissettim. Mahcubiyetle konuşmaya başlayacağı sırada, “Gerek yok,” dedim bakışlarımı kaçırarak. “Bilerek yaptığınızı düşünmüyorum.”
Şoför, patronu Hazer Han’a bir bakış attı, onun onayına ihtiyaç duyuyor olmalıydı. O onayı almış olmalı ki, önüne doğru döndü ve iletişimimizi kesti. Tekrardan Hazer Han’a döndüğümde, gözleriyle beni arabaya davet etti. “Sizi caddeye bırakmamıza izin verin.”
Saçımı kulağımın arkasına ittirdim. “Neden?”
“Sizi caddeye bırakmayı istemek herhangi bir sebep gerektirmiyor hanımefendi.”
Deri, son derece rahat görünen koltuğa müthiş bir rahatsızlıkla bakarken, “Gereği yok aslında,” diyebildim.
“Sizi arabama davet etmek için herhangi bir gereklilik duymuyorum,” dedi. Şoföre minik bir el hareketi yaptı. “Buyurun Safir Hanım.”
Yanaklarımı şişirerek kararsız bir soluk bıraktım, kapıyı biraz daha aralayarak çantamı içeriye bıraktım ve sonrasında kendim de arabanın içine binerek koltuğa yerleştim. Tereddütlü ve korku doluydum ama ısrarcılığına karşı koyamadım. Saçlarıma, yüzümü gölgelediği için minnettardım. Koltuğun en ucuna oturdum, neredeyse kapıya yapışmıştım.
Araba gürültülü bir motor sesiyle birlikte sokak kıyısından kalktığında, meydana gelen sesle irkildim ve gözlerimi camdan dışarıya sabitledim. Hayatımda ikinci veya üçüncü kez arabaya biniyordum. Üstelik bu sefer iki yabancı adamla. Parmak kenarlarımdaki minik yaraları tırnaklarımla eşelerken yanağımı soğuk cama yasladım.
“Hanımefendi üşümüş olmalı,” dedi Hazer Han. “Arabayı ısıtır mısın Kerem?”
“Tabii Hazer Bey.”
Gerçekten arabanın içi soğuktu, ben gelene kadar ısıtıcıya gerek görmemiş olmalılardı. “Aslında o kadar da üşümü...”
“Titriyorsunuz.”
Bilmiyordu ki korkudan titriyordum.
Midemdeki yanmayı hissederken, bunu açıkça söyleyememenin vermiş olduğu rahatsızlığı sindirmeye çalıştım. “Öyleyse teşekkür ederim.”
“Ders aldınız mı?”
Boşluğuma geldi, bir anda omzumun üzerinden ona döndüm. “Nasıl?”
Karşılaştığım ilk şey gözleriydi. Kirpikleri çok sıktı ve yüzündeki mimikler yavaşça hareket ediyordu. “Bir dansçısınız?” dedi, onaylamamı talep eden bir sesle. “Bu seviyeye gelene kadar eğitim almış olmalısınız. Öyle değil mi?”
“Değil. Yani sayılmaz.”
Gözlerimi tekrar cama doğrulturken sarf ettiğim kelimelerin deşilmemesini diledim. Kravatını yakasından çözdüğünü, parmaklarını kapsayacak bir şekilde eline sardığını gördüm. “İşlenmemiş mücevher,” diye bir mırıldanış döküldü dudaklarından. “İşlendiğinde talibi çok olur, ışığı alır gözleri. İyi bir dansçıyı kaybetmeyeceğim, bu yüzden sizinle bir sözleşme imzalamalıyız.”
“Anlayamadım?” dedim merakla.
“İş sözleşmesi.”
Bana burs vereceklerdi. Müzikalde onların dansçısı olarak şovumu sergileyecektim ve bunun karşılığında benden bir söz istiyorlardı, anlamıştım.
“Sözleşmedeki şartları okuyacağım,” diyerek kabul ettim isteğini. “Ayrıca ben sizden yararlanıyorsam siz de benden yararlanacaksınız. Karşılıklı haklarımızı savunacak bir sözleşme olmalı.”
“Sözleşme, karşılıklı haklarımızı savunacak.”
“Teşekkür ederim, her şey için. Özellikle beni seçtiğiniz için.”
“Sen zaten sana bağışlanan yetenek sayesinde seçilmişsin.”
