0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

52. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

"OYUN"

Birkaç günlük bebeğin gözleri nasıl olmuştu da masumiyet hakkında, hayatım boyunca öğrendiğimden daha fazla şey öğretebilmişti bana?

Küçük pembe dudaklarının kenarından sürekli salyalar akıyor, gözlerini bir süredir yaşadığı dünyada kapatıp açarken ellerini hareket ettirmeye çalışıyordu. Parmakları o kadar minikti ki ona sürekli miniğim demek istiyordum. Teni, hayatımda gördüğüm en kusursuz tendi, burnu neredeyse yok diyebileceğim kadar küçüktü. Bebek kokusunun dünyanın en güzel kokusu olduğunu söyleyenler çok haklıydı.

Eve çıkalı bir süre olmuştu, doğumdan sonraki günleri hastanede geçirmiştik. Gazel, doğumu ağır geçtiği için bu sürenin çoğunu uyuyarak geçirmişti, biz de onun yanında bekleyerek. İkisi de sıhhatli olduğu için çok mutluydum ama geçirdiğimiz günlerin stresini hâlâ iliklerimde hissediyordum. 

"Miniciksin. Bir buçuk kilo doğdun, bu inanılmaz. Birkaç tane elmayı avcuma verseler onlar bile daha ağır gelir, nasıl bir buçuk kilo olabilirsin?"

Aslında bir buçuk kilodan biraz fazlaydı ama iki bile değildi. Beşiğinin içinde, günün birçok zamanında yaptığı gibi uyuyordu. Behram ve Gazel onun için bembeyaz bir oda hazırlamıştı, rengârenk olan şeyse birkaç oyuncak ve pelüş ayılardı. Odası bahçeyi görüyor, güneşi alıyordu. Bir burada bir de Gazel’le Behram'ın odasında beşik vardı, birini Kerem hediye olarak almıştı. Zaten bir süre annesiyle babasının yanındaki beşikte uyuyacaktı ama bugün kendi odasındaydı. Gazel aldığı ilaçlar yüzünden uyuyordu, Behram da onunla beraberdi. Bebeğe Hazer’le bakıyorduk.

"Gözlerini ondan çekemiyorsun." Hazer'in fısıldayarak odaya girdiğini anlayınca başımı hafifçe kaldırdım. Elinde bir kupa vardı. Beşiğin kenarındaki pufa oturmuş, kollarımı da beyaz beşiğin kenarına yaslamıştım. 

"Gördüğüm en güzel şey."

"Aşkla alakalı diğer şeyleri saymazsam benim de gördüğüm en güzel şey."

"Ondan şey diye bahsediyoruz. Bu komik oluyor."

Sakince yanıma yürüyüp kahvesini bana verdi ve elini saçlarımın üzerine koydu. "Behram ismini kulağına okudu, gıcıklık olsun diye hâlâ bize söylemedi. Bebeğe ne diyeceğimi bilemiyorum."

Evet, dün hastaneden eve geldiğimizde Behram, Gazel’le karar verdikleri ismi bebeğin kulağına okumuştu ama bize söylememişti. Sessizce gülüp bir daha masumiyet perisine baktım. "Gazel uyansın, ondan öğreniriz."

Hazer beşiğe doğru eğilip parmağının tersini bebeğin yanağına koydu ve her ne hissettiyse gülümsedi. "Yüzüne her temas ettiğimde burnunu kırıştırıyor. Bir de o kadar minik ki burnu, dikkatli bakmadıkça bunu yaptığını anlamıyorsun."

Yeğenimin burnuna, sonra da Hazer'in huzur dolu çehresine bakarak yutkundum. "Hâlâ gördüğün en masum şey olduğumu mu düşünüyorsun?"

Güzel bir tebessüm etti. "Üzgünüm karıcığım ama hayır."

Elimi, omzuma koyduğu elinin üzerine götürüp hafifçe okşadım. "Evet deseydin de inanmazdım. İkimizin de hayatında gördüğü en masum şey bu bebek."

"Senin ağlarken kırpıştırdığın gözlerini de çok masum buluyorum."

Kupayı kaldırım sert kahvesinden bir yudum aldım ve başımı iki yana salladım. "Bu kahve çok acı."

"Behram gerçek ismini söyleyene kadar ona Abdurrahman diyeceğim." Parmağını yeğenimizin pembeleşmiş yanağında dolaştırdı. "Abdurrahman, hadi kalk amcacığım. Evine kadar geldik, bir şeyler ikram et."

Gözlerimi devirdim. "Hemen şimdi beşiğinden kalkıp amcasına tatlı getirecek."

"Behram onu okuyup üfledi. İnanıyorum ben, yapabilir."

Abartmasına ofladığımda uzanıp şişirdiğim yanağımdan makas aldı. "Yorgun musun?" 

Baş ve işaretparmağımın arasını gösterip, "Birazcık," dediğimde elini bebeğin yüzünden çekti ve tamamıyla bana dönüp bu kez iki büyük avcuyla yüzümü kavradı.

"Yine de onu izlemekten vazgeçemiyorsun."

"Sen de uykun geldiğinde, gözlerin kapanmak üzere olduğunda bile beni izlemenin mücadelesini vermiyor musun?" dedim. En uykulu anlarda bile, dayanabildiği son ana kadar dayanıp beni izlediğini biliyordum.

"Ben âşık adamım kızım."

Kahveyi ağzıma kadar kaldırıp minik bir yudum aldım. "Ne kadar âşık?"

İri elleri yüzümü kaplamakla kalmadı, başparmakları çene hattımda dolaşmaya başlarken gözleri kısıldı. "En gözümün döndüğü anda bile senin için sakin kalacak kadar çok."

Bunun üzerine düşünmem gerektiğini hissettim. Benim için sakin kalmak zorunda hissettiği sayısız an da tam o vakit gözlerimin önüne bir bir düştü. Biri için çıldırmak, yoldan çıkmak, bağırmak aslında kolay olandı. Birine duyduğun aşk yüzünden en çıldırdığın anlarda bile sakin kalmaksa kesinlikle romantik ve daha cesur bir hareketti. O kişiyi kaybetmekten yana duyduğun korkunun sebep olduğu bir hareket…

"Ben de her gözümün döndüğü anda bile sakin kalıp yalnızca sana bir şey olduğunda çıldıracak kadar âşığım sana," dedim elimi boynuna koyarak.

Dudaklarında baştan çıkarıcı, memnuniyet dolu gülümsemesi göründü. Ondan eğilmesini istediğimi anladığındaysa başını öne eğdi ve dudağımın üzerinden yumuşak şekilde öptü. Öpücüğü ses çıkarmayacak kadar yumuşak, sıcak ve kısaydı.

"Seni öpmek hâlâ normal hissettirmiyor."

"Beni özlemiş gibi konuşuyorsun."

Yüzünü geriye çekerek çenemi okşadı. Gözleri bugün diğer günlerden daha yoğun bakıyordu. "Bir haftadır seninle doğru dürüst vakit geçiremiyorum."

"Özür dilerim ama son günlerde yeğenimle vakit geçirmek seninle vakit geçirmekten daha güzel geliyor."

"Bir daha düşün," dedi ve ekledi. "Benim daha çok param var."

Bebeğin uyanmasından korktuğum için kahkaha atamadım ve gülüşümü, dudaklarımı çenesine yaslayarak bastırdım. "Üzgünüm, paraların bu bebekle kıyas bile edilemez."

Yılgın bir şekilde iç geçirdi ve bir yandan da gülümseyerek ellerini suratımdan çekti. Son günlerdeki yorgunluğunda benim de payım vardı. Kahve kupasını ellerimle sararak, "Annemden hâlâ bir haber yok değil mi?" diye sordum.

"Hayır. Hastanelere falan baktırdım, bir kayıt yoktu. Polis arkadaşım vardı, biliyorsun. Ona da sordum, anneni tarif ettim. O tariflerde birinin kaydını bulamadı."

Anladığımı belirterek başımı salladım, kahvesini ona uzatırken de ellerimin titrediğini fark ettim. Biliyordum, böyle hissetmem kendime haksızlıktı. Annem beni hiçbir zaman layığıyla umursamamıştı, ben nasıl hâlâ onun sağlığını düşünürdüm? 

"Safir Mila," dedi Hazer, hissettiğim şeyleri anlayarak.

"O benim ebeveynim ama hayatım boyunca ben onun ebeveyni gibi hissettim. O benim annemdi ama dünyaya geldiğimden beri sanki onunla ilgilenmesi gereken kişi bendim."

"Ben babama, sen de annene benzeyebilirdin Safir. Ama ben anneme, sen de babana benzedin. O yüzden şimdi anneni merak etmemen mümkün değil, vicdanlı birisin sen."

"Biraz da aptal gibi hissettiriyor."

"Anneni bulacağız," diyerek bir tutam saçımı parmağının etrafına doladı. "Senin yüzüne çöken hüzün benim tüm uykularımı kaçırıyor Mila, delicesine uykumun olduğu anlarda bile."

Başımı sert göğsüne yasladığımda elini saçlarım arasına koyup kurdeleme gelene kadar okşadı. Tam kurdelemi çözüyordu ki gürültülü bir öksürük sesi duyarak irkildik. Başım kaldırdığımda kapının eşiğinde duran Behram'ı gördüm. Geldiğini fark etmemiz için öksürmüştü.

Hazer kahvesinden bir yudum aldı. "Gel imamım, çocuğunu gör."

"İki dakika birbirinize sırnaşmadan duramıyorsunuz değil mi?" diyerek içeriye girdiğinde Hazer kaşlarını oynatıp, "Maalesef," dedi.

"Çocuğumun yanında..."

Ben hafifçe gülümserken Behram, Hazer'i dirseğiyle itti ve ellerini beşiğin kenarına yaslayıp başını eğdi. Gözleri çocuğuyla buluştuğu an parladı ve yüzüne bir gülümseme oturdu. "Alacaktım ama vazgeçtim," dedi Behram. Ardından Hazer'e dönüp gülümsedi. "Al biraz daha sev, zaten biz hep severiz."

Ben gülmemek için yanağımın içini ısırdım, Hazer'se dilini dişleri arasında iki kat edip, "Bana gıcıklık etme," dedi. "Çocuğa la demeyi öğretirim. Bununla da kalmam, küfür öğretirim."

Kıkırdayıp Behram'a baktım. "Hatta rockçı olmayı da öğretiriz."

Behram'ın yüzünde korku dolu bir ifade oluştu. Hazer o ifadeyi görüp memnuniyetle sırıttığında Behram bizden korkmuş olmalıydı ki beşiğe eğildi ama bebeği kucaklayamadı. Maalesef onu kucaklamaktan çok korkuyordu. Günlerdir, "Ben tutamam, bir yerini acıtırım,” diyerek kaygı duyuyordu. Bakışlarını bana çevirdi. "Şey, kucaklayıp Gazel'in yanına götürür müsün?"

"La iki kiloluk bebekten mi korkuyorsun?" Hazer bununla eğleniyordu.

"Ben seni de göreceğim," dedi Behram.

Aynı şeyi düşünmemize gülümserken oturduğum puftan kalktım. Beşiğinin içinde uyuyan ve doğduğu andan itibaren dünyamda kocaman yer kaplayan bebeği kucakladım. "Artık bebeğini kucağına alır mısın? Sandığın gibi bir yerleri hemen acımayacak."

Ellerini gösterdi. "Görmüyor musun ellerim kürek gibi, kesin zarar veririm Safir."

Hazer iyiden iyiye eğlenmeye başlayarak saçlarımı okşarken başımı eğip bebeğin açılmış gözlerine baktım ve içime bir dünya neşenin sızdığını hissettim. Behram da hayranlıkla bebeğinin mavi gözlerine bakıyordu.

“Affedersin ama saçmalıyorsun arkadaşım. Ne güzel işte, ellerin büyük, kuvvetle tutarsın onu."

Hazer, Behram’la dalga geçerek eliyle onun sırtına iki tane vurdu. "Ben inanıyorum, sen yaparsın dostum. İman gücüyle hadi."

"Ya bir git Kerem’le dalga geç."

"Ya şu an Kerem'in suçu ne? Salın arkadaşımı."

İkisi de bana aldırmadan laf dalaşına devam ettiğinde yanaklarımı şişirip kucağımdaki bebeğe baktım. Hayret, hâlâ ağlamamıştı. Küçücük gözlerini kırpıştırıyor, babasıyla amcasına bakıyordu. Küçücük bedenini ince bir çarşafa sarmıştık. Ona öpücük attığımda bakışlarını bana çevirdi, ağzından salyası aktı. 

"Beyler," dedim bebeğimin güzelliğine bakarak. İkisi de tartışmayı kestiğinde başımı kaldırıp Behram'a baktım. "Bebeğini kucaklar mısın artık Behram?"

Behram endişeyle yutkundu. "Ya kolunu kırarsam?"

