0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

6. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“KÜÇÜK BİR HEDİYE”

Babacım bak, canavarlar takım elbiselerinin altına gizlenmiş,

Elimdeki şekerimi çalıyorlar,
Korkuyorum.

Burada iyi kalpli kimse yok,
Seni arıyorum.

Babacım masallarda sonu yazan kötülermiş,
Acımasızca öğreniyorum.

Her ölenin mezar taşı olmazmış,
Öldükçe anlıyorum.

2003

Şehirde dondurucu bir soğuk vardı. Akşam ağır ağır çöküyordu. Safir’in dışarıdan gördüğü kadarıyla hava kararmıştı bile. Akşam ezanı az önce okunmaya başladığında babası ona susması gerektiğini söylemişti. Konuşmak için ezanın bitmesini bekliyordu. Evlerinin salonunda yanan sobaya ellerini uzatmış, üşümüş parmaklarını ısıtıyordu.

Kış şiddetini hissettirirken, bir babanın kızını ısıtmak için kıyafetlerini yaktığını bilmiyordu.

Mila başını omzunun üstünden arkaya çevirerek kanepede oturan babasına baktığında, onun gürültülü öksürükleriyle sarsılan omuzlarını gördü ve beş yaşındaki aklıyla bile bunun güzel bir şey olmadığını anladı. Kalbi, Tanrı’nın ona bir hediyesi gibi, kötü ve iyi durumları birbirinden ayırabiliyordu. Bir keresinde annesiyle babasını konuşurken duymuş ve babasına astım diye bir hastalığın bulaştığını anlamıştı. Rüzgâr cama çarptığında, tavandaki ampule baktı. Ürperip önüne döndü. Babasının üstündeki battaniyeyi düzeltmek için sobanın önünden kalktı. Oldukça kısık bir sesle “Artık konuşabilir miyim baba?” diye sordu. İçeriden annesinin şarkı söyleyen sesini duyuyordu. Çav bela çav. “Biz susarken annem neden konuşuyor?”

“Çünkü o ezana bizim kadar saygı duymuyor.”

Safir babasının yanına vardı. Battaniyeyi tombul elleriyle babasının omuzlarında düzeltti. Hemen ardından elinin üstüne aldığı öpücükle ödüllendirildi. Babası işten yeni gelmiş, sobayı yakarak kızını ısıtmıştı ve şimdi annesi işe gidecekti. Annesi hep geceleri işe gidiyor ve babası ona hep kızıyordu. Sonra annesi babasının heykellerini kırıyor, babası da o heykellerin başında ağlıyordu. “Anneme söyleyeyim, senin için çorba ısıtsın baba.”

“Isıtmaz,” dedi babası kederli bir sesle. “Sen yemeğini yedin mi Safir’im, Yakut’um?”

Gülümsemesi, sevgi dolu kalbinden beslenerek büyüdü dudaklarının kenarlarında. “Annem bana ısıttığında yedim,” diye cevap verirken, bir yandan eliyle göbeğini ovuşturdu. Babası gülümsedi. “Şimdi anneme söyleyeceğim, senin için de ısıtacak.”

“Isıtmaz,” diye tekrarladı babası.

Safir Mila yalanlarla büyümeyen ama doğruları kabul edemeyen bir kız çocuğuydu. Hem aklı hem kalbi, annesinin hasta babası için çorba ısıtmamasını anlamakta zorluk çekiyordu. Bu yüzden babasını yanaklarından öperek odanın çıkışına doğru koşturdu ve parmak uçlarında yükselerek kapıyı açtı. Soba bir tek oturma odalarında yandığı için evin diğer alanları soğuktu ve Safir odadan her çıktığında, tekrar salona dönmek için can atıyordu. Annesinin babasıyla kaldığı odanın kapısı önünde durup kapıyı açtı.

“Ne istiyorsun Mila?”

Annesinin tiz sesini duyduğunda, bakışlarını yukarıya kaldırdı ve annesinin, aynaya bakarak rujunu sürdüğünü gördü. Saçları kabarıktı. Mila sürekli onlarla oynamak istese de annesi eline vurarak bunu engellerdi. Küçük adımlarıyla annesinin yanına vardı ve dikkatini çekmek için ellerini onun eteğine yerleştirdi. Eteğinin ucunu çekiştirdiğinde annesi sabırsızca soluyarak omzunun üzerinden ona döndü. Gözleri, ona bir annenin bakması gerektiğinden uzak bakışlarla doluydu. Ölmeden mezarına çiçek bırakır gibi. “Ne var Mila? Dolanmasana ayak altında.”

Safir, annesinden onun alamayacağı hiçbir şey istemiyordu. Oyuncaklar, elbise, çikolata, arkadaş... Bunların hiçbirini istemiyordu. Sadece ondan sevgisini istiyordu. Sevgi alıp verilemiyor muydu? Annesi ona ne verse sevgisini vermiş olurdu? Bir öpücük, saçlarına bir el izi, yanağına bir dokunuş...  “Babama çorba ısıtır mısın?”

Annesi onunla hep kendi dilinde konuşmasını isterdi ama Mila babasıyla daha çok konuştuğu için dili Türkçeye daha yatkındı. Annesi elindeki ruju sertçe masaya bıraktığında hafifçe ürktü. Annesi masallar bilmezdi ama masallardaki kötü kadın olmayı iyi bilirdi. “Baban da baban,” diye söylendi. “Bir kerede annem desen öleceksin zaten. Çorba falan ısıtmıyorum, acelem var.”

Tüpü yakamazdı, babası halsizdi ve onu koltuktan kaldırmak istemiyordu. Ee, çorbayı nasıl ısıtacaktı? Küçük aklı karışırken, ayağını yere vurarak annesinin eteğini çekiştirmeye devam etti. “Anneciğim lütfen! Babam işten geldi, çok aç. Ona bir şeyler hazırlayalım.”

Annesi onu kolundan yakalayarak ittirdi. “İşe geç kalırsam çorbayı alacak o parayı bile bulamayacağız!” diye bağırdı. Mila sarıldıkça, annesi onu ittiriyordu. “Çekil ayak altından Mila! Ben sana ne demiştim? Tanrı, annelere karşı çıkan çocukları cezalandırır.”

“Tanrı, çocuklarını üzen anneleri de cezalandırmalı öyleyse!”

“Seninle cezalandırılıyorum ya zaten...”

Safir durdu, bu nasıl bir cümleydi anlamamıştı. Bazen aklının çok büyük olduğunu düşünse de annesinin dediklerini hiç anlamıyordu. Son kez kollarından tutularak itildiğinde, ayakları birbirine dolanmıştı. Kadın, giyinmek için yatağın üzerindeki siyah paltosuna uzanırken, Mila son bir çırpınışla elleriyle annesinin eteğini çekiştirdi. “Annecim, eğer çorba ısıtırsan bundan sonra senin dediğin her şeyi yaparım. Mama por favor![1]

“Başımın belası!” Bu cümlenin ne tarafı güzeldi? Her tarafı Mila için çirkindi. Annesi bu sefer dizlerinin üzerinde onun hizasına eğilerek büyük elleriyle yüzünü kavradığında, kendisine kızmış olduğunu gördü. Kötülüğü annesinin gözlerinden öğrenmişti. “Babana çorba ısıtmayacağım, anlıyor musun? Koskocaman kız oldun ama bir şeyi yüz defa tekrarlamak zorunda kalıyorum! Git ve oyuncaklarınla oyna, yoksa parmaklarının hepsine tekrar iğne batırırım. Cıs!”