Yetenekli olduğunu düşünüyor, dedi, içimi heyecanla yumruklayan kız çocuğu. Tıpkı senin gibi.
Gazel dışında birinin bir cümleyle dahi olsa bana destek vermesi çok ilginçti. Annem bile benim işe yaramaz biri olduğunu düşünmüş, tüm çabalarımı püskürtmüştü. Şimdi birinin bir yeteneğim olduğuna inanması... “Benim bir ışığım var.”
Aksini iddia eden kimseye inanma Safir. Hiç kimseye.
Şık bir iç dekora sahip araba kısa bir mesafeden sonra tenha sokakları aşarak ışıltılı caddeye çıktığında, arabaya bindiğimden bu yana ilk nefesimi verdim. Tamam, bana zararları olmamıştı. Belki insanlara güvenmeyi başarabilirdim. Az da olsa... Hayır, bu düşünceyi hemen kafamın içinden uzaklaştırmalıydım.
Zar tutmayı öğrenmeden güvenemezdiniz.
Caddenin ışıltılı, kalabalık sokağı boyunca arabanın içinde daha fazla durmanın doğru olmayacağına karar verdiğimde sessizce yutkundum. Kelimelerimi bulmak için boğazıma bir olta indirdim ve oltanın ağzına aldığı kelimeleri dudaklarımdan bıraktım. “Müsait bir yerde inebilirim.”
“Dilerseniz evinize bırakabiliriz?”
Reddettim. “Hayır, kendim gidebilirim.”
“Hanımefendiyi duydun Kerem.”
Şoför arabanın hızını yavaşlattı. “Elbette.”
Yavaşlayan araba trafiği etkilemeyecek bir köşede sakince durduğunda, aceleyle çantama uzandım. “Getirdiğiniz için teşekkür ederim,” dedim kibarca.
“Ne demek. Harika bir şov izledim, karşılığı bile olamaz.”
Ona utangaç bir bakış attım. Ardından arabadan indim.
Çantamı omuzlarıma asarak hızlı adımlarla oradan uzaklaştım. Zaten araba da benimle eş zamanlı olarak caddedeki kalabalığa karışmıştı. Bu gece kalacağım yer belliydi; bir camide kalacaktım.
Caddenin sağ tarafından aşağıya inen sokakta ilerledim, daha önce kaldığım camiye yaklaştım. Avludan içeriye girdim, burası güvenliydi. Etrafımı kontrol ederek kısa sürede kendim için bir köhne yer aradım. Ağaçların yapraklarıyla kapatılan, kimse tarafından görünmeyecek bir alan bulduğumda hızla çantamı kenara bıraktım ve yanıma aldığım termal ceketi giyindim. Gazel’le kalamadığım günlerde cami avlusunda kaldığım için bu duruma alışmıştım. Maalesef kendime daire tutacak bir bütçem yoktu ve çalışmaya başladığım işlerden bir şekilde çıkmak zorunda kalıyordum. Erkeklerden öyle ürküyordum ki, hangi kafeye çalışmaya girsem patronum fark ediyor, iyi sunum yapamadığım gerekçesiyle beni kovuyordu. Kadın kuaföründe çalışmayı denemiştim, hatta bir süre çalışıp kendime daire tutmaya çalışmıştım ama biriktirdiğim para, geceyi parkta geçirdiğim bir gece çalınmıştı. Her defasında başladığım yere dönmüştüm, kendim için bir hayal kırıklığı olmuştum. Hayatım için mücadele etmekten yorulmuştum ama buna devam edecektim, kendimin en iyi halini alana kadar pes etmeyecektim.
🌙
Kulağıma çalınan hastanenin uğultusu, hafif atıştıran yağmurun arkamdaki pencereye çarpan cılız sesine karışıyordu. Hastanelerin o bilindik kokusunun yanında burası biraz... hastalık kokuyordu.
Bakırköy Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesi.
“Safir Hanım, anneniz sizi bekliyor.”
Cansız gözlerim bana seslenmekte olan doktora tırmandı. Kırklı yaşlarında olduğunu düşündüğüm kadın doktor annemin kaldığı odaya bir bakış attı. “İsterseniz onu bağlayabiliriz?”
Vahşi bir hayvan gibi onu bağlamaları...
“Gereği yok.”
“Pekâlâ. Semra Hanım burada, herhangi bir aksilik olduğunda size yardımcı olacaktır.”
