5. BÖLÜM
“ÇİRKİN KALPLER”
Sustuklarım o kadar büyüdü ki içimde artık ben kayboldum.
Son zamanlarda en çok bunu hissediyordum; sessizliği. Kâbus görerek kan ter içinde kaldığım, altındaki çarşafı, parmaklarım acıyana dek sıktığım bir güne uyanmıştım. Dün Gazel ile konuştuğumuz gibi, Galip evde olmadığı için buraya gelmiş, misafir odasında kalmıştım. Bu ev göğsümün huzursuzca kıpırdanmasını sağlıyordu ama dışarıda kalmak, burada kalmaktan daha iyi değildi.
“Hadi Gazel.”
Az sonra Gazel hazırlanmış bir şekilde geldiğinde, hâlâ koltuklara bakıyor olduğumu gördüm ve bir kez daha günün birinde kendime ait bir evimin olmasını umdum. Gazel kadife bir etekle triko kazak giymişti.
“Beni şu yakışıklı patronunla ne zaman tanıştıracaksın?” diye sordu yanıma vardığında, salonun çıkışındaki portmantoya yürüdük. “Adı neydi? Hazar mıydı Hazer miydi?”
“Hazer, Hazer Han.”
Adı kaburgalarımın, stresli bir vuruşla beraber kalbime yüklenmesini sağladı. Gazel portmantodaki içi yünlü kabanına uzandı. “Beni tanıştıracaksın değil mi?”
“Bir şekilde karşılaşırsanız zaten tanışırsınız Gazel. O benim hayatımdaki biri değil, neden tanışmak istiyorsun ki?”
“Sizi yakıştırdığımı söylemiştim.”
Erkeklerden korktuğumu ona söylediğimde bunu sorgulayacak olması, benim bu konudaki sessizliğimin sebebiydi. Ben bir saksının içinde solan çiçektim ve erkekler bu saksıyı sulamazdı. Üzgünüm, erkekler benim için o saksıdaki çiçeğe zarar veren böceklerdi.
Montumu giydim. Gazel’de bıraktığım büyük eşyalarımın olduğu çantayı değil de normal sırt çantamı alarak askılarını omuzlarıma taktım.
Evden çıktık ve sokağın karşısına geçerek Gazel’in kırmızı, spor arabasına yerleştik. Beni dans okuluma bırakacaktı. Evet, sanırım orası artık “benim” dans okulumdu.
Yolculuğumuz onun acemi şoförlüğü sayesinde biraz uzamıştı ama bu dert değildi, üstelik daha vaktim vardı. Bir müddet sonra, güneş gökyüzüne oturan bulutların önüne geçerken, araba kaldırım kenarında sakin bir frenle durdu.
Gerginlikle ellerimi ovuştururken, Gazel koltuğunda bana doğru kaykılarak yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “İşin bittiğinde tekrar yanıma gel, Galip evde değil, ayrıca sana kurabiyeler yapacağım. Kurabiyelerimizi yerken bir kez daha Titanik izleyip ağlayalım lütfen.”
Bana umutla baktığında onu geri çevirmek zor oldu. Kollarını belime sardı. O bana sarılınca benim için hâlâ umut olduğunu hissettim. Kısa süreli sarılmasını yanağıma kondurduğu bir öpücükle tamamlayarak benden uzaklaştığında arabayı dikkatli kullanması gerektiğini söyleyerek arabadan indim.
Basamakları çıkıp nihayet kapıya geldiğimde yine aynı hislerle doluydum. Kalbim gerginlikle kasıldı ve ardından gevşeyerek göğüs kafesimin içine yerleşti. İçeri girdim. Sırtını duvara dayamış, ellerini pantolonun ceplerine yerleştirmişti. Beni bekliyordu ve odadan içeriye attığım ilk adımda omzunun üzerinden bana doğru döndü.
“Erken geldin Safir Mila.”
Bir ima mıydı yoksa erken geldiğim için duyduğu memnuniyeti, çıkarsızca söylüyor muydu emin olamadım. “Sizi bekletmek istemedim,” diye itiraf ettim. “Sonuçta beni izleyerek geçireceğiniz vakti duvarları izleyerek geçirmek istemezsiniz.”
“Sonuçta ben seni izleyerek geçirdiğim vakti duvarları izleyerek de geçirebilirim ama bu beni, seni izlerken olduğum kadar tatmin etmez.”
Gözleri bir an gürültülü bir gökyüzüydü, bir an sonra ise uğultu bile olmayan bir uçurum dibiydi. “Anlıyorum.”
“Anlıyorsun.”
Küçücük bir an, sürekli tekrarlayan diyaloglarımıza gülecek gibi oldum. “Meliha Hanım bize katılmayacak mı?” diye sordum ve o beni bir an ertelemeden cevap verdi: “Meliha Hanım’ın bize katılmasını mı istersiniz?”
Onunla konuşmak böyleydi işte. Susarak konuşmaktı, avuçlarım terleyerek, vücudum kasılarak konuşmaktı. “Bana yardımcı olacağından bahsetmiştiniz,” diyerek açıkladım kesik kesik. “Yoksa olmayacak mı?”
“Senin dans ederken kimseye ihtiyacın yok. Sen dans ederken, senden başka kimse görünmüyor zaten.”
