0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

12. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“SADECE HAZER”

Bizim için bir şarkı çalmaya başladı ve sen geçip beni izlerken, ben senin için dans ettim.

Boğazıma kadar acıya battığım zamanlarda bir aynanın karşısına geçip kendi gözlerime bakardım. Gözlerimin içinde, gözlerimin her alanına yayılmış olan acıyı gördüğümde sana ne yaptıklarını gör diye bağırırdım kendime. Sana bunu yaptılar ama sen bununla kalmak zorunda değilsin. Kendi hayatının kahramanı olana kadar durmayacaksın!

Rahat olmayan ama sıcak bir yerdeydim. Cildimin üzerine adeta yapışmış gibi duran nemi, bununla beraber esen rüzgârı hissedebiliyordum. En son Hazer Han’ın arabasının arka koltuğunda kitabımı okuyordum ve görünen o ki uyuyakalmıştım. 

Gözlerimi açtığımda gördüğüm ilk şey parlak camın ardındaki gün ışığı olmuştu. Anladığım kadarıyla sabahın erken bir saatinde, hâlâ arabanın içinde, denizin önündeydik. Her bir uzvumun ağrıdığını hissederek gerinirken, gözlerim dizlerimin önünde duran kitaba takıldı. Sayfa sayısına göz attım, epey okumuştum. Küçük bir sevinç yaşadım ve kaçamayacağımı bildiğimden kafamı kaldırıp ona baktım.

Hazer Han derin bir uykudaydı.

Buradan yüzünün ifadesini görebiliyordum. Kollarını vücuduna dolamıştı ve sanki üşüyordu. Kaşlarımı çattım ve arabanın hâlâ açık olan camına baktım. Onun tarafındaki cam yarısına kadar açıktı ve geceden bu yana ayaz onu çarpmış olmalıydı. Bir anda camı örtme isteğiyle doldum ama camı örtmek için ön koltuğa geçmeliydim.

Kalkmak için hareketlendim ve o anda, omuzlarımdaki ağırlığın kucağıma düşmesini izledim. Hazer Han’ın ceketiydi ve parfümünün yoğun kokusu ortalığa dağılmıştı. Eğer üşümeyeyim diye üstümü örttüyse artık camı kapamadan duramazdım. Ceketini özenle koltuğa bırakıp kapıyı açtığım gibi çıktım ve az sonra ön koltuğa emaneten oturduğumda, gözlerimi kırpıştırarak çehresine baktım. Orantılı bir surata sahipti.           Kalın, gerçekten biçimli kaşları, sık kirpikleri, minicik kavisli burnu, köşeli çenesi, kalp şeklindeki dudakları... O, oturup yüzünü izlediğim ilk erkekti.

“Sen... Yakışıklı bir erkeksin.”

Yanaklarım utanç içinde kızardı ve kalbim, altın vuruşlarla göğsümü yumrukladı. Eskiden böyle şeyler düşünmezdim. Ellerimi yavaşça ağzımdan indirirken, “Bana neler düşündürüyorsunuz böyle,” diyerek onu payladım. Bütün vücuduma yakıcı bir sıcak bastırmıştı. “Sizin suçunuz vallahi.”

Gözlerimi kaçırdım, sanki beni duymuş gibi hissediyordum. Oysa derin bir uykudaydı, duymuş olamazdı. Garip bir duygu eşliğinde titriyordum. “Gördüğümü söyledim, bunda utanılacak pek bir şey yok ama utandım işte.”

Sanki beni duyuyormuş gibi ona açıklama yapmam saçmaydı ama böyle utanç dolu bir duruma düşünce elimden başkasını yapmak gelmiyordu.

“Ama öylesiniz yani, ben ne yapayım...”

Gün ışığında belirginleşen çillerine baktım ve hiçbirinin onun yüzünde bir kusur olamayacağını düşündüm.  Rüzgâr yüzüne dokunuyordu. Onun olduğu koltuğa yaklaştım ve bir elimle kapıya uzanarak camı örtme düğmesini aradım. Bunun için kalçamın üzerinde yükselmem, kolumu onun göğsünden ileriye uzatmam gerekmişti. Dağınık saçlarımın bir kısmı gömleğinin üzerine dökülürken, düğmeye dokundum rüzgârın gelişini kestim. Camı tamamen örttüğümde tekrar yerime geçmeye yelteniyordum ki onun sesini duydum.

“Safir Mila?”

Gözlerim büyüdü ve kafamı omzumun üzerinden ona çevirirken buldum kendimi. Yüz yüze düştüğümüzde gözlerimiz kesişti ve sanki akan bir nehre düşüp boğuluyormuş gibi hissettim. “Hazer Bey,” diyebildim yalnızca.

Uykulu gözleri kırpıştı. “Safir?”

“Hazer Bey?”

“Ne yapıyorsun?”

“Ne yapıyorum Hazer Bey?”

Hazer Han’ın bakışlarındaki renk koyulaşmıştı ve henüz tam anlamıyla ayılmış görünmüyordu. Yutkunarak eliyle beni gösterdi. “Üzerimdesin?”

Gözlerim koskocaman oldu ve nezaketimi korumaya çalışarak, “Camı örtmek için uzanıyordum,” dedim. Kendimi açıklamaya çalışıyordum ama o kadar telaşlı ve heyecanlıydım ki kelimelerimi karıştırıyordum.

“Sizin üşüdüğünüzü düşündüm de ben...” Yüzünün yakınlık mesafesi, kalbimi galeyana getirmişti. “Hazer Bey, ben...”

“Hazer,” dedi ansızın, cümlemi yarıda keserek. Gözleri bana o kadar yakıcı şekilde baktı ki, vücudum metal olsa kaygısızca erirdi. “Sadece, Hazer.”

“Sadece, Hazer mi?”

Nefes bile almıyordu. “Hazer de.”

Önümde bir ateş yanıyordu sanki ve ben yürümekten vazgeçmezsem, kaçıp gitmezsem alevlerin içine düşecektim. Kendimi nasıl bir hızla geriye attım bilmiyorum ama sırtım kuvvetle araba koltuğuna çarptığında ve gözlerim doğrudan ön cama çevrildiğinde, Hazer Han da gürültülü nefesler vererek ellerini sıkıca direksiyona geçirdi. Yüzüne o kadar yakından bakmak yetmiyormuş gibi bir de bana böyle şeyler söylüyordu. Beni utandırdığı için ona kızmak istiyordum. Bir de kalp atışlarımı duysa… Aman Tanrım, ne çekinirdim suratına bakmaya.

Bir süre sustuktan sonra nefeslerimiz düzene girdi ve Hazer Han koltuğunu doğrultarak yerinde kıpırdandı.

“Şirkete geçmeden önce bir şeyler atıştıracağım,” dedi tekdüze bir sesle. “Bence sen de benimle bir şeyler atıştır. Sen açsın, ben de açım. Neden birlikte bir şeyler yemeyelim ki?”

Onunla kahvaltı etmemin bir sakıncası olmazdı tabii. “Ben ısmarlarsam olur,” deyiverdim. O an Hazer’ın elleri tamamen gevşedi ve nefesini bırakarak mırıldandı.

“Tamam, sen ısmarla ben ödeyeyim.”

Hey! “O zaman ısmarlamış olmam ki?”

“Benim ne yiyeceğimi seçeceksin. Bence ısmarlamış sayılırsın.”

Tamam, makul. Birkaç poğaça alacaktım ne de olsa. “Nerede yiyeceğiz?”

“Safir Mila?”

“Efendim?”

“Sen, konuşurken çekindiğim tek kadınsın biliyor musun?”

Neyim vardı ki benim ona sürekli ürkekçe bakan gözlerimden başka? Dönüp gözlerinin içine baktım ve amber renklerinin içinde, kendi gölgeme rastladım. Birinin gözlerine bakıp kendimi gördüğüm hiç olmamıştı.

“Ben ne yapıyorum da benden çekiniyorsunuz ki?”

“Öyle bir bakıyorsun ki,” dedi ama öyle bir bakan kendisiydi. Zamanı geriye sarıp bir yolculuğa çıktım ama hayatımın hiçbir döneminde bana onun gibi bakanı bulamadım. “Her an incinmeye, her an ağlamaya müsait gibi… Yanlış bir şey söylesem yüzünü benden çekecekmişsin gibi hissediyorum ve yüzünü benden çekme diye yanlış cümle kurmamaya çalışıyorum.”

“Yüzümü sizden çekersem...”

“Olmaz! Olmasın. Olacak iş mi?”

Dünya kocaman bir ev... Kimine karanlık kimine aydınlık. Ben karanlık kısımdaydım ama ışığı sönmüş olsa bile yaşadığımız evin bir ampulü vardı değil mi? Işık yanmış da nasıl olur da yanar diye o ışığa bakıyor gibi hissettim. Ona bakarken kekeler de konuşamam diye dünyanın geriye kalanını unuttum.