Semra adındaki hemşire beni gözetlerken, koridora taşan sesleri duymazlıktan geldim. Güçsüz ruhumun ellerinden tuttum, onu yerden kaldırdım ve ikimizi de az sonraki yaşanacaklara hazırladım.
Ve kapıyı açtım.
Kapıyı arkamdan kapattım, doğrudan ona bakarken sessiz adımlar attım. Annem oradaydı. Camdan yansıyan güneş ışınları göz altlarındaki morluğu belirgin hale getiriyordu. Sandalyenin üstünde oturuyor, ritmik bir aralıkla ileriye doğru sallanıyordu. “O lanet olası ilaçları içmeyeceğim, içmeyeceğim...”
Bacaklarımı yanına taşırken, “Benim,” dedim. “Ben, Safir.”
Karşısındaki sandalyeye oturduğumda güneşin yüzümün sol tarafına yayıldığını fark ettim. Göz göze geldik, eteklerine asılarak ağlamayı isterdim ama annemin yapacağı tek şey beni bir paspas gibi yere sermek ya da üzerime çullanmak olurdu.
“Mila,” dedi hevesli bir sesle, gözlerini kırpıştırdı. “Anneni ziyarete mi geldin kızım?”
Neden burada olduğumu bilmiyordum. “Safir,” dedim üstüne bastırarak. “Safir’i seviyorum, Mila’yı değil.”
Gözlerini devirdi. Küçük bir yüzü vardı. Her geldiğimde onu daha küçülmüş halde buluyordum. Güzelliği uğruna kızını bile harcayan kadın çirkinleşiyordu.
“Safir’i o sünepe baban koydu diye mi?” dedi dalga geçer gibi. “Sen Mila’sın. İstediğin kadar inkâr et, sen de benim gibisin...” Gülüşü bulaşıcı hastalık gibiydi, beni de hasta ediyordu. “Belki ileride benim gibi geceliği pahalı bir fahişe bile olur...”
“Böyle söyleme.” Kusmak, bu hastalıktan ve içime yayılan her şeyden kurtulmak istiyordum. “Babamı, ağzına alma. Onun ölüsüne saygı duy, yaşarken zaten defalarca öldürdün.”
Parmaklarını havaya kaldırdı, ellerine baktı. Yüzü düştü, gözleri bulutlandı, az sonra omuzları sarsılarak ağlamaya başladı. “Güzelliğimi kaybediyorum,” dedi, güzelliğini kaybetmekten korktuğu kadar beni kaybetmekten korkmaması nasıl bir gerçektir?
“Yaşlanıyorum. Ellerim kırışmış Mila. Annenin kremlerini getir kızım.” Ellerini sertçe dizlerine indirdi, göz bebekleri kinlenmişti. “O ezik baban yüzünden! Gençliğimi sömürdü, ellerimi buruşturdu ve sonra geberdi, git...”
“Anne… Böyle söyleme.”
Güldü. Sonra ağlamaya devam etti. Duygu geçişleri hızlıydı. “Bana babanı savunma,” dedi ağzının içinde. “Aslında haklısın. Sen benim değil, tam da onun kızısın. Onun kadar sünepe, silik...”
“Benim ışığım var!” dedim, boğazımı delip geçen bir haykırışla. “Ben silik değilim. Sadece görünmez olmayı tercih ediyorum.”
Alay edercesine güldü. “Işığın olduğuna kendini nasıl inandırdın? Seni buna inandıran neyin var?”
“Dansım.”
Acıyan gözlerle bana baktı. “Dansın mı? Baban da bir yeteneği olduğuna inandı, yıllarca kendini kandırdı durdu. Sonra ne oldu? Asla bir heykeltıraş olamadı ve bizi fakirliğiyle süründürdü. Boş ver o yetenek saçmalığını, kendini kurtar.”
Onun yanına gelmekle hata yapmıştım. Ne bekliyordum ki? Seçildiğimi söylediğimde beni kutlayıp sevindiğini falan mı söyleyecekti? Onun annelik hakkında hiçbir şey bilmediğini unuttuğum için aptal mıydım?
“Hayır anne, yanılıyorsun. Babam sadece idealistti yeteneği vardı ama şansı yoktu.”
“İdealistti ama bir gecekonduda yaşıyordu. Bunun neresi idealistlik?”