"Baba olunca aklının yarısı gitti herhalde," diyerek Behram'a bu kez korkuyla bakmaya başladı Hazer ve sonra kaşlarını çatıp kısık sesle mırıldandı. "Buna dönüşmek istemiyorum. Ya ben de böyle olursam?"

Behram'a bakıp, "Hadi," dedim. "Hazır ağlamıyorken kucakla onu. Babasıyla tanışsın."

Başını sallayıp çekingen şekilde bebeğine uzandı. Elleri onu büyük bir incelikle kavradı ve yeğenim yumruğunu onun suratına götürürken Behram yutkundu. "Çok hafif," derken kendi kendine konuşuyor görünüyordu. "Oğuz Asaf, nasıl bu kadar hafifsin oğlum?"

"Asaf mı?"

"Oğuz mu?"

Behram irkildi ve buradaki varlığımızı hatırlayıp başını kaldırdı, biz şaşkınlıkla ona bakarken iç çekip ofladı. "Hay ağzımı ya... Kaçırmayacaktım ya, biraz daha eğlenecektim sizinle."

Oğuz Asaf.

Bu isim zihnimde kendini tekrarladı, kalbime ölümsüz bir şekilde yerleşti. Yeğenimin ismi buydu. Hayatımda daha şimdiden çok büyük yere sahip olan bebeğimin ismi çok güzeldi. Duygusal şekilde Oğuz Asaf’ın yüzüne bakmaya başladığımda Hazer de eğilip elini Asaf'ın seyrek saçları üzerine koydu.

"Çok güzel bir isim koymuşsunuz. Beğendim dostum. Ama Abdurrahman Han da fena değildi."

"Si si! Bence de çok güzel. Oğuz, Oğuz... Hem de Asaf. Ya çok tatlı!"

Behram, Oğuz'u göğsüne doğru bastırıp başını bize çevirdi. "Asaf benim fikrimdi, Oğuz da Gazel'in. Sonra neden iki isim olmasın dedik."

"Çok güzel kardeşim," dedi Hazer, Behram'ın omzunu sıvazlayarak. 

"Ya ben daha şimdiden onun on beş yaşına geldiğini, genç bir adam olduğunu, basketbol oynayan bir Oğuz olduğunu hayal ediyorum." Kafasını biraz daha okşadım.

"Kırk dört yaşında olacağım," dedi Han yüzünü kırıştırarak.

Behram onun derdine gözlerini devirip oğluna gülümsedi. "Amcan zaman zaman değişik konuşabilir ama sen ona aldırma."

Sanırım Gazel uyanmıştı, ben de onu görmek istiyordum. Beyaz odadan beraber çıktık, Hazer mutfağın yolunu tutarken ben de Behram'ı takip ettim. Hazer sanırım sigara içecekti, bu yüzden bahçeye çıkacaktı.

"Salona geçmişti Gazel."

Salonun kapısını açtığımda Behram, Oğuz’la içeriye girdi. Başımı çevirince Gazel'in koltukta doğrulduğunu gördüm. Üstünü giymişti, daha bir saat önce uyuyordu. Sanırım Behram giyinmesine yardımcı olmuştu. Üzerinde salaş bir kazakla eşofman altı vardı. Gazel, Oğuz'u Behram'ın kollarında görünce sevinçli bir çığlık atıp yerinden fırladı ama dikişleri acıyınca aniden çöktü. Direkt yanına koşup, "Dikkat en canımın köşesi," dedim.

Gazel bana dönüp gülümseyerek, "Kucağına almıyordu," dedi ve tekrar Behram'a baktı. "İlk kez bebeğimizi onun kucağında görüyorum, heyecanlandım."

"Çok korkuyorum Gazel; o çok ufak, benim ellerim kürek gibi."

Behram, göğsüne yasladığı oğluyla Gazel'in yanına oturduğunda Gazel de ona döndü. "Evet minicik. Yine de onu ısırmak istiyorum."

"Ben de," dedim omuzlarımı düşürerek.

"Salyalı ağızlarınızı oğlumdan uzak tutun," diyerek göğsünde uyuyakalan Oğuz'a gülümsedi Behram.

Kıkırdayıp çenesini gösterdim. "Asıl senin oğlun salyalı, ağzına bak."

"Ya Mila." Gazel üzgün surat ifadesiyle bana döndü. "Öyle deme oğluma."

Güldüm. "Ee salyalı ama."

Kaşlarını çattı. "Onun salyasından ne olabilir ki? Oğluma salyalı deme."

"Salyalı."

Gazel suratıma yastık fırlattı. Kahkaha atıp başımı koltuğun arkasına koyduğumda Asaf ağlamaya başladı ve Behram onu uyandırdığımız için bize kızdı. "Al işte, uyandırdınız çocuğu! Susturun bakayım." Gazel büyük bir endişeyle ona dönerek Asaf’ı kucağına aldığında Behram da endişeyle onları izledi. Behram, Asaf her ağladığında bomba patlamış gibi tepki veriyordu.

"Özür dilerim," diyerek suçlulukla dudağımı dişledim.

Gazel, Oğuz'u göğsüne bastırıp bana endişeli bir bakış attı. "Doktoru aramalı mıyım? Ağlaması normal mi?"

Yok canım, bebek mi ki o ağlaması normal olsun…

"Aslında uslu bir bebek, hastanede hiç ağlamadı neredeyse."

Son günler Gazel için çok zor geçmişti. Doğumu zor geçtiği için birkaç günü uyuyarak, sızlanarak geçirmişti. Bu süre için de Oğuz da küvözde kalmış, bizi epey üzmüştü. Erken doğum gerçekleştiği için Oğuz'un ufak da olsa hayata tutunamama riski oluşmuştu ama işte buradaydı, sağlıklıydı. 

Ama Gazel’le Behram, Nazım'a deli gibi öfkelilerdi. Ben ve Hazer’den bile daha çok öfkelilerdi hatta. Nazım mahkemeye çıkacaktı, birkaç ayrı suçtan yargılanıyordu. Beni taciz etme, Gazel'i kaçırma, darp etme gibi…

"Şey, galiba yine altına yapıyor."

Gazel'in söylediğini duyunca Oğuz'un yüz ifadesine baktım. "Si, bu yüz ifadesini tanıyorum artık."

Henüz hiçbirimiz kaka temizlemeye alışamamıştık.

"Tamam," dedi Behram, koltuktan kalkarak. "Bu sefer kakasını kim temizliyor?"

"Yine mi sıçtı?" diyerek içeriye girdi Hazer. Gözlerimi ona çevirince sırıttığını görüp gözlerimi kıstım. Üzerinde koyu gri bir boğazlı kazakla siyah kotu vardı. Boğazlı kazak ona çok yakışıyordu ama sık giymiyordu. Yanıma gelip kollarını belime doladığında elini bulup tuttum.

"Sıçtı deme çocuğuma, kakasını yaptı," diyerek Hazer'in omzunu yumrukladı Behram.

"Sıçmış işte," dedi Hazer. Dirseğimi sert karnına vurunca ensemi okşadı.

"Madem sıçtı, temizle o zaman Hazer," diyerek Oğuz'u kocaman ellerine uzattı Gazel.

"Yok artık," diyerek geriye kaçtı Hazer, gözlerini kocaman büyüterek. "Bok da temizlemeyeyim lütfen."

"Ben temizledim," dedim, kazağının ucundan tutup onu yanıma çekerek.

"Tamam, adil olacağız," dedi Behram ve bana göz kırptı. "Şu o piti pitiyi saysana." Oğuz'un kakasını temizlerken böyle yapıyorduk.

"Peki," diyerek Asaf'ın avuçiçim kadar olan suratına baktım ve sonra kendimden başlayarak işaretparmağımı hepsinde dolaştırdım. "O piti piti karamela sepeti, terazi lastik jimnastik. Biz size geldik pislendik, hamama gittik temizlendik. Dik dik dik, dersimiz matematik."

Parmağım Hazer'in göğsünde durdu. Gazel ve Behram gülmeye başlayınca uzanıp bebeğimizi kucakladım ve Han'ın kolları arasına uzattım. Dehşete düşmüş bir yüz ifadesiyle kafasını iki yana salladı.

"Mila, aşkım, ben ne anlarım?"

"Hünerlerinle övünüyorsun ya sevgilim, bunu da yaparsın herhalde."

Düşürmemek için Asaf'ı sıkıca kucaklayıp kazağının üzerinden omzuna bastırdı. Eğilip de saçlarından öpmeyi ihmal etmedi. "Altına sıçacağın zaman mıydı amcacığım? Sizin yanınızda temizlemeyeceğim. Bununla kırk yıl alay edersiniz."

"Beni çok iyi tanıyorsun," dedi Behram, dostuna göz kırparak.

"Oha, tam vaktinde gelmişim," diyen sesi duyunca hepimiz başımızı salonun kapısına çevirdik. Kerem heyecanla bize bakıyor, Hazer'e de yandan yandan sırıtıyordu. "Hazer'in kaka temizlemesini kaçırırsam çok üzülürüm. Zaten Mila'nın Nazım'ı dövmesini kaçırdığıma hâlâ inanamıyorum..."

"Hepiniz pisliksiniz," dedi Han ve bize sırt çevirip odanın çıkışına ilerledi. Ben onun peşine takılırken Kerem de geçmesi için yol verip pis pis sırıttı.

"İyi temizle, pişik olmasın çocuk."

"Sie la."

Behram, Gazel'i cama götürüp ona bir şeyler fısıldarken Kerem de peşimize düştü. Behram’la Gazel'in toparlanmış yatak odasına girdik ve Hazer, Oğuz'u yatağa bırakarak doğruldu, ellerini beline koyup bir bana bir de Kerem'e baktı.

"Kerem... sen temizlesene. Bak, bir maaş ikramiye veri..."

Daha Han'ın cümlesi bitmeden Kerem, Asaf'a doğru eğilince gözlerimi devirip gömleğinin arkasına uzandım, onu geriye çektim.

Hazer'e masumiyetle gülümsedim. "Hadi mi vida."

Hazer yenilgiyi kabul edip Asaf'a doğru eğildi. "Bez?"

"Odasındaydı," diyerek koşarak çıktım ve yeğenimin ihtiyacı olan her şeyi alarak geriye döndüm. Hazer’le Kerem tartışıyordu. Asla şaşmazdı. Bez ve ihtiyacı olan diğer her şeyi de Hazer'e uzatarak geriye çıktım. İlk birkaç saniyeden sonra ne yaptığını unuttu, Oğuz'un yüzüne bakarken dudağının sol tarafı kıvrılmaya başladı. Onu kundaktan nazikçe çıkardı ve zıbınını söküp getirdiğim ıslak mendili çıkardı. Bu kez getirdiğim yeni zıbını giydirerek ellerini silmek için bir başka ıslak mendil aldı. Oğuz tüm bu zaman içinde sessiz kalıp onu izledi.

"Çok uslu bir bebeksin Asaf, amcan seni şimdiden çok seviyor." Onun bir bebekle ilgilenmesini tüm gün izleyebilirdim.

"Bok kokuyordur şimdi ellerin," dedi Kerem, elindeki kaka bezini unutarak.

Hazer ona hiçbir şey demeden yalnızca elindeki beze baktığında Kerem yüzünü buruşturdu ve bezi atmak için odadan çıktı. Hazer de bana göz kırpıp onu takiben odadan çıktığında yeğenime dönerek zıbının çıt çıtlarını örttüm ve onu geniş yatağın ortasına doğru çekerek yüzüne eğildim.

"Çok uslusun miniğim. Daha şimdiden harika bir bebek..." derken ağlamaya başladı. Ağzım bir müddet açık kaldı ve onun çığlık çığlığa ağlaması içimdeki bir yerlere dokundu. "Altını değiştirdik, neden ağlamaya başladın ki şimdi? Anne kucağını mı istiyorsun acaba teyzeciğim?"

Onunla ayağa kalktığım anda Hazer odanın girişinde göründü. Ellerini yıkamış, saçlarını düzelterek odaya giriyordu. Oğuz'un ağladığını görünce kaşlarını sertçe çatıp yanıma yürümeye başladı. "Bana ver," diyerek onu yumuşak şekilde kavradı ve sakince omzuna yerleştirdi. Asaf, Han'ın geniş omuzlarında öyle ufak duruyordu ki gülümsedim. "Teyzen ağlattı mı seni amcacığım?"

"Mi amor, neden öyle diyorsun?"

Bana sırıtıp Asaf'ı omzunda dengeledi ve yatağın kenarına oturarak, "Yalan mı, ağlatmışsın çocuğu," dedi.

Oğuz'un ağlaması amcasının göğsünde hafifledi ve Hazer biraz ürkek şekilde onun boynunu tuttu. "Çok garip, başını tutamıyor. Boynunu bıraksam sanki iki kat olacak."