Hazer Han arabayı çalıştırmak için direksiyonu kavradığında, onunla yan yana seyahat edeceğimi fark ederek yutkundum. Ellerimi ovuştururken, arabanın tavan lambasının hâlâ yanıyor olduğunu gördüm. Geceden bu yana hiç kapatmamıştı. “Işık yanıyor,” diye parmağımla gösterdiğimde, bir an duraksamadan cevap verdi. “Karanlıktan korkuyorsun diye.”

O arabayı sürerken ben oturduğum koltukta iki büklüm olarak parmaklarımla oynadım. Ara sıra kafamı kaldırıp berrak gökyüzüne baktım. Bulutlar pamuk yumağı gibi görünüyorlardı. Tatlı bir maviliğe sahiplerdi ve güneş bulutların ardından yükseliyordu; rengiyle bulutların hafif pembeleşmesini sağlamıştı. Ben bulutların çizgileri dışına çıkmadan uzaktan onlara dokunurken, Hazer Han’ın ara ara bana baktığını gördüm. Veya beni gördüğünü...

Ya sen Hazer, bakmakla görmek arasındaki farkı biliyor musun?

Araba bir süre sonra bale kursu yakınlarında yavaşladığında, camdan dışarıya bakarak kafeyi görmeye çalıştım. Hazer Han arabayı müsait alana park ederek durdurdu ve dönerek arka koltuğa uzandı. Ceketini ve okuduğum kitapları alarak bana doğru döndüğünde, “Gracias,” diye fısıldadım, minnetle. “Ceketinizi üzerime örtmüşsünüz.”

“Balerinim üşümesin.”

Ceketini kendi kucağına bıraktıktan sonra kitaplara göz attı. İkisini de üst üste koyarken “Bittiler mi?” diye sordu, şüpheyle.

Onun elindeki kalın romanlara bakarken, ellerimi bilmem dercesine iki yanıma açtım. “Bilmem, belki bitmiştir.”

Bir an bu halime inanamayarak gözlerini daha da kıstı.

“Bir de sevimlilik yapıyor...”

“Söylemem ki.”

“Bittiyse... ne istediğini şimdi söyleyebilirsin?”

Bunu duymak için hazır görünüyordu, üstelik bu sefer bir şey isteyecek olan ben olursam rahatsızlık duymayacak gibiydi. “Söyleyeceğim,” dedim ve ekledim. “Ne istediğimi biliyorum.”

“Ne istediğini bilmen güzel,” dedi ve uzun süre bana baktı. Hayatıma gürültülerle girmiş olmalarına rağmen hiç kimse, onun sessizce konuştuğu kadar benimle konuşmamıştı. “Ben de ne istediğimi hep bilirim.”

İçimdeki denize bir taş attı ve suyun üzerinde seken taş giderek büyüyen dalgalar halinde genişledi. Saçlarımı kulağımın arkasına iterek önüme döndüm ve kapıya uzanıp kendimi dışarı attım. Hazer Han da benden hemen sonra dışarıya çıktı ve ceketini yürüyerek arabanın etrafını dolandı. Üzerimdeki cekete sarılarak ahşap masaların yanından onunla yürüdük. Hazer bizim için cam kenarında bir masa seçtiğinde karşılıklı oturduk. Sokaktaki onlarca insan etrafını bile görmeden dalgınca yürüyordu.

“Ee, siparişlerimizi versene.” Hazer Han siyah bir menüyü parmağının ucuyla önüme doğru itti ve ben menüye uzanırken devam etti. “Sadece... Çay yerine kahve iste tamam mı? Ayılmam lazım.”

“Şekersiz mi?”

“Nereden biliyorsun?”

“Çayı şekersiz içiyorsunuz... Onu da öyle içersiniz diye düşündüm.”

Bunu bildiğimi söyledikten sonra ilk hamleyi yaparak gözlerimi kaçırdım. Böylece onun bakışlarından kurtulmuş oldum. Menüyü açtım ve hesabı o ödeyeceği için masrafsız bir şeyler baktım. Ona bir kahveyle kahvaltı tabağı, kendim için de iki dilim börek istesem yeterli olurdu. Kendi kendime kafamı salladığımda Hazer karar verdiğimi anlamış olmalı ki, bir garsonu çağırdı ve ben siparişimizi verene kadar sessiz kaldı. Garson yanımızdan ayrıldığında ikimiz de ellerimizi masaya koyduk ve parmaklarımızla oynadık. Konuşacak gibi kıpırdanıyor ama bir süre sonra sessizliğe bürünüyorduk.

Garson geniş bir tepsiyle birkaç dakika içinde döndüğünde Hazer elindeki kravatı boynuna astı. Böyle dağınık vaziyetiyle haylaz, liseli bir oğlan çocuğuna benziyordu. Garson kahvaltı tabağını, böreği ve içecekleri masaya bıraktığında Hazer Han geniş kahvaltı tabağını önüme iterek beni şaşırttı ve birkaç dilimlik böreği önüne çekti. “Ama ben bu tabağı sizin için söylemiş...”

“Tamam, zeytinlerden biraz alırım.”

Tabağımdaki zeytinlere baktım. “Zeytin sever misiniz?”

“Yeşil zeytini severim.”

Bir anda geniş tabaktaki yeşil zeytinlerden birini aldım ve çok da sorgulamadan onun ağzına doğru uzattım. Zeytin dudaklarının ucunda dururken, Hazer Han’ın göz bebekleri bir miktar büyüdü ve o an elimle bir zeytini alıp ona uzattığımı yeni fark ediyormuş gibi irkildim. Nefesimi tuttum. O bir şey demeden elimi indirmek istedim ama uzanıp dişleriyle zeytini parmaklarımın arasından aldığında, hissedebildiğim en net şey dudaklarının sıcak baskısı oldu. O zeytini çevirerek dudaklarını yalarken elimi indirdim ve bakışlarımı tabağıma düşürdüm. Pervasızlıkta dünya markasıydım!

Tabağın içi bir hayli doluydu ve ben gerçekten açtım. Bu yüzden çatalımı aldığım gibi tabağın içindekileri yemeye başladım. Tabağımdaki domatesleri, salatalıkları, peynir çeşitlerini hızlı hızlı yerken, sepetten de ekmek almayı ihmal etmiyordum. Çayı Hazer Han gibi şekersiz ve ılık içerdim. Tabağımdaki zeytinlerin siyahlarını yiyip yeşillerini tabağın kenarına koydum ve Hazer uzanıp o zeytinleri aldı, yedi. Bu... hoşuma gitmişti.

Tabağımı adeta silip süpürdüğümde, “Ben hesabı ödeyeyim kalkalım, yetişmem gereken toplantılar var. Daha eve geçip üstümü değişmeliyim,” dedi.

O dağılmış simsiyah takımının içerisinde, vakur adımlarla hesabı ödemek için uzaklaştığında elimi çeneme yaslayarak onu izledim. Uzun sürmedi, az sonra elinde küçük bir poşetle yanıma yürüdüğünü gördüm. O gelmeden sandalyemden kalktım ve ceketime sarılarak bekledim. Gelip tam karşımda durduğunda, tuttuğu poşeti bana doğru uzattı. “Al.”

“Bu da ne?”

“Birkaç cupcake,” dedi ve gayet sıradan bir şeyden bahsediyormuş gibi omzunu silkti. “Camın arkasında güzel görünüyorlardı... Ne bileyim, gün içinde yemen için aldım.”

“Neden ki?”

“Param çok da harcamaya yer arıyorum işte.” Homurdandı ve poşeti ısrarla bana uzattığında almaktan başka çarem kalmadı.

Elimde cupcake dolu bir poşet, yanımda Hazer Han’la beraber dışarıya çıktım. Yolun karşısına geçmek için ışıkların yanmasını bekledik. Yan yana, birbirimize uyumlu adımlarla karşıya geçerek arabaya ulaştığımızda, Hazer hiç duraksamadan arabanın etrafını dolandı ve şoför koltuğuna binmeden önce omzunun üzerinden bana döndü. “Neden durdun?”

“Ben...” Rüzgârda dağılan saçlarımı beceriksizce düzelttim. “Gideyim, sizi daha fazla meşgul etmeyeyim. Zaten vaktinizden çaldığım için mahcup hissediyorum. Üstelik siz şirkete gideceksiniz, ben gelemem ya.”

“Doğru,” dedi sanki bu ayrıntıyı yeni fark ediyormuş gibi. “Burada ayrılıyoruz.”

“Burada ayrılıyoruz.”

Cümlesini tekrarlamam karşısında kafasını sola yatırarak bakışlarını kıstı. “Kitaplarını unutma.”

Aklımdan çıkmıştı bile ve artık buna şaşırmıyordum. Hazer Han’ın yanında birçok şeyi unutuyordum. Kafamı salladım ama gözlerimi onun yüzünden çekmedim. Durduğu açı dolayısıyla güneş çok güzel bir şekilde suratına düşmüştü ve cildi pasparlak görünüyordu. Gözlerinin rengi yine güneş sayesinde daha kırmızıya çalmaya başlamıştı ve saçları, tıpkı giysileri gibi dağınıktı. Dalıp gittiğimi fark ettiğimde artık çok geç olmuş ve Hazer huzursuzca kıpırdanmıştı.

