0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

10. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

“IŞIKLARIN SÖNMESİNDEN KORKMAK”

Sen dönersin diye evin ışıklarını hiç söndürmedim, baba.

Şimdi biri de benim için bunu yapıyor.

İçeriye gireyim diye evinin ışıklarını yakıyor.

Evimin camından yıldızlar parlak görünür.

Acaba çok mu parlak görünüyordu? Uzansam gerçekten yıldızlara dokunuyormuş gibi hissettirir miydi? Sevinçten delirir miydim yıldızları o kadar yakından görsem? Biliyorum, gülümseyebilirdim. Bahsettiği yıldızlar onun evinin çatısıysa, kalır mıydım o evde? 

Elimde, dilimin ucundaki kelimeler kadar ağır bir kitapla öylece kalakaldığım birkaç dakikanın içerisindeydim ve hâlâ kafamı kaldırıp sokağın köşesine bakmaya korkuyordum. Beni evinde, bir kez daha misafir etmek istiyordu. Dün şahit olduğu şeyden sonra bana yardım etmek istiyordu.

Balerininin bir kez daha bir kapıdan kovulmasını istemiyor muydu?

Karanlık sokaktaki amansız sessizlik adeta surete bürünerek etrafta gezmeye başladığında, kitabın kapaklarını kapatarak göğsüme dayadım ve kafamı kaldırıp sokağın girişine bakabildim. Orada, bir fotoğraf karesi gibi sabit duruyordu. Ne diyebilirdim? Bu bir iddiaydı ve benden bunu istiyorsa tıpkı mızıkçılık yapan bir çocuk gibi bunu red mi edecektim? 

Utançla alt dudağımı dişlediğimde Hazer Han’ın elindeki ışık yüzümde titreşti ve ben kucağımdaki kitaba sarılarak kaldırımdan aşağıya indim. Caddenin karşısına geçerken o telefon flaşı yolumu görmem için önüme düştü. O ışığı takip ederek tereddütlü ama cesur adımlarla o sokağın girişine doğru yürüdüm ve yere bakarken kadrajıma giren ilk şey onun siyah boyalı ayakkabıları oldu. Aramızda bir kol mesafesi bırakarak durduğumda, gözlerim yavaşça yukarıya çıktı ve ceketinin altında seğiren omuzlarını gördü. “Balerinim?”

“Hazer Bey?”

Nefes al.

Telefonun flaşını kapattığında yüzü bir an karanlıkta kayboldu. Az sonra gözlerim karanlığa alıştığında onu seçebildim. Elinin içindeki telefonu sıktığını görürken, “Yıldızlar,” dedi ansızın. O kadar sert yutkundu ki, ben de yutkunma ihtiyacı hissettim. “Gerçekten, parlak görünüyor evimin camından.”

“Yaaa. Gerçekten mi?”

“Vallahi.”

Üst dudağımı ısırarak gözlerimi kaçırdığımda, eli havalandı ve aynı sıralarda ensesini sertçe sıvazladı. Kucağımdaki kitap her an ağırlaşırken, “Neden bunu istediniz?” diye sordum mahcubiyet ve merak içinde. Ceketinin yakasından aşağıya sarkan kravatına bakarak konuşuyordum. “Şahit olduğunuz olay yüzünden kalacak bir yerim olmadığını düşünerek böyle yapıyorsunuz, yapmayın lütfen. Benim kalacak yerim va... var. Kitabı bitirdiğiniz için tebrik ederim ama isteğinizi kendiniz için kullanın. Benden, kendiniz için bir şey isteyin.”

“Zaten öyle yaptım.”

Mideme yumruk yemişim gibi irkildim. “Hıı?”

“Hıhı.”

Bir aptal gibi mi davranıyordum? Doğrusu, Hazer Han’ın karşısında nasıl davrandığımı bilmiyordum. O kadar geriliyor, telaşa düşüyordum ki ne dediğimi kendi kulaklarım bile duymuyordu.

Tanrım... Çekse ya gözlerini üzerimden.

“Gelecek misin benimle?”

Biliyordum, onun evinde güvende olacaktım. Dün gece öyleydim, sıcak bir yatakta güven içinde uyumuştum. “Sen... Affedersiniz, siz… Siz nerede kalacaksınız?”