"Daha minicik, vücuduna hâkim değil," diyerek Han'a yaklaştım ve omzunu öperek yanağımı yasladım. “Ama çok şanslı bir bebek. Bak, sen de ben de Gazel’le Behram da aileleri tarafından tam sevilmemiş kişileriz. Fakat Asaf, onu eksiksiz sevecek insanların arasında dünyaya geldi. Şu anda bile onun için canını verecek insanlara sahip."

Hazer'in dudağı kıvrıldı, gülüşü bir günlük sakallarının altına gizlendi. "Gazel’le Behram gerçekten harika anne baba olacak."

Omzunun üzerinden bir daha öpünce parfüme karışmış kokusu burnuma geldi. Kıkırdayıp, "Bence biz de çocuk yapıp nasıl anne baba olacağımızı öğrenmeliyiz," dedim. Oğuz Asaf'ı küvözde gördüğüm ilk andan beri Hazer'den bir çocuğum olmasını daha çok istiyordum.

"Mila," dedi, çilleri yakından takımyıldız gibi görünüyordu. "Behram ve Gazel'in odasında daha fazla ileriye gitme."

"Hımm." Kollarımı ona doladığımda bakışlarında, Ben sana ne dedim? gibi bir ifade vardı. "Bana uygunsuz şeyler mi yapmayı istiyorsun?"

"Si. Fakat bir imamın odasındayız."

Onunla gülmeye başladığımda kalkıp uyuyakalan Oğuz Asaf’ı beşiğine koydu ve söylediklerine ters düşen bir şey yapıp beni kucakladı. Alnımdan öperek yere bıraktı. Elini tuttum ve onunla odadan çıktığımızda Kerem'in mutfakta Leyla’yla konuştuğunu duyduk. Salona aniden girdiğimizde Behram ve Gazel'in yakınlığına hazırlıksız yakalandık. Yüzleri birbirine geçmiş, neredeyse öpüşüyorlardı.

Hazer önce kısık sesli, güler gibi bir tepki verdi, ardından genzini temizleyerek kendini belli etti. “Tövbe tövbe."

Behram ve Gazel irkilip birbirlerinden uzaklaştıklarında Hazer'in elini okşayarak sırtımı ona yasladım. Behram kızarmış vaziyette kazağının yakasını çekiştirip, "Geldiniz mi?" dedi, az önceki basılmaları hiç yaşanmamış gibi yaparak. "Biz de havadan sudan konuşuyorduk."

"Hava su Gazel'in yüzünde herhalde," dedi Gazel'in pembeleşmiş yüzüne bakıp başını sallarken.

"Ya ben sana tövbe çekmekten yorulmadım, sen bana sataşmaktan.”

Hazer'in enseme kapanan yüzünden uzaklaştım ve Gazel'in yanına yürüdüm. Henüz doğumun üzerinden kısa süre geçtiği için aniden oturup kalkamıyordu. Onun yanına çöküp, "Gitmeden önce banyo yapmana yardım edeyim mi?" diye sordum, Behram’la Hazer kendi hallerinde konuşmaya devam ederken.

Bana sıcak şekilde gülümsedi. Gözlerinin içine ne zaman baksam anne olmadan dakikalar önce yaşadığı acıyı anımsıyordum. Benim aksime gülümseyip, "Dün yaptım ya," dedi. Elleriyle yüzümü kavradı. "Hâlâ bana bakarken gözlerini kaçırıyorsun. Sen de bir kabahat buluyor değilim Mila. Ya da Hazer'de. Tek kabahatli Nazım, o da nezarethanede."

Tabii öyleydi ama insan kalbi, çoğu zaman beynine, mantığına zıt hareket ediyordu. "Merak etme, ben Nazım'ı hepinizin yerine dövdüm."

"Kerem günlerdir bunu kaçırdığını söyleyerek ah vah ediyor, haberim olmaz olur mu?"

"Deşmeyin yaramı," diyerek salondan içeriye, kalbini tutarak girdi Kerem.

Biz ona gülerken Hazer başını sol tarafa yatırarak kederle bana baktı. "Evet, benim de yaramı deşmeyin." Umutsuzca onu dövmemi bekliyordu.

Gazel'e sarılıp doğruldum ve Kerem'in yanına gidip Nazım'ı dövmemin ayrıntılardan bahsettim. Bunları duyduğuna çok memnun kalıp beni biraz affettiğini söyledi, biz dışarıya çıkarken Hazer de Behram’a sarılıyordu. Portmantodan eşyalarımı alıp montumu üzerime geçirdim. Belki gereği bile yoktu ama Behram'a çok saygı duyup sevdiğim için onların evine gelirken kıyafetlerime daha dikkat ediyordum. Behram'ın bir şey diyeceğinden değildi, yalnızca onu çok sevdiğim için içimden böyle davranmak geliyordu.

Parmaklarımı üzerimdeki mor kısa kollu kazağın üzerinde dolaştırırken Hazer nihayet Behram’a sarılmayı sonlandırdı ve omzunu sıkıp bize döndü. Onun paltosunu da aldığımı görünce portmantoya uğramadı. Kapıdan çıkarken, “Oğuz'u uyandırmayın, yeni uyuttuk,” demeyi ihmal etmedi.

Babacık.

El ele Kerem'in önden gidip ısıttığı arabaya yerleştikten sonra yağmurun başladığını duydum ve Hazer başını öne yatırıp boynunu ovalarken elimi camdan uzatıp yağmur tanelerini yakalamaya çalıştım.

"Safir Mila?"

"Si?"

"Nazım'ın kolunu kırmışsın."

Ben bunun gerçekliğini idrak edip Han'a dönene kadar arabanın içini Kerem'in kahkahası doldurmuştu bile. "Aa," dedim. "Tekme atmıştım bir ara, o zaman mı oldu acaba?"

"Kıza bak, ne kadar sakin karşıladı," dedi Kerem, yüksek sesli kahkahaları arasından. "Sen çok değiştin Mila."

Kerem'in bununla eğlenmesine hiçbir şey demeden Han'ın gergin yüzüne baktığımda, "Şerefsiz, senden şikâyetçi olacağını söyledi," dedi.

"Oha! Yüzsüz piç!"

Hazer söylediğim kaba kelimeye inanamayarak gözlerini ve ağzını eşzamanlı olarak açtı, biraz korkmuşa benziyordu. "Şey, sakin mi olsan?"

"Ama Hazer..." Bu yüzsüzlüğü inanılır gibi değildi, akıllara durgunluk verecek cinstendi. "Dostuma, yeğenime zarar verdi. Bir de kalkmış hâlâ şikâyetçi olacağım mı diyor? Özür dilerim ama benim terbiyem bile buna sessiz kalamaz."

"Vay piç," dedi Kerem, benden aldığı gazla.

Hazer, durumu daha da ateşli hale getiren Kerem'e dikiz aynasından sert sert bakarak bana döndü. "Merak etme. Şikâyetçi olmayacak, durumu hallettim."

"Bir de olsaydı," dedim hâlâ hayret içinde.

"Kankamın içinden ne çıktı be!" Kerem gaza gelerek direksiyona yumruk atınca Hazer ve ben o tarafa döndük. Tatlı tatlı gülümseyip direksiyonu okşadı. "Özür dilerim yüz elli bin dolar." 

Tekrar camdan dışarıya bakarak başımı iki yana salladım. Nazım'ın beni bu hale getirdiğine inanamıyordum, kalpsizliği resmen gözlerimin körleşmesine sebep olmuştu. Yaptığımla gurur duymuyor ama pişmanlık da hissetmiyordum. Hazer'in bana dönerek bileklerimi tuttuğunu hissedince düşüncelerim biraz olsun hafifledi.

Araba, Leo'nun okulunun önünde durduğunda montuma sarılıp dışarıya çıktım ve okula yürüdüm. Bir süre sonra sırtında sallanan çantasıyla okul merdivenlerinde göründü Leo. Yanında bir tatlı kız çocuğu da vardı. Gülümsemeye başladım, Leo yanındaki kızla konuşurken kızarıyor ve ona sevimli sevimli bakıyordu. Kafasını kaldırıp beni gördüğünde elini salladı, bunu gören kız da bana utangaç bir bakış attı. 

"Abla, bak, bu arkadaşım Zeynep." Ben dizlerimin üzerinde alçalırken Leo da Zeynep'e dönerek onu benimle tanıştırdı. "Zeynep, bu da ablam. Çok güzel değil mi?"

Zeynep bana dönerek, "Evet, güzel," dedi incecik sesiyle. İki atkuyruğu yapılmış saçları, tombul yanaklarıyla sevimli görünüyordu. "Memnun oldum hanımefendi."

"Abla, Zeynep de aynı senin gibi konuşuyor," dedi Leo, Zeynep'e bakıp içini çekerek. "Öğretmenim bizi yan yana oturttu."

"Yaa," dedim, Leo'nun çantasına alarak. "Umarım Zeynep'e de okulun çok sıkıcı bir yer olduğunu söylemezsin…"

Zeynep seyrek kaşlarını çatarak Leo'ya döndü. "Okulu sevmiyor musun? İyi ama okulu çok sevdiğini söyledin."

"Artık çok seviyorum," dedi Leo, başını yana yatırıp Zeynep'e bakarak.

Zeynep kıkırdadı ve aynı anda ismini seslenen birini duyarak başını çevirdi. Annesi olduğunu anladığım kadın Zeynep'i yanına çağırdığında kız Leo'ya el salladı. "Yarın görüşürüz."

"Ben yarın sabah olur olmaz geleceğim," dedi Leo, beni biraz daha şaşırtmaya devam ederek. Her sabah okula gitmemek için ayaklarıma kapanan çocukla mı görüşüyordum? "Sen de geç kalma, hemen gel."

"Tamam Leo, görüşürüz." Kız bana da el sallayıp arkasını döndü. "Görüşürüz hanımefendi."

Kızın konuşma tarzına ve aldığı terbiyeye gülümseyen gözlerle bakarak, "Görüşürüz," dedim o annesinin yanına döndüğünde kısık gözlerimi Leo'ya çevirdim. "Demek okulu seviyorsun?"

Kıkırdayıp yanağımdan öptü. "Bugün derste hiç sıkılmadım çünkü Zeynep'i izledim."

"Çok çapkın bir çocuk oluyor gibisin, bu beni korkutmaya başlıyor."

"Tövbe tövbe abla, Zeynep farklı..."

Gülerek yanağını ısırdığımda kıkırdayarak kaçtı. Arabaya bindiğimizde Leo neşeyle eniştesine sarıldı, şımarıp onu yanaklarından öpmeye başladı. Beslenme çantasını açtım ve yine ancak beslenmesinin yarısını yediğimi görüp, "Meyvelerini neden yemiyorsun?" diye sordum.

"Eniştemin verdiği parayla kendime kek aldım abla."

Başımı hızla kaldırıp Leo'yu kucağında tutan Han'a baktığımda, duruşundan hiç taviz vermeden göz kırptı. "Bu konuyu konuşmuştuk," dedim.

"Kusura bakma Mila, Leo benden ne isterse eksiksiz olarak veririm."

"Kıskanma abla," diyerek başını Han'ın omzuna koydu Leo. 

"Abur cubur yememen konusunda anlaşmıştık."

Hazer'e kızgınca bakıyordum ama o bununla eğleniyor görünüyordu.

"Dünyaya bir kere geliyoruz abla."

Hayret bir şey. "Bunları nereden öğreniyorsun?"

"Kerem Abi öyle dedi abla. Aman Leo, dünyaya bir kez geliyoruz, ye iç sıç, dedi."

" Gürültüyle öksürdü Kerem ve olayı kapatmaya çalışarak konuyu değiştirdi. "Ee Leo, şu arkadaşın kimdi?"

Leo heyecanla Han'ın kucağından kalktı ve Kerem'in arkasındaki koltuğa geçip ona doğru eğildi. "Zeynep. Adı Zeynep. Okula bugün geldi ve yanıma oturdu. Aynı ablam gibi konuşuyor, çok tatlı."

Hazer kurdelemle uğraşmaya başlarken, "Peri'yi unuttun mu?" diye sordu.

"Enişte, Peri benimle hiç konuşmamıştı zaten. Mustafa'nın olabilir."

"La, ben sana kızlar hakkında öyle konuşma demedim mi? Oyuncak mı bu kız?"

"Özür dilerim enişte," diyerek suçlu gözlerle baktı Leo.

Hazer uzanıp onu kucakladı, kulağına birkaç şey söyledikten sonra güldürmeye başladı. Bacaklarımı yukarıya kaldırıp kalçamın altına kıvırdım ve onları dinlemeye çalıştım ama Hazer beni uzaklaştırdı, Leo'nun kulağına fısıldamaya devam etti. Bir daha yaklaşmaya yeltendiğimdeyse bana doğru hırladı.