“Neden yüzüme böyle dalgın dalgın bakıyorsun ki şimdi?”

Hiçbir cevap veremedim. Sadece onun afallamış bakışları arasında arabanın kapısını açtım ve koltuğun üzerindeki kitaplarla çantamı telaşla alarak doğruldum. Ona bir an bile bakamadan sırtımı döndüm ve kızarmış bir suratla yokuş aşağıya koşmaya başladım. Biliyordum ki Hazer Han onunla ayrılmadan önce vedalaşmamı isterdi. Biliyorum ki düşündüğümde bu pervasızlığımdan utanacaktım. Tüm bunları biliyordum ama yine de kaçıyordum. Onun sadece arkamdan ”Düşme balerinim!” dediğini duydum. Sokağın sonuna kadar koşup bir caddeye girdiğimde onun bakış açısından çıktım. Sırtımı gördüğüm ilk duvara ve kitapları da göğsüme dayayarak gözlerimi kapattım. Gözlerimi sımsıkı yumdum ve bir küçük çocuk gibi kaçıp sığındığım duvara daha sıkı yaslanırken soluk soluğa fısıldadım. “Kalbim niye bu kadar hızlı atmaya başladı ki?”

 

Zamanı avuçlarımda tutabilseydim, babamla geçirdiğimiz o son an geldiğinde sımsıkı avuçlarımı yumardım. O ânı avucuma alır, ellerimin içine sıkıca hapseder ve kaçıp gitmesşine müsaade etmezdim. O anda kalırdık sonsuza kadar. Babamın dizlerine yatıp bir peluş ördekle oynarken babamın bana anlattığı masalı dinlerdim.

Bunların hepsi başka bir dünyada gerçek olabilirdi tabii ama... Artık, bu dünyada olmazdı.

Babam öldü, ben büyüdüm, zaman akıp gitti…

Hazer Han’la ayrıldıktan sonra sahafın yakınlarındaki sokaklarda gezmiş, birkaç emlakçı gezerek ev kiralarını sormuştum. En ucuz kiraların bile maaşım kadar olduğunu öğrendiğimde gerçekten yıkılmıştım. Maaşımın tümünü oraya verirsem evime hiçbir şey alamazdım. İlk etapta başımı sokacağım bir çatıdan başka şey istemezdim ama bazı ihtiyaçlarım için paraya ihtiyacım olduğundan, daha uygun fiyatlı yerler bakmalıydım.

Sokak boyu koştum ve büyük dans binasının olduğu caddeye girdiğimde, çok geç kalmadığıma şükrederek binaya yaklaştım. Fakat henüz binaya varmamıştım ki, merdivenlerde duran tanıdık sureti ve o suretin üzerimde dolaşan bakışlarını gördüm. Nazım’dı. O gün beni alkışlayan adam.

Yavaşlayan adımlarla merdivenlere yürürken amacım onunla münasebete girmeden yürüyüp geçmekti ama ben daha merdiveni çıkmadan yanıma geldi ve karşıma geçip gülümsedi.

“Safir Hanım, ben de sizi bekliyordum.”

Ürpererek kaldırımda geriledim ve yüzüne bakmaya lüzum dahi görmeden bir kez daha yanındaki boşluktan geçmeye çalıştım.

“Anlamadım, ne için?”

Aceleyle yana kayarak bir kez daha önümü kapadığında bu sefer sadece ürkmedim, korktum da. Erkeklerin bu baskıcı tavrı beni oldukça rahatsız ediyordu. “Buyurun,” diyerek ansızın elindeki çiçek buketini bana uzattı. “Bu sizin için. Hepsi taze çiçekler.”

Belki bana çiçek alması bir nezaket gösterisiydi ama bir yabancıdan çiçek almazdım.

“Ben çiçekleri saksının içinde, büyümelerini izleyerek severim,” dedim ve elindeki çiçeklerin yakın zamanda ölüp gidecek olmaları karşısında üzüntü duydum. “Böyle dalından koparıp getirilmiş çiçekleri sevmem. Ne kadar yazık olacak şimdi bunlara... Üstelik sizden çiçek almam bir münasebetimiz olduğunu gösterir ama bizim bir münasebetimiz yok. Tanışıklığımız bile yok.”

Dediklerim onda şaşkınlık yaratmış olmalı ki birkaç mırıltı çıkardı ama hemen ardından acele içinde konuştu. “Pekâlâ… Aslında ben sana bir teklifle gelmiştim, benimle çalışmanı teklif etmek istiyorum...”

Bu nereden çıkmıştı şimdi? “Teklifinizle ilgilenmiyorum,” dedim. “Ben neyi istediğimi biliyorum.”

“Safir...”

“Mesafenizi korur musunuz?” dedim bana öylece ismimle hitap etmesinden rahatsız olarak. “Ben Hazer Bey için çalışıyorum, üstelik bizim bir sözleşmemiz var. Lütfen buraya bir daha gelmeyin ve o çiçekleri solmadan önce bir toprağa ekin.”

“Demek ışığının farkına varıp seni elinde tutabilmek için sözleşme bile yaptı...”

Bu sefer kesin olarak yanından geçip merdivenleri tırmanmayı istediğimde münasebetsizce bir şey yaparak dirseğimi tuttu ve o an şiddetli bir korku eşliğinde inleyerek kendimi geriye attım. Ne Nazım Bey’in gözlerindeki şaşkınlığı ne de önümü göremedim. Fevrice attığım adım sonrasında ayağım kaldırımın boşluğuna denk geldi ve bir süre sonra kendimi yerde bulduğumda, küçük bir inilti dudaklarımda ufalandı.

Dizlerim acımıştı.

Ellerim de.

“Canımı acıttınız.”

Sızlanarak acımı belli etmenin ve bir çocuk gibi şikâyetçi olmanın utancıyla yerde toparlanmaya çalıştım. Nazım’ın yardım etmek amacıyla hareketlendiği tam o sırada ise gürültülü bir fren sesi duydum. Tozu dumana katan arabanın hemen yanımızda durduğunu kavradım. Ellerimi kaldırarak içlerindeki toza ve acıya üflerken, yanımdaki arabanın kapısı gürültüyle açıldı. Siyah, taze boyalı ayakkabılar görüş açıma girdiğinde, “Safir Mila?” diyen o sesi duydum. Sanki kalbim bir kumbaraydı ve sesi o kumbaraya atılan bozuk para gibi şıngırdamıştı içimde. “Düşürdü mü seni...”

Hazer bir an sonra tek dizinin üzerinde yerdeydi ve üflediğim avuçlarıma bakıyordu. Bu küçük düşmüşlüğümle ona yakalanmış olmak beni şaşırtmanın yanında utandırmıştı. Kalçamı yerden kaldırırken, “Kanıyor,” dediğini duydum Hazer Han’ın sanki gördüğü manzara karşısında afallamıştı. “O mu sebep oldu?”

Şaşkınlık halinde onun baktığı yere, kol bileğime baktım ve hafif bir sızıntının olduğunu gördüm. Bluzumun ucunu çekiştirerek kesiği örtmeye çalışırken, “Acımıyor ki,” deyiverdim.

Hazer Han başını omzunun üzerinden arkaya çevirdiğinde Nazım’ın da tıpkı Kerem gibi bizi izlediğini gördüm. Kolunda hâlâ bir deste çiçek vardı ve yaşanan olayların hızına yetişememiş gibiydi. Göz göze geldiklerinde, “Durma, git,” dedi Hazer Han, titreyen bir çeneyle. “Yoksa sadece birkaç saniye içinde serbest dalış yapacağım!”

Nazım’ın elindeki çiçeklere hiç hoş olmayan bakışlar attı.

Nazım konuşacak oldu ama Kerem, sanki bir yerden bir işaret almış gibi Nazım’ın üzerine doğru yürüdüğünde, Nazım elindeki bir deste çiçeği sıkarak basamaktan indi ve gözlerini üzerimizden çekmeden uzaklaştı. Hazer Han ağzının içinde anlayamadığım birkaç şey mırıldanarak tekrar bana döndüğünde bakışlarımı kaçırmaya fırsatım kalmadı. Tıpkı az önce avuçlarımı üflediğim gibi onun da gözleri daha derinlerdeki bir yarayı üfler gibi bakmıştı bana. 

“Dirseğinden tutayım mı?” diyerek benim yaptığım gibi avucumun içini üfledi.

Ben ani duygu geçişlerimin yarattığı buhran yüzünden ona cevap veremezken, “Hazer Bey, iki tane vursaydım da öyle uğurlasaydık Nonoş Nazım’ı,” diyerek söylendi Kerem, ah vah ederek. “Normalde siz de boş durmazdınız ama... Tabii ya, Safir Hanım’ın yanında şid...”

“Kereeeem! Beni kontrolden çıkarma Kerem!”

Kerem aniden sustu ve sevimli bakışlarla patronuna baktığında, ben Hazer’den yardım almadan nihayet doğrulabildim ama ayaklarımın üzerine bastığım ilk anda, ayak bileğimde hissettiğim sızıyla beraber inleyiverdim.