Bir an gözlerinin içinde bir ışık yandı ama bu kadar anlıktı ki, ne için olduğunu bile anlamamıştım. “Benimle aynı evde kalmak senin için etik değilse atölyede kalırım ben.”

“Ama neden benim için atölyede kalacaksınız ki?”

Üzerime doğru bir adım kadar daha yaklaştı. “Ben sana sen diye hitap ediyorum.”

Bunun konumuzla ne alakası vardı ki? “Evet?”

Kaşlarını kaldırdı. “Sense bana siz diye hitap ediyorsun.”

“Evet.”

“Öyle işte.”

“Anlamadım.”

Gözlerini sertçe kapadı. “Ben de şu an kendimi anlamıyorum Safir Mila.”

Tamam, ben de kendisiyle konuşurken garipsenecek cümleler kuruyordum ama benim insanlarla iletişimim zayıf olduğu için bocalıyordum. Karanlığın içinde dönüp dolaşıp yine onun gözlerine rastladım. “Arabanız nerede?”

Az önce çattığı kaşlarını düzeltti. “Gelecek misin?”

“Madem isteğiniz bu, reddedemem ya,” dedim gözlerimi kırpıştırıp dururken. “Ama keşke başka bir şey isteseydiniz. İsteğinizi reddedemem değil mi?”

“Yapamazsın,” dedi, omuzlarını rahatça silkerek. Ellerini kumaş pantolonunun ceplerine yerleştirmişti. “Şimdi sen bu isteğimi kabul etmezsen, olur da ikinci kitabı bitirirsen, ben de senin isteğini kabul etmem.”

Doğru, etmezdi. Zaten bu bir iddiaydı ve kaybettiğim için erdemli davranacak, isteğini kabul edecektim. “Geleceğim,” diyerek ekledim: “Hani, Kerem nerede?”

Kafasını sol yana doğru eğdi. “Kahramanın yok!”

Zaten etrafıma baktığımda da arabayı göremiyordum. Arabasız gelmiş olmalıydı. Fakat iş yerinden dönüyorsa nasıl yürümüştü ki? Metro kullanmış olabilirdi. “Anladım, Kerem yok.”

Boynu sol tarafa döndüğü için gömleğinin yakası açılmıştı ve ensesinde biriken kısa saçlarını görebilmiştim. Bronz bir teni vardı. Kendime kaşlarımı çatarak hızla önüme döndüğümde, “Caddeye çıkıp taksi çevirelim,” dedi tok sesiyle. Kaldırımda yana kayarak bana yer verdi. “Çantanı ben taşıyayım mı?”

“Taşıyamayacağım yükü sırtlamam Hazer Bey, merak etmeyin.”

Gözlerimiz, birbirimize döndüğümüzde kesişti ve ben, bir bıçağın üzerinde kendi gözlerime bakıyormuş gibi hissettim. Gözlerinin rengi ateşe hiç bu kadar yakın olmuş mudur, diye düşündüm. Zira aramızdan geçen rüzgârı bile yakıyordu sanki. Ben nasıl nefessiz kaldıysam o da öyle soluk soluğa kaldı. “Ağır gelse bile taşır mısın sırtındaki yükü?”

“Kendi yüküm bana ağır gelmez,” dedim kaldırımda durmuş, sadece ona bakarken.

“Ya bir başkasının yükü?” dedi beklemediğim şekilde. “Onu da taşır mısın?”

Bana neden böyle bir soru soruyordu ki? İnsan yalnızca severse bir başkasının yükünü taşıyabilirdi değil mi?

“Seversem, taşırım.”

“Ben de taşırım,” dedi gözlerini yavaşça benden çekip başını önüne eğerken.

Kitabı sertçe göğsüme dayayarak kalbimi içeride tutmaya çalışırken, gözlerini üzerimden çekmesine şükrederek tuttuğum nefesleri peş peşe bıraktım. Karnım yırtılıyormuş gibi yanıyordu. Birkaç dakika sessizce yürüyerek caddeye çıktık. Burası daha kalabalık ve ışıltılıydı. Caddenin karşısına geçmeden önce kafasını çevirip bana baktı ve hâlâ yanında, onunla yürüyor olduğumu gördüğünde omuzlarımı silktim. Soluğunu tutarak hızla önüne döndü. Caddenin karşısına beraber geçtik.