İçerlemiştim. “İdealist olmak için bir tomar paraya ihtiyaç yok,” dedim, parmağımı şakağıma bastırırken. “Şu kafanın içinde bir amaç taşımak yeterli. Paraya hep sahip olabilirsin ama her zaman bir hedefin olmaz.”
“Çokbilmiş.”
Sinirle bağırdım. “Bu odanın içinde öleceksin!”
Kimsenin ölmesini istemezdim, o babamı öldürmüş olsa bile... Gözlerinde ayaklanan caniliği gördüm, özür dilemem için bana fırsat bile vermeden oturduğu yerden kalktığında, gerileyerek sırtımı sandalyeye yasladım. Yanıma dek yürüdü, önüme doğru eğildiğinde aynı renk gözlerimiz çarpıştı.
Parmakları ansızın çenemi yakalayarak yüzümü yüzüne hizaladığında can acısıyla tiz bir inilti bıraktım. “Acıyorum sana,” dedi kekremsi, iyi niyet barındırmayan bir sesle. “Baban gibi, ideallerin uğrunda öleceksin ve arkandan üzülen kimse olmayacak.”
Ağlama Safir.
Durdurulması zor bir şekilde titreyen dudaklarımla, “Acıyor,” diyebildim yalnızca. “Çenem acıyor anne.”
Bilinçli olmadığını biliyordum ve bana uzattığı pençelerinden kurtulmak için girişimde bulunmuyordum. Biraz daha hırçınlaştı, bir eli saçlarıma uzandığında karşı koymadım. Bir tutam saçımı çekerek kafamı arkaya yatırdığında, acı çığlığımı boğazıma batırdım. Beni sarstı. Canım yakarken kendinde değildi. Bomboş ve biraz da içi dolu gözlerle ona baktım. Bir şeyler diyordu ama duymuyordum. Büyüdüğümde, yani biraz daha büyüdüğümde ona benzeyecek miydim? Lütfen, benzemek istemiyorum. O olmak istemiyorum.
“Madre fabricacion.”[1]
Bana zarar verdiği süre boyunca sessizce ağlamak dışında bir şey yapmadım. Bir eli çenemin çevresini ağrıtırken, diğer eli saçlarımı çekiştiriyordu. Bedeni ileri geri sarsılırken boş vermiş gibi hissettim. Zaten canımın acımasını umurumda değildi. Buraya gelmek hataydı, bir hasar alacağımı bilmeliydim. Birkaç saç telimin onun parmakları arasından aşağıya sarktığını düşünürken, kapı gürültülü bir şekilde açıldı. Semra Hemşire gelmiş olmalıydı, yanında birkaç görevli vardı.
Onu bağlayacaklardı.
Annemi üstümden çektiklerinde başım benden bağımsız bir şekilde önüme düştü ve dağılan saçlarım yanaklarıma çarptı. Birkaç saç tutamı da zemine düşmüştü, oysa babam hiçbirine kıyamazdı. Annemin bağırışları kulağıma çalındı, kurtulmak için çırpınıyor ama onu tutan adamların elinden kaçamıyordu.
Dokunmayın, demek istedim. Ona dokunmayın.
Semra Hemşire hızla hazırladığı şırıngasını saplamak için annemin koluna uzandığında, bunu görmeye tahammül edemeyeceğimi bilerek gözlerimi yumdum. Ellerimle sandalyeden destek alarak doğruldum, ilk an sendelesem de duvardan destek alarak kapıya kadar yürümeyi başardım. Annem sakin bir deniz gibi dinmişti, ufak iniltileri giderek cılızlaştı. Parmaklarım kapının kulbunu kavrarken, “Sen kurtarmadın,” dedi incecik bir sesle. “Kardeşin kurtaracak beni buradan.”
Kendimi dışarıya attım.
Titreyen dudaklarıma elimin tersiyle vururken, “Durun,” dedim adeta yalvararak. “Titremeyin.”
Koridor üstündeki sandalyeye bıraktığım çantamı kavradım ve hiç durmadan koşmaya başladım. Biraz hava almalıydım. Koridor boyu insanlara çarpmamaya çalışarak koştum ve merdivenleri indim. Düşme riski umurumda değildi ya da gözlerimi sulandıran bu rüzgâr.
Koşmak istiyordum.
Düşene kadar.