“Sana yardım edeyim demiştim işte!”

“Ayağımın üstüne basamıyorum.”

Kerem hemen araya girdi. “Tüh ya kırıldı ayak!”

Bu sözün üzerine gözlerim derin bir korkuyla büyürken, Hazer ona söylenerek eğildi ve benim gibi ayak bileğime baktı. “Araba koltuğuna otur, bakalım.” Tuttuğu dirseğimde hafifçe kıpırdattı parmaklarını. Kafamı salladım ve zaten kaldırım kenarında duran arabaya doğru sekerek kendimi arka koltuğa bıraktım. Bacaklarım arabanın dışında, kaldırımda kaldığında eğilerek ayak bileğime daha yakından bakmaya çalıştım ama biri bunu benden önce yaptı. Hazer Han kaldırımda, tek dizi üzerine çöktü ve iri eliyle ayakkabıma uzandı. “Çıkarayım mı?” dedi sanki izinsiz yapsa ürkeceğimi bilerek. “Bakayım neresinde ne var.”

“Olur,” deyiverdim.

“Kırıldı mı ki acaba?” diye dertlendi Kerem.

Eğer ayağım gerçekten kırıldıysa ne yapardım ben? Aylarca o sahneye çıkıp dans edemezdim ki! Tüm dünyam başıma yıkılmış gibi hissederek elimi korkuyla ağzıma kapattığımda, “Hayır,” diye bir fısıltı koptu dudaklarımdan.

“Kırılmadı elbette!” Hazer Han dönüp Kerem’e öyle korkunç baktı ki, bir an sonra Kerem yanımızdan tüyerek kayboldu. “Kırılmadı Safir, incinmiş olmalı.”

Daha önce de ayak bileğim incinmişti ve ağrısını, beni zorladığını anımsıyordum. Biraz rahatlayarak elimi ağzımdan çektiğimde Hazer Han siyah spor ayakkabımı çıkararak kenara bıraktı ve çorabımı bileğimden aşağıya doğru sıyırmaya başladığında, parmak eklemleri tenime sürtündü. Parmak uçları hafifçe kırmızılığın üzerine yaslandığında, titrek bir iç çektim. Tenim mi daha sıcaktı yoksa eli mi ayırt edemiyordum.

“Burası mı?” diye sordu hasar tespiti yaparak. “Hafifçe şişmiş.”

“Dans edemeyeceğim,” dedim ve kendimi sahneden itilmiş gibi hissettiğimde kalbim sanki parçalarına ayrıldı. “Üstüne basamazken nasıl dans ederim! Hazer Bey... Kızdınız mı bana? Kızmayın lütfen...” Şuursuzca konuşmaya başladım. “Belki biraz benim hatamdır, öyle aniden geri çekilmesem olmazdı ama bana dokununca çok korktum. İsteyerek yapmadım. Susuyorsunuz, neden? Kızdığınız için mi?”

“Safir,” dedi bana sadece.

Yüzünde merhamete rastlar gibi oldum ama Tanrım, bundan nasıl emin olabilirdim ki? Ben değil miydim her şeyi yanlış gören? Bu yüzden ruhu ölen?

“Kızdınız işte,” diye tekrarladım.

“Hayır o değil... Sadece adımı desen ne olur ki?”

“Hı?”

Ayak bileğimdeki şişliği yavaşça ovaladı. “Buz koyalım, daha da şişmesin.”

Bugün çalışamayacak, hatta belki önümüzdeki birkaç gün boyunca doğru dürüst yürüyemeyecektim. Hem kendim hem de onun için hayal kırıklığı olmak beni derinden yaralamıştı.

“Arka sokakta hastane var, oraya gidip baktıracağız.”

Ben daha cevap veremeden Hazer şişliğime dikkat ederek çorabımı örttü ama ayakkabımı giydirmek yerine eline aldı. Doğrulduğunda yüzünü göremez oldum ve bileğime hassas davranarak ayağımı içeriye soktum. Kerem döndüğünde Hazer ona arabayı çalıştırmasını söyleyerek hemen yanıma yerleşti ve kapıyı kapattı. Bacağımın koltukta uzanmasından rahatsızlık duyarak indirmeyi istediğimde, “Uzat,” dedi Hazer, doğrudan bileğime bakarken. “Çekiniyor musun? Çekinme benden.”

Hazer ayağımın topuğundan yavaşça tuttu ve bacağımı daha rahat yerleştirmem için teşvik etti. Bir çocuk gibi ilgisine uğramak beni epey utandırıyordu. Elini topuğumdan çekerek üzerindeki kravatına uzattı. Her sıkıntılı anında yaptığı gibi kravatı bir çırpıda çözerek çıkardı, elinin etrafına sardı. Üzerini değiştirdiğini, siyaha yakın lacivert bir takım giydiğini yeni görüyordum. Dağınık tek yeri genelde saçları olurdu. Sanki üzerinden çıkarmayı isteyip çıkaramadığı ceketinin acısını da saçlarından çıkarıyordu.

Yakınlardaki hastanenin aciline gelmemiz sadece birkaç dakika sürmüştü. Tek ayağımla arabadan inmiş, Hazer arabanın etrafını dolanana kadar acil giriş kapısından girmiştim. Hazer Han ve Kerem arkamdan gelirken, bir hemşireden yardım istedim. Genç bir hemşirenin kolunda sedyelerden birine yaklaştım. Sedyeye oturduğumda Hazer Han kapıdan girdi. Hemşire oturmama yardım ederek doğrulduktan sonra, “Problem nedir?” diye sorarak bakışlarını indirdi. “Sanırım ayağınızın üstüne basamıyorsunuz değil mi?”

Hemşire tek dizinin üzerinde önüme eğildi ve çorabımı hafifçe sıyırarak bileğime baktı. “Şişmiş,” dedi ve hemen ardından gülümseyen suratını bana çevirdi. “Benim ilgilendiğim acil bir hasta vardı, yürüyemeyeceğinizi gördüğümde yardım ettim ama yanına dönmeliyim. Ben size başka bir arkadaşımı çağırayım, sizinle ilgilensin.”

“Teşekkür ederim.”

Hemşire bana ve ardından Hazer’e gülümseyerek yanımızdan uzaklaştı. Ellerime baktım ve avuçlarımın kirli olduğunu gördüm. Bembeyaz sedyeyi kirletmek istemeyerek onları kucağıma koyduğumda, “Sanki seninki acil değil,” dediğini duydum Hazer’in sert bir sesle. Dönüp baktığımda, ayağımı incelediğini gördüm. Ona baktığımı fark ederek gözlerini bana kaldırdığında alt dudağımı kemirerek omuzlarımı silktim. Hazer’in hızlı bir biçimde kaçırdığı bakışlarının ardından Kerem’in acil kapısından girdiğini gördüm. Yanımıza yetişerek elindeki su şişesini Hazer’e uzattı.

“Hazer Bey, buz bulamayınca ben de donmuş su aldım.”

Hazer pet şişeyi onun elinden çekip aldı. “Mantıklı hareketler yapıyorsun, maaşına zam mı isteyeceksin?”

Kerem güldü. “İlahi, nereden bildiniz?”

Hazer Han derin bir iç çekti ve hemen sonra önümde tek dizinin üstüne çöktü.

Özel bir hastane olduğu için çok kalabalık değildi ve şükür ki bizimle ilgilenen insanlar yoktu. Suyun kapağını açtı. Ben onun görkemli, dimdik duran omuzlarına bakarken, soğuk suyu bileğimden aşağıya döktü. Vücudumdan müthiş bir ürperti aktı ve dudaklarımdan inilti döküldü. Hazer Han ani bir hızla kafasını kaldırdı. “Acıttım mı?”

“Yoo,” dedim aceleyle, böyle düşünmesine razı gelemeyerek. “Soğuktu, ürperdim.”

Sıkıntı içinde yanaklarını şişirdi. “Buzu şişliğin üstüne koyacağım, biraz daha ürperirsin ama sonra alışırsın tamam mı?”

“Tamam.”

Buzun içindeki bir miktar suyu daha döktü ve diğer parmaklarıyla şişliği ovaladı. Yavaşça, yumuşak dokunuşlarla ayağımı yıkadı. Tuhaf bir gıdıklanma, garip bir ürperti hissi onun dokunduğu yerde toplanmaya başlamıştı. Sık sık nefesler alırken, Hazer Han ayağımı yıkamayı bıraktı ve şişenin içindeki buzu şişliğin üzerine bastırdı. Gözlerimi yumdum ve parmaklarının ayak bileğimin etrafında yavaşça dolanması karşısında titrek nefesler aldım. Gözlerimi Kerem konuşana kadar açmamıştım.

“Safir Hanım sizin bir arkadaşınız, sevgiliniz falan yok mu söyleyeyim de gel...”

“Yok,” dedi Hazer aniden ve bu keskin sesini duyduğumda gözlerimi açmamak kaçınılmaz oldu. Kafasını kaldırmış dik dik Kerem’e bakıyordu. “Yok sevgilisi falan.” Ani şekilde bana döndü. “Değil mi yok? Söylesene şuna.”