Kız, parmaklarına batan iğneleri anımsadığında gözleri korkuyla büyüdü. Fakat babasının aç olduğunu biliyordu ve annesine ısrar etmekten vazgeçmeyecekti. “Hayır! Babama çorba ısıtacaksın mama!

Annesinin elinin kalktığını gördüğünde, ondan gelecek yeni tokadı reddederek başını annesinin göğsüne yasladı ve bundan kurtuldu. Annesi onu göğsünden iterek sertçe uzaklaştırdığında, yapacak bir şeyi kalmamıştı. Çaresizce yere oturdu. Kadın, söylenerek ondan uzaklaşmış ve kabanını giymeye başlamıştı. Mila onun kendisine baş belası dediğini duyuyordu. Sen tam babanın kızısın ve ben bundan nefret ediyorum, diyerek devam ediyordu. Biraz bana benzeseydin, o sünepe baban yerine!

Ama Safir, babasının kızı olmaktan mutluydu.

Annesinin kızı olmaktan da... Her ne kadar annesi, onun annesi olmaktan memnun olmasa da.

“Babama yemek hazırla!”

“Zıkkımın kökünü yesin!”

“O ne?”

Annesi ona, onu ürkütecek kadar kötü baktığında, dudaklarını ısırarak babası için üzüldü. Yapabilse gerçekten ona çorbayı ısıtabilirdi ama yapamıyordu ki. Dolapta peynir ve zeytin olmalıydı, babası için onlardan koyabilirdi. Üzüntüyle iç çekerek yerden kalkarken kadın ona son kez baktı. Kendisine, onu ısıran bir böcekmiş gibi bakıyordu ama Safir’in yaptığı tek şey yalnızca annesini sevmekti. Annesi, kapıyı çarparak çıktığında, peşinden koşturdu ama ona yetişemeyerek kapının önünde dizlerinin üstüne çöktü.

Babasının sesini duydu.

Babası koridora çıkmış olmalıydı. O halde kendine çorba da ısıtabilirdi değil mi? Bu onu sevindirdi, ta ki babasının sesini duyana kadar. “Gitme,” diyordu babası annesine, çoğu kez dediği gibi. “Gitme artık!”

Annesinin topuklu ayakkabıları tıkırdıyordu çıplak zeminde.

“Yeter artık,” dedi, sabrı tükenmişti. “Bıktım senin bu sızlanışlarından!”

Bir elini kulağına kapadığında bunları duymaz sandı ama her ikisinin de sesi o kadar yüksekti ki, maalesef duyuyordu. “Ölüyorum, görmüyor musun?” diye yakındı babası, adeta kükreyerek. Duvarlardan bir ses geldi, babasının yumruğu muydu? “Ölüyorum!”

“Sen, tüm bunlara en başından razı geldin! Ölmeyi kendin seçtin. Ben senin için bu zavallı ve sefil hayatın bir ortağı olamam.”

“Seversin sandım, beni seversin sandım.”

“Seni seviyorum ama parayı ve pahalı kıyafetleri daha çok.”[A1] [ET2]

Annesi yine kapıyı mı çarpmıştı? Onun gittiğini anladığında kapıyı kendine doğru çekerek açtı ve dışarı çıkarak loş koridorda babasını aradı. Kapının önünde, bacaklarını kendine çekerek oturmuş, ağlıyordu. Duvar kenarından yürüyerek babasının yanına vardığında dizlerini kırarak çıplak parkeye oturdu ve elleriyle babasının saçlarını okşadı. Babası yüzünü kucağına gömmüş, sessizce ağlıyor ve ona bakmıyordu. Safir Mila için tüm bunlar çok anlamsızdı. Anlayabildiği tek şey kalbindeki sızıydı.

“Baba,” dedi, üzüntülü sesiyle. Yağmur, evin çatısını delecek gibiydi. “Annem bu yağmurda nasıl gitti ki?”

Bir motor sesi sokaktan duyularak taştı evin içine.

Bunları değil, yalnızca babasına ne olduğunu bilmeyi isteyerek onu bir kez daha omzundan dürttüğünde, adam yüzündeki yaşları gömleğinin koluna sürterek yüzünü kaldırdı ve beceriksizce gülümsedi. Babası onu kollarının arasına aldığında, tombul parmaklarını adamın göz altlarına yerleştirerek ıslaklığı sildi. Ama gözleri, bu yaşında bile onu rahatsız edecek kadar kederle doluydu. “Ölmek ne demek babacığım?”

“Ölmek,” diye tekrarladı babası, kahırlı bir sesle. “Ruhta başlayıp bedende biten kaçınılmaz bir sondur.”

Babası, ruhun ne demek olduğunu bilmediğini bilmiyor muydu? Ölüm dedikleri şey de kötü olmalıydı, çünkü babasının sesi hüzünlüydü. “Sen ölme baba,” dedi kısıkça. Bir kız çocuğu gözlerine bakarak ölmemesini isterken hangi baba ölebilirdi? “Sen ölürsen ben çok ağlarım.”

Babası ağlayışının şiddetini artırdı. Safir ne yapacağını bilemeyerek telaşa kapıldı. Babası onun başını göğsüne bastırdığında, gözlerini kaldırarak tavana baktı. Tek ağlayan babası değildi, beyaz bulut yumakları da ağlıyordu. Annesi evde olsaydı Tanrı’ya isyan ederdi ama annesi çalışıyordu ve babası Tanrı’dan gelen her şeye minnettardı. Ürktüğünü hissetti. Kalbi yine onunla konuşuyor, hızla atıyordu. Duraksayarak kalbini dinledi, şöyle diyordu: Babam ölmesin.

 Bu ölüm fikri nereden çıkmıştı bilmiyordu ama içini tedirgin etmişti.

Tanrı biliyor bunu,
İntihara yeltenen bir babanın yadigârıdır,
Şimdi, erkenden büyümüş çocukluğun.

 

Parmaklarımın arasında tuttuğum su şişesi her an kayacak gibiydi. Son gücümle bu şişeyi tuttuğumdan olmalı ki düşmüyordu. Biraz su içip sakinleşeyim diye Hazer Han elime tutuşturmuştu bu şişeyi. Beni arabanın arka koltuğuna oturmaya ikna ettikten sonra uzaklaşmış, sokağın sonunda Kerem’i arıyordu. Her şey olup biteli birkaç dakika olmuştu. Ondan, arkasını dönerek beni gözyaşlarımla bırakmasını istememden az sonra arabaya oturmamı istemiş, Kerem’i beklemekten bahsetmişti.

Arabanın açık kapısından onun sırtını görüyordum. Rüzgâr başının üstündeki saçlarını adeta okşayarak yatırıyor ve az sonra tekrar eserek onları karıştırıyordu. Bu olana inanamıyordum, nasıl bir çirkinlikti? Kerem neden hâlâ dönmemişti, yoksa bulamamış mıydı hırsızı? Kerem’i yorduğum, Hazer Han’ı oyaladığım için mahcubiyet duyuyordum ama bunun suçlusunun ben olmadığımı da biliyordum.

“Gözyaşlarınızı silebilmeniz için mendilimi verebilirim.”

Hazer Han Bey’e aitti bu ses. Başımı bu sese kayıtsız kalamayarak kaldırdığımda, doğrudan o amber[A3] [ET4] renkli gözlerinin içine düştü gözlerim. Gözlerimize bakmamız için sadece küçük bir ânımız oldu. Omzunun üstünden, buraya doğru koşuşturarak gelen Kerem’i gördüğümde, su şişesi elimden kayarak düştü ve göğsüm, elinden uçurtması alınan bir çocuk telaşına düştü.