Gün batmaya başlarken yaşadığımız muhitte olan bir markete girip atıştırmalık bir şeyler aldık ve eve öyle devam ettik. Kerem arabayı garaja çektiğindeyse hep beraber indik. Eve girince yaptığım ilk şey ellerimi yıkayıp Leo'nun üzerini değiştirmek oldu. Daha doğrusu üzerini değiştirmesine yardım etmek. Eşofman takımını giyip çizgi film saatinin geldiğini söyleyerek aşağıya indiğinde onun peşinden gittim. Kerem mutfakta kendine içecek bir şeyler doldurmuş, Fıstık ve Fındık’la konuşuyordu. "Bir gün seninle de içelim mi Fıstık?"

"Kerem Abi." Leo koltukta gülmeye başlamıştı. "Şu Gargamel[1], Behram Enişte’me benzemiyor mu?"

Kerem başını çevirip açık televizyon ekranına bakarken sırıttı. "Pek benzemiyor ama sen Behram'ın yanında benziyormuş gibi yap, az bozulsun."

Kerem elindeki içecekle onun yanına gidip başını okşadığında geldiğim gibi sessizce yukarıya çıktım. Koridor neredeyse karanlıktı çünkü hiçbir yerden ışık almıyordu. Kurdelemi başımın arkasından çözerek odamızın kapısını sessizce açtım. Hazer'i ortada göremedim ama gece lambamızı yakmıştı. Bu odaya girdiğimde hissettiğim huzuru, o tatlı duyguyu asla anlatamazdım.

Banyodan sesler geldiğini duyunca o yöne ilerleyip banyo kapısını oldukça sessiz açtım. Han'ı lavabo tezgâhı önünde yakaladım, sakal tıraşı oluyordu. Bu konuda hassastı, sakallı olmaktan hoşlanmıyordu. Çoraplarımı çıkarıp banyoya girdiğimde yanağı üzerine koyduğu bıçağı indirip bana baktı. "Duş mu alacaksın?"

"Seni izleyeceğim."

Dudağının kenarıyla gülümseyip işine döndü. "Duş da alabiliriz."

"Sakallarını kestikten sonra olur," dedim arkasından yaklaşıp ona temas ederek.

Gözlerimiz aynanın üzerinde kesiştiğinde biraz eğilip dudaklarımı, geçen gün tırnaklarımla çizdiğim sırtına bastırıp öptüm. "Tırnaklarımı biraz kısaltmam gerekiyor galiba."

"Hayır," dedi, sesi çatallıydı. "Hoşuma gidiyor."

"Dayak istemenden belli," dedim.

"Sen hep çok kibarsın," dedi, konuşmak için sakallarını kesmeye ara vermişti. "Bana hırçın davrandığında, farklılıklarını gösterdiğinde hoşuma gidiyor."

Demek öyleydi. Elimi indirip ansızın kalçasına şaplak attım. 

"Mila!" dedi, şaşkın bir gülümseyişle.

"Sen bana yapıyorsun?"

"Bir daha yapsana," dedi keyiflenerek.

"Aşkım, bir hoşsun hakikaten."

Elini arkaya uzatıp beni önüne çekmeye çalıştığında gülümseyip önüne geçtim. Kalçamı tezgâha yasladığımda elindeki tıraş bıçağını bana uzattı. Üzerime alçalıp ellerini belime yerleştirdikten sonra kafasını da sol yanına yatırdı. Bıçağı alıp, "Sakallarından çok çabuk mu sıkılıyorsun?" diye sordum.

Elini kaldırıp baş ve işaretparmağı arasında küçük boşluk oluşturup, "Birazcık," dedi. Gözleri dudaklarımdaydı. "Bir de sen rahatsız oluyorsun, tenin de hassas."

Bıçağı elmacıkkemiğinin az altına koyup, "O zaman bana sırnaşma," dedim.

"Asla olmaz," dedi. "Gerekirse saat başı sakallarımı keserim, senden uzak duramam."

"Niye, bağımlı mısın sen?"

"Si," dedi son harfi uzatarak. Dikkatimi yüzüne vermeye çalışıyordum ama öyle bir aşkla bakıyordu ki yapamıyordum. "Her hücremle sana bağımlıyım."

Şakağından öptüğümde yüzünü çekti ve tıraşını tamamlamam için bana izin verdi. Sakallarını, neyse ki onu incitmeden kestim ve işim bittiğinde duşa girmesini izledim. Gözlerimin önünde altındaki pantolonu ve çamaşırı çıkarmasını izledim. Etrafı camla kaplanmış kabine girip duş alırken gözlerini benden koparmadı. Başını yıkarken gözlerini yummadı. Parmağımı ısırmaya başlayarak onu baştan aşağıya süzdüm. Evlilikte paylaşmak normal olduğu için çok utanç duymadım. Omuzlarına, karın kaslarına, karnına, dövmesine baktım.

Ona sarılmak istiyordum. Lavabo tezgâhından kalktığımda Han'ın bakışları kısıldı ve yanına gelmemi sessiz bakışlarla takip etti. Karşısında durarak ellerimi kalbinin üzerine koyduğumda avuçiçini sertçe belime yerleştirdi ve gözlerimin içine sadece bir saniye bakması yetti. Başını ileriye uzatıp dudaklarını sertçe dudaklarıma bastırınca alevler içinde kaldığımı hissettim. Kollarımı boynuna dolayıp kendimi ona bastırdığımda bacağımın arasındaki iriliğini hissedip çelişkili duygularla doldum. Boğazım susuzmuşum gibi yanmaya başladığında elini başımın arkasına koyup beni biraz daha suyun altına çekti. Bir eli pantolon düğmemi çözmek için karnımın aşağısına indiği sıradaysa beklenmedik telefon sesi duyuldu.

"Ama şimdi mi..."

Talihsiz anda çalan telefonu görebilirmişim gibi odaya baktım. "Kim olabilir?"

"Bilmiyorum, boş ver. Buraya gel."

Beni kendisine bir daha çekmeye yeltendiğinde kendimi geriye itip, "Bakmamız lazım, Gazel olabilir," dedim ve o beni bir daha tutmadan kabinden çıktım.

O arkamdan söylenirken ıslanmış şekilde odaya döndüm ve montumun cebindeki telefonumu çıkarınca kayıtlı numara olmadığını gördüm. Aramayı açtığımda, "Merhaba," diyen yabancı kadın sesini duydum. "Mila Hanım, değil mi?"

"Evet? Siz kimsiniz?"

" Hastaneden arıyorum, öncelikle endişe etmeyin. Anneniz Maria Hanım hastanemizde, telefonda konuşulan son numara da size ait olduğu için arıyorum."

"Kı.. Kızıyım. Hangi hastane?"

Kadın hastane adını söylediğinde telefonu kapattım ve olduğum yerde saniyeler boyunca dikildim. İçten içe sanki böyle bir haber bekliyordum, şaşırmamıştım. Yalnızca... çok yalnızlaşmış gibi hissediyordum, çok kaybetmiş gibi.

"Mila, kimmiş bebeğim?"

"Annem," dedim, üzerimi değiştirmek için dolaba yürürken. "Hastaneden aradılar."

Kendime kıyafet alıp kasılan ellerimle giymeye çalışırken Han da beline bağladığı havluyla dışarıya çıktı ve öncelikle yaptığı şey bana yaklaşmak oldu. Belki de hissettiklerimi herkesten daha iyi anladığı için yüzümü tutup hiçbir şey demeden gözlerimin içine baktı. O bakışı beni sakinleştirmeye yetti.

On dakika içinde evden ayrıldık, Leo'yu gözümüzün arkada kalmayacağı kişiye, Kerem'e bırakıp arabaya atladık. Boğazıma kadar boğulduğumdan camı indirip serin havayı ciğerlerime çekmeye çalıştım. Hazer Han yol boyunca elimi tuttu.

"Mila, hastanede olması bir bakıma iyi. Tedavi olur. Özür dilerim ama annen için bu kadar endişelenerek kendine haksızlık ediyorsun. Yapma balerinim."

Sanki bunu duymayı beklemiştim. Hayır, cümleleri değil, cümlenin sonundaki o kelimeyi. Bir süredir bana böyle seslenmediği içinmiş meğer kalbimdeki o garip eksiklik, tam bu anda fark etmiştim.

Araba hastane bahçesine girdiğinde kendimi dışarıya attım ve yağmurun altında hastaneye koşmaya başladım. Han direkt arkamdan gelip benim elimden tuttu ve akıl edemediğim şeyleri, resepsiyonda çalışan beyefendiye sordu. Öğrendiklerimiz üzere merdivenleri çıkmaya başladık, iki kat sonra bir yoğun bakım ünitesine geçtik. Söylenilen oda numarasını bulduk ve aynı anda o kapıdan çıkan kadın doktoru görünce yavaşladık. "Safir Hanım?"

"Annem," dedim derhal.

"Şöyle geçelim," dedi doktor, bizi yönlendirerek.

Ayaklarım geri geri gitse de Han’la kadının arkasından ilerledik. Kocamın elini sıkarak korkularımın üstesinden gelmeye çalışırken, "Anneniz bugün hastaneye getirildi," dedi doktor. "Doğrusu bir arabayla getirilmiş, hastanenin önüne atılmış. Araba uzaklaşırken arkadaşlarımız da annenize müdahale etmiş."

“Bilinci yerinde mi?"

"Maalesef," dediğinde kalbimin daha da ağırlaştığını hissetmeye başladım. "Çok fazla dayak yemiş, yoğun bakımda."

"Hayır," diyerek elimde olmadan gözyaşlarına boğulduğumda Hazer imdadıma yetişti, başımı göğsüne yaslayıp derhal daha iyi hissetmem için müdahale etti. "Döv... dövmüşler mi annemi?"

"Ağır biçimde."

"Vicdansızlar." Başımı Han'ın göğsünden kaldırıp kalbimi tutmaya başladım. Bu bende iflah olmaz bir alışkanlıktı, nerem acırsa acısın kalbimi tutuyordum. "Onu görebilir miyim?"

"Yalnızca birkaç dakika," dedi.

Başımı salladığımda bize tekrar yol gösterip az önce çıktığı odanın kapısına yönlendirdi. "Ben burada bekliyorum. Lütfen sessiz, hiç yokmuşsunuz gibi davranın. Makineye bağlı, rahatsız olmasın."

"Tamam," dedi Han, kapıyı arkamızdan kapatırken.

Kollarım kendime sarıp odaya birkaç adım atmamla annemin yüzünü görmem bir oldu. Yatağın içindeydi. Her ne olursa olsun inkâr edilemez güzellikteki çehresinde bakmaya dayanamadığım darp izleri vardı. Saçları omuzlarına inmişti, makineye bağlıydı ve serum takılıydı. Ona yaklaştıkça yüzüne bakmak daha katlanılmaz bir hale geldi.

"Anne..." Her şey o kadar farklı olabilirdi ki anne.

Hazer odanın kapısından ileriye geçmedi, bana bu anı verdi. Yatağın kenarına dek yaklaşıp annemin yaşlılık izlerine baktım. "Ne yaptılar sana anne? Ben... her şeye rağmen seni incitmezdim, neden beni değil de erkekleri seçtin ki?" Üstelik onu hiç sevmeyen erkekleri. "Ah anne." Çok buruk, kaybetmiş hissediyordum. "Anne demeden önce kaç kez ah ettim ben anne?”

Gözleri açık olsa bu kez bana ne derdi acaba? "Beni aradın. Geç kaldım ama geldim işte. Beni aradın çünkü ihtiyacın vardı. Zaten başka türlü aramazdın." Elini tutmayı istedim ama örtünün altındaydı. "Kim yaptı bunu sana anne? Güvendiğin, parasını sevdiğin adam mı? Hak ettiğin bu muydu anne? Bir insan, bir kadın olarak kendine neden bunları layık gördün?"

Ellerimi yüzüme kapatıp olduğum yerde ağlamaya başladığımda Han'ın kollarını vücudumda hissettim. Göğsünü sırtıma yaslayarak ağlamamı ona acı verse de sakin karşılamaya çalıştı. Annemi uyandırmamak için sessiz davranıp, "Hazer," dedim fısıltıyla. "Ölmesini istemiyorum. Beni sevmemeye devam etsin ama yaşasın da."

"Tedavi olacak,” dedi.

"Kendini hayatını böyle görkemli şekilde mahvetmesine inanamıyorum Hazer. Bütün erkekleri seviyordu, onu sevmeyen bütün erkekleri. Ama... onu seven tek erkeği hiç sevmiyordu." Babamın, anneme aşkı için yalvardığı günler gözlerimin önünden geçti.

"Bununla dertlenemezsin Safir. Yeniden bunlar için üzülemezsin."

"Biliyorum," dedim burnumu çekerek. "Yalnızca onun yüzünü görünce her şey gözümün önünden geçti."

"Karşına geçeyim, gözünün önünde yalnızca ben olurum."