Gözlerimi kırpıştırmaktan başka bir şey yapamadığımda, Kerem’in boğazından gülmeye benzer bir ses çıktı. “Siz bunları konuştuysanız bana bir şey demek düşmez tabii...”

Hazer homurdandı. “Hasbinallah.”

Nedendir bilinmez kızaran yanaklarımı elimin tersiyle okşadım ve o esnada gözüm, tanıdık bir surete çarptı. Üniforması içerisinde, hızla buraya yürüyen hemşire Leyla Köksal’ın ta kendisiydi. Beni fark etmiş olmalı ki beyaz dişlerini göstererek gülümsüyordu. Leyla’yı en son sahafta görmüştüm ve o zaman bana gösterdiği samimiyet şu ankiyle aynıydı. Gülümsemesine karşılık vererek hafifçe gülümsediğimde yanımıza vardı ve hiç beklemediğim şekilde uzanarak bana sarıldı.

“Safir, buradasın?” dedi Leyla, sarılmamızı bitirerek ayrıldığında. Benim hizama eğilmiş, elini omzuma yerleştirmişti. “Hastanın sen olduğunu görünce seni gördüğüme sevinsem mi yoksa üzülsem mi bilemedim. Bu bencilliğim için beni affet lütfen.”

O sırada Hazer elindeki pet şişeyle beraber doğrulduğunda, Leyla dönüp ona baktı. Bir an yüzü bocaladı, çünkü Hazer Han’ı tanıyordu ve şimdi burada olmasına şaşırmış gibiydi. Yine de tebessümünü korudu ve dizinin üzerinde, ayağımın önüne doğru eğildi.

“Neyin var? Kırık mı yoksa burkulma mı acaba?” Parmaklarını şişmiş olan bileğime yumuşakça yerleştirerek hasar tespiti yaptı. “Kırık veya çatlak değil sanırım. Yine de bir film çekip işimizi garantiye alalım. Film sonuçlarına göre gerekeni yaparız. Fakat korkma, muhtemelen büyütülecek bir şey yok. Sadece birkaç gün üstüne basmakta zorluk çekersin.”

Hiçbirimize fırsat vermeden akıcı şekilde ve beni görmüş olmanın sevincini belli ederek konuşuyordu. Bunu fark ederek bir an sustu ve kızarık yanaklarla devam etti.

“Ben stajyer hemşireyim, haftanın birkaç günü burada çalışıyorum ama buradayken seni göreceğimi hiç ummazdım. Beni aramadın, şimdi bencilce olsa da seni gördüğüm için mutlu oldum.”

Gülümsedim ama benimle arkadaş olmayı istemesinin içten içe beni gerdiğini hissediyordum. Kafamı sallayarak iyi niyetini karşıladığımı belli ettiğimde doğruldu ve hemen döneceğini söyleyerek uzaklaştı. Tamam, bir hemşireden rahatlatıcı şeyler duyduğum için bileğim adına daha az korkmaya başlamıştım. Dakikalardır kaskatı olan vücudum bu rahatlamanın bir parçası olarak gevşedi ve omuzlarım aşağıya düştü. Dönüp kaçınılmaz bir şekilde Hazer Han’a baktım. Onun da yüz hatlarının gevşediğini gördüm. Amber gözleriyle aramda bir yol oluştu. Bu zorlu yokuşu çıkacak gücü kendimde bulamıyordum. Sanki o yolu takip edip o gözlerin ardını, sahiciliğini görecektim. Oysa ben parça parça, bütünlükten çok uzak bu kalbimle ona yalnızca bakmayı sürdürüyordum.

Parçalarımla tamamlanamıyorsam sebebi belki de zamanı geldiğinde büsbütün tamamlanacağım içindir.

“Hazer Bey,” dedi Kerem, bize yıllar geçmiş gibi gelen o kısa an dilimi içinde. Bakışlarımız bölündü ve dönüp baktığımda Kerem’in hülyalı hülyalı Leyla’nın arkasından baktığını gördüm. “Ben âşık oldum.”

Yoruldun diye bu yolu yürümekten vazgeçemezsin, bu yolun daha nereye vardığını bile görmedin.

Sustukça büyür, için bilir bunu. Akan nehrin önünde duramazsın, su bilir bunu. Çırpınışların kurtarmaz, boğulanlar bilir bunu. Tazeyken acır, yara bilir bunu. Taze değilken bile acır, yaralanmışlar bilir bunu.

Hazer’in evindeydim. Bir kez daha. Hastanede ayağıma bir film çekip bileğimde incinme olduğunu söylemiş, ağrı kesici vererek birkaç gün dinlememi tembih etmişlerdi. Kerem’in Leyla’ya olan ilgisi yüzünden hastaneden güç bela ayrılabildiğimizde yine Hazer’in arabasına binmiştim. Kerem beni bir yere bırakıp bırakmayacağını sormadan arabayı Hazer’in evine sürmüştü ve gidecek başka bir yerim olmadığı için itiraz edememiştim. Biraz dinlenip gitmeyi düşünerek eve girdiğimdeyse Hazer Han Gazel’i çağırmam gerektiğini, çünkü banyo yaparken bana birinin yardımcı olmasının daha iyi olabileceğini söylemişti. Bana bunu söylediğinde gözlerine bakakalmış ve kafamın içinden tek bir soruyu geçirmiştim: Ben kokuyor muydum?

Bu soruyu düşündüğüm, utançtan adeta kıpkırmızı kesildiğim o anda kendisine karşı itiraz bile edememiş, Gazel’i arayarak olan biteni kısaca anlatmıştım. Gazel gelene kadar Hazer koltuktan asla kalkmamam gerektiğini söylemiş, mecburi bir işi olduğunu eklemiş ve giderken Kerem’i, herhangi bir ihtiyacım olursa diye yanımda bırakmıştı. Gitmişti ama sanki gitmeyi istemiyor gibiydi.

Banyomu yapıp tamamen durulandığımda yakınlarımdaki havluyu vücuduma sararak Gazel’e seslendim ve gelip doğrulmama yardım ettiğinde giyinmeye başladım. Gazel arkasını dönmüş, herhangi bir düşme durumunda yardımcı olmak için beklerken banyoya girmeden önce çantamdan alıp yukarı çıkardığım çamaşırları, sonrasında tayt ile yarım kollu lacivert bluzumu giyindim. İşim bittiğinde ıslanmış kıyafetlerimin tümünü yanıma aldım ve Gazel’in kolunda banyodan ayrılarak aşağıya indim. Eşyalarımı bir torba içinde çantama koyduktan sonra yine Gazel yardımıyla Hazer Han’ın koltuklarından birine oturdum.

Gazel de geniş salonu süzerek karşımdaki koltuğa oturdu ve bir bacağını kıvırarak kalçasının altına koydu. Üzerinde düz bir bluzu ile sıkça giydiği mevsimlik eteklerinden biri vardı. Düşünceli bir surat ifadesiyle bakarken, “Bu ev çok güzel,” dedi. “Oldukça da pahalı! Kalite ve duruşa önem veriyor sanırım.”

Nemli saçlarımı küçük bir el havlusuyla kuruladım. “Bilmem, benim hiç param olmadı.”

Yüzündeki renk solduğunda onu üzdüğümü hissettim. Ne zaman bu tarz bir konuşmamız olsa Gazel bir çatının altında olduğu için suçluluk duyardı ama öyle olmasının gereği yoktu. “Gazel, beni yarın kiliseye götürür müsün? Sonra da Leo’nun yanına? Hastaneden rapor aldım, birkaç güne işe gidemeyeceğim. Bu sırada gidip Leo’yu, kiliseyi ziyaret etmeliyim, onu ihmal etmek vicdanımın büyük bir yükü.”

“Bileğin incinmişken gidemezsin ki, birkaç gün dinledikten sonra...”

Kabaca olsa da onun sözünü kesme gereği duydum. “Birkaç günden sonra dans ve sahaftan dolayı vaktim olmayacak, bu birkaç gün içinde onu görmeliyim.”

Kafasını salladı ama aklına bir şey takılmış gibi muazzam bir karmaşa içinde yüzümü izlemeyi devam etti. “Safir, beni yanlış anlama ama sana bir şey soracağım... Sen Müslümansın ama neden kiliseye gidip dua ediyorsun? Aynı zamanda ezan okunduğunda susup saygıyla, hatta hayranlıkla dinliyorsun. Yani... Her iki dine de has ibadetleri yapıyorsun ve bu benim kafamı karıştırıyor.”