“Geldim,” dedi Kerem, Hazer Han’ın yanına vardığında. Soluk soluğa kalmıştı, üstündeki kumaş ceketin yakaları dağılmıştı ama bunlara rağmen gülümsüyordu. “Kurtardım çantanızı Safir Hanım.”

Kerem iri çantamı görmem için yukarıya kaldırdığında dudaklarım bir nefes için aralandı. Sahiden çantamı kurtarmıştı, üstelik bu iyiliği yaptığı için oldukça mutlu görünüyordu. Hazer Han kaşlarını yukarıya kaldırarak Kerem’in elindeki çantayı süzerken, “Epey kolay oldu,” dedi kahramanlığını sürdürerek. “Buyurun, çantanız.”

Han, ikimizi izleyerek bize doğru yaklaşırken, “Kerem,” diyebildim, kendisine hissettiğim büyük minnetle. “Ben... Çok teşekkür ederim! Nasıl yaptın bilmiyorum...” Uzattığı çantamı titreyen ellerimle aldım. “Gerçekten bir kahraman gibi davrandın.”

Kerem utanarak gülümsedi, birkaç adım gerileyerek bana alan açtı ve çantama kavuşmamın sevincini yaşamam için izin verdi. Çıkarsızca bana yardı etmişti. Hazer Han’ın bakışlarına karşılıksız kalamayarak bir saniyelik de olsa ona baktığımda rahatladığını gördüm.

“Sizi bırakmayı teklif etmeyeceğim, sizi gideceğiniz yere bırakacağım,” dedi, sesi kabalığı için özür diler gibi, nazikti. Kerem’e sert bir bakış attı. “Kahraman, arabaya geç.”

Kerem yüzünü astı. “Yine ne yaptım Hazer Bey ya...”

Kerem biraz komik bir gence benziyordu ve bunun yanında, yaşadığımız bu olay onun temiz kalbini görmeme fırsat vermişti. Onlar arabaya binerken kendime çekidüzen verdim. Hazer Han ondan kaçmama izin vermiyordu, tıpkı kopya çekmeye izin vermeyen bir öğretmen gibi despottu.

“Teşekkür ederim,” dedim, çantamın askılarını sıkıca kavrarken. “Şoförünüz benim yüzümden yoruldu, siz oyalandınız, üstelik şey...” Elimden düşen su şişesinin ıslattığı araba zeminine baktım. “Arabanızı ıslattım.”

Genzini temizledi. “Görüyorum, sorun değil.”

Önüme dönerek stresli bir şekilde saçlarımı kulaklarıma doğru ittirdim. Bunu aceleyle yaptığımdan hem Hazer hem de Kerem bir an bana bakıp hemen önlerine döndüler. Fakat benim bir teşekkür borcum vardı, Kerem’e tekrar teşekkür etmek istiyordum.

“Kerem çok teşekkür ederim ama çantamı nasıl kurtardın? Umarım sana zarar vermemiştir. Bu beni çok üzer. Ne oldu o hırsıza?”

Kerem bana aynanın üstünden baktı. Temiz yüzlüydü. Bir kahraman gibi kendisiyle övünerek, “O ne demek Safir Hanım, bir koydum mu oturturum yani,” dedi gururla. Sonra bir an duraksayarak aynanın üzerinden Hazer’e baktı.

“Tabii koymadım, koysam yani demek istedim. Çocuk yakalanma telaşıyla çantayı bırakıp kaçtı, anladı tabii bulaşmaması gereken birisine bulaştığını. Ben de çantayı alıp koşturdum yanınıza, aslında peşinden giderdim ama sizi bekleterek daha da telaşlandırmak istemedim.”

Araba başka bir caddeye girdiğinde Kerem tam bana bir şey sormak üzereydi ki Hazer Han’ın tehlikeli bakışlarından ürkerek sustu. Kızgınca Hazer Han’a döndüm. Hiçbir hakkım ve yetkim olmamasına rağmen kendimi tutamayarak, “İnsanları bastırmak hoşunuza mı gidiyor?” diye sordum, onun bakışları bana rastladığında. “Kerem’i sürekli bakışlarınızla susturuyorsunuz.”

Sadece gözlerime bakmasıyla tüylerim diken diken oldu. “Kahramanınızı, gözlerine bakamadığınız bir adamdan mı koruyorsunuz?”

“Gözlerinize bakabiliyorum.”

“Evet, iki saniye falan.”

Aralarındaki ilişki için söz hakkım yoktu, karışmam belki saçmaydı ama insanların birbirini bastırmasından hoşlanmazdım.

“Çantayı kurtarıp siz kahraman olmak isterdiniz değil mi Hazer Bey?” Kerem kıs kıs gülünce Hazer ona bir daha baktı ve Kerem genzini temizleyip bana hitaben “Sizi nereye bırakayım Safir Hanım?” dedi.

Bakışlarım ikisi arasında gidip gelirken, “Sahafa,” dedim endişeli şekilde. “Saat... Saat kaç?”

Kerem’e sorduğum sorunun cevabını Hazer Han verdi, siyah kayışlı saatine bakarak. “Dörde çeyrek var.”

“Ben...” Kafamı toparlamaya çalıştım ama karmakarışık duygular içerisindeydim. “Ben dört gibi orada olmalıyım, günde birkaç saat çalışıyorum.”

Hazer Han Bey  oturduğu yerde biraz daha dikleşti. “Kerem’in şoförlüğü iyidir, seni yetiştirerek bugün bir kahramanlık daha yapacağına eminim.”

“Elbette Hazer Bey.”

Yanağımı serin cama yaslayarak kapıyla bütünleşmiş şekilde otururken, arabanın içini dolduran ağır kokunun içime doğru karıştığını hissettim.

Bu kokunun kime ait olduğunu artık biliyordum.

Rahatsız biçimde kıpırdandığımda, Hazer’in ağız dolusu bir nefes alarak koltukta benden biraz daha uzaklaştığını gördüm. Ondan, ona fark ettirmeden uzaklaştığımı sanıyordum ama o elbette bunu fark etmişti. Beni yanlış anlamasını istemezdim ama üzgünüm ki erkeklere karşı bundan daha merhametli olamıyordum.

Arabada alınan sert soluklar ve verilen titrek nefeslerden başka ses yoktu. Kerem, Hazer’in dediği gibi iyi ve dikkatli bir şekilde araba kullanarak yarım saatlik yolu yirmi dakikada geldiğinde rahatladım. Birkaç dakika geç kalmıştım ve bunu açıklamaya çalışarak beni bağışlamasını isteyecektim tatlı patronumdan. Araba, kaldırım kenarında durduğunda bakışlarımı kitapçının kapısından çekerek kaçınılmaz olanı yaptım ve Hazer Han’a baktım. Beni yetiştirdikleri için onlara duyduğum minneti bilmelerini isterdim. “Beni yetiştirdiğiniz teşekkür ederim.”

“Balerinimi, kimseye karşı mahcup edemezdim.”

Son kez Kerem’e bakarak ve bir kez daha teşekkür ederek arabanın kapısına uzandım. Kendimi dışarıya atarak çantamı omzuma astım ve kaldırıma çıktım. Başımı hafifçe eğerek arabanın içine baktım. Yine onu gördüm.

Beni izlemekten hiç çekinmiyordu.

Kapıyı, gözlerinin içine bakarak örttüğümde bir filmi yarıda kesmiş gibi hissettim ve gözlerimi yumarak başımı gökyüzüne kaldırdım. Yarım saat içinde yaşadıklarım bana fazla gelmişti, beklenmedik şeyleri ve başa çıkamadığım durumları sevmiyordum. Kaldırımdan inerken araba hâlâ oradaydı, yeşil ışık yandığında ve ben karşıya geçtiğimde de oradaydı ama kitapçının kapısını açtığım anda tozu dumana katarak uzaklaşmaya başlamıştı.