Gözyaşları içinde dudaklarımı kıvırdım ve annemin yüzündeki darp izlerine bakarken başına nelerin gelmiş olabileceğini düşündüm. O pavyonda mı dövülmüştü? Pavyonun sahibi adamla yaşadığını biliyordum, öyle insanlardan nasıl iyilik gelirdi ki zaten?

"Anneni hiç özlüyor musun?" dedi Hazer. "Annenin seni sevmesini özlüyor musun?"

Annemin yaşlı yüzüne bakarak, "Özleyemem," dedim sadece. "O duyguyu bilmiyorum, bu yüzden özleyemem." Hayatımın bir saniyesinde bile annem tarafından sevildiğimi hissetmemiştim.

Hazer yüzünü enseme gömerek sesli bir nefes aldığında ellerimi kaldırıp gözyaşlarımı sildim ve aynı anda oda kapısı açıldı. Doktor çıkmamız için bizi nazikçe uyardığında annemin yanına biraz yaklaşıp yüzüne derin bir sevgisizlikle baktım. Aksi olmasını umut ederek de odadan çıktım.

"Muhtemelen sabah uyanacak," dedi doktor, bizimle koridor sonuna yürürken. "Dilerseniz hastanede kalmayın, sabah olduğunda gelirsiniz. Zaten yapabileceğiniz bir şey yok."

"Peki, iyileşecek mi?" diye sordum.

"Doğrusu, anneniz çok sarsılmış." Kadının yüzü ifadesizdi. "İç kanama ve beyin sarsıntısı geçirmişti. Gördüyseniz zaten kafasının arkası epey şişti. Çok ciddi anlamda şiddet görmüş. Polis memurları da burada hatta, sizinle de konuşmak istiyorlar."

Başımızı Hazer’le aynı anda koridorun sonuna çevirdiğimizde üniformalı iki polis memurunu gördük ve bildiğimiz her şeyi anlatmak üzere yanlarına yürüdük. Yazılı ifademi aldılar, söylediklerimi aynen yazdılar. Dakikalar sonra arabaya tekrar bindiğimizde vücudum sıcak ama ellerim buz gibiydi. Bir yanım annem için darmadağındı, diğer yanımsa annem için böylesine ağladığım için bana kızıyordu.

"Ben bu durumda olsam annem beni görmeye bile gelmezdi, bense onun için ağlıyorum."

"Sana boşuna meleğim demiyorum Mila."

Eve vardığımızda kapıyı açtı ve önce giren ben oldum. Doğrudan üst kata çıkıyordum ki koltukta uyuyakalan Kerem'i görüp yavaşladım. Hazer de paltosunu astı ve arkamdan gelirken Kerem'i gördü. Yanına ilerleyip dizleri üzerinde alçaldı. "Derin uyuyor," dedi ve başını bana çevirdi. "Uyandırayım mı? Leyla yalnız kalmasın evde."

"Leyla bugün ailesiyle beraberdi. Bırak, uyusun."

"Yukarıdan bir battaniye indirir misin?"

Basamakları halsizce çıktım ve eskiden misafir odası, şimdiyse Leo'nun olan odadan battaniye alarak tekrar indim. Hazer alçaldığı yerden Kerem'in yüzüne gülümseyerek bakıyordu. Eğilip battaniyeyi Kerem'in üzerine örterken, "Lütfen bugün beni aldatmaya yeltenme," diye takıldım eşime. "Bugün daha fazla kötü şeyi kaldıramam."

Bana kısık ve tehlikeli gözlerle baktı. "Bugün aldatmam, zaten dün aldatmıştım."

"Ah."

Doğruldu ve elimden tutup beni yukarı kata sürüklerken, "Ben de seni seviyorum patron," diyen Kerem'in uykulu sesini duydum.

"La..."

Hazer söylene söylene çıkarken ben de bir adım önündeydim. Kerem ve Hazer'in yan yana geldiklerinde bana hissettirdikleri şeyi seviyordum. Onların yanında dertlerim azalabilirmiş gibi hissediyordum.

Odamıza girdiğimizde montumu, sonrasında kıyafetlerimi çıkardım. Hazer giydiği boğazlı kazağı çıkarırken karşısında soyunmamı gözlerini kırpmadan izledi. Beyaz çamaşırlarımla kaldığımda odanın duvarında hareket eden gölgeme baktım ve bir süre sonra kollarımı dans edermişçesine hareket ettirdim. Hazer ne yaptığıma bakmaya başladı. Kendi etrafımda parmak uçlarımla döndüm ve duvara yansıyan gölgemi izleyerek gülümsedim.

"Kar yağışı başladı," dedi Hazer o an.

Parmak uçlarımda bir tur dönüş daha yaparak camdan dışarıya baktığımda kar tanelerinin süzülüşünü gördüm. "Bu ses tınısını tanıyorum," dedim, geceliklerimi almak için dolaba yaklaşarak.

"Ne?" dedi, sesi biraz utangaç çıkmıştı.

"Benimle sevişmek istiyorsun."

Dolaptan gecelik takımımı alıp ona döndüğümde utanmış şekilde başını eğdiğini gördüm ve yatağa doğru ilerledim. Sanırım böyle bir gecede benimle sevişmeyi istemesinin utanç verici olduğunu düşünüyordu. Geceliğimi giyip yatağın kenarına oturdum ve kar yağışını izlerken, "Gelsene," diye fısıldadım ona.

Yatağa yürüyüp yanıma oturduğunda ona dönüp ellerimi, sıcaklığını hissetmek için çıplak omuzlarına koydum. Gözkapakları hafifçe indi ve kalbi âdeta yerinden oynadı. Birinin kalp atışını duymak ve hissetmek ayrı, attığını görmek apayrıydı.

"Kar yağdığında hep Norveç'i hatırlıyorum," dedim ıslak kirpiklerimi ağırca indirip kaldırarak. "Bana dokunurken kar yağışını izlediğimi, ışıkları gördüğümü, şömine sesini dinlediğimi..."

"Kısaca, Seninle sevişmeyi özledim Hazer, diyebilirsin."

Hafifçe gülümseyip ben de başımı sol tarafa eğdim ve aşırı duygusal hissettiğim için ona sarılmaya yeltendim. Kollarımı boynuma doladığımda Hazer elini saten geceliğim üzerinden belime yerleştirdi ve beni kaldırıp yatağın yukarısına taşıdı. Başım yastıkla kavuşunca saçlarım siyah saten çarşafın üzerine saçıldı. Hazer nazikçe iki bacağımın arasına girerek ellerini başımın iki yanına koydu.

"Ne iyi gelir sana?" dedi, sanki ne iyi gelirse o an bana verecekti.

“Biliyorsun, sen."

Üzerime alçalmasını isteyerek hâlâ soğuk olan ellerimi ensesine yerleştirdiğimde gözlerinde soru işareti belirdi. Kendimden emin şekilde başımı oynattığımdaysa sıcacık gülümseyip bir elini yüzümden çekti. Dudaklarıma yaklaşırken komodin üzerindeki gece lambasını kapattı.

Beni öpmeye başlarken oda karardı. Kar yağışı hızlanırken odada duyulan tek şey nefes seslerimiz olmaya başladı.

Bir dans gösterisi izliyordum. Peri ve Kuzey'in dans gösterisini. Sahnedeydiler, dans grubundaki diğer insanlarla salon koltuğunda oturmuş onları izliyorduk. En baştan beri Peri'nin aralarında olmasından memnuniyetsizlik duyan kız, bu durumdan oldukça rahatsızdı. Onun Kuzey'e karşı hisleri olduğunu, bu yüzden Peri'nin aralarında bulunmasını istemediğini düşünüyordum.

Geçtiğimiz günlerde Peri'yle çok çalışmıştık. Artık daha kıvrak dans ediyor, sahneye çıkarken kendinden emin görünüyordu. Daha iyi dans edebildiğini göstermek için de Kuzey’le dans ediyordu. Diğerleri de buna engel olamamış, benim gibi onları izliyordu.

"Hakikaten daha iyi dans ediyor," dedi dans grubundaki çocuklardan biri.

Peri'ye gıcık olan şu kız başını çevirip çocuğa kötü kötü baktı. "Hayır, hâlâ kötü dans ediyor."

Gözlerimi kızın üzerinde tuttum. Bu hırsı, başkasının başarısını sindirememesi bana Müjgan'ı hatırlatıyordu. Kaybolmuş kardeşi olabilir miydi?

Başımı tekrar sahneye çevirip Peri'ye gülümsedim. Kuzey'in kolları arasındaydı, hareketli dans ediyorlardı. Ne yalan söyleyeyim, uyumlulardı. Gruptakilerin bu uyumdan hiç mutlu olmadığı belliydi. Peri ve Kuzey, müziğin ritmine uygun şekilde birbirine yaklaştığında Kuzey, Peri'nin arkasına geçti ve elini onun boynuna yerleştirerek kafasını sol tarafa doğru eğdi. Sonra ikisinin de vücudu uyumlu şekilde aşağıya doğru kıvrıldı ve müziğin patlayan kısmıyla Kuzey, Peri'yi önce öne itti, sonra kendine çekti.

Vücutları sahnenin ortasında, kör edici ışıkların altında birleştiğinde önümdeki kız sert bir soluk alıp rahatsızca kıpırdandı. Gözlerimi ondan almadım, Peri'yi alkışlamamak için direnirken müziğin bitiş noktasına yaklaştığını fark ettim. Kuzey dizlerini kırıp Peri'yi kıvrak bir şekilde arkaya doğru yatırdı ve kendisi de aynı kuvvetle ona doğru eğildi. Vücutları eğildiği yerde bir daha birleşti ve bakışlarını birbirinden koparmadan müziğin bitiş ritmini beklediler. Tam müziğin bittiği anda hepimiz onların uzaklaşmasını bekledik ama o sırada ummadığım bir şey oldu. Kuzey başını az daha eğip Peri'yi ansızın dudaklarından öptü.

Gözlerim kocaman açıldı ve bağırıp saçma bir tepki vermemek için elimi dudaklarıma kapatırken önde oturan kız koltuktan fırladı. Birbirlerinden nefret ettiğini sandıkları iki kişinin dans sonunda öpüşmesi hepsini şaşkına çevirmişti.

Kuzey kafasını geriye çekip öpüşmeyi sonlandırdığında Peri ellerini onun omuzlarından çekerek sersemlemiş halde geriledi. Kuzey doğrudan ona bakarken Peri de elini dudaklarına götürüp, "Ne yapıyorsun?" dedi şaşkınlıkla.

Kuzey hiçbir şey demeden ona bakmaya devam ettiğinde koltuktan kalkan kız sahnenin merdivenlere çıkıp ikisine birden yaklaştı. "Ne yaptığınızı sanıyorsunuz?" Peri'ye dönüp onun üzerine yürürken ben de oturduğum koltuktan kalkıp sahneye doğru yürüdüm. "Pek şaşırmış gibisin? Neden, en baştan beri istediğin bu değil miydi?"

Koltukta oturanlar fısıldaşırken Peri önce Kuzey'e ve sonra sırasıyla herkesin yüzüne şaşkın şekilde baktı. Kuzey'in kendisini öpmesini, bunu diğerlerinin içinde yapmasını beklemiyor gibi görünüyordu. Kuzey kızın önüne geçip Peri’yle aralarına girerek, "Saçmalama Ceyda," dedi. "Ben öptüm onu, farkında mısın?"

"İğrenç," dedi Ceyda, bu kez gözleriyle Kuzey'i hedef alarak. "Bu aptal kızı mı öptün gerçekten?" Peri, yaşadığı şaşkınlık ona izin vermediği için bir şey diyemeyerek arkasını döndü, köşedeki çantasını alıp telaşla sahneden iniyordu ki Ceyda onu kolundan tuttu. "Yatıyor musunuz?"

Olaya dahil olup olmamakta kararsız hissederek sahneye bir adım attığımda Peri kolunu Ceyda'nın elinden çekerek çantasını hızla yere fırlattı ve bir anda Ceyda'yı geriye itti. "Yeter artık, beni rahat bırakın! Duyuyor musun, beni rahat bırakın!"

Ceyda'nın gözleri öfkeyle genişledi ve Peri'ye doğru bir atakta daha bulunmayı denedi. Fakat bu kez yolunu Kuzey kesti. Ceyda'yı kollarından tutup geriye iterken Peri de bir daha eğilip fırlattığı eşyalarını aldı, sahnenin merdivenlerinden indi. Ona yetişmek için arkasından giderken, "Ondan uzak dur," dedi Kuzey, Ceyda'ya. "Hiçbiriniz onunla uğraşmayın artık!"

"Niye?" Ceyda'nın sesi öfke ve sitem doluydu. "Yattığın için mi?"

"Âşık olduğum için!"

Peri bunu duyduğunda salonun kapısında bir saniye durdu ve sonra aynı süratle ilerledi. Kapıdan çıkıp gözden kaybolduğunda oturduğum koltuğa koşup çantamla montumu aldım ve onları, salonun içini kaplayan sessizlikle baş başa bırakıp dışarıya çıktım.