Birkaç kez mücadele içinde yutkunarak gözlerimi parmaklarıma çevirdim. “Biliyorsun, babam Müslüman, annem Hristiyan. Ben de kanunlar önünde babamın soyundan olduğum için Müslüman bir kimliğe sahibim. Kimliğimde bu yazıyor ama ben... Müslümanlık hakkında hiçbir şey bilmiyorum, aynı zamanda Hristiyanlık hakkında da. Babam bana ezan okunduğunda susup dinlemeyi, annem Tanrı’dan yardım isterken kiliseye gitmemiz gerektiğini öğretti ve ben her ikisini de yapıyorum. Yetimhanede veya okullarda edindiğim dini bilgiler de benim için yeterli olmadı. Kimi zaman kiliseye gidiyorum, kimi zaman bir caminin avlusuna. Tanrı’ya inanıyorum ama onun dinlerinden hangisine mensup olduğumu bilmiyorum. Kayıp hissediyorum bu konuda... Çok mu büyük günah bu Gazel? Öyle mi? Bilmiyorum ki işte. Sadece hiç kimseyi kırmadan, hiç kimse tarafından kırılmadan yaşamak istiyorum. Ama biliyorsun, kalbim çok temiz benim. Dinsiz mi oluyorum ben bilmiyorum ama kalpsiz değilim, gerçekten.”

Kayıp hissettiğimi artık Gazel de biliyordu. Belki yetimhaneye düşmesem, ailemin yanında büyüyebilsem dinleri tanır ve onlardan birini seçerdim ama şimdi seçim yapamıyordum. O an ne hissediyorsam öyle yaşıyordum. Ellerimi tereddütle sıkarken, “Sözde ben Müslümanım ama benim de hiçbir şey bildiğim yok,” dedi Gazel, utanç içinde. “Belki de sen Müslümanım deyip vicdanını rahatlatmak yerine daha zor olanı yapıp kendi yolunu bulmaya çalışıyorsun. Sadece bil ki her türlü seçiminde senin yanındayım. Hem şey... Bu konuyu Behram’a açabilirsin, belki sana yardımcı olabilir.”

Kafamı hafifçe kaldırdım ve yüzüne göz attım. Behram’dan ne zaman bahsetse yanakları al al oluyor, gözleri telaşla kaçıyordu ve dudaklarındaki gülümsemeyi korumaya çalışıyordu.

“Evet, Behram yardımcı olur,” diye onayladığımda, “Çok beyefendi değil mi?” diye sordu heyecan içinde. “Epey mesafeli ama insana güvende hissettiriyor. Muazzez de iyi birine benziyor değil mi?”

Bakışlarımı kaçırdım. “Tatlı birisi.”

“Hazer Han’dan hoşlandığı konusunda hâlâ ısrarcıyım.”

Ellerimi saçlarımda oyaladım ve ona bir cevap vermedim. Ne diyecektim ki? Sonuçta benim meselem değildi. Hem neden ısrarla tekrarlayıp duruyordu?

“Elin nasıl?” diye sordum ona, konuyu dağıtarak. Elinde hâlâ bir sargı bezi vardı. “Galip yaptı değil mi? Neden sana zarar vermesine rağmen onunlasın Gazel? Bu… Haydutluk, şiddet resmen!”

Kafasını hızlıca iki yana sallayıp gözlerini kaçırdı. “Kavga sırasında oldu ama o yapmadı, ben kazayla düştüm.”

“O da seni öylece bırakıp gitti mi? Ee, bu da çok kötü Gazel!”

Kucağımdaki havluyu katlayıp kenara bıraktım ve nemli saçlarımı sırtıma yaydığım esnada, sokak kapısının tıklatıldığını duydum. Gazel rahatlamış gibi kalktı ve kapıya yürüyüp açtığında oturduğum yerden kimin geldiğini göremedim. Tek ayağım üzerinde yükselip seke seke birkaç adım attım ve duvara yaslanıp başımı öne çıkardığımda, sokak kapısının ağzında Behram’ı buldum. Mavi, bütün düğmeleri iliklenmiş gömlek altına giydiği koyu renkli kot pantolonuyla uzunca dikiliyordu. Gazel bir eliyle kapıyı tutarken, “Selâmünaleyküm,” dedi ve Behram ona anlık bir bakış atarak selamını aldı: “Aleykümselam.”

Gazel’in profiline bakakaldım. Onun bu zamana kadar böyle selam verdiğini bir kere bile duymamıştım ama şimdi Behram’a öyle selam verip karşılığını almıştı. Behram Gazel’i burada görmüş olmanın şaşkınlığını yaşadıktan sonra onun omzunun üzerinden bana baktı.

“Merhaba Safir.”

“Merhaba.”

“Rahatsız etmiyorumdur umarım.” Üç numaraya vurulmuş saçları yüzüne yakışıyordu. “Hazer telefon konuşmamız sırasında bana ayağının durumunu biraz izah etti. Ben de buradan geçerken herhangi bir şeye ihtiyacın olup olmadığını sormak istemiştim ama Gazel yanındaymış zaten...”

“Çok incesin,” dedim içtenlikle. “İşinden gücünden oldun sen de.”

Yüzüme, beni dinlediği ve duyduğunu anlatan bir bakış atarak, “Estağfurullah,” dedi. “Boş vaktimdeydim, işim yoktu.”

Gazel ilgiyle Behram’a bakmaya devam etti. Behram da bu bakışların farkında olarak yüzünü biraz daha eğdi.

“Yaa. Ne işle meşgulsün ki?” diye sordu Gazel araya girerek.

“İmamım ben.”

Gazel’in ağzı bir karış açıldı ve abartılı tepkisinin Behram tarafından yanlış anlaşılmamasını ümit ettim.

“Ezan mı okuyorsun?” diye çocuksu bir hayretle sordu Gazel.

“Bazen,” diyerek ona yanıt verdi Behram.

Gazel kızardı ve Behram’ın karşısında pek yapmadığı bir şeyi yaparak bakışlarını kaçırdı.

İkisi hakkında ne düşüneceğimi bilemiyordum. Gazel’in hayatında biri vardı ve o birisini “abisi” olarak tanıtmıştı.

“İyisin madem, ben gideyim,” dedi Behram ve onun omzunun üzerinden Kerem göründü. Bizi gülümseyerek selamladı. “Biliyorsun Muazzez hemşire, ağrın sızın olursa gece gündüz demeden arayabilirsin.”

“Çok naziksin,” dedim ama Muazzez’i aramayacağımı biliyordum.

Behram ikimize de baş selamı verdiğinde Gazel yerinde kıpırdanıp konuştu.

“Behram, rica etsem beni de caddeye kadar bırakır mısın? Geç oldu ve burası biraz tenha.”

Behram beklemediği bu teklifle beraber bocaladı ve yüzünde bir hayret belirtisi gösterdi. “Şey, olur. Doğru, abin merak eder.”

Gazel’in yüzündeki utanç, derisine iğneyle dikilmiş gibi sahici ve yalındı.

Sarsakça bana döndü. Portmantodan eşyalarını aldı. Ceketine ve çantasına sarılarak bana yürüdü ve yanaklarımdan öpüp çok dikkat etmem gerektiğini söyleyerek sokak kapısından dışarıya çıktı. O Behram’ın arabasına yetişip koltuğa yerleştiğinde, Behram ensesini kaşıdı. “Caddeye kadar dedi ama ben onu evine bırakayım değil mi? Abisi hoş karşılar mı ama?”

Karşılamaz.

Boğazımdaki yumru değil iri bir yumruktu sanki. “Sen onu caddeye bırak bence.”

Behram kızardı. Beni bir kez daha başıyla selamlayarak vakur bir tavırla arkasını dönerek uzaklaştı. Çok nazik, ne konuştuğunu bilen, edepli bir adamdı ama düşündüğümde Hazer Han ile ortak noktası yoktu. O bir imamdı ve Hazer Han’ınsa evinde birçok alkol vardı. Ne bileyim, farklı yaşam tarzlarını benimsemişlerdi ama görünen oydu ki, farklılıkları dostluklarının oluşmasına engel olmamıştı.

Onlar gittikten sonra kararan havaya bakarak mutfağa doğru sekmeye başladım. Duvara tutunarak yürüdüğüm için o kadar zorlanmamıştım. Hazer Han’ın ne zaman geleceğini bilmiyor olsam da ne yapmam gerektiğini biliyordum. Beni ihtiyacım olan her an evinde ağırlamıştı ve buna karşılıksız kalmamalıydım. Birkaç saat içinde dönecekti muhtemelen, bu sırada kitabımı okur ve onun için Nesquik hazırlardım.

Mutfağı karıştırdığımı düşünmesini istemediğim için yalnızca yerini bildiğim Nesquik’i, sütü ve bir kâseyi çıkararak yemesi için hazır hale getirmiştim. Hazer Han geçen gece bunu yediyse bu gece de yiyebilirdi. Kâseyi hazırlayıp dağıttıklarımı kaldırdım ve çekmeceli raftan bir kaşık alıp kâsenin yanına bıraktım. Mutfaktan çıkarak salona geçtim. Çantama ulaştığımda içinden kitabımla Hazer Han’ın sabah bana aldığı cupcakeleri çıkardım.

Soğuk sütü severdim, çikolatalı şeylerin yanında daha da çok. Torbanın ağzını açtım ve cupcakelerden birini alırken, kitabımı bar tezgâhına koydum. Kitabın sayfalarını çevirirken kendime doldurduğum sütü içtim ama okuduğum bir satır aklıma Hazer’i getirince duraksayıp içimi çektim.