Kitapçının kapısını açmamla beraber ortalıkta kısıkça bir şekilde çalan zili duydum. Bu, müşterinin girdiği haberini veriyordu. Tedirginlikle loş dükkânın içine doğru yürürken patronumun, gözlüklerinin ardından beni izlediğini gördüm. Ortalıkla birkaç çalışan ve ahşap masalarda oturan müşteriler vardı. Geç kalmış olmam karşısında patronumun kızgın olduğunu gördüğümde, konuşmak için ağzımı araladım ama kendisi benden önce davrandı.

“İlk günden işe geç kalınır mı kızcağızım?” dedi. “Ben nasıl seni tam saatinde çıkarıyorsam sen de tam saatinde işe gelmelisin ki, işimizdeki huzur bozulmasın değil mi?”

“Lütfen bağışlayın,” dedim, bu işe duyduğum ihtiyacın bilinciyle. “İnanın elimde olmayan sebeplerdi. Çantam... Çantam çalındı ve ben...”

“Aaa.” Tatlı patronum hayret dolu bir nidayla cümlemi kesti. “Ne diyorsun? İyi misin? Ah, dur bakayım sana...” Endişe, gözlerinde açılan bir pencere gibiydi. “Bir şey yapmadılar sana inşallah? Kurtardın mı? Çantan sırtında olduğuna göre kurtarmış olmalısın.”

Gülümsedim. “Benim için mi endişelendiniz?”

“Elbette senin için endişelendim. İnsanlar bu durumlarla başka insanlar için endişelenir. Baksana, ne kadar solgun görünüyorsun. Çantanı bırak da az dinlen.”

“Yok,” dedim hızla karşı çıkarak. “Yapmam gereken ne varsa, söyleyin hemen yapayım. Geç kaldım, telafi etmeliyim.”

Kendisini yaşından genç gösteren bir edayla gülümsedi. “Ah kızcağızım, sen ne masumsun öyle... Işık saçıyorsun etrafına ama bu saflığınla seni çok üzerler.”

Bu tepkiyi hiç beklemeyerek kafa karışıklığıyla duraksadıktan hemen sonra geçen sefer eşyalarımı koyduğum dolaba doğru ilerleyerek gömme dolabın içerisine çantamı ve montumu bıraktım. Tamam, üzülmüştüm ancak olaya iyi tarafından bakmalıydım. Tonton patronum bana baktığında ışığımı gördüyse gerçekten hâlâ parlıyor olmalıydım. Bu beni gülümsetti.

Kendime başarmak için güçlü olduğumu hatırlattım ve iş arkadaşlarımın sevecen şekilde verdiği selamı alarak rafların önüne geçtim. İşime kaldığım yerden devam etmeli, müşterilerin bozduğu rafları düzeltmeliydim. Gerçekten kendim için bir şeyler yapmaya başlamıştım ve bunu kendime kanıtlamak mutluluk gözyaşları dökmeme bile sebebiyet verebilirdi.

Kendime bir ev tutabilir miydim?

Buradaki diğer çalışanların  adını öğrenmiştim. Hepsi temiz yüzlü, iyi insanlara benziyordu ama kötülük, öyle sinsiydi ki, bazen kendimiz bile farkında olmazdık onun içimizde olduğunun. Toplamda birkaç cümleden fazla konuşmadım, onlar da benim çok sessiz olduğumu fark ettiklerinde benimle konuşma çabasından vazgeçtiler.

Rafları sildim, sürekli dağılan kitapları yerleştirdim. Müşterilere yardımcı oldum, yerlerini öğrenmeye başladığım kitapları sorduklarında onlara yerlerini söyledim. Kitap kokusu müthişti. Birkaç kere bir kitabı incelemeye dalar gibi oldum ama sonra bunun ayıp olduğunu fark ederek kitapları yerlerine bıraktım.

Kazandığım ilk parayla kendime hediye kitap almalıydım.

Hangi kitabı alacağımı düşünerek işlerime devam ettiğim süreden sonra, mekândaki son müşterinin de elinde kabarık bir poşetle dışarıya çıktığını gördüm. Zil, kısık bir şekilde etrafta çınladı ve müşteri şemsiyesini açarak kaldırım kenarından uzaklaşmaya başladı. Duvardaki saate baktım. Akşamın sekiziydi. Gazel yarım saat kadar önce arayarak beni alacağından bahsetmiş ve ona karşı çıkmama müsaade etmeden telefonu kapamıştı. “Kızcağızım, hadi geç de üstünü giyin,” dedi tatlı patronum. “Başka bir müşteri gelmeden.”

Dolaba yürüdüğümde iş arkadaşlarımın kendi aralarında konuşarak montlarını giydiğini ve çantalarını aldığını gördüm. Oldukça sessiz bir şekilde eşyalarıma uzanarak montumu üzerime geçirdiğimde ve çantamı omzuma taktığımda cebimdeki telefon titredi.

Gazel gelmişti.

Sahafın camlarından dışarı baktım, Gazel’in kırmızı arabası sokak lambası altındaydı.

Kitapçıdan iş arkadaşlarıma iyi akşamlar dileyerek çıktıktan sonra yağmur damlalarını paçalarıma sıçratarak Gazel’in arabasına koştum. Beni gördüğü ilk an sevgiyle kucaklamış, yanaklarıma öpücükler kondurmuş, günümün nasıl geçtiğini sorarak bana gülümsemişti. Gazel’de bir arkadaşta arayacağınız her şey vardı ve hayatımın son ânına kadar ne yaparsa yapsın onu  seveceğimi biliyordum.

Eve gelene kadar beni gülümsetmek için çaba harcadı, işimden memnun olup olmadığımı ve tabii ki Hazer Han Bey’i sordu. Onu azarlasam da bizi bir arada düşünme konusunda ciddi görünüyordu.

Eve vardığımızda öncelikle Gazel’in misafir banyosunu kullandım. Sıcak su rahatlatmıştı, çıkıp üstümü giydim ve doğrudan salona inip Gazel’in sabah bahsettiği gibi izlemek için Titanik filmini açtık. Galip’in geniş, rahatlığı inkâr edilemez koltuğunda, loş ışık altında, TV ekranına dolu gözlerle bakıyorduk. Olduğum yere yabancıydım, koltukta bile rahat oturamıyor ve sürekli kıpırdıyordum. Gazel başını omzuma yaslamış, Titanik’in can alıcı sahnelerinden birisi için üzülürken, ellerimi dizlerim arasında birbirine sürterek camdan dışarıya baktım.

Galip ansızın gelse, beni yine kovar mıydı?

Galip ne derse desin Gazel’in ne düşünüp hissettiğini biliyordum.

Dünyadaki yerimi asla bulamayacağıma inansam da Gazel’deki yerimi biliyordum.

Zaman mıydı şimdi kalp atışları bu kadar yavaşlayan?
Ben miydim yoksa, zamanı ağırdan yaşayan?

Dünyadan bir ışık yılı kadar uzaklaşabilir miydim? Peki ışık hızına sahip olsam zamanı geçer miydim? Zamanı, arkamı dönüp mü izlerdim? Babamın yanına gidebilmek için kaç ışık yılına ihtiyacım vardı? Kaç zaman geçmesi, kaç takvim yaprağının düşmesi gerekiyordu? Babama kavuşmak için ne kadar zamanım vardı?

Babam, bana bir iple, dünyanın en korkunç şeyini yapmayı öğretmişti.