Peri'nin koridor köşesinden döndüğünü görüp ona yetişmek için koştum. Biraz sonra onu diğer koridorun ortasında yakalayıp kolundan tuttuğumda gözyaşlarıyla yıkanan suratını bana çevirdi ve bir anda bana sarılıp ağlamaya başladı. Artık Peri'yle daha sık konuşup temas kurduğumuz için bu sarılmaya karşılık verdim ve kollarımı etrafına dolayıp, "Elini yüzünü yıkayalım mı?" diye sordum sıcak bir sesle. "Ya da bahçeye inip sessiz bir yere geçelim mi?"

"Neden sosyal şartlarım onlardan farklı olduğu için... dışlanmak zorundayım ki Safir?"

Bir bilsem… 

Onunla, koridordan daha sakin olan bahçeye indik. Kar yağıyordu ve kampüsün etrafı oldukça genişti. Montlarımızı giyip kar yağışının altında sessizce yürüdük. Ayaklarımız karların içinde iz bırakırken Peri'nin ağlamasını bitirmesini bekledim. Müdahale etmek istemedim, insan bazen bırakmalı ve ağlamalıydı. 

"Kuzey'e âşık mısın?" diye sordum, dakikalar sonra.

Kollarını pelüş montunun üzerinden kendine dolayıp, "Böyle cesaretsiz birine âşık olmak istemiyorum," dedi.

Kuzey'in duygularına yeterince sahip çıkmaması, her defasında arkadaşlarıyla bir olup onu aşağılaması kendisini epey kırmıştı. Doğru, buna kim kırılmazdı ki?

"Bence, altını çiziyorum, bence... Kadın erkek ilişkilerinde affı olmayacak bazı şeyler vardır. Şiddet, aldatma, psikolojik baskı gibi şeylerin affı olmaz ama onun dışındaki şeyler belki düzeltilebilir. Bence, denemeye değer olup olmadığını düşünebilirsin."

Bir şey söylemeden benimle yürümeye devam etti. Çok üşüdüğümüzdeyse okula yöneldik. O dersine girerken ben kütüphaneye çıktım. Raflar arasında gezinip hiç okumadığım kitaplara baktım. Aralarından bir tanesini aldım ve kafamın dağılması için okumayı düşündüm. Boş bir masa arayıp oturdum ve kitap sayfalarını çevirmeye başladım.

Fakat zihnimin büyük kısmı, annem için hissettiğim şeylerle doluydu. Kitabın yeni bir sayfasını çevirirken pantolonumun cebindeki telefonum titredi. Hazer'den olduğunu hissedip derhal çıkardım, bildirimi açtım.

Gönderen: Sadece Hazer ♡

Çok kötü bir şey oldu.

Gönderilen: Sadece Hazer ♡

Sana mı?

Gönderen: Sadece Hazer ♡

Sekterimin acil işi çıktı, gitmesi gerekti. Bir toplantım var, nasıl idare edeceğimi bilmiyorum.

Talihsiz bir gün geçiriyor olmalıydı.

Gönderilen: Sadece Hazer ♡

Keşke yapabileceğim bir şey olsa aşkım. Senin için elimden geleni yapardım.

Gönderen: Sadece Hazer ♡

Aslında var...

Belki bir günlük sekreterim olabilirsin.

Mesajı birkaç kez okuyup kıkırdamaya başladım ve sonra olduğum yerin farkına vardım.

Gönderilen: Sadece Hazer ♡

Peki.

Bu mesajı aldıktan sonra elini kaldırıp havaya bir yumruk attığına neredeyse emindim, neredeyse.

Kütüphane görevlisine ilerleyip kitabı ödünç almak istediğimden bahsettim ve kaydımı yapıp kitabı aldım. Omzumdaki çantanın ağırlığıyla dışarıya çıkıp montumun fermuarını çektim ve aşağıya inip taksi durağına yürümeye başladım. Ben yürürken Han arayıp Kerem'i gönderebileceğini söyledi ama lüzum görmedim, yorulmasına gerek yoktu. Hem biraz kar yağışının tadını çıkarmak istiyordum.

Taksideki yolculuğum neredeyse bir saat sürdü, kar yağışı yüzünden yollar tıkanıktı. Sonunda ücretimi ödeyip taksiden indiğimdeyse kayıp yere düşmeyi başardım. Bunun kış boyunca başıma birkaç kez geleceğinden neredeyse emindim. Sızlanıp doğrulmaya çalışırken başımı kaldırdım ve Hazer'in çok üst katlardaki odasının camından bana baktığını gördüm. Sırıtışı buradan bile belliydi.

Gözlerimi devirdim ve bir daha kaymamaya çalışarak yerden doğrulduğumda, "İyi misiniz Safir Hanım?" diyerek bir beyefendinin yaklaştığını hissettim. Doğrulmama yardımcı olmak için kolumdan tuttu ve ben dengemi sağladığımda kolumu bırakıp geriledi. "Yerler kaygan, amanın dikkat."

Bu beyefendiyi, şirkete geldiğim birkaç seferde görmüştüm. Adam sanırım sigara içmek için dışarıya kadar çıkmıştı çünkü elinde sigarası vardı. "Çok teşekkürler," diyerek önüme döndüm ve camın ardından bizi izleyen Han'a bakıp şirkete yürüdüm.

Asansörden inerken üşüyen ellerimi nefesimle ısıttım ve Hazer'in katına bakınca onu odasının kapısı önünde gördüm. Kapıyı açıp dışarıya çıkmış, elini belinin iki yanına koymuş, beni bekliyordu. Bu katta kendisinden ve bir sekreterden başka kimse olmadığı için yalnızdık. Ona gülümsemeye başladığımda bana gülümsemedi, dik dik bakmaya devam etti. 

Mesafemiz kapandığında karşısında durdum ve ona sarılmak üzere kollarımı kaldırıyordum ki geriye çıkıp, "Geç kaldınız Safir Hanım," dedi. Akabinde kolunu kaldırıp sabah benim taktığım saatine baktı. "Mesai başlayalı saatler oluyor."

Dudaklarım aralık kaldı. "Ne?"

"Üstelik bir samimi haller falan?" Tek kaşını kaldırdı ve elini kaldırıp parmağında taşıdığı yüzüğü suratıma doğru soktu. "Ben evliyim, hatırlatmak isterim."

Anladığım üzere gerçek bir sekreter gibi davranmamı bekliyordu. Gözlerime mahcup bir bakış kondurup, "Çok özür dilerim," dedim. "Sabah eşim yataktan çıkmama pek müsaade etmediği için geç kaldım."

Gülmemek için öksürüp yumruğunu ağzına yasladı ve genzini temizleyip, "Yatak odası maceralarınız beni alakadar etmez," dedi. Elini indirip itinayla ütülenmiş kumaş pantolonunun ceplerine koydu. "Yerinize geçip çalışmaya başlayın."

"Tabii, sizi ilgilendirmez," dedim ve üşüyen ellerime bakıp ona doğru uzattım. "Yalnız biraz ellerim üşüyor. Bu seferlik istisna yapıp ellerimi ısıtabilir misiniz?"

Kaşlarını çatıp üstü kızarmış tombul ellerime baktı ve sonrasında ellerimi avuçlarının içine aldı. "İsterseniz odama girebilirsiniz," dedi. Bakışları yoğun bir hal aldı. "Başka üşüyen yerlerinizi de ısıtabilirsiniz."

"Lütfen böyle konuşmayın," diyerek ellerimi nazlı bir edayla geriye çektiğimde sırıtmamak için dudaklarını kemirdi. "Biz böyle insanlar değiliz."

"Ama... sekreterimle yatmazsam nasıl iyi bir patron olurum ki?"

"Ah." Başımı önüme eğdim. "Haklısınız. Sekreteriyle olmayan patron da..."

"Yani, mümkün mü böyle bir şey?"

"Ama ben... sizin iş ahlakınız olduğunu sanmıştım."

Soğuk cildime düşen saçımı alıp kulağımın arkasına koydu. "Belli ki sizi görünce hepsi uçup gitmiş."

Kendime daha fazla mâni olamadan kıkırdayamaya başladığımda Hazer Han tek kaşını kaldırdı ve bana kızgın bir bakış attı. "Lütfen odanıza geçin Safir Hanım," dedi. "Birazdan birkaç müşterim gelecek, haber verirsiniz."

"Peki Hazer Bey."

Duruşundan taviz vermeden kol düğmelerini düzeltti. Geçtiğimiz haftalarda ben almıştım. "Bir şey olduğunda da ofis telefonuyla arayabilirsiniz."

"Tamam," dediğimde Han eliyle ofisi gösterdi. Odasına ve kendisine son bir bakış atıp sekreterinin odasına ilerledim. Kapıyı açıp girmeden önce kendisine baktım, baştan aşağıya beni süzüyordu. "Hiç hoş değil Han Bey," diyerek içeriye girdim ve tamamıyla cam olan kapıyı kapattım.

Ofis camlarla çevrili olduğu için masaya otururken bile beni görüyordu. Nihayet arkasını dönüp odasına girdiğinde kapıyı kapattı. Çantamı kenarda duran ayaklı askılığa astım, montumu da çıkarıp oraya bıraktım. Odayı süzerek sandalyeye yerleştim. Oldukça sade, az eşyalı bir odaydı. Masaya baktığımda alınmış notları gördüm. Hazer Bey'e çiçek alacağını hatırlat, yazıyordu birinde.

Madem öyle, hatırlatmamız gerekiyordu. Ofis telefonuna uzandım, direkt bire bastım ve kulağıma yaslayıp açılmasını bekledim. Birkaç saniye içinde açılan telefona, "Bir not almıştım," dedim ciddiyetle konuşarak. "Bana, bir çiçek alacağınızı söylemiştiniz, hatırlatmak istedim."

"Doğru," dedi Han, telefonun diğer ucunda. "Çok güzel bir kadına çiçek gönderecektim."

"İyi madem," dedim, parmağımı ısırmaya başlayarak. "Bekletmeyin o çok güzel kadını."

"Kapat sekreter."

Kıkırdayıp telefonu bıraktım ve ofise gelecek çiçekleri beklemeye başladım.

Bir müddet, çok karıştırmamaya dikkat ederek odayı inceledim, sekreterin aldığı diğer notlara baktım. Aldığı notlarda bahsettiği bir şey benim de yapabileceğim bir şeydi, bu boş vakitte kızın eksik bıraktığı işi tamamladım. En azından iş yükü hafiflemiş olabilirdi. Yarım saat geçtikten sonra başımı kaldırıp merakla koridora baktım.

Çiçeklerim gelmemişti. Kabul etmem gerekiyordu, çiçekleri bana göndermemişti. Bir iş arkadaşına ya da akrabasına göndermiş olabilirdi. Fakat bir iş arkadaşına çok güzel kadın demezdi. Dudaklarımı ısırmaya başladığımda asansör kapısının açıldığını gördüm ve bahsettiği müşterilerin geldiğini görüp sandalyeden fırladım.

Odanın kapısını açıp dışarıya çıktım ve misafirlere yürürken sakin olmaya çalıştım. Bir kadın, iki de adam vardı. Beni gördüklerinde selam verip gülümsediler. Kır saçlı adam Han'ın odasının kapısına bakarak, "Hazer Bey müsait mi?" diye sordu.

"Tabii," dedim ve her birinin yüzüne bakarak gülümsedim. "Sizi bekliyordu."

Üçü de hemen yanımda ilerlemeye başladığında, "Geçenki hanımefendi yok herhalde," dedi daha genç olan beyefendi. Sekreter ofisinden içeriye bakıyordu.

"Bugün sizi ben ağırlayacağım," diyerek Han'ın kapısını tıklattım ve içerden gelen komutla kapıyı açtım. Hazer masasının başındaki koltuktan kalktı ve kravatını düzelterek bu tarafa yürümeye başladı. Misafirler de sırasıyla içeriye girdi ve ben Han'a hayranlıkla bakarken el sıkıştılar. Hazer onları misafir koltuğuna buyur edip kendisi de genç olan beyefendinin yanına oturdu ve omzunu sıktı.

"Ne içersiniz?" diye sordu Han.

Hepsi ne istediğini belirttiğinde Han başını bu kez bana çevirdi ve sırtını koltuğa iyice yaslayarak, "Duydunuz Safir Hanım," dedi ciddiyetle. "Misafirlerimize içecekleri servis eder misiniz?"

"Tabii," dedim gülümsemeyle ve açık kapıdan dışarıya çıkmadan önce Han'a göz kırptım. Öksürmeye başladı ve muhtemelen görüp görmediklerini merak ederek müşterilerin suratlarına baktı. Azıcık yaramazlıktan bir şey olmazdı…

Kapıyı kapatıp çıktım ve parmak uçlarımda ofise koşuşturdum. Direkt telefonuma davrandım, iki numarayı tuşladım, telefonun yanındaki notta öyle yazıyordu. Beni bir hanımefendi karşıladığında ona içecekleri belirttim, birkaç dakika içinde yukarıya çıkaracağını söyledi.