Çünkü o zaman hatırlamalıydım düştüğümde kaldıracak kimsemin olmadığını.
Bahçeyi son hızla koştum. Hastanenin sokağından aşağıya, arabaları ırgalamadan ilerledim ve az sonra bedenimin hiçbir uyarısına aldırmadığım için tökezleyerek düştüm.
İstediğim buydu; düşmek.
Hatırlamak ve bir daha düşmemek.
Düştüğüm yerde, sırtımı arkamdaki duvara yaslayarak soluk soluğa yere bakarken çantam da omzumu terk ederek yanıma düştü. Bir müddet hiç kıpırdamadan yanımdan gelip geçen insanların tuhaf bakışları altında orada durdum. Hatırladım. Düşmüştüm ve kaldıracak kimsem yoktu. Bu yüzden düşmemelisin Safir. Hiç düşmemeli…
Rüzgâr yanaklarımdaki ıslaklığı kuruturken bacaklarımı kendime çektim ve o sırada eski model telefonuma düşen mesajın sesini işittim. Önce önemsemedim. Fakat sonra dans veya bursla ilgili bir haber olabileceğini düşünerek heyecanla montumun cebindeki telefona uzandım.
Mesaj kayıtlı olmayan bir numaraya aitti.
Sizi, mesaja eklediğim adrese bekliyorum Safir Hanım. Geç kalmazsanız memnun kalırım.
Mesajın kimden geldiğini anlamam birkaç dakika sürmüştü. Hazer Han adındaki o adam olma ihtimali çok yüksekti ama biraz düşünceli davranarak ismini yazsaydı memnun kalırdım. Olduğum yerde toparlanarak çantamı aldım, telefonu cebime yerleştirmek istediğimde ise ansızın telefonuma düşen çağrıyla duraksadım.
Ekrana baktım.
Arayan: Canımın Köşesi.
Gazel’in aradığını görür görmez telefonu yanıtladım ve kulağıma yasladım. “Şükür,” dedi, sesi kısıktı. “Seni o kadar çok merak ettim ki, Safir. Lütfen, dün yanında olamadığım için beni affet, çok çabaladım...”
“Sakin ol,” dedim sessizce, kırgınlığımı sakladım. “Çabaladığına eminim. Kendini kötü hissetme, ben sana gücenmedim.”
“Yalancı,” dediğini duydum, sesi daha da kısılmıştı. “Kırıldın, biliyorum. Üzgünüm fakat telafi edeceğime emin olabilirsin. Bak, şimdi çok konuşamıyorum ama bu akşam mutlaka seninle görüşeceğiz. Bana sadece söyle, kazandığını duymayı istiyorum canımın köşesi.”
Danstan bahsettiğinde heyecanlanarak cevap vermek istedim ama telefonun diğer ucundan yükselen ses kelimemi yuttu.
“Gazel!” diye bağırdı Galip, birtakım sesler duyuldu. “Yine o kızla mı konu...”
Bir gürültü...
Ve sonra kapanan telefon.
Gazel, devamını duymamı istememişti.
Can sıkıntısıyla ofladım. Yerden kalktım, üstümün tozunu silktim ve çantamın askılarını sağlamlaştırarak sokağa göz attım. Karşıya geçtikten sonra metro durağına giden yolu yürüdüm, adres çok uzak değildi ve sadece metroya binmem yeterliydi.
Metroya bindiğimde kendimi en köşeye attım. Bu sırada Gazel’i düşünüp durdum. Sorunsuz bir şekilde metrodan indiğimdeyse adrese göz attım ve birkaç dakika içinde adresi buldum. Önünde durduğum yüksek binaya bakarken buranın nasıl bir yer olduğunu anlamaya çalıştım. Bir şirkete benzeyen dış cepheye sahipti ama daha küçük bir yerdi. Önümde uzanan geniş, temiz merdivenleri tırmanırken dışarı çıkan insanlara bakındım. Üstlerinde spor kıyafetler vardı, danstan bahsediyorlardı.
İçeriye geçtiğimde buranın daha sıcak olduğunu fark ettim, geniş bir holü yürürken etrafıma bakındım. O sırada görevlileri gördüm, masanın ardından soru soranlara yardımcı oluyorlardı. Tereddütlü adımlarımı oraya taşıdım ve bir kadınla göz göze geldiğimde, “Merhaba,” dedim. “Hazer Bey beni davet etti, kendisi...”