Bencildi.

Bu sabah, babamı ne kadar çok özlediğimi fark ederek mutsuz uyanmıştım ve hâlâ öyleydim. Dans için buluşma saatimiz her zaman öğlen bir olurdu ama bugün saat biri kırk geçiyor olmasına rağmen Hazer Han Bey geç kalmıştı. Bu hiç olmazdı, her seferinde birkaç dakika da olsa geç kalan ben olmuştum. Ama bu sefer o kırk dakika gecikmişti. Sabah telaşla evden çıkıp geldiğimde Meliha Hanım koreografiyi hazırladığını ve her zaman çalıştığımız odada değil de gösteri salonunda olmam gerektiğini söylemişti. Tamam, utanacağım bir şeyi itiraf etmeliydim ki, geç kalarak kendini bana karşı mahcup hissedecek olması hoşuma gitmişti.

Bu çok ayıptı ama sürekli beni geç kalmam konusunda ikaz ederek kendisinin geç kalması, bana bunu düşündürmüştü.

Sahnenin ucunda, ayaklarımı sarkıtmış vaziyette oturuyordum. Burası büyük, çok fazla koltuğa sahip ve geniş sahnesi olan bir gösteri salonuydu. Hayranlıkla sahnenin önündeki kırmızı perdelere baktım, parmaklarımla sahnenin zeminini okşayarak, “Buraya aitim,” dedim, inancıma sıkı sıkı tutunarak. “Tanrım teşekkür ederim. Bana, hâlâ parlama şansı verdiğin için sana minnettarım. Bana verdiğin bu yeteneği harcamayacağıma söz veriyorum.”

Saate bir daha baktım.

Tam kırk üç dakika geç kalmış...

Kapı açıldı.

Başım omzumun üzerinden arkaya düştüğünde, saçlarım dalgalar şeklinde yüzüme çarpmıştı. Onu, açtığı kapının önünde alnına düşmüş saçlarıyla gördüm. Simsiyah takımının içindeydi ve bu takımı aynı renk gömleğiyle tamamlamıştı. Kravatı yine ceketinin ön cebinden aşağıya doğru sarkıyordu. Lacivert mendili de cebindeydi ama kravatı onu biraz gizlemişti.

“Safir Hanım?” dedi mesafeli sesiyle. Sesi, büyük alanda yankılanarak doldurdu kulaklarımı. “Merhaba.”

 “Hazer Bey,” diyerek karşılık verdim ve kendime engel olamadım. “Geç kaldınız.”

Gözlerimin parladığını hissettim, zafer parıltısı mıydı? Bir an bu düşünceden tekrardan utandığımda kaşları kavislendi. “Beni iğneliyor musunuz?” diye sordu, amacımı anlamakta gecikmeyerek. “Mahcubiyetim hoşunuza mı giderdi?”

O, sahneye doğru yaklaştıkça, gerginlik vücuduma çekilen elektrikli bir ip halini alıyordu. “Evet,” diyerek utandığım bu durumu kabul ettim. “Hoşuma giderdi.”

“Fakat mahcup değilim.”

 “Ama olmalısınız,” dedim dudak bükerek. “Ben birkaç dakika bile geciktiğimde mahcup hissediyorum.”

Kollarını geniş göğsü üstünde bağlayarak yukarıdan aşağıya beni süzdü. Neden, beni izlemekten çekinmiyordu? “Gecikeceğimi Meliha’ya söyleyerek sana iletmesini istemiştim,” dedi. “Cuma günleri dersimiz bir değil de iki de başlasın.”

Kaşlarımı çattım. “Ben gecikecek olsam Meliha Hanım’a değil, size haber verirdim,” dedim. “Siz de öyle yapmalıydınız Hazer Bey.”

“Hadi ya.”

“Hıhı,” dedim ve bakışlarımı uzaklaştırdım.

“Balerinim, kızarıyorsun.”

Evet, tabii. Erkeklerle konuşmazdım ama Hazer Han’la konuşuyor olmakla beraber onunla tartışıyordum ve bu bedenimdeki gerginliği hat safhaya çıkarıyordu. “Burası sıcak,” dedim, kendimi bu durumdan kurtarmaya çalışarak. “Ondandır. Siz de terlemiyor musunuz? Sanırım güneş doğrudan buraya düşüyor. Petekler de yanıyor üstelik. Siz de terlediyseniz ceketinizi çıkarın...” Bir an duraksayarak kalın etime sertçe çimdik attım. Saçmalamıştım, acilen durumu toparlamalıydım. “Ben... ben, pointlerimi giyeyim.”

“Sen pointlerini giy.”

Ayaklarımın üstünde yükseldim ve izleyici koltuğuna bıraktığım çantama ilerledim. Onun yokluğunda bale kıyafetlerimi giymiştim ama pointlerimi giymek için çekincelerim vardı. Meliha Hanım bu pointlerin yetersiz olduğunu düşünüyordu, haklıydı fakat hâlâ yenisini alacak param yoktu.

İmkânımın olmaması ayıp değildi elbette, bir daha sorarsa bunu kendisine söylemeyi düşündüm.

Ama işte, birinin gözlerine bakarak bir şeyler için yetersiz olduğunuzu söylemek kalbinizi sızlatıyordu.

Siyah renkli botlarımı çıkardım ve pointlerimi dikişlerini zorlamayarak giyip kurdelelerini bileğimde zarifçe bağladım. Tamam, onları giymiştim ama onlarla daha ne kadar dans edebilirdim?

“Meliha koreografiyi hazırlamış olmalı.”

Temkinle sordum. “Partner yok değil mi?”

“Sana denk birini bulamam.”

Bedenimdeki anlık kasılma geçtiğinde koltuktan doğrularak ona bakmadan sahneye doğru ilerledim. Birkaç adımda onu geçmiş, sahneye çıkan merdivenleri yürüyerek büyük sahneye çıkmıştım. Sırtım ona dönüktü ama bunun onu rahatsız edeceğini düşünmüyordum. Daha önce de sırtımı ona dönerek dans etmiştim. Ellerimi kalçalarımın biraz üstüne, bel kavisime yerleştirdim. “Benim için müzik açar mısınız?”

“Senin için müzik açarım.”

Ah, tekrarlayan cümlelerimiz...

Boynumu iki yana doğru kıvırırken, adımları durdu ve aynı anlarda salonun kapısı açıldı. Kafamı çevirdim ve Meliha Hanım’ın içeri girdiğini gördüm. Üzerinde krem renkli atleti ve siyah, belden oturtmalı taytı vardı. “Hazer, hoş geldin,” dedi ve ifadesi bozularak devam etti. “Ah Mila, sana Hazer Han’ın gecikeceğini söylemeyi unuttum değil mi? Aklım çok yoğundu, kusura bakma lütfen.”

Hazer Han radyonun yanına vararak müzik seçerken, Meliha Hanım’ın özrünü içtenlikle kabul ettim. “Ne kusuru, insanlık hali...” Yutkundum. “Böylelikle Hazer Bey bu tür gecikmelerini doğrudan bana bildirmesi gerektiğini anlamış olmalı.”

Hazer Han genzini temizledi.

Meliha Hanım muzip bir gülümsemeyle canlandı. “Tatlım, bilirsin işte, büyük patronlar hep böyledir.”

Hazer aniden konuştu. “Meliha koreografiyi anlatmaya başlayabilirsin.”