Dediği gibi birkaç dakika sonra hanımefendi servis tepsisiyle geldiğinde ofisten ayrıldım ve elindeki tepsiyi aldım. Benim Han'ın eşi olduğumu biliyordu, bakışları burada olmamı garipsediğini gösteriyordu. Fakat bir şey sormadı, tepsiyi bana bırakıp döndü.

Yutkunup odaya ilerledim ama kapıyı nasıl açacağımı bilemeyerek ofladım. Hay aksi, keşke hanımefendiden açmasını isteseydim. Şu an hiç profesyonelce davranmıyordum. Tepsiyi yere koyacak halim yoktu, bu yüzden, "Hazer Bey?" diye seslendim içeriye, yapacak başka şeyim olmadığı için. "Kapıyı açar mısınız?"

Bir dakika sonra kapı açıldığında Hazer'in yüzüyle karşı karşıya kaldım ve kıstığı gözlerinden biraz tırsarak içeriye girdim. O da arkamdan gelerek beni takip ettiğinde müşterilerine mahcubiyetle gülümsedim. "Kusura bakmayın."

"Estağfurullah," dedi hanımefendi gülümseyerek.

Hazer arkamda dururken nazikçe eğildim ve içecekleri servis ettim. Arkamda kalan adam Hazer’le konuşmaya devam ettiklerinde mahcubiyetim biraz geçti, pek takmamışlardı. Bu kez diğer tarafa dönüp daha genç olan adama içeceğini servis ettiğimde gülümseyerek aldı. "Eee, evlilik nasıl gidiyor?" diye sordu.

Dudağımı ısırıp geriye çekilirken, "Karım biraz nazlı," dedi Hazer, ben ona dönerken. Tepsideki sade kahveyi uzatarak kaşlarımı çattığımda aheste bir tavırla fincanı alıp gözlerimin içine baktı. "Biraz da masraflı."

"Aaa, öyle demeyin canım," dedi arkamda kalan hanımefendi. "Arkasından konuşmayın şimdi."

Hep beraber gülüşürlerken, "Arkasından konuşmuyorum ki," dedi Hazer, gözlerini gözlerimden ayırmadan.

Biraz daha kalmamın şüphe uyandıracağını bildiğim için tepsiyi göğsüme yasladım ve onun yanından geçerken dudağının kıvrıldığını gördüm. Sahte şekilde gülüp dilimi suratına salladığımda kahvesi genzine takıldı ve öksürerek durumu kurtarmaya çalışırken, "Eşinin kulakları çınladı herhalde," dedi hanımefendi.

Ben kapıdan çıkarken, "Öyle oldu galiba," dedi Hazer.

Kapıyı yavaşça örttüm ve ofise geçerken şapşallığına gülümsediğimi fark ettim. Tepsiyi masaya bırakıp sandalyeye oturdum ve elimi çeneme yaslayarak sabırsızlıkla bekledim. Çiçekleri kime gönderdiğini düşünüyordum ama aklıma biri gelmiyordu. Özel günlerde nezaket olması için etrafındaki kadınlara çiçek gönderiyordu ama özel bir gün de değildi. Muazzez'e mi göndermişti? Özel günlerde ona da çiçek gönderiyordu ama Muazzez'in kendisine olan duygularından sonra buna teşebbüs edeceğini düşünmüyordum.

Bir süre sonra oda kapısının açıldığını duyup ciddiyete büründüm. Başımı çevirdiğimde Han'ın müşterileri uğurladığını gördüm. Sırasıyla el sıkıştı, genç olan beyefendiyle samimi şekilde sarıldı. Sanırım iyi anlaşmışlardı, hepsinin yüzü gülüyordu. Müşterilerle asansöre doğru ilerledi, asansör gelirken ayaküstü de bir şeyler konuştular. Ceketini çıkarmıştı, üzerinde yalnızca beyaz gömleği vardı, kravatını da gevşetmişti. Saçları sabah evden çıkarken olduğu gibi değildi, dağılmıştı.

Gülümseyerek koltuktan kalktım. Hazer'in diğer insanlarla kurduğu diyalogları izlemeyi nedensizce çok seviyordum. Hoşlanmadığı biriyle konuşurken aşağılayıcı baktığını, sevdiği biriyle konuşurken gözlerinin içinin güldüğünü görüyordum.

Onlar kattan ayrıldığında Hazer odasına yürümeye başladı. Kapıdan çıktım ve yanına ilerleyip onun yolunu kestim, önüne geçtiğimde ellerini beline yaslayıp, "Safir Hanım?" dedi sorarcasına. "Siz de Kerem Bey gibi ciddiyetsiz mi davranmaya başlıyorsunuz? Odadaki halleriniz neydi?"

"Hiç olur mu öyle şey?" dedim, o üzerime doğru yürüdüğü için ben de ona bakarak gerilemeye başladım. Kibarca gülümsedim. "Yalnızca bir sorum olacaktı…"

Odanın eşiğinden geçtiğimde Hazer de içeriye girdi ve gözlerini benden hiç ayırmadan kapıyı kapattı, üstüne bir de kilidi çevirdi. Ellerimi arkamda bağlayıp biraz daha gerilerken Hazer de beni süzerek masasının önündeki deri koltuklardan birine oturdu. Bir kolunu arkaya atarak rahatça yerleşti, gözlerini biraz daha kısıp, "Si?" dedi konuşmam için. "Ah, eşim İspanyol da, ondan geçti bu da."

Dudaklarımın içini kemirmeye başladım. "Ne güzel."

"Siz ne soracaktınız?"

Bir adım attığımda dizlerim bacağına sürtündü ve Hazer'in yüzündeki profesyonel ifade kaybolmaya başladı. "Şey soracaktım," dedim. "Acaba çiçekleri karınıza mı aldınız?"

"Hayır," dedi, etkilenmeye başlamıştı. "Karıma almadım."

"Yaa," dedim iki bacağının arasında durup gömlek yakalarına bakarak. "O zaman kime gönderdiniz?"

Bakışlarını yüzümün bölgelerinde ayrıntılı şekilde gezdirmeye devam etti. "Bilmenize gerek yok Safir Hanım."

"Ama çok üzülürüm," dedim gözlerimi kırpıştırarak.

"Üzülün öyleyse.”

"Kalbimi kırıyorsunuz."

"Yaaa," dedi, bakışlarını yüzümden aşağıya, göğüslerime indirerek. "Görmeden inanmam."

"Göğüslerimi... Pardon, kalbimi mi görmek istiyorsunuz?"

"Kesinlikle; kırılıp kırılmadığınızı anlamak için.”

"Çalışanlarınızı bu kadar önemsemeniz beni çok etkiledi," diyerek alçaldım ve yavaşça dizine oturdum. Hazer başını kaldırdı ve bir elini belime koyarken diğerini de bluzuma kaydırdı. Kalbimi görmek için bluzumu omzumdan aşağıya sıyırmaya başladığında daha fazla dayanamadım ve kıkırdamaya başladım. "Çok tatlı bir patronsun aşkım."

"Gel, doya doya öpeyim seni şöyle," diyerek yüzümü iri avuçlarının içine aldı ve dudaklarını dudaklarımla birleştirdi. Kucağında biraz daha kayarak en son dün gece öptüğüm dudakları yumuşak şekilde öptüm. Mutlulukların hafızada bir süresi olduğunu düşünüyordum ama Hazer’le olan anların, mutlulukların bir süresi yoktu. Hiçbirinin zamanı dolmuyordu, ölmüyordu.

"Bugün nasıl bir sekreterdim?" dediğimde, başını geriye çekti.

"Patronuna kur yapan bir sekreterdin," dedi belime çimdik atarak.

"Hımm," diyerek bir daha güldüm, ardından çenesini ısırdığımda hoşnut bir ses çıkarıp gülmeye başladı. "Söyle, çiçekleri kime gönderdin?"

"Çoook güzel bir kadına."

Daha çok gülmeye başladığını fark edince göğsünün üzerine hafifçe vurdum ve çenesini biraz daha ısırdım. "Bir kadın için çooook güzel demen üzerine düşünüyorum. Pek hoşuma gitmedi. Söyle, kime aldın?"

Artık gülerken kendini tutamıyordu. "Söyler misine, lütfene ne oldu?"

"Han," dedim kucağında kıpırdanarak. Gözlerini yakalamaya çalıştım ama başını arkaya attığı için güldüğü sırada kıpırdayan boğaz hareketlerini görüyordum. "Söyler misin, kime aldın çiçeği?"

"Beyaz laleler aldım."

"Beyaz laleler mi? Bir kadına? Önemli biri olmalı…"

"Önemli tabii," dedi sesli gülerek. Hazer gülen biriydi ama nadiren sesli gülerdi ve benim de bunu yakalamak hoşuma gidiyordu. "Annem sonuçta."

Dişlerimi çıkarıp çenesini bir daha sert şekilde ısırdım. "Benimle nasıl da eğleniyorsun, hiç mi utanman yok?"

"Ben şimdi sana utanmak nasıl olur göstereyim."

Benim daha bir şey dememe fırsat olmadan âdeta ters döndü ve saniyesinde sırtım deri, geniş misafir koltuğuyla yerleşti. Hazer de kendisini üzerime kapatıp yüzümün ayrı ayrı yerlerinden, boynumdan öpmeye başladı. Başımı arkaya atıp bunu rahatça yapması için ona yer açtım ve dudaklarımı dişleyerek bunun tadını çıkardım.

Onun altından kalktığımda beni yakalamaya çalıştı ama kaçtım. Kıyafetlerimi düzelttim, omuzlarımı örttüm, bozulan saçlarımı elimle yoluna koydum. Hazer de ayağa kalkıp pantolonu içinden çıkan gömleğini düzeltirken, "Eve mi gideceksin?" diye sordu.

"Leo'yu okuldan alacağım," derken gözlerinin içine baktım. "Sence... Leo'yu annemle görüştürmeli miyim?”

"Annesini öyle görmesi travma olabilir balerinim," dedi. Bana hep bunu söylemesini istiyordum.

"Haklısın galiba.”

Beni uğurlarken birer kez yanaklarımdan, çilli burnumdan ve dudaklarımın üzerinden yumuşakça öptü. "Eve gidip kocana yemek yap," diye takıldı.

Ona sımsıkı sarıldıktan sonra ofisten çıktım ve o beni izlerken asansöre yürüdüm. Gelen asansöre binerken ona el salladım ve aşk dolu bakışlarını da yanıma alarak indim. Kerem arabada beni bekliyordu. Karların üzerinde arabaya koştum ve koltuğa yerleşmeden önce başımı cama çevirdim. Odasının camından bana bakarken Hazer'e ellerimi hevesle salladım. Cama küçük bir kalp çizip o da bana el salladı. Yirmi dokuz yaşında olduğuna üzülmesine hiç gerek yoktu, o çocuk ruhluydu.

Kerem’le yola çıktığımızda radyoyu karıştırdım. Sar Bu Şehri şarkısını duyunca durdum ve onu dinleyerek kar yağışını izledim. Kar daha da hızlanmıştı, âdeta lapa lapa yağıyordu. İzlemesi çok keyifliydi, eski anıları hatırlamadıkça. Şehir âdeta beyazlara bürünmüştü, birkaç fotoğraf çekmek istiyordum.

"Önce Leo'yu alalım, sonra yeğenimi görmeye gidelim." Saçımı düzeltirken hevesle Kerem'e baktım. "Çok tatlı değil mi Kerem?"

"Bence değil," dedi Kerem omuzlarını silkerek. "Avcum kadar bir şey, bir de kırmızı. Üstelik buruşuk. Gözlerini bile zor açıyor daha, tatlı olduğuna nasıl karar verdiniz anlamadık açıkçası."

Kıkırdamaya başladım. "Bunları sakın Gazel’le Behram'ın yanında söyleme."

"Yemin ederim Gazel hayatımı kaydırır. Aşırı annelik duygusu yüklenmiş, dün kucağıma almaya yeltendim ama bana öyle bir bakmaya başladı ki..."

"İnanırım." 

Başımı tekrar cama çevirdim, uçuşan kar tanelerini seyre daldım. Dakikalar sonra Leo'nun okulu önünde durduk. Onu yine Zeynep’le inerken gördüm ve arkasından yaklaşıp sarıldım. Bir çığlık attı ve neşeyle kollarımın arasına girdi. Zeynep'e el sallayıp onun annesinin yanına gidişini izledi ve sonra yüzünün düşmeye başladığını gördüm.

"N'oldu bebeğim?" dedim, elindeki beresini alıp başına takarken.

Başını bana çevirdi. "Zeynep... bugün bana annemi sordu."