Kadın anlayışla gülümsedi. “Üst katta, dans salonunda. Merdivenleri çıkıp sağa dönün, zaten göreceksiniz.”
“Sağ olun.”
Merdivenleri bulduktan sonra gergin adımlarla basamakları çıktım. Kadının tarifine uyarak koridor boyu yürüdüm ve tabelasında “Dans Hazırlığı” yazan odanın önünde duraksadım. Odanın beyaz, ağır kapısı hafifçe aralıktı. O aralıktan görebildiğim tek şey duvardı. Etraf sessizdi, ileride bir oda daha vardı ve içeriden hafif klasik müzik sesi yükseliyordu. Sessizce önümdeki kapıdan içeriye girdiğimde kendimi serin ve boş bir odada buldum. Etrafta hiçbir şey ve hiç kimse yoktu. Geniş bir odaydı. İki duvarı boydan boya ayna kaplamaydı ve kendimi orada görüyordum. Birkaç bale malzemesi vardı ama asıl olması gereken kişi görünürde yoktu.
Çantamı zemine bıraktıktan sonra kollarımı ovuşturarak üzerinde birkaç kâğıt bulunan masanın yanına yürüdüm, salonun en ucundaydı ve yuvarlak bir masaydı. Göz ucuyla kâğıtlara bakarken bir kâsenin içindeki şekerlemeleri gördüm. Renkli, bayram şekerini andıran ama ambalajsız şekerlere bakarken, bir elimle hızlıca onlara uzandım. Birkaç şekeri avuçlayarak hızla ağzıma atarken, bunların burada ne işi olduğunu düşündüm ama kendime bir açıklama getiremedim. Sadece canım çekmişti. Bence çok büyük suç işlemiyordum izinsiz yiyerek…
Parmaklarım kâsenin içindeki renkli şekerleri bir kez daha kavradığında, henüz o şekerleri ağzıma götürmeden bir ses duydum. Kocaman açtığım ağzım ve gözlerimle, önümdeki kâseye bakarken, yanaklarıma yayılan pembeliğin boynuma doğru yol aldığını hissettim.
“Safir Hanım?”
Ah, Hazer Han.
Onun sesini duyduğumda bilinçsizce arkamı dönerek yüz yüze gelmemizi sağladım. İfadem şaşkın bir ördek yavrusu gibi olmalıydı. Şekerlemeler avucumdaydı ve gözlerim adeta pörtlemişti. Dudaklarımı birkaç kez açıp kapadıktan sonra titreyen avuç içimdeki şekerlemeleri ona doğru gösterdim. “Sadece... Canım çekmişti.”
Kaşları, aralarındaki boşluğu [A3] [ET4] azaltacak bir şekilde yukarıya doğru tırmanırken, çillerinin dağıldığı yüzünü tekrar yukarıya kaldırdı. “Biraz pervasız bir balerinim var galiba?”
Doğrudan bana doğru attığı adımları izlerken ve özel alanımın sınırlarında gezinirken panikle doluyordum.
“Pervasız olduğumu düşünmüyorum,” dedim, ayakkabısının simsiyah, mat boyasına gözümü indirmişken. “Şekerlemelerinizi izinsizce aldığım için özür dilerim.”
“Özür dilemelisin.”
Arkama sakladığım elimin nemlendiğini hissederken, “Zaten ben de öyle yaptım,” dedim hızlıca.
“Öyle yaptınız,” dedi ve ekledi. “Zaten.”
Ayakkabımızın burunları arasındaki bir karışlık mesafeden bana bakarken, “Evet,” dedim saf saf kafamı sallayarak.
“Evet.”
Kaşlarımı çattım. “Daha ne kadar cümlelerimi tekrar edeceksiniz?”
“Daha ne kadar bana bakmayacaksınız?”
Sanki gözlerim bu cümleyi bekliyordu. Ansızın kafamı kaldırarak onun kıdemsiz bakışlarını karşıladım. Dingin, çok sakin bakışlarla bakıyordu. Gözlerim istem dışı çillerine inerken, “Göz temasından pek hoşlanmam,” dedim. Devam etmek istedim ama benden önce davranarak sordu.
“Hangi tür temaslardan hoşlanırsınız?”
Terleyen elimi taytıma sürttüm. “Hiçbirinden.”