Sessiz evde kalbim çok gürültü çıkarıyordu. Eziyetle yutkundum ve cupcakelere uzandım. Sütüm önümde, Hazer Han için hazırladığım kâse karşımdaydı. Cupcakemi yerken aklımı toparlamaya çalıştım ve zamanla kitabın sayfalarını çevirmeye devam ettim.

Ne zaman uyuduğumu anımsayamıyordum ama vücudumun uykunun derinliğinden sıyrılmaya çalıştığını hissediyorum. Bilincim açıldığında bile gözlerimi açmadım ve en son ne yaptığımı düşündüm. Kitap okuyor, cupcake yiyordum. Yorgunluktan sızmış ve masanın üzerinde uyuyakalmıştım. Yanağımı elimin tersine koyduğumu, göz kapaklarımda ışığın gücünü hissediyordum. Etraf karanlık değil, aydınlıktı.

Gözlerimi açtığımda gördüğüm ilk şey, Hazer Han oldu.

Baktığım bu gözleri artık iyi tanıyorum ve bu gözlerin sahibi artık bir yabancı değil, biliyorum. Amber renkli gözlerden güçlü parıltılar yayılıyor ve Hazer Han, dirseğini masaya yaslamış vaziyette bana bakıyordu. Kendime çekidüzen verme ihtiyacıyla başımı kaldırarak ellerimi kendime çektim ve taburede kıpırdandım.

“Hazer Bey, gelmişsiniz.”

Kravatı eline daha sıkı sararken, “Evet,” dedi ve bileğindeki kemerli saatine göz attı. “Bir buçuk saat olmuş, ne ara oldu ki ya...”

Uzandım ve telefona göz attım. Saat gece yarısı olmuştu. Hazer geldiğinden beri burada mı oturuyordu? İzlenmenin verdiği rahatsızlıkla yerimde doğruldum. Gözleri belki de yorgunlukla bakıyor olmasına rağmen omuzları dimdikti. Sadece... birbirimize baktık.

“Ben gideyim mi?” dedim ve o yalnızca “Gitme,” dediğinde sustuk. Ve yeniden gözlerimiz buluştu.

Bakışları, uzun bir yoldan yürüyüp gelmiş gibiydi.

Görünen oydu ki bu gece de burada kalacaktım.

“Safir Mila, bana bir şey desene.”

Çekingen bir şekilde gülümsedim. “Bir şey.”

Hazer Han alt dudağını ısırarak başını öne eğdi ve o an gülüyor olduğundan şüphe ettim. Ben de kızararak bakışlarımı kaçırdım. Bir an sessizlik olduktan sonra, “Bileğin nasıl?” diye sordu, tekdüze bir sesle. “Üzerine basmadın değil mi? Zorlama sakın.”

“Hafif ağrıyor,” diye dürüst davrandım ve tezgâhın altında ellerimi ovuşturdum. Hazer Han’ın yüzündeki ifade o kadar değişmiyordu ki bazen onunla konuşurken bir çerçevenin içindeki fotoğrafına bakıyor gibi hissediyordum. “Ama diner. Daha önce de incitmiştim biliyor musunuz? Hatta o zaman daha küçüktüm ve ağlıyordum.”

Bana uzun uzun bakarken, “Ağlama,” dedi. Bense kafamı sallayarak, “Ağlamam,” diye yanıt verdim.

Ve o an, “Ağlamam,” diye beni tekrarladı Fıstık, kafesinin içinden.

İkimiz de dönüp ona baktığımızda birkaç kere bu kelimeyi tekrarladı ve sevimliliği adeta kalbimi büyüledi. Zayıf bir tebessümle önüme döndüğümde, Hazer Han muntazam kirpiklerinin ardından yüzümü, akıp giden zamanı izler gibi izledi. Çilleri nasıl dikkatimi çekmezdi ki?

“Neden öyle dedin?” diye sordu aniden, alnında birkaç kırışıklık oluşurken. “Neden dokunacaktı, çok korktum dedin?”

Vücudum buz kesildi. Önce karnıma sert bir ağrı girdi, bacaklarımı titreme aldı, midemi bulantı... Bakışlarımı aceleyle kaçırdım ve sessiz çığlıklarımı duyuyor musun, diye sormayı istesem de sustum. Hazer ellerini masanın üzerinde birleştirip gergince soluklandı.

“Arabanın içindeyken yüzündeki o ifadeyi gördüm Safir Mila. O an çok huzursuz görünüyordun, neden sürekli tetiktesin?”

Bana bakmıyordu, beni görüyordu ve bu çok korkunçtu. Ben bunu Gazel’den bile saklarken ona nasıl anlatırdım? Sus, diyerek büyütülen birine konuş dediğinizde onu o kadar kolay konuşturamazdınız. 

“So... Sonuçta Nazım bir yabancıydı, dirseğime dokunmayı istedi ve ben de o an refleksle bir tepki verdim. Hepsi bu kadar.”

“Nazım mı?” Kısık gözlerimi çevirdim ve tek kaşını kaldırarak bana bakmaya başladı. “Bana Hazer Bey, ona Nazım öyle mi?”

Hı?

Neyi sorguluyordu ki? Ben ne dediğimin bile farkında değildim telaştan. Hazer Han ona alık alık baktığımı fark ettiğinde gürültüyle öksürerek ensesini sıvazladı.

“Ben sizinle konuşurken ne dediğimi farkında olmuyorum ki,” deyiverdim ve işte bu cümle, onunla konuşurken ne dediğimi farkında olmadığımı en net gösteren cümle oldu.

Hazer Han’ın eli ensesinde kalırken, gergin omuzları gevşedi. “Yaa...”

“Yaa.”

Yanaklarımdaki kızarıklığı hissettim. Onun gözleri de yanaklarıma kaydığında bunu fark ettim. Gerilmiş, kaskatı kesilmiştim. Ellerim dizlerimin arasındaydı ve sırtımdan aşağıya soğuk soğuk terler akıyordu. Onu gerdiğimi biliyordum. Salonda yanan turuncumsu loş ışıklar sanki kirpiklerinin uçlarından süzülüyor ve bakışları o ışığın gölgesinden besleniyordu. Dudaklarımı ıslatarak yutkundum ve o ısrarcı bakışlarından kaçmak isteyerek tezgâhın üzerindeki Nesquik kâsesini önüne uzattım.

“Bunu sizin için hazırlamıştım. Minnetimi göstermek için ufak bir şey ama… Yer misiniz? Epeydir bekliyor, bayatlamış olabilir. İsterseniz yeniden yapabilir...”

“Beraber yersek olur.”

Kafamı salladığımda Hazer Han tabureden kalktı. Masanın etrafını yürüyerek kaşıklıktan bir başka tatlı kaşığı daha aldı. Tabureye yerleştiğinde, kâseyi önümüze konumladı ve kaşığı bana uzattı. Kaşığı parmaklarının arasından çekip aldığımda metalin üzerindeki elinin sıcaklığını hissetmiştim.

Bir süre sükûnetimizi koruyarak ortamızdaki kâseden Nesquik yedik. Kâseye yaklaştığımız için kafalarımız birkaç kere birbirine çarptığında, az daha elimdeki kaşığı düşürecek oldum. Sakinliğimi korumak güç istiyordu ve benim sadece elim değil, dizlerim de titriyordu. Kâse boşaldığında ikimiz de kaşıkları bırakarak sessizce tezgâha bakmayı sürdürdük.

Güzel bir tezgâh.

Hımm, hoş bir tez...

“Saçlarını kurutmadın mı?” diye sordu, ben düşüncelere dalmışken. “Banyoda makine yoktu ama odamda vardı aslında...”

Bir anlık neşeyle konuştum. “Odanıza girersem sadece kasanızı soymak için olur.”

“Emin misin?”

Utanıp başımı eğdim.

Az sonra göz göze geldik. Bu, birbirimizin yörüngesine takılmak oldu, uzay boşluğundan çıkmak oldu, karanlıkta yolu bulmak oldu… Hazer Han’ın dudakları seğirdi ama gülüşünü bastırarak, “Sendeki bu masumiyetin sahici olması inanılmaz,” dedi ve yüzündeki yumuşama eriyerek yok oldu. “Rüya mısın sen?”

“Gerçeğim.”

“Gerçeksen şimdi nasıl benim evimdesin ki... Aklım almıyor.”

Evindeydim değil mi? Bunu aklı almayan asıl bendim, ona ne oluyordu?

“Çok yorgun görünüyorsunuz,” diyebildim, aklıma hiçbir şey gelmediğinden. “Niye bu kadar çalışıyorsunuz? Üstelik sabahın erken saatinde gidiyorsunuz. Patronlar bu kadar çok mu çalışır?”

“Başka ne yaparım, bilmiyorum ki ben.” Bakışları yüzümden yavaşça indi ve tezgâhın üzerindeki bir noktaya sabitlendi. Pürüzsüz çenesi kenetlenmişti. “Çalışırım, hep çalışırım. Bu yıllardır böyle. Benim başka yapacağım şeyler yok. Davetler, balolar, rakiplerim, iş yemekleri, toplantılar, tartışmalar... Bunlardan ibaretim. Sabah kalkar işe giderim, gece de işten dönerim. Bazen evin yolunu unutacak kadar da içerim ama... Hiçbiri beni tatmin etmiyor.”