Bunun karşısına zaman zaman çıkacağı bilinen bir gerçekti. "Anneni görmek ister miydin?" diye sordum. 

Annesi ve babası konusunda çok hassastı, anında gözleri dolmaya başlamıştı. "Evet ama annem beni görmek istemiyor."

Doğru. Fakat belki de Leo'nun annemizi görmesi lazımdı. Doğru olan hangisi olurdu, karar veremiyordum. Annemi bu şekilde görmesi mi, hiç görmemesi mi?

"Annen şu an hastanede," dediğimde Leo'nun bakışları şaşkınlıkla irileşti. "Biraz rahatsızlanmış, uyuyor. Dilersen, o uyuyorken onu görebiliriz?"

Birkaç saniye sessiz kalıp yüzümü izledi. “Evet abla, annemi görmek istiyorum."

Burnunu sıktım ve doğrulup kalktım, elini tutup arabaya yürüdüm. Onunla yan yana oturmak için arka koltuğa geçtim ve Leo'yu göğsüme yaslarken dikiz aynasından Kerem'e baktım. "Hastaneye gidelim."

Kerem emin misin dercesine baktığında başımı salladım ve kardeşime sarılıp çenemi başına yasladım. Araba kar yağışı yüzünden biraz uzun süre yolda kaldı ve hastanenin önünde durduğunda ilk inen ben oldum. Kerem arabada bizi bekleyeceğini söyleyince Leo'yu da indirdim ve beresini düzeltip elinden tuttum. "Burada mı?" diye sordu hastaneye bakarak.

"Evet canım."

"Onu eve götürelim, burada yalnızdır abla."

Beraber hastanenin bahçesinden geçerken elime düşen kar tanelerini hissedip başımı gökyüzüne kaldırdım. Karlar birbirine değmeden iniyordu. Başımı tekrar önüme indirip hastane kapısına yönelirken gözüme bir gölge çarptı. Bir kadın, hastane kıyafetinin içinde, bankın üzerinde oturuyordu.

Onun annem olduğunu ilk birkaç saniyeden sonra fark ettim. Dışarıya nasıl çıktığına aklım ermiyordu. Üzerinde incecik hastane elbisesinden başka hiçbir şey yoktu, ayakları bile çıplaktı. En son makineye bağlıydı. Nasıl kendini böyle fütursuzca dışarıya atardı? Hızla o tarafa ilerlemeye başladığımda Leo da şaşkın şekilde bana ayak uydurdu. Banka yaklaştım ve üzerimdeki montu çıkarırken annem kafasını yavaşça kaldırdı. Yüzü... darmadağınıktı ve gözleri boş bakıyordu. "Mila," dedi.

Montu onun omuzlarına doğru bırakırken, "Abla?" dedi Leo, kaybolmuş bir sesle.

Annemin başı yavaş, halsiz şekilde sol tarafa yattı ve Leo’yla göz göze geldi. Yüzünde her zaman olan o hırçın duygular, öfkeler yoktu. Doğrusu yüzünde yaşamın hiçbir izi yoktu. Ne yaptığının ya da ne hissettiğinin farkında değil gibiydi. Yine de bir elini kaldırıp Leo'ya uzatınca gözlerim doldu. Elini Leo'nun yanağına koyup, "Leo," dedi.

Küçük titreyen dudaklarıyla, "Sana n'oldu ki?" diye sordu Leo. Titreyen elini uzatıp annemin yanağındaki morluğa dokundu. "Kim vurdu sana? Acıyor mu?"

Yüzümü diğer tarafa çevirip gözyaşlarımı çabucak silerken annemin omuzlarına yumuşakça dokunup, "Hadi kalk," diye fısıldadım. "Yatağına dön, nasıl buraya çıkarsın?"

"Abla." Leo ağlayarak başını bana çevirdi. "Anneme kim vurdu?"

"Sakin ol bebeğim," diyerek Leo'yu yatıştırmaya çalıştım ve tekrar ruhsuzca oturan anneme dönüp kaldırmaya çalıştım. "Anne, lütfen kalkıp içeriye girer misin? Hadi, Leo'yu korkutuyorsun."

"Kaybettim," demeye başladı annem. "Tüm güzelliğimi kaybettim."

Tam bu an onu bırakıp gitmeyi istedim. Fakat yapamazdım, o bizler için değil de kaybolan güzelliği için üzülse bile yapamazdım. Leo'nun anneme bakarak hüngür hüngür ağladığını görünce daha sert davranıp annemi banktan kaldırdım. Fakat ayakları tutmuyordu, daha bir adım atar atmaz ellerimin arasından kaydı.

"Kaybettim, baban yüzünden her şeyimi kaybettim."

Onu duymazdan gelmeye çalışarak endişeyle yere eğildiğimde Leo da dizlerinin üzerine çöküp küçücük, yeşil eldivenli elleriyle annemi kaldırmaya çalıştı. "Hadi kalk anne, çok üşürsün burada."

Duygularım yüksek bir binanın tepesine çıkıp kendilerini aşağıya bırakıyormuş gibi hissettim ve yardım istemek için başımı civarda dolaştırdım. Sanırım yoğun kar yağışı yüzünden kimse yoktu. Yine de sesimi duyarlar umuduyla, "Yardım eder misiniz?" diyerek bağırdım ve tekrar anneme döndüm.

Kollarım arasında uzanıyor, kalkmak için hiçbir çaba göstermiyordu. Leo da faydasız kalacak bir çabayla, kızarmış yüzünden yaşlar akarak annemi kaldırmaya çalışıyordu. Ona bunları yaşatmaktan dolayı pişman şekilde annemin yüzüne bakarak, "Lütfen kalk!" diye bağırdım. "Anne, Leo'yu çok üzüyorsun! Lütfen, hadi..."

Leo annemin yüzüne düşen kar tanelerini temizlemeye çalıştı. “Keşke seni taşıyabilsem anne."

"Leo," dedi annem, sesi nefesindeki buğuyla beraber yükseldi ve Leo annemin gözlerinin içine hüzünle baktı. "Çok büyüdün."

Artık kendimi durduramayacak boyutta ağlamaya başladığımda annem elinin içiyle Leo'nun yanağını okşamaya devam etti. Onu kaldırmaya çalışıyordum ama bana biraz bile yardımcı olmuyordu. Neler olduğunu anlamıyordum ama vücudundaki tüm kan çekiliyordu sanki. "Yaklaş," diyerek Leo'yu kendine doğru eğdiğinde Leo bana ürkek bir bakış attı ve sonra annesine doğru eğildi. Anneme sarılmaya çalışıp gürültülü halde ağladı. "Babanın kim olduğunu öğrenmek ister misin?"

Başım ağır çekimde aşağıya düştü ve Leo da aynı şaşkınlıkla başını kaldırıp annesinin gözlerinin içine baktı. Hayır, bunun yeri ve zamanı değildi. Leo bu gördüklerinin şokunu yaşıyordu, daha fazlasını kaldıramazdı. Leo karların üzerinde gerileyip başını iki yana salladığında elimi annemin başının altına koydum ve onun başını kaldırdığımda kafası halsizce omzuma düştü.

"Yapma bunu," dedim. "Onu kahrediyorsun, lütfen yapma."

Leo karların üzerinde oturup belki de hiç unutamayacağı bu anı hafızasına kaydederken annemin elleri karların üzerine düştü ve saçları yoğun rüzgârda uçuştu. En sevdiği renk olan kırmızı, teninden yavaşça ayrılıyordu. "Yardım edin," diye bağırdım avazım çıkana kadar. "Yardım edin!"

"Abla..."

"Kerem! Kerem buraya gel!"

Hayır, olmaz. Bir kez daha olmaz. Hem de ikimizin gözünün önünde olmaz.

“Leo, arabaya git!”

“Git… Gitmeyeceğim!”

Leo'nun, dizleri üzerinde tekrar anneme yaklaşıp onun karların üzerine düşmüş elini yakaladığını gördüm. Elini kaldırdı ve kendi nefesiyle ısıtmaya çalışırken yaşlarla dolu bakışları benimle karşılaştı. "Anneme ne oluyor?" dedi öfkeyle. "Neden ağlıyorsun abla, ne oluyor?"

Annemin öpücüğünü hissettim.

Aynı anda, belki de yüzlerce duyguyu hissediyordum, bu yüzden onun çenemin altına bıraktığı o öpücüğü ayırt edebildiğime inanamadım ve boynuma doğru, "Seni sevdiğim zamanlar oldu Mila," diye fısıldadığını duydum. Gözyaşlarım kirpiklerimde âdeta dondu ve kar tanelerine rağmen soğuktan çok sıcaklığı hissettim.

"Ne... Neden hiç göstermedin peki anne?"

"Abla..."

"Neden hiç göstermedin anne?" diye avazım çıkana kadar bağırdım ve gözyaşlarım, onun kar tanelerinin olduğu saçlarının üzerine düştü. İleriden tanıdık sesin, "Safir," diye bağırdığını duydum. Kollarımdaki, tüm öfke ve nefretime rağmen sevmekten vazgeçemediğim o ruhun ağırlığı hafiflemeye başlamıştı. "Neden hiç göstermedin anne? Sana ne yaptım ki? Sana ne yaptım anne?"

"Abla... n'olursun ağlama." Leo ellerini kulaklarına kapattı, sanki annemin hafifleyen ruhu bizim ruhlarımıza bir lanet olarak siniyordu. "Hadi, hadi kaldıralım annemi."

Hıçkırarak suratımı annemin başına gömdüm ve onun hastane kıyafetini yumruklarımın arasına alırken kalbimin çok fazla kırıldığını hissettim. Bedenim, ağlarken iki büklüm olmuştu.

"Safir," diyerek Kerem'in yanıma alçaldığını hissettim. "Safir, sakin ol güzelim. İzin ver, anneni kaldırayım."

Başımı kaldırıp onun yüzüne bakamadan, "Seni sev... sevdiğim zamanlarda olmuştu dedi," diyerek bana acı veren bu cümleyi paylaştım. "Şimdi... Şimdi ona hesap soracağım! Neden bunu hiç göstermediğini soracağım." Başımı geriye attım ve elimle annemin kafasını boynumdan kaldırmaya çalıştım. "Anne, kalk ve söyle! Kaçma, söyle! Bunun hesabını vermek zorundasın anne! Sevgisizliğimin ifadesini vermek zorundasın!"

"Neden bağırıyorsun anneme!" Leo yüzüme kar fırlattı. "Görmüyor musun, çok hasta o!"

"Leo, aslanım, şöyle geriye çık," dedi Kerem ve annemi kaldırmak için bir daha uzanınca annem omzumdan kalkmış oldu. Başı, kontrol edemiyormuş gibi arkaya doğru düştü ve ıslak gözlerimle onu gördüm. Gözleri kapalıydı; yüzü soğuk ve renksizdi. Birkaç insanın daha bu tarafa yaklaştığını, karlara düşen ayak seslerinden anladım ve artık Kerem'in tuttuğu annemin yüzüne doğru uzanıp soğuk ellerimle tuttum.

"Anne, uyuyormuş gibi yapma! Ba... bana hesap vermemek için bayılmış gibi yapma!" 

"Mila..." Kerem'in sesi hüzünlüydü. Oysa ben öfkeli hissediyordum.

"Görüyor musun Kerem?" Annemin suratına bakarken beyaz önlüklü iki kişinin yanımıza alçaldığını hissettim. "Önce sevgiden bahsetti... Sonra da uyuyormuş gibi yapmaya başladı! Ben küçükken de böyle yapardı, açım derdim, tıpkı böyle ağlardım, uyurdu!"

Leo'nun bana sarıldığını hissediyordum, bu kadar küçük eller yalnızca onun olabilirdi. "Mila, hadi kalk," dedi annemi doktorlara teslim eden Kerem. "Yapacak bir şey yok. Hadi, kalk."

"Na... Nasıl yapacak bir şey yok Kerem?" dedim karların üzerinde öylece uzanan anneme bakarak. "Ne oldu da yapacak bir şey yok Kerem?"

"Hadi güzelim, hadi."

"İkinci kez olmaz Kerem," diyerek başımı annemin karnına gömdüm ve vücudum tekrardan iki büklüm olurken alevler sönsün diye yerdeki karları avuçladım. Gözlerimi, o gece yarısını hatırlayarak yumdum. "Annem de babam gibi gözlerimin önünde ölemez."

Ama öldü, ruhu bedenini terk etti, belki bir lanet gibi Leo’lya benim ruhlarımıza karıştı.

"Bu nasıl oyun anne?" dedim o gece babama dediğim gibi. Kalbim o kadar acıyordu ki imdat diye bağırmak istiyordum. Avuçlarım o kadar sıcaktı ki kar taneleri erimeye başladı. "Sen ve babam... Benimle oyun oynamayı neden bu kadar seviyorsunuz anne?"

 

BÖLÜM SONU.