Meliha bana koreografiden bahsetmeye başladı. Bu dersimize kendisi de katılacaktı, açıkçası rahatlamıştım. Daha az gerileceğimi umarak bahsettiği her şeyi uygulamaya koyuldum. Hazer Han daha önce de bir kez bize eşlik eden müziği açarak koltuklardan birine oturdu ve hiçbir direktif vermeden bizi izlemeye başladı.

Meliha Hanım koreografinin beni zorlayacağından bahsetmişti ve Tanrı biliyor ya, gerçekten zorlamıştı. Bedenim kıvrak olmasına rağmen dönüş açılarında ve bacaklarımı kullanmam gereken bazı anlarda istediğim kadar iyi olamamıştım. İzleyen herkesin ağzını açık bırakmak istiyordum. Gerçekle düşü karıştırmalarını, beni, gözlerine inanamayarak izlemelerini istiyordum.

Bazı hareketlerin beni zorlaması karşısında kızmış, kendime daha iyisini yapabileceğimi telkin ederek hareketleri tekrarlamak istemiştim ama Meliha Hanım ilk sefer için çok iyi olduğumu vurgulamıştı. Hiç durmadan dört dönüş yapmamı istediğinde, üçüncü dönüşüm sırasında parmaklarım sıkışmış ve dikkatim dağılmıştı. O bunu sorun etmemişti ama bu kusuru yapmaya hakkım yoktu. Benim tek yanlışa bile hakkım yoktu.

Kendim için bir hayal kırıklığı olamazdım.

Bu düşünce sırasında kolumu arkamda kıvırdım. Dördüncü dönüşümü tamamlamak üzereydim ki boş bulunarak olması gerekenden daha erken bir şekilde tabanlarıma bastım. Tamam, iyi bir dönüş olmuştu ama harika değildi, kimseyi büyülemezdi. Kolumu aşağıya doğru indirerek soluk soluğa durduğumda Meliha Hanım alkışlayarak beni tebrik etti.

“Safir, Hazer Han’ın neden seni seçtiğini daha iyi anlıyo...”

Hazer Han’ın konuşması aniden olmuştu. “Kafan dağınık, kendini topla Safir Mila.”

Ah, beğenmemiş miydi? Beni bugün başarılı bulmamış mıydı?

“Bence harika,” dedi Meliha Hanım, o da Hazer Han’dan gelen tepkiye şaşırmış görünüyordu. “İlk seferde ondan daha fazlasını talep edemeyiz, biraz acımasızca davranmıyor musun Hazer Han?”

“Onu defalarca izledim. Potansiyelini bilen benim. Vücudunun neler yapabileceğini en iyi ben biliyorum. Kendisi için bir hayal kırıklığı olmasına izin veremem.”

Taytımın kumaşını sıkarken, “Evet öyle,” dedi Meliha Hanım, sesi hissettiklerini yansıtıyordu. “Fakat ne kadar yetenekli de olsa onun da sınırları var. Hareketler zor, buna rağmen zarafetle kıvrılabiliyor. Bu kadar acımasız olma lütfen.”

Hazer Han’ın yüzünde tek mimik oynamadı. “Anlatsana Safir Mila, dansın seni tatmin etti mi?”

Kendim için üzülerek cevap verdim. “Etmedi.”

“O zaman, tatmin olana kadar dans et.”

Dinlenmemi, kafamı toplamamı istemiyor, yapamadığımı düşündüğü şeyin üstüne gitmemi istiyordu. Dediğini yaparak dansın üstüne gittim ve onlara  sırt çevirerek nemli avuçlarımı bluzuma sürttüm. Evet, başaramadığımda pes etmezdim elbette. Başaramamak, başarmak için bir motive kaynağıydı. Az önceki hareketlerimi tekrarlarken parmak uçlarımdaydım ve zarafetle süzülüyordum.

Ruhumu bedenimden çıkarsam, dansın suretine bürünerek çıkardı.

Müziğin sesini duymadığım gibi onların varlığını da hissetmiyor, yalnızca dansın büyüsüne kapılarak sahnenin her yerine açılıyordum. Daha iyisi olana kadar parmak uçlarımdan inmedim, o kadar uzun süre kaldım ki, tabanlarımdaki kanın akışında tersliği hissetmiştim.

Meliha Hanım yeterli olduğunu ve bugün kendimi daha fazla yormamamı söyleyerek beni durdurup salondan çıktı. Biraz soluklanarak sahnenin ortasına oturdum. Hazer Han o kadar sessizdi ki, bir zaman sonra varlığını unuttum.

Saçlarımı, beni daha fazla terlettiği için çıplak ensemden kaldırarak bluzumun üstünden sol omzuma bırakırken, nefesime Hazer Han’ın nefesi yetişti ve koltuktan kalktıktan az sonra sahnenin ucunda dikilmeye başladı. Yüzüne bakmadım. Pointlerimin dikişlerini izleyerek yükselip alçalan göğsümün yavaşlamasını beklerken dilimin adeta ağzımın içinde eridiğini fark ettim.

Hazer Han, elindeki su şişesini sahnenin ucuna bıraktı ve cam şişe takırdayarak bana doğru kaydı.

“İçmelisin.”

Buna gerçekten ihtiyacım vardı. Soğuk su kuruyan ağzımı ıslatarak boğazımdan aşağıya kayarken, birkaç damlası ağzımdan taşarak çeneme düşmüş ve beni utandırmıştı. “Teşekkür ederim,” dedim sakinleşince.

“Koltuğa geç otur istersen, zemin soğuk.”

Kafamı salladım ve su şişesinin kapağını kapayarak ellerimden aldığım güçle birlikte kendimi kaldırdım. “Aslında dinlenmeme gerek yok,” dedim saçma bir açıklama da bulunarak. “Gitsem iyi olacak.”

“Çok yağmur yağıyor.”

Kalbimin sesi miydi bu yağmuru duymamı engelleyen bilmiyordum ama o diyene kadar yağmur yağdığını duymamıştım. Gösteri salonundaki pencerelere doğru ilerleyerek perdeleri kaydırdığımda, üst katta olmamıza rağmen yollarda biriken su birikintileri beni korkuttu. Babam yağmurun nimet ve bereket olduğunu söylerdi ve aynı zamanda bu berekete isyan ettiğimizde Tanrı’nın yağmurla felaket oluşturabileceğini eklerdi.

Gazel beni almaya gelecekti.

“Hızlı başlayan yağmur hızlı biter,” dedi Hazer Bey, sesi salonun içinde dağılarak döküldü kulaklarıma. “Yavaşlayana kadar biraz geç de dinlen Safir Mila.”

Parmaklarım perdenin kenarından düşerken kendisiyle bir kez daha yüz yüze gelmeye hazırlanarak arkamı döndüm. Az önce oturduğu mavi koltuğa yerleşmiş, çenesini sıvazlayarak beni izliyordu. Elimdeki su şişesini sıkarak birkaç adım attım ve ondan uzaktaki koltuğa oturdum. Su şişesini koltuğun kenarına bırakıp sırtımda bir sopa taşıyormuşum gibi dimdik durarak bakışlarımı ondan başka her yerde gezdirdim. Parmaklarım point içinde acıyordu.

“Başarısız mıydım?” diye sordum aniden, kendime engel olamayarak. “Yeterince iyi değilsem bana söyleyin lütfen. Dürüstlüğünüzü yalnızca takdir ederim, size karşı incinmem.”

O kadar uzun süre cevap vermedi ki, ona bakma mecburiyeti hissettim. Gözleri, sanki onlara çarpacağımı biliyor gibi hazırlıklı yakalandı bakışıma. “Potansiyelinin altındaydın,” diyerek yanıtladı beni, oldukça düz bir sesle. “Birini incitmekten korkarak yalan söylediğim hiç olmamıştır.”