Boğazıma bir yumru oturmuştu ama sebebini bilmiyordum. Hazer Han şimdi bahsettiği kadar huzursuz muydu? Neden? Zengindi, her ihtiyacını karşılayabiliyordu ve başını sokacağı bir çatısı vardı. Arkadaşları vardı, çevresi, ailesi... Bunlara rağmen mutsuzdu, oysa ben bunlara sahip olmadığım için mutsuzdum. Gözlerine, ilk kez o bana bakmıyorken baktım ve elimde kalple o kapıyı açmaya çalıştım. Bazı kapılar anahtarsız da açılırmış, o gözler bana döndüğünde anladım. Bana baktığında elim ayağıma dolaştı.

“Ben dans ederken iyi hissederim, sizin yaparken iyi hissettiğiniz bir şey yok mu?”

Durdu. “Birine bakmak buna dahil mi?”

“İyi hissettiriyorsa bence dahil.”

“Tuhaf,” dedi ve diliyle dudaklarını ıslatarak oturduğu yerde dikleşti. “Dahil olduğun şeyden haberin yok.”

Başımı heyecanlanarak öne eğdim.

“Bana İspanyolca bir şeyler söylesene,” dedi aniden, konunun dağılmasını ister gibi. Kravatını tekrardan eline alarak bileğinin etrafına dolarken, “Herhangi bir şey,” diye devam etti. “Zaten anlamam.”

“Neden anlamayacağınız bir şey duymak istiyorsunuz ki?”

“Aksanını duymak istiyorum.”

Aksanım... Ona ne diyebilirdim ki? Normal, sıradan birkaç kelimeyi biliyor olmalıydı. Bilmediği herhangi bir şey... Çehresine baktım. Gözlerini kısmış, ceketini üzerinden çıkararak bana bakıyordu. Geniş, oldukça geniş omuzları vardı.

Eres un hombre guapo.”

Hazer Han bana şaşkın şaşkın baktı. “Ne demek bu? Pek güzel bir şey demek değil sanki?”

Erkekleri incelemezdim ama o hep gözümün önündeydi ve baktığınızda, bunu görüyordunuz. Kafamı iki yana salladım ve müthiş bir telaş duygusuyla beraber tabureden doğrulduğumda, Hazer’in kaşları çatıldı.

“Kızmayacaktım ki,” dedi Hazer Han, acele içinde. “Kötü bir şey dediysen kızmazdım ki. Ben öylesine dedim onu.”

Elimi tabureye yaslayarak ayakta kalmak için destek alırken, “Yoo,” dedim hızlı hızlı. “Geç oldu! Gece yarısı oldu. Size daha fazla rahatsızlık vermeyeyim. Zaten muhakkak yarın erken kalkıp işe gideceksiniz, meşgul etmeyeyim. Siz...”

“Atölyeye gideceğim,” diyerek tamamladı beni ve ceketini sırtına atarak vakur bir şekilde tabureden kalktı. “Orada kalırım.”

Karşımda durduğunda ona daha yakından bakarken buldum kendimi. Ceketini sol omzuna atmış, yakası açık gömleğini biraz daha açmıştı. Sürekli benim yüzümden atölyede kalması vicdanımı rahatsız ediyordu. Kusursuz yüzüne bakarken gözlerine rastladım ve vücudumun bir metal gibi eriyip yok olmasından korktum.

“İyi geceler,” diye fısıldadı ve bu ses tüm gürültülerden daha çok büyüdü kulaklarımda. “Benim balerinim.”

Vakur adımlarla uzaklaşmaya başladığında, tabureden daha fazla destek alarak arkasından baktım. Adımları parkenin üstünde, her an daha da azalan sesler bırakarak yol aldı. Az sonra sokak kapısını açıp çıktığında kapıyı gürültüsüzce örttü. Uzun uzun arkasından baktım ama bahçe karanlık olduğu için pencerelerden onu göremedim. Yutkundum ve kurumuş dudaklarımı ıslatırken, onun nerede yattığını düşündüm. Atölyesinde üzerine örtebileceği bir şeyi var mıydı?

Üşüyor muydu?

Kocaman, sessiz evin içinde kulaklarımı kendi nefeslerim doldururken, bakışlarım tezgâha düştü ve o an kitabımı gördüm. Tabii ya... Uyumadan önce kitabımı bitirmiştim! Heyecan içinde bir elimi ağzımın üzerine kapattım ve dudaklarımı yoklayan gülüşe müsaade ettim. Hatırlıyordum, kitabı bitirmiştim. Yani iki kitabı da bitirdiğime göre dilek dileme hakkı bendeydi. Evet, evet öyleydi!

Baba, seni dileyeceğim.

Bir anda kendime sorgulamak için zaman vermeden hareketlendim ve tek ayağımın üzerinde mutfaktan çıktım. Sokak kapısına yürürken, gözüme koltuğun birindeki ince battaniye çarptı ve seke seke oraya yönelerek koyu renkli yün battaniyeyi aldım. İncinmiş ayağımın üzerine çok basmamaya gayret ederek sokak kapısına ulaştım. Ayakkabılarımı alarak dışarı çıktığımda, karanlık bahçede bir an ürktüm. Bu karanlık sadece atölyeye gidene kadar sürecekti, kendimi bununla teselli ettim ve tek ayağım üzerinde sekerek atölyeye yürüdüm.

Geniş görünen atölyenin kapısına yaslanarak durduğumda, kafamı kaldırıp güç toplarcasına yıldızlara baktım ve gülümseyerek nefesimi toparlamaya çalıştım. Battaniye elimdeydi ve rüzgâr saçlarımda dalgalanıyordu. Omuzlarımı dikleştirerek doğruldum ve battaniyeye daha sıkı sarılırken, sol elimle kapıyı çaldım.

Ben daha elimi uzaklaştırmadan kapı açıldı.

Hazer Han’ın yüzünü bu kadar çabuk görmeye hazırlıksız yakalanarak nefesimi tuttum. Hazer Han da nefesini tutarak yukarıdan bana baktı. Bir eli kapıyı tutuyordu ama diğeri lacivert gömleğindeki düğmenin üzerindeydi. Yarısına kadar açılmıştı. Gözlerimi hemen o noktadan kaçırdım ve tekrar suratına baktığımda, Hazer de elini aceleyle gömleğinden çekti.

“Ben...” Aniden elimdeki battaniyeyi onun göğsüne yasladım ve o dalgınlık içinde battaniyeyi tuttuğunda ellerimi çektim. “Bunu getirdim. Üşür müsünüz acaba diye düşünüyordum kendi kendime. Sonra bunu görünce yanımda getirdim.”

Yüzlerimizi görmek zor olsa da tamamen belirsiz değildi. Biraz ay ışığı, biraz yıldızların parıltısı, biraz civardaki evlerin yapay ışığı... Biraz da kalp atışı. Hazer Han bir elini kapının pervazına yaslayarak bana doğru bir adım attığında mesafemiz aşındı. “Gracias,” diye fısıldadı. “Balerinim.”

“Rica ederim,” diyerek karşılık verdiğimde Hazer Han bakışlarını sırasıyla yüzümün diğer kısımlarında gezdirmeye başladı. “Aslında sizi rahatsız etmemin başka sebebi var,” diye devam ettim heyecanla. “Ben... Kitapları bitirdim!”

Hazer Han dudağını büktü. “Hadi ya!” Kafasını salladı. “Tüh, benden önce bitirdin.”

Anlık bir sevinçle doldum. “Si si."

Hazer Han’ın dudağının sol tarafı hafifçe kıvrıldı. “Hadi Balerinim, bana dileğini söyle.”

Ateşe bu kadar yakın oldun mu hiç? Ben şu an yakındım.

“Hazer Bey?”

Dişlerini sıkarak tahammülsüz bir nefes aldı. “Hazer, desen?”

Sadece adı, ismi. İki hece. Sadece... “Hazer?”

Sanki ilk kez adını ağzıma almıştım.

Dudaklarıma ilk kez değmiyordu ya bu isim...

Nefesini tuttu. “Safir?”

Evet, bu anı bekliyordum. Fakat şimdi söylerken düşündüğümden daha çok heyecanlanmıştım. Bu gece son kez gözlerinin içine bakarak bir zaman tünelinin içine giriyormuş gibi hissettim. Geçmişten buraya kadar geldim işte. Senin gözlerine kadar. Zaman geçmişten gözlerine kadar.

 ”Hazer, ben... Kuzey ışıklarını da görmeyi istiyorum ama bu makul bir dilek değil, biliyorum.” Boğazım kurudu, susadım ama inatla ateşin etrafında uçuşmaya devam ederek üzüntü içinde sürdürdüm konuşmamı. “Ben babamın mezarını görmeyi istiyorum. Babamın mezarını bulabilir misin?”


BÖLÜM SONU.