“Anlıyorum.”
Aniden bana gelen adımlarının yönünü değiştirerek arkasını dönerken bir diğer elini de cebine yerleştirdi. Dik omuzlarından bedenini sarmaya başlamış olan ceket tam gövdesine oturmuştu ve pantolonun kalçalarını, tıpkı ceketinin bedenini sardığı gibi sarmıştı. Kravatını yine ceketinin ön cebine koymuştu ve saçları, üstündeki takıma kıyasla oldukça dağınıktı. Ellerini birkaç tur orada gezdirmiş olmalıydı.
Arkamı dönerek avuç içimdeki şekerlemeleri kâsenin içerisine bıraktım. Parmaklarım renklenmişti. Elimin içini taytıma silerek bu tutarsız, telaşlı halimi dindirmeye çalıştım. Birkaç dakika sırt sırta sessiz kaldık, hemen sonra adımlarının sesi tekrardan duyuldu. “Meliha Hanım, balerinimiz burada.”
Birini çağırdı. Kadın ona karşılık verdi ama tam olarak ne dediğini anlayamadım. Saçlarımı aceleyle kulağımın arkasına sıkıştırarak kapıya döndüğümde, bir kadının içeriye girdiğini gördüm. Hazer Han sırtını aynalı duvara yaslamış, kollarını geniş göğsünde bağlamıştı. Kadının üstünde tayt ve dizlerinin bir karış üstünde biten bir atlet vardı. Fit vücudunu sarmalıyordu.
“Demek yıldızımız sensin,” dedi geniş bir tebessümle. “Hoş geldin. Ben Meliha, senin bir süre eğitmenin olacağım.”
Selamlaşmak için elini uzattığında dokunuşlara hassas olan bedenim gerilmişti. Yine de zoraki bir şekilde gülümseyerek nemli elimi avuç içine bıraktım. “Safir,” dedim kibarca. “Safir Mila Safkan.”
“Hoş bir isim.”
Temasımız bittiğinde elimi tekrardan arkama kaçırdım ve onlara belli etmeyerek kazağıma sildim. Kadın ellerini beline yaslayarak bu sefer, bizi izleyen Hazer’e baktı. “Ee, ne yapıyoruz? Kızın yeteneği olduğunu söyledin, bu harika. Peki benden tam olarak ne yapmamı istiyorsun?”
Hazer Han parmaklarını ritmik bir şekilde koluna vurarak dikkatimi tuhaf bir şekilde dağıttığında rahatsızca kıpırdandım. Gıcık bir tipti. Hey! Utanmalıydım. Bana yardım edecek biri için böyle konuşmam hiç hoş değildi.
“Yeteneğini parlatmanı, onu eğitmeni istiyorum. Garip, onu seçmeme sebep olan dansının bir yetenek olduğunu söyledi, hiç eğitim görmemiş.”
“Ortaokul ve lisede dans gruplarına katılmıştım yalnızca.”
Kadın duraksadı ve zarif yüzü tekrar bana döndü. “Sen seçildin ve bunu bu kadarcık eğitimle mi başardın?”
“Öyle.”
Hazer Han’ın sesi keskindi. “Kendinden emin, yeteneğinin bilincinde. Ona, yeteneğini nasıl kullanması gerektiğini öğret lütfen...” Parmaklarını şıklattı, gözleri kısılmıştı. “Bir çalışma programı çıkaralım, müzikale kadar asla boş durmasın. İyi, fakat daha iyi olması lazım. Herkesin daha iyisi vardır, o herkesin en iyisi olmalı.”
O hakkımda kararlar alırken ve karşımdaki kadın ilgiyle beni incelerken gergin olmamak mümkün değildi.
“Beni dinlerse ve çalışma programına uyum sağlarsa müzikale bir yıldız çıkaracağımıza eminim.”
Hazer, bu fikri sevdiğini belirterek kafasını salladı. Sonra gözleri telaşsız bir şekilde yüzüme tırmandı, durgun ama kibar bir tavrı vardı. “Öyleyse şimdi bize izin verir misin?”
Meliha Hanım Hazer Han’ın ricasını ikiletmedi. “Tamam, programı en kısa sürede çıkaralım o zaman.”