Aramızda süzülen hava, lapa lapa kardı sanki. Kendisi de gergin gibiydi. “Aslında dans edemediğim için beni azarlamak istiyor gibisiniz ama kendinizi tutuyorsunuz.”

“Demek hoşgörüsüz bir adam olduğumu düşünüyorsunuz?”

Mırıldandım. “Fue aquı.”

Duraksadı. Çenesini sıvazlayan parmakları orada kalmış, kaşları adeta alnına kadar yükselmişti. “Ne dedin?”

Cejas realmente como tomados."

Yerinde dikleşti. “Türkçe konuşur musun?”

Dudağımı büktüm. “Un despota.

Gömleğinin yakasını çekiştirdi. “Bana küfür mü ediyorsunuz!”

“Ne?” Durdum. “Ben asla küfretmem.”

“Ne dediğinizi söylemezseniz bana küfrettiğinize inanacağım.”

“Ama...”

Kapı tıkladı.

Hazer Han, yerinde kıpırdanarak anlaşılmaz bir homurtu yükseltti. Bu, kapının önündeki insanı içeriye davet ettiğinin habercisiydi. Zaten çok geçmedi ki kapı aralandı ve kaburgalarım kalbimin etrafını dikenli bir tel gibi örerken, heyecanlı bir ses adımı bağırdı. “Safir!”

Gazel?

Çenem adeta yere yapışacakmış gibi sahici bir şaşkınlık yaşayarak hızla kapıya döndüğümde, Gazel’i mahcubiyet içerisinde bize bakarken gördüm. Telaşımı fark ettiğinde durmaya son vererek içeriye doğru bir adım attı.

“Rahatsız mı ettim, affedersiniz?” Soruyu Hazer Han’a yöneltmiş olmalı ki, doğrudan ona bakıyordu. Hazer’in sesi nazikti. “Rahatsız etmediniz.”

Gazel’in gülümsemesi büyürken, “Safir’i almaya gelmiştim ve aşağıya inmeyince merak ettim,” diyerek durumu izah etti, tatlı bir şekilde. Çantasının askısını tutarak yanıma yetişti ve eğilerek yanağıma abartısız bir öpücük bıraktı. “Umarım dersinizi bölmemişimdir.”

Beyaz kürkünün içinde göz alıcı görünüyordu. Yutkunarak duruma uygun birkaç kelime arayışına düştüm. “Çok yağmur yağdığı için inemedik, Hazer Bey yağmur dinene kadar burada durmayı teklif etmişti.”

“Aaa, biz tanışmadık.” Gazel doğrularak siyah, şık eldivenli elini Hazer Han’a doğrulttuğunda, Hazer kendini toplayarak elini sıkmak için Gazel’e uzandı. “Ben Safir’in yakın arkadaşı Gazel. Siz de Hazer Bey’siniz anladığım kadarıyla. Çok memnun oldum.”

“Arkadaşınız benden bahsetmiştir sanırım. Memnun oldum.”

Yanağımın içini ısırdım. Gözlerimi içerek yaptığı ima. Boynuma kadar ısındım. Koltuğumdan kalkarak titreyen bacaklarım üstünde durmaya çalışırken, “Çok naziksiniz,” dedi Gazel, ona olan kızgın bakışlarımı görmeyerek. “Değil mi Safir? Ne kadar da nazik?”

“Tabii, tabii.”

Gazel geçiştirici tavrım üzerine bir saniye kadar duraksadı ve kaşlarını sorarcasına yukarıya kaldırdı. “Ee, Safir’i beğeniyor musunuz?” dedi ve boğazımdan fırlayan öksürükle beraber durumu düzeltti. “Dansı harika değil mi? Adeta parlıyor.”

“Evet,” diye sakince yanıtladı Hazer Han. “Öyle olmasaydı onu seçmezdim.”

Işığımın, bedenimi ve ruhumu çerçeveleyerek beni tamamladığını biliyordum ve bunu onların da görmüş olması çok hoştu fakat daha fazla burada kalmak istemiyordum. “Gidelim,” dedim ağzımın içinde. “İşe geç kalmak istemem.”

Gazel çantama benden önce uzanarak, “Montunu giy,” dedi. Hemen sonra bizi izleyen Hazer Han’a döndü. Ellerini ceplerine yerleştirmiş, ilgisizce konuşmalarımıza kulak veriyordu. Ben montumu alıp giyinirken, “Dilerim bir daha karşılaşabiliriz,” dedi Gazel, sevecen bir sesle. Gür saçları yüzünün bir kısmını gizliyordu. “Görüşürüz Hazer Be...”

Kapı bir kez daha çaldı.

Başlarımız doğrudan kapıya döndüğünde, kapıyı çalan kişi bir komut beklemeden çaldığı kapıyı ittirdi ve aralanan kapının ardından bir erkek görüş alanımıza girdi. Hazer yanımızda aniden dikleşerek ileriye doğru bir adım atarken, montumun fermuarını çekiştirerek gözlerimi kırpıştırdım. Adam bize iki saniye dahi bakmadan bakışlarını Hazer’e çevirdiğinde, “Affedersiniz,” dediğini duydum sakin bir sesle. “Müsait miydin Hazer?”

“Hay aksi,” dedi Hazer Han. “Gelmiş miydin? Beklettim mi?”

“Ziyanı yok,” dedi adam yumuşak bir ifadeyle, doğrudan Hazer’e bakarak içeriye doğru birkaç adım daha attı. “Aşağıdan seni sorduğumda burada olduğunu söylediler. Müsait değilsen aşağıda bekleyeyim kardeşim.”

“Yok Behram, hanımlarla ayrılıyorduk zaten.”

Behram? Bu isme aşinaydım... O gün, Hazer Han’ın başıma şemsiyesini açtığı gün kendisini alan arkadaşıydı. Adının Behram olduğunu öğrendiğim beyefendi yalnızca başıyla bizi selamladığında gözlerimi ürkekçe kaçırarak kafamı salladım. Gideceğimizi hatırlatmak için Gazel’e döndüğümde, onun kirpiklerinin altından Behram Bey’e baktığını gördüm. Dirseğine nazikçe dokundum. “Gidelim mi?”

Elini bir tutam saçıyla oyalayarak, “Tabii,” dedi sıcak sesiyle. “Ayakkabılarını giy canımın içi.”

Alt dudağımı dişleyerek yerdeki siyah botlarıma uzandığımda, beylerin yan yana durduğunu ve kendi aralarında sessizce konuştuğunu gördüm. Behram Bey’in bizimle tanışmak için girişimde bulunmaması beni oldukça rahatlatmıştı. Botumu giymek için pointimi ayağımdan çıkardığımda, Gazel’in elinin havaya kalktığını gördüm. Parmakları, tokalaşmak için uzandı.

“Merhaba, ben Gazel.”

Behram başını omzunun üstünden arkadaşıma çevirdi. Doğrudan onun uzattığı eline baktıktan sonra yüzündeki ifade bocaladı. Taranmış, üç numaraya vurulmuş saçları ve gömleğinin iliklenmiş her düğmesiyle oldukça nizami görünüyordu. Üstünde, önü açık paltosu vardı. Gazel’in gözlerine hiç bakmadan onun selamını elini göğsüne yaslayarak aldı.

Gazel’in parmakları aşağıya düştü ve benim gibi bu durumu garip karşılayarak başını önüne eğdi. “Kusura bakmayın, ben...”

Behram birkaç kez sessizce öksürdü, yanakları mahcubiyetle kızarmıştı. “Estağfurullah,” dedi, sesi oldukça yumuşaktı. “Yanlış anlaşıldım, yalnızca şey...”