Gözlerinde gerçeği aramak istedim ama gözlerine o kadar uzun süre bakamazdım. “Beni takdir mi ediyorsunuz?”
“Yeteneğini ve dansını takdir ediyorum.”
Bunu birisi bana ilk kez söylüyordu. Birisi, gözlerimin içine eksiksiz şekilde bakarak beni ve dansımı takdir ediyordu. Tamam, Gazel de dansımın harika olduğundan bahsederdi ama beni bunun için takdir etmemişti. “Beni takdir ediyorsunuz?”
“Seni takdir ediyorum.”
Heyecanlanmıştım. Dans konusundaki dürüstlüğüne inandığım birinden bunu duymuş olmak, bedenimin dans için dilenmekte ne kadar haklı olduğunu hissettirdi bana.
“Üstünü değiştir istersen?”
Kafamı hızla salladım. Altımda taytım olsa bile üzerime ince, hareketlerimi kısıtlamayacak bir bluz giymeliydim. “Ben kabine geçeyim.”
“Beni fazla bekletmeyin Safir Hanım.”
Onun için kimi zaman Safir Hanım, kimi zaman Safir Mila’ydım ama o benim için hep Hazer Han Bey’di. Avuçlarımın nemini silecek bir yer arayışında ilerleyerek dans odasının içindeki kabine yöneldim. Kabinde biraz soluklandıktan sonra kapıyı kilitledim ve kapıyı kilitlediğimi onun da anladığından emin olarak rahatsızca kıpırdandım.
Kabinden çıkarken pointlerim ayaklarımdaydı.
Parmaklarımı sıkıştırmıştı ama bu acıya dayanabilirdim. Dışarıya çıktığımda, Hazer Han beni fark edip bana doğru döndü. Tek kaşını kaldırdı. Ah! Ne kadar muntazam kaşlara sahipti... “Müziğini sen seçmek ister misin?”
Benim için dans sırasında müzik şart değildi. Fakat o bir yerde benim patronumdu ve ona müzik istemediğimi söylemezdim. İçinde kaset bulunan radyonun yanına yaklaştığımda ona sırtımı dönmüştüm. Radyonun tuşları üzerinde parmaklarımı gezdirdim, neden eski tarz bir radyo tercih ettiğini bilemiyordum. İlk müzik hoşlanmadığım bir tarzda hızlı bir melodiydi. Değiştirdim fakat bu da pek hoşuma gitmemişti. Hazer Han’ın kaba bir tavır sergilemesinden kaçınarak bir sonraki müzikte karar kıldım; ağır aksak ilerleyen, hoş, sözsüz bir müzikti. Alt dudağımı ısırarak omzumun üzerinden ona döndüğümde, sırtını duvara dayamış beni izlediğini gördüm. “Hâlâ bir koreografimiz yok mu?” diye sordum.
“Meliha hâlâ üzerinde çalışıyor.”
“Peki müzikal günü?” diye sordum, dudağımı ısırmaya bir an ara vererek. “Tek başıma mı olacağım?”
Bakışlarını kaçırdı, ya da ben öyle düşündüm. “Meliha’nın hazırladığı koreografiye bağlı.”
Kendime engel olamayarak, ta içimden gelen bir yakarışla baktım gözlerinin içine. “Yalnız olmak istiyorum... Bir erkek partnerle dans etmek istemiyorum.”
Kirpikleri, birbirine değecek kadar kısıldı. “Buna ben değil, Meliha karar verecektir,” dedi.
“Ama ben senin balerininim?”
Durdu.
Bu yanlış bir cümleydi. O da bu cümlemin yanlış olduğunu düşünüyor muydu? Hızlıca önüme döndüm, ona bunu söylemem çok saçmaydı ama bana böyle seslendiği için onu ikna edeceğimi düşünmüştüm. Kalbimin içinden bir bıçak geçiyormuş gibi hissettiğimde, o bıçağı kalbime geçirenin de kendim olduğu gerçeğiyle yüzleştim.
Bana bir karşılık vermediğinde müziğin sesini daha çok açtım. Gözlerim kapalı kalmaya devam ederken, parmaklarımı önümdeki gri metale yasladım. Bu bale veya dans sırasında destek almam için odanın duvarları boyunca döşenmiş bir sistemdi. Ellerimi silindir şeklindeki, gümüş metalin etrafı boyunca dolayarak bacaklarımı kırdım. Dans ettiğimde o utancı yakamdan biraz silkebilir, bunu unuturdum. Dans, benim aklımı başımdan alıyordu. Demirden destek alarak bedenimi serbest bıraktım ve başım, arkama doğru belimle beraber kıvrıldığında, karnımın gerildiğini hissettim.
Bedenim dans için kıvrılmaya istekli bir şekilde kıpırdandığında, bu talebi reddetmeyerek doğruldum ve parmak uçlarımda yükselerek destek aldığım yerden uzaklaştım. Birkaç ufak ısınma hareketi şarttı. Öncelikle kollarımı soluma doğru açarak başımı boynumla beraber kıvırdım ve bunu yaparken parmak uçlarımda yükselerek kondisyonumu ölçtüm. Parmak uçlarımda yeterince uzun süre kalabiliyordum, bu güzeldi.