Hazer Han bizim istikametimize doğru gelen ilk boş taksiyi durdurdu. “Geç, Safir.”

Binmem için açtığı kapıdan geçerken ona değmemeye  dikkat ettim. Hafifçe eğildiğimde başım bir an göğsüne sürtmüş olsa da verdiği tek tepki hızla geriye çekilmek olduğu için herhangi bir başka kaza gerçekleşmemişti. Hazer Han kafasını eğerek bir an bana bir an şoförün yanındaki koltuğa baktı. “Sen rahat otur,” dedi ve hızla doğruldu. “Ben öne geçeyim.”

“Peki.”

Hazer Han Bey, adresi verdiğinde kır saçlı adam yorgunca onayladı. Mesafe kısaydı, en fazla yedi sekiz dakika sonra inecektik. Şoför direksiyona asılarak motoru çalıştırdığında, kitabı nihayet göğsümden indirerek dizlerime bıraktım.

Stephen King, Medyum.

Bu kadar kısa sürede onun dört yüz küsur sayfayı okuyup benim hâlâ kitabımı bitirememiş olmam biraz can sıkıcıydı açıkçası. Yoğun bir iş hayatı olan biri nasıl bu kadar kalın bir kitabı bu kadar kısa sürede okumuştu? Alt dudağımı dişleyerek bir anlık gafletle dikiz aynasına, onu görmek için baktım ve zaten onun tarafından o aynadan izleniyor olduğunu gördüm. İki parmağı arasında dengelediği sigarayı hafifçe yukarı kaldırdı. “Yaksam senin için sorun olur mu?”

“Olmaz.”

“Oluyorsa söyleyebilirsin.”

Omuzlarımı dikleştirdim. “Rahatsız olsam söyleyemeyeceğimi mi düşünüyorsunuz?”

“Doğru,” dedi dümdüz bir sesle. Arabanın tavan lambası yanmakta olduğu için gözlerini ve yüzünün bir kısmını kolaylıkla görüyordum. “Söylersin. Garip, anlam veremediğim bir cesaret var sende.”

Anlamadığını biliyordum, çünkü dengemi şaşırıyordu ve bahsettiği gibi bir an ürkek, bir an yürekli oluveriyordum. Gözlerim, ondan uzaklaşmadan evvel cebinden çıkardığı çakmağı gördüm. Ateşi yaktı ve ben o minik alevin gölgelerini gözlerimde taşırken, sigara yanmaya başladı.

Taksi biraz sonra sokağa girerek yavaşladı. Hazer Han’ın büyük evinin önünde durdu. Doğrudan çantama uzanarak küçük gözünden cüzdanımı çıkarmaya çalışırken, Hazer Han’ın cüzdanından çıkardığı kâğıt parayı taksi şoförüne uzattığını gördüm. “Üstü kalsın,” dediğinde, cüzdanımı çıkararak elimin içine almıştım. “Ama beraber ödeyecektik.”

“Seni ben davet ettim, ne diye sen ödeyecekmişsin ki?”

“Nazik görünümlü despot adam.”

“Konuş balerinim, konuş...”

Aceleyle arabanın kapısını açtım ve ona hiç bakmadan indim. Çantamı alıp omuzlarıma doğru taktığımda, bir an ağırlığın belimi ağrıttığını hissettim ama birkaç dakika sonra rahatlayacağımı bildiğimden sızlanmadım. Taksi uzaklaşmaya başlarken kendisi önüme geçerek demir, siyah ve geniş kapıya yürüdü. Anahtarını cebinden çıkardıktan biraz sonra kapılar açıldı ve ben telaş içinde eşikten bahçeye girdim. “Bu büyük evde tek başınıza mı yaşıyorsunuz?”

Sorduğum sorunun münasebetsizce olup olmadığını düşünürken, Hazer Han anahtarlıktan, sokak kapısının anahtarını seçerek önüme geçti. “Ailem