“Yaşam biçimi olarak,” diyerek olaya müdahil oldu Hazer Han. Arkadaşının omzunu sıvazladı.

Ah, sanırım anlamıştım. Behram Bey muhafazakâr bir adamdı. Ben, ayakkabılarımı giymiş doğrulurken, Gazel kıpkırmızı kesilerek bakışlarını önüne düşürdü. Utandığını, mahcubiyet duyduğunu gördüm.

“Anlıyorum,” dedi zor duyulan bir sesle. “Ben... affedersiniz, rahatsızlık vermek istemedim.”

“Estağfurullah.”

Garip bir tanışma olmuştu ama yaşam tarzları farklı insanlar olduğumuzu anlamıştım. Behram çok sakin ve zararsız birine benziyordu. Gazel’in koluna bir kez daha dokunup, “Hadi,” dedim yumuşak bir sesle. “Gidelim canım.”

Mahcubiyetle bana sokulup fısıldadı. “Utanç içindeyim.”

Bunu duyan bir tek bendim, çünkü beyler bize karşı ilgisizdi. Pointlerimi çantanın içine yerleştirdikten sonra Gazel’in hiç durmadan bir baş selamı vererek uzaklaşmasını izledim. Tamam, ufak bir yanlış anlaşılma olmuştu ama bu kadar büyütüp kendisini üzmemeliydi. Kapıdan dışarıya çıktığında, yapmam gereken o şeyi fark ederek başımı kaldırdım.

Onunla vedalaşmalıydım.

Behram’ın birkaç adım gerileyerek bize karşı ilgisiz davrandığını gördüğümde, Hazer Han bana doğru bir adım daha atarak özel alanımın sınırına tehdit gibi dikildi. İnsanlara bu kadar dikkatli bakmaması gerektiğini öğrenmeliydi. Gözlerini hiç kırpmıyordu, sanki kirpiklerinin uçlarında, düşürmeyi istemediği şeyler asılıydı. “Ben gideyim, yarın görüşürüz.”

“Siz gidin, yarın görüşürüz.”

“Cümlelerimi neden tekrarlıyorsunuz?”

“Siz cümlelerimi neden tekrarlıyorsunuz?”

Parmaklarım saçlarımdan düşerek yanıma indi. “Yarın da geç kalacaksanız lütfen haberini bana verin.”

İğnelemem üzerine yalnızca omzunu silkti. “Bugün geç kalmadım, bu yalnızca Meliha Hanım’ın kabahatiydi. Cuma günler dışında aynı saatimizde buluşacağız.”

“O halde görüşürüz.”

“Görüşürüz, balerinim.”

Yanından uzaklaştım ve Behram’ın nazik bir tebessümle verdiği baş selamını alarak kapıdan dışarıya çıktığımda derin derin soludum. Gazel, sırtını koridor duvarına dayamış, tırnaklarını yiyordu. Yanına yetiştiğimde kolumu tutarak adeta beni çekiştirdi. “Çok utandım Safir!”

“Utanılacak bir şey yok Gazel,” diyerek onu yatıştırmaya çalıştım. “Tanışmak doğal bir hareket. Behram muhafazakâr bir adammış, nereden bilebilirdin ki?”

“Evet ama...” merdivenleri tırmandığımız sırada dudaklarını büktüğünü gördüm. “Tanışmak için elimi uzatan ilk ben olmamalıydım.”

İç çektim. “Nezaket kuralları gereğince tanışmak üzere elini uzatan kadınlar olmalıdır.”

“Çok tuhaftı ama...” Gözlerinin içinde bir çiçek gibi açtı. “İlk kez böyle bir insanla tanıştım. Ya da hayır, tanışamadım. Yanakları kızarmıştı, böylesini hiç görmemiştim.”

“Olabilir, dünyada çeşit çeşit insan var.”

Dışarıya çıktığımızda, yağmurun yavaşladığını ama sulusepken devam ettiğini gördüm. Merdivenlerden indiğimizde Gazel elimden tuttu ve beni koşmaya zorlayarak, caddeden karşıya geçirdi. Burukça gülümsedim, vücudum ve ruhum daha bir şeylerden habersiz olduğu zamanlarda, onunla sık sık mutlu olup yağmurların altına koşuştururduk. El ele, can cana, sevinç içerisinde... Yağmur suları paçalarımıza sıçrarken, Gazel’in arabasının yanına varana kadar koştuk.

İçimdeki huzursuzluğu, onun gülüşleri alıp götürdü.

Biz arabaya yerleşirken, Hazer Han ve Behram merdivenleri ağır ağır indi.

 

Sessizlik istiyorum ama gürültülerce koşuyorum,

Hayallerime,

İnançlarıma…

Bu sabah erkenden kalkmış, Gazel’in benim için hazırladığı kahvaltıyı yapmış, bana aldığı kıyafetleri giymiştim. Kendisi için her alışverişe çıktığında benim için de bir şeyler alıyor, ona sitem etsem de bunu yapmaktan vazgeçmiyordu. Benim onları koyacak bir dolabımın bile olmadığını biliyordu. Taş grisi, boğazlı bir kazak almıştı ve giydiğimde çok yakıştığını söylemişti.

Koşuyor, konferans salonuna giden merdivenleri tırmanıyordum. Saat bire beş vardı. Geç kalmamıştım ama bugün Hazer Han’dan önce gelmek istiyordum. Bu, aramızda tuhaf bir rekabete dönüşmüştü ve yaptığımdan utansam da ondan önce salona varmak istiyordum. Koridorun sonuna kadar yorulan bacaklarla yürüyerek kapıyı açtığımda, tek temennim ondan önce gelmiş olmamdı.

Soluk soluğa koltuklara baktım.

Yoktu.

Yanaklarımın muzipçe kızardığını fark ederken kapıyı arkamdan örttüm. Çantamı bırakmak için koltuklara yürüdüm. Ondan önce gelmiştim ama bu sefer geç kalanın o olduğunu kendisine söyleyerek onu iğnelemeyecektim. Sahneye, ait olduğum yere dönerek saçlarımın yükünü sırtıma saldığımda, bakışlarım gayriihtiyari sahnenin zemininde duran kutuya çarptı.

Bir kez daha etrafıma baktım,
Fakat hayır, Hazer Han yoktu.

Kutuyla ilgilenmeyerek bakışlarımı kaçırdım ama en azından ne olduğunu anlamam gerektiğini düşünerek sahneye yürüdüm. Birkaç adımda sahneye varıp tümseğe çıkarak kutuya uzandım. Dizlerimin üstünde çökerken, bunun beyaz, yeni alınmış bir ayakkabı kutusuna benzediğini fark ettim.

Birisi burada mı unutmuştu?

Parmaklarımın bir kısmıyla kutuyu kendime doğru çektim. Kutunun karton kapağını kaldırdığımda, nefesimi tutmuş ve gözlerimi arayışla kutunun içine düşürmüştüm. Bakışlarım, gördüğüm şey karşısında kocaman olurken, göğsümdeki elim kucağıma düştü. Kanım, damarlarım içinde koşuştururken, nabzım bileklerimde sıkışarak ellerimi uyuştururken, dudaklarımdan hayali bir mırıltı geçiverdi. İşlevini yitirmek üzere olan parmaklarımla, son bir gayretle, bembeyaz pointlerin arasına sıkışmış olan küçük karta uzandım. Harfler hoş bir el yazısıyla bir araya gelmişti.

Şöyle yazıyordu:

İyi balerinler iyi pointleri hak eder.

Hazer Han Dalgakıran.


BÖLÜM SONU.