Birkaç dakika ısındıktan sonra müziği duymamaya, dansımdan başka hiçbir şeyi hissetmemeye başladım. Başımı sol omzuma çevirerek bacağımı ileriye kırdım ve diğer ayağımın ucunda yükselerek kendi etrafımda üç yüz altmış derece bir dönüş yaptım. Bacaklarım kıvrakça süzülüyor, pointlerim ayak parmaklarımı sıkıştırıyordu. Saçlarım, bağlamadığım için her dönüşümde kuvvetli bir şekilde yüzüme çarpıyordu. Göğsümü gererek kollarımı ileriye atıyor, belimi kırıyor, bacaklarıma yükleniyordum. Bu büyüleyiciydi. Dans etmek en pahalı gerdanlıkları takmaktan, en güzel yerlere gitmekten çok daha muazzamdı. Çünkü dans ederken parlayan o gerdanlık sizdiniz.
Tabanlarımı yere kavuşturduğumda ve kollarımı iki yanıma indirdiğimde, bir alkış sesi duyarak irkildim ve göz kapaklarımı hızla kaldırdım. Beni alkışlayanın Hazer Han olmadığını hissediyordum. Hislerimde yanılmamıştım, çünkü beni alkışlayan Meliha’ydı. Hazer Han’ın yanındaydı ve parlayan gözlerle bana bakıyordu. “Bayıldım,” dedi samimiyetle. “Az eğitime rağmen oldukça başarılısın.”
Heyecanla saçma bir tepki vermemek için yutkundum. Işıklarım yanmaya mı başlıyordu? “Teşekkür ederim.”
Bana göz kırptı ve sonra aklına bir şey gelmiş gibi, “Yalnız pointlerin seni zorluyor gibi,” O an eğilip pointlerime mi baksam yoksa hüznümü mü saklasam bilemedim. “Bu baya eski sanırım, mümkün olursa yeni point al kendine.”
Kafamı hızlıca salladım, engel olamadığım bir şekilde sol ayağımı sağ ayağım üzerine yaslayarak dikişleri örterken içimi çektim. Meliha Hanım memnuniyetle gülümseyerek uzaklaştı ve Hazer Han’a birkaç şey diyerek odadan dışarıya çıktı. Burnumun direği sızlamıştı. Ah, yaşadığım durum utanç vericiydi.
Hazer Han bana doğru bir adım atarak boyalı ayakkabılarıyla kadrajıma girdiğinde, zihnim geçmişten bir ânı kavrayarak önüme bıraktı. O anın içinde onunla ilk kez karşılaşıyorduk, güneşin önünden geçerek yanıma geliyor ve kanayan parmağım için bana bir mendil uzatıyordu. Pointleri diktiğimi biliyordu, başka pointlerim olmadığını da tahmin ediyor olmalıydı.
“Safir Mila...”
“İşe gitmeliyim.”
Bir çırpıda arkamı dönüp kabine yürüdüm. Israr etmedi, boğazının derinliğinden tanımsız bir mırıltı dökülürken kendimi kabinin içine atarak sırtımı kapıya yasladım. Hayatın bana bir kez olsun cömert davranmasını hak etmiyor muydum, Tanrım?
Hızlı hareketlerle kazağıma uzandım. Bluzumun üstüne geçirerek montuma uzandım. Bugün kendisini bir kez daha görmek istemiyordum, az önce yaşananlar yeterince küçük düşürücüydü zaten. Adımlarının sesini duydum ama odanın içinde mi geziyor yoksa dışarı mı çıkıyor anlamadım.
Lütfen çık.
Adım sesleri uzaklaştı,
Hazer Han beni bırakıp gitti.
Saçlarımın yükünü sırtıma bırakarak kabinden dışarıya çıktım ve eşyalarımı alarak odayı terk ettim. Kollarımı kendime sararak merdivenleri indim. Ah, yine yağmur yağıyordu ve bu, bir kez daha ıslanacağım anlamına geliyordu. Tanrı’nın sanatından şikâyetim yoktu ama şemsiyesiz bir kız için, gökyüzünün daha merhametli olmasını diliyordum.
Kapılar iki yana açıldığında dışarı çıkarak ıslak merdivenlerden indim, bu sırada yalnızca basamakları izliyordum. Su birikintileri taytıma sıçramasın diye dikkatli yürürken, son basamağı da indim ve aynı esnada bir motor sesini duyarak irkildim. Merdiven bitiminin önünde duran bu araba Hazer Han’a aitti. Kalbim yeni bir duygu tadarken araba kapısı içeriden açıldı ve gözlerim ilk önce onun kemikli elini gördü. Eli doğrultusunda kolunu, omzunu, boynunu ve gergin yüzünü... Amber gözleri, ürkek bakışlarıma dokundu. Ben daha ağzımı aralamamışken, “Kahve,” dedi yalnızca dudaklarını kıpırdatırken. “İçer misin?”
Saçlarım başıma yapışırken gürültülü yağmurun sesini bastırarak cevapladım. “Hayır.” Sevmem ki.
“Sahlep?”
Birbirimize bakmaya devam ettik.
“Hayır.”
“Sıcak çikolata?”
“Olur.”
“Harika.”
Bir an olacak olanın ne olduğunu düşündüm. Bunu ne ara, nasıl onaylamıştım? Bana en savunmasız anımda gelmişti ve onu bir kez daha geri çevirmenin kaba olacağını düşünmüştüm. Deri araba koltuğunda gerilediğinde, yanında benim için yer açtığını anladım ve o koltuğa yerleştim. Çantamı yanıma bırakarak sırtımı arkaya dayadım ve cam kenarına oturarak nefesimi tuttum. Nefesimi tuttum, çünkü kapıyı kapatmak için eğildi ve bunu yaparken kolu montuma sürtündü.
İkimiz de bir an, küçücük bir an birbirimize baktık.
Uğultulu sessizlik motor sesiyle dağıldı.
Başımı önüme düşürerek ellerimi dizlerimin arasına kıstırdım ve saçlarımın iki yanımdan yüzüme gizlemesi karşısında rahatça nefeslendim. Tombul parmaklarımı izlerken, arabanın sokaktan çıktığını ve yan caddeye girdiğini gördüm. Silecekler çalışıyordu, silecekleri izlerken Kerem’in ısıtıcıya uzandığını görür gibi olmuştum. Gözlerimiz aynada kesiştiğinde bana, onda görmeye alışkın olduğum çıkarsız tebessümle karşılık verdi.
“Nasılsınız Safir Hanım?”
Kimsenin gülümsemesine kanmamam gerektiğini çok küçük yaşta öğrenmiş olmama rağmen Kerem’in bu gülümsemesine karşı koymak zor gelmişti. “İyiyim Kerem,” diyerek cevapladım kendisini. “Sen nasılsın? Patronun hâlâ seni, maaşını azaltmakla tehdit ediyor mu?”
Kerem’ın gözleri ve dudakları eş zamanlı büyüyerek soruma tepki verdiğinde mimiklerinin gülmeye hazır olduğunu gördüm fakat Hazer ona nasıl baktıysa, Kerem sertçe yutkunarak kafasını iki yana salladı. “Hazer Bey o anlarda ciddi değil, maaşım almam gerekenden bile daha yüksek.”
Hazer Han’ın bakışları şimdi profilimdeydi, yüzüme nakış nakış işleniyordu sanki bakışı. Yüreğim denizler gibi taşacak oldu. “Senin için sevindim Kerem.”
“Sağ olun Safir Hanım. Isıtıcıyı açtım, daha iyi misiniz?”
Hazer Han sesli bir nefes aldı.
Tanrı’dan onun hak ettiği her şeye sahip olacak bir adam olmasını diledim. “Teşekkür ederim Kerem.”
“Ne demek Safir Hanım.” Kerem direksiyonu sağa kırdı. “Ee, daha nasılsınız?”
Bu sorunun cevabını kendime veremiyordum ki ona vereyim. Herkes gibi yalan söyleyerek iyiyim mi diyecektim? Benim tökezlediğim esnada Hazer Han’ın kısık sesi arabanın içine dağıldı. “Kerem, sussan mı artık?”
“Aa yine gevezelik mi yaptım Hazer Bey?”
Dik dik Kerem’e baktığını gördüm. “Kerem, işinden olma da sus.”
Kerem sustu. Hazer’in Kerem’i susturma taktiği buydu sanırım ama Kerem, Hazer Han için çalışmaktan şikâyetçi görünmüyordu.
Yağmur gürültülü şekilde cama indiğinde, camdan uzaklaşarak koltukta kaykıldım. Cama o kadar yakından bakıyordum ki, sanki yağmur damlaları gözlerime düşüyor gibi hissetmiştim. Yağmur yavaşlayana ve ardından tamamen durana kadar gökyüzünü izledim ve gökkuşağının gökyüzüne oturmasını bekledim.
Büyük araba daha önce defalarca kez geçtiğim bir caddede, kaldırıma yakın şekilde sakince durduğunda, kafenin Starbucks olduğunu gördüm. Sanırım benimle kahveyi burada içecekti, pardon, sıcak çikolatayı...
“Daha bekleyecek misin?”
Yanağımın içini ısırdım. “Sizi bekliyorum.”
“İneyim o halde, sen de inersin.”
“İnin o halde, ben de ineyim.”
Homurtuya yakın bir ses çıkardıktan sonra kapıya asıldı ve kendini dışarıya bıraktı. Takımının içinde pahalı ve şık görünüyordu. Kerem patronuyla eş zamanlı olarak dışarıya fırlayıp şemsiyeyi almış ve patronunun başına açmıştı. Oyalanmadan dışarıya çıktığımda, gerginlikten adeta vücudum ağrıyordu. Kalbimin kasılıp gevşediğini ve bunu bir ritim halinde yaptığını hissediyordum. Karşıya geçmek için birbirimize doğru yaklaştığımızda, Kerem bir adım arkamıza geçerek şemsiyeyi ikimizin üstüne açmış oldu. Şemsiyeye düşen yağmur damlalarını işitirken, Kerem ağzının içinde homurdandı. “Starbuckmış... Bunlar hep kapitalizmin oyunu.”[A1] [ET2]
Hazer Han dilini dudakları üzerinde yuvarlayarak omzunun üstünden Kerem’e döndü. “Kerem,” dedi şemsiyeyi onun elinden alırken. Siyah şemsiye silkelendi ve birikmiş su aşağıya döküldü. “Bizi bir sal.”
Kerem gülmeye çalışarak, “Arabaya geçeyim en azından orada ıslanmam,” dedi.
Hazer Han’ın ona olan dik bakışları altında kaputu dolanarak şoför koltuğuna yerleştiğinde, Hazer Han çok ani bir şekilde yüzünü bana çevirerek beni hazırlıksız yakaladı. Gözleri erimiş karamel şeklindeydi, sıcaktı ama soğuk bakıyordu. Şemsiyeye yağmur düştü, kırmızı ışık yandı, karşıdan karşıya geçmek için ilk adımı ayna anda attık.
Az sonra kafenin kapısından içeriye, birkaç insanla beraber girdiğimizde Hazer Han şemsiyeyi kapatarak silkelemişti. Ne yapıyordum? Erkeklere güvenmiyordum, onlardan ürküyordum ama neden buradaydım? Sıraya girdik, çok beklememiştik. Sıcak çikolata ücretimi ne ara ödemişti anlamamıştım ama ona çattığım kaşlarla baktığımda, beni buraya kendisinin davet ettiğini söyleyerek bunu geçiştirmişti. Mekânın en tenha yerinde kalan yuvarlak, ahşap bir masayı seçerek oturduğunda, etrafı kolaçan ederek masaya doğru yaklaştım ve onun karşısına oturdum. Mekânın camı hemen yanımızdaydı, oturduğumuz sandalyeler kahve renkliydi ve ayaklarım masanın altındaki demire yaslanmıştı. Ceketinin düğmesini çözerek bembeyaz, ütülü gömleğine daha fazla yer açtığında, ellerimdeki karton bardağı masa üzerine bıraktım. Şemsiyeyi yere yaslayarak cama dayamış ve saçlarını arkaya doğru silkelemişti. Parmakları yer yer kızarıktı.
Hazer de ellerini tıpkı benim gibi ahşap masanın üstüne yaslayarak parmaklarıyla oynamaya başladığında, onun da gergin olduğunu hissettim. Bu gerginlikten sıyrılmayı dileyerek etrafıma bakınırken, “Montunu çıkarmak istemez misin?” diye sordu, sesi karlı bir kış günü gibi soğuk ve dumanlıydı. “Burası sıcak.”
Ceketinin ön cebine koyduğu gece mavisi ipek kravatını izlerken, kelimelerimi boğazımdan çekip çıkardım. “Böyle, montumla kalayım.”
Yüreğim telaşla kıpırdanırken, bakışlarının, taşımakta zorunlu olduğum bir gerdanlık gibi boynuma yerleştiğini hissettim. Bu çok anlık bir bakıştı ve tekrar gözlerime çıkmıştı. “Neden aksanlı konuştuğunu hâlâ söylemeyecek misin?”
Ah, şı mesele... Neden bunu merak ettiğini anlayamayarak, “Annem İspanyol,” dedim, annemi anmanın bir ölüyü anmakla eş olduğunu hissedip ürperdim. “Ben... Ben küçükken evimizde iki dil de konuşulurdu ve her iki dili de bazen aksanlı konuşabiliyorum.”
Nefesim, tıpkı bir neşter gibi boğazıma kesikler atarak dudaklarımdan sızarken, boğazını temizleyerek eliyle ensesini sıvazladığını gördüm. Onu da mı geriyordum? Kendisine karşı yabani olduğum için benimle konuşmakta tereddüt mü ediyordu? “Kardeşin var mı?” diye sordu bu kez.
Leo’nun umutla parlayan gözlerini anımsadığımda dudaklarımda ufak bir tebessüm belirdi. “Bir oğlan kardeşim var.”
“Demek bir erkek kardeşin var.”
“Bir oğlan kardeşim var.”
“Bir erkek kardeşin var.”
“Bir oğlan kar...”
“Anlıyorum Safir Mila, oğlan kardeşin var.”
Yanaklarımdaki kızarıklık boynuma yayılmış olmalıydı. Saçma bir diyalogtu ve bunun sebebi ikimizin de gergin olması mıydı? Ona karşı o kadar mesafeliydim ki benimle buraya geldiği için pişman olmalıydı. Bir an bu düşüncenin beni üzdüğünü hissettim. Gözlerine, ona fark ettirmeden bakmaya çalışıyordum ama toprağı eşeleyen fareyi sanki kuyruğundan kıstırıyordu. Bir an dudaklarıma engel olamayarak, “Benimle buraya geldiğiniz için pişman mısınız?” diye sordum.
Bakışları bana, kaldırım taşına takılıp düşmüşüm gibi hissettirirken, “Hayır,” dedi yalnızca. “Ya sen davetimi kabul ettiğin için pişman mısın?”
Bir an kırpmadığı gözlerine, nefesimi tutmuş bakarken, “Hayır,” dedim soluksuzca. “Değilim.”
“Olma.”
“Olmam.”
Bakışlarımızı aynı anda kaçırarak derin derin soluklandık.
Ellerimi önümde birleştirerek bakışlarımı parmaklarıma indirdiğimde, koyu renkli takımının içinde yükselip alçalan göğsünü görmüştüm. Bu utandırdı, bir erkeği incelemek şimdiye kadar hiç yapmadığım bir şeydi. Ben, onun göğsünden aşağıya sarkan ipek kravatına bakarken, akrep ve yelkovan aç canavarlar gibi bu zamanı bölüşmekle meşguldü.
Bir şeyler içersem konuşamazdım, o da soramazdı. Birkaç damla yağmurun düştüğü saçlarımı bir kez daha sol omzumda toplayarak montumun fermuarını hafifçe açtım ve içeceğimi daha kolay içmek için kendime alan yarattım. Sadece masaya bakıyordum. Hoş bir masaydı, rengini de sevmiştim. Parmaklarımı karton kutunun etrafı boyunca sararak içmek için ağzımın hizasına kaldırdım.
Onun da iri elinin karton bardağa yöneldiğini gördüm, vay canına, parmakları cidden uzundu. Bir an masanın üstündeki elimi açtım ve parmaklarımın, iri elinin yanında ne kadar küçük durduğunu gördüm. Üstelik parmaklarım tombuldu, buna rağmen küçük kalmıştı. Bu an, bana bir yaşanmışlığı hatırlattı. Eskiyen zamanın içinde, çatısı delik odanın birinde, üşüdüğüm için küçük ellerimi elleri içine alan babamı... Ellerim ellerinin içinde küçücük kalırdı, şimdi olduğu gibi. Yutkunarak acıyla kırışan alnımı düzeltirken, Hazer Han’ın toplu halde duran parmakları bir bir çözüldü ve eli, tam elimin yanında açıldı. Bu yaptığı hafifçe bir şaşkınlığın zihnime yerleşmesine sebep olduğunda, “Tombul parmaklar,” dedi sadece, kısık bir şekilde. “Tombul parmaklar...”
Elimi aceleyle masanın üzerinden çekip kucağıma bıraktığımda, kalabalığın içinden kopan kahkahaları duydum. Bize en yakın masa bile uzaktaydı. Elimin tersiyle ensemden akan soğuk teri silerken, onun geniş omuzlarını dikleştirdiğini ve kahve kartonunun avuçları içinde kaybolduğunu gördüm.
Kalbim ağzımdan fırlayacak gibiydi.
Sıcak çikolatamı yarılayana kadar konuşmadık ve bu da biraz olsun sakinleşmemi sağladı. Masanın altındaki ayaklarım sürekli kıpırdıyor ve o da bazen başını yavaşça eğer gibi olup ayaklarıma bakıyordu. Burası sıcaktı, montumun içinde terlemiştim, o da ceketinin içinde terlemiş olmalıydı ama ceketini çıkarmak için çaba göstermiyordu. Gerçekten büyük vücudu vardı, iri... Babamdan bile iri. Parmakları yer yer ezilmişti, babam da heykel yaptığı zamanlar parmaklarını zorlar, incitirdi.
Telefonum cebimde gürültülü bir şekilde çaldığında, aramızdaki sessizlik dağıldı ve kalbim silahını bırakan bir er gibi yılgınca köşesine çekildi. Onun gözleri tarafından izlenildiğimi hissederek montumun cebindeki telefona uzandığımda arayanın Gazel olduğunu gördüm. Fakat şimdi telefonu açıp ona Hazer Han Bey’le olduğumu söylersem beni çok yanlış anlardı. Bana kızacağını bilerek aramayı reddettiğimde, kendimde telefonu tekrar cebime koyacak gücü bulamadan telefon bir kez daha çaldı. Hazer Han masaya doğru yüklenerek “Erkek arkadaşın mı?” diye sordu.
İrkildim. “Efendim?”
Yoğun kirpiklerinin altında saklanmış gözleri, bana, zamansız gelen acıları benimsemiş güçlü bir adamın bakışlarıyla baktı. “Israrla arayan, sevgilin mi?”
Kelime haznemi kaybetmiş gibi, yalnızca gözlerine bakabildiğim sessiz bir an yaşandı. “Değil,” diye yanıt verdim. “Benim sevgilim yok ki.”
Son cümlemin çok gereksiz olduğunu, cümlem bittikten hemen sonra fark etmiş ve bakışlarımı aceleyle kaçırmıştım. “Hımm,” dedi Hazer Han Bey, yüreğimi ağzımdan taşırarak. “Anladım.”
“Anladınız.”
Başımı bir yere vurmak istiyordum. Bunu yapmaktan ne zaman vazgeçecektim, sürekli onun cümlelerini tekrarlamam çok saçmaydı. Sıcak çikolataya uzanarak bu anın çabuk bir şekilde geçmesini diledim. Birkaç uzun yudum aldım. Beni sobelemesine izin vermeyerek bakışlarımı gözlerinden ayırıp oyalanmak için yüzünde gezdirdim gözlerimi. Fakat bu bile benim için zordu, çünkü erkeklere bakamazdım. Ama kalın kaşlarına bakarken o kaşlarının ne kadar düzenli olduğunu fark ederek bilinçsizce mırıldandım. “Kaşlarınızı alıyor musunuz?”
Hazer Han, ağzındaki sıcak çikolata yudumunu masaya püskürttü.
Hayır, olamaz! Bunu sahiden yapmış mıydım? Ona, kaşlarını alıp almadığını mı sormuştum? Bu arsızlığı, kabalığı nasıl yapabilmiştim? Kulaklarımdan dumanlar çıktığını hissettim, bunu nasıl izah edebilirdim? Cildimin kıpkırmızı olduğunu, dudaklarımın durumu toparlamak için birkaç kelime arayışına düştüğünü ama sadece açılıp kapanmaktan başka bir şey yapamadığını hissediyordum. Tırnaklarımı masaya yaslarken Hazer Han’ın erkeksi bir homurtuyla beraber genzinde bir şeyleri bastırdığını duydum. Mırıldandı. “Tarzım değil.”
Yüzümü biraz daha önüme eğdim, onu görmeyi istemiyordum. Elimi alnıma yaslayarak kızaran yüzümü büyük ölçüde gizlerken, zorlukla konuştum. “Affedersiniz ben...”
“Güldürücüydü.”
“Evet.”
“Evet.”
Sustuk, bunu karşılıklı olarak yaptık. Kalbim normal ritmine kavuşana kadar sık sık nefesler aldım. Tamam, erkekler de kaşlarını alabilirdi ama Hazer Han Bey hiç o tarza sahip değildi. Hem bunu öylece soramazdınız. Çok densiz bir soruydu. Yüzüm o kadar sıcaktı ki, elimi yakıyordu.
Vücut ısım normal seviyeye düştüğünde elimi yüzümden ayırarak tekrardan masaya bıraktım ve eş zamanlı olarak bakışlarımı, başımla beraber kendisine çevirdim. Gözlerimiz birbirine köprü kurdu ama ikimiz de o köprüyü yürümedik. Köprünün altından akan nehrin gürültüsü bir an için kulaklarımda uğuldadı sanki. Nehir köprüye doğru yükseldi, coştu, beni içine çekti. “Artık kalkabilir miyiz?” diye sordum, dikenli bir yoldan geçiyor gibi bir şeylerden korkarak. “Tabii dilerseniz siz kalabilirsiniz ama ben kalkayım. Bu arada, beni buraya neden çağırmıştınız?”
Bakışları anlamsızlaştı. “Neden mi?”
“Yani,” diyerek açıkladım. “İnsanlar insanları yanına sadece konuşmak için çağırmaz mı?”
“Bazen evet.”
“Peki benimle ne konuşmak istediniz?”
“Balerinimi tanımam lazım,” dedi her harfi ağırdan alarak. “Bu iyi bir sebep.”
“Balerininiz artık gitmeli.”
“Sizi bırakayım.”
Beni bırakmasına gerek olmadığını ona söylemeyerek sandalyemi ittirdim ve doğruldum. Kendisi de bunu bir an ertelemeden ittirdiği sandalyeden kalktığında, iri vücuduyla kafenin alanını daralttığını hissettim. Önüme döndüm ve onun şemsiyeyi aldığını göz ucuyla görürken çıkışa ilerledim.
Starbucks’ın kapısından dışarıya çıktığımızda kaldırımın kenarından sular aktığını gördüm. Hazer Bey karşıya geçmemiz için trafik ışıklarını kontrol etti; kalabalık bir caddeydi. Botlarımın açılmış, dikişleri kopmuş kenarlarına bakarak, yağmur birikintisinin ayağıma dolması karşısında içimi çektim. Çorabım ıslanmıştı, ayaklarım üşüyecekti. Çaresizlik duygusu içime batarken, kalabalığın caddenin karşısına geçtiğini gördüm.
Hazer Han Bey karşıya geçmek için beni bekledi.
Birbirini tamamlayan adımlarla karşıya geçtiğimizde arabanın hâlâ orada olduğunu gördüm. Hazer Han arabayla olan mesafeyi kapatarak, siyah arabasının kapısını kendi için araladı. Durmuş, alt dudağımı ısırarak, kendileriyle gitmeyeceğimi nasıl söyleyeceğimi düşünüyordum. Hazer arabaya yerleşmek üzereyken bakışlarını omzunun üstünden bana çevirdi. Aramızdaki mesafede araba bulunuyordu. “Kendim gidebilirim,” dedim sesimi, duyurmak için yükseltirken. “Size zahmet çıkarmak istemem. Lütfen, siz devam edin.”
Dudaklarını birbirine sımsıkıya bastırmadan evvel, “Kasım acımamaya devam ediyor,” dedi ve gözlerini bir an için eline çevirdi. “Şemsiyeyi size vereyim, yürüyecekseniz ihtiyacınız olacaktır.”
Gökyüzüne baktım. “Yağmur yağmıyor.”
“Yağacak.”
Şemsiyeyi bana uzattı.
Bunu nasıl reddedeceğimi bilemeyerek şemsiyeyi almak için elimi cebimden çıkardım. Şemsiyeyi alarak saçma bir şekilde göğsüme bastırırken, birkaç adım geriledim ve aynı anda, “Çantam,” dedim ani bir çıkışla. “Hâlâ arabanızda.”
“Alabilirsin.”
“Alayım.”
Kapıyı araladım ve aceleyle çantanın askısına uzandım. Çantayı elimde tutarak arabadan çıkardım ve ağırlığına alışkın bir şekilde gerileyerek kapıyı kapattım. Birkaç araba arkamdan geçti, su damlaları taytıma sıçradı. Çantayı elimde sıkıca tutarak, bana öğrettiği veda adabını gerçekleştirmek için son kez ona baktım. Dudaklarım, ona veda etmek için aralandığında, Hazer Han’ın bakışları değişime uğradı ve o an asla olmaması gereken bir şey oldu.
Çantam elimden çalındı.
Çantama yüklenen başka bir eli hissettiğimde ve henüz kendime, bunu açıklamak için zaman bile bulamadan, parmaklarım arasındaki çanta kayboldu ve elim boşluğa düştü. Nefesim kesilirken, dehşet bir halde omzumun üstünden arkama döndüm ve siyah bereli, bir adamın koşarak cadde boyu indiğini gördüm. Hazer Han’ın çoktan kıpırdadığını fark ederken, gözlerimi kocaman açarak ellerimi ağzıma örttüm. Çantamı çalmıştı. Çantam, param, özel eşyalarım...
“Çantam...”
İlk şoku atlatarak siyah bereli o adamın peşine düştüğümde, Hazer Han’ın yüzündeki sakinliğin bocaladığını görmüştüm. Onu ve arabasını arkamda bırakarak kaldırım boyunca, çantamın peşinde koşarken, kuru rüzgârın cildimi bıçak gibi kestiğini hissettim. Birkaç saniyenin ardından ben de köşeyi dönerek soluk soluğa caddede adamı aradım ama aradığım şeyi bulamayarak durdum ve boğazımda kilitlenen yakarışın dudaklarımdan kopmasına izin verdim.
Çantamı çalmış ve kayıplara karışmıştı.
“Ama ben... Şimdi ne yapacağım?”
Gözlerim önüne, gözyaşlarımdan oluşan puslu bir birikinti vardı ve bedenim şiddeti yadsınamaz şekilde titriyordu. Sersemleyerek nereye olduğunu bilmediğim adımlar atarak kafamı iki yana sallarken, titreyen dudaklarımın parmaklarıma çarptığını hissettim. Çaresizlik koyu bir renge bürünerek kader satırlarımın üstüne dağıldığında, birkaç damlanın yanaklarımdan aşağıya süzüldüğünü hissettim. Etrafıma bir daha baktım, siyah bereli, çirkin kalpli o adamı aradım ama bulamadım. Sağıma döndüm, soluma döndüm, birkaç araba korno çaldı, gürültülü frenle durdu, birkaçı caddeden çıkmam gerektiğini söyledi ama bir tanesi bile durmadı. Gürültülü bir fren kulağıma çalındığı esnada arabalardan biri bedenime çarpmak üzereyken, kolumdan tutularak sert bir şekilde çekildim. Kaldırım taşına çarparak anca duraksayabildim.
Hazer Han, kollarımı iki yanımdan tutmuştu.
Ruhum, bedenimden kurtularak dışarıya çıkacakmış gibi hissederken kocaman olmuş gözlerle Hazer Han’ın dengesizce yükselen göğsüne bakakaldım. Beni, kollarımdan biraz daha çekerek tamamen kaldırıma çıkardığında, sırtım duvara çarparak duraksadım ve ellerine ürkek bakışlar attım. Bir elimi arkamdaki duvara dayarken, ellerini iki kolumdan çekerek geriledi ve gözyaşlarım, kaldırım taşına düştü. “Çantam...”
“Kerem senin için çantanı bulacaktır.”
Kerem adamın peşine mi düşmüştü? Bu olanlara dayanamayıp ellerimi yüzüme örterek ağlamaya başladım. Hazer Han beni teselli etme amacıyla olacak bana doğru yaklaştı ancak duvara sindiğimi görerek bundan vazgeçti. Göğsüm seri şekilde yükselip alçalırken, “Ağlama,” dediğini duydum, vakur sesiyle. “Ağlama lütfen.”
“Ama çantam...”
Parmaklarımın arasından kendisine baktığımda, kemikli yüz hatlarının sertleştiğini ama buna rağmen gözlerinin gayet anlayışla baktığını gördüm. Gözlerimiz, parmaklarım arasındaki o küçük yerde kesişti. “Kerem onu bulacaktır.”
Burnumu kabaca çektim. “Bana bunun sözünü verebilir misiniz?”
“Söz,” dedi ceketinin cebine uzanırken. Parmakları düzgün ceketinin cebinden bir mendili çıkararak bana uzatırken ekledi. “Gözyaşlarını sil.”
“Bakmayın bana, ağlayamıyorum.”
“Tamam, arkamı dönüyorum.”
Mendili parmak uçlarından aldığımda çamur sıçramış ayakkabılarının üstünde bana arkasını döndü. Krem renkli mendiliyle yanağımı ıslatan gözyaşlarımı silerken, ensesindeki küçük saçları izledim. Omuzlarım düştü. Mendili taşıyan tombul parmaklarım titrerken, gözlerimi sıkıca yumarak içimdeki kıza seslendim: Orada kalmaya devam et, dışarı çıkma, çünkü burası çirkin kalplerle dolu.
Çirkin kalplerin içinde yaşayamaz altın kalpler,
Şeytan inine inemez melek yüzler,
Tanrım... İyilik bu dünya için, artık paha biçilemez bir gerdanlık.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...