Kadın bana tatlı şekilde göz kırparak odadan ayrıldı. Ben de gitmek istiyordum, burada daha fazla yapacak bir şeyim yok gibiydi ama Hazer Bey benimle konuşmak istiyordu. Göz ucuyla bakındığımda ceketinin iç cebiyle uğraştığını gördüm. Kâğıtlar vardı. Yanıma doğru atik adımlarla yürürken, yine cebinin iç ceketinden bir kalem çıkardı. “İyice oku ve imzala. Unutma, geri dönüşü yok.”
Ihmm...
Ağır bir kokusu vardı.
Yakın alanıma girmesinin vermiş olduğu rahatsızlıkla birkaç adım geriledim, bu onun omzunun üstünden dönerek bana bakmasına sebep oldu. “Bir sorun mu var?”
“Yok,” dedim saçma bir refleksle. “Sorun yok.”
“O halde buraya gelir ve bunu okur musunuz?”
Haklıydı, sadece bir erkek çok yakınıma girdiğinde olur olmadık tepkiler veriyordum, ne acı ki bu küçüklüğümün bana mirasıydı. Ona çok yaklaşmamaya özen göstererek masadaki sözleşmeye göz attım. “Bu kadar aciliyeti var mı?”
Elini cebine indirdi. “Sözlerin bir an evvel icraata dökülmesini tercih ederim.”
Birkaç sayfalık bir sözleşmeydi, demek ki şarttı. “Burada çok madde var.”
“Telaşlanma. Çoğu klasik şeyler, yalnızca birkaç önemli madde var.”
Düşünme fırsatım olmalıydı. “Sorun olmazsa bende kalabilir mi? Bu gece okuyayım, yarın size geri veririm?”
İşinin aksamasından pek memnun kalmamış gibiydi fakat reddetmedi.
“Yalnızca bir gün?”
“Hıhı.”
Onun kafasını salladığını gördüğümde bu konuşmanın bittiğini anladım ve siyah, şişme montumun fermuarını yakama dek çekiştirip çantamın yanına yürüdüm. Eğilerek çantamı kavradığımda, onun kalçasını masaya yaslayarak kollarını göğsünde kavuşturduğunu gördüm.
“Sizin için bir taksi çağıralım mı?”
Afalladım. “Metro... Metro kullanıyorum.”
“Metro kullanıyorsunuz.”
“Metro iyidir...”
Saçmalıyorsun Safir.
O bir yerde patronumdu ve bursu kaybetmemek adına nazik olmalıydım. Bu yüzden ona döndüğümde, kendisinin zaten sakin adımlarla bana yöneldiğini gördüm. Tedirginlikle sırtımı kapının pervazına yaslayarak acemi bir çocuğunun telaşıyla ona bakarak “Öyleyse görüşmek üzere,” dedim mesafe barındıran sesimle. “Kendinize iyi bakın Hazer Bey.”
Hareketlenmek istediğim anda elinin bana uzandığını gördüm. Ben itiraz yükseltmeye yakın bir anda avucumu kavradı. Elimin sırtı elinin içine yerleştiğinde korkuya kapıldım. Gözlerimiz birbirine odaklandığında, benim bakışlarım safi şaşkınlıktı. Dudaklarım aralandığında diğer elinin de elime meylettiğini gördüm. Ellerimi çekmek, ellerinden uzaklaşmak istiyordum ama o benden önce bir şey yaptı.
Açtığı avuç içime renkli şekerlemeler bıraktı.
Ve fısıldadı. “Afiyet olsun.”
Beni bırakarak elimin aşağıya inmesine sebep olduğunda, şekerlemelerin düşmemesi için parmaklarımı avuç içime sakladım. Tek bir harekette ceketinin yakasını üstüne oturttu, ellerini tekrardan ütülü pantolonunun ceplerine yerleştirdi ve klasik ayakkabıları üstünde ters dönerek benden uzaklaşmaya başladı. Bir adım, iki adım, üç adım…
Az sonra gözden kayboldu.
Bir avuç şekerleme, seğiren parmaklarımın arasından düşerek zeminde ufak sesler bıraktığında yutkunma isteğimi bastırdım. Hazer Han, zihnimin içine dikilmiş olan rüzgâr güllerine bir nefes bırakmış ve hepsini döndürmeyi başarmıştı. O nefesin içine hapsolmuş gizemli bir fısıltı vardı.
Durmadan şunu tekrarlıyordu:
Bu matem, artık tek kişilik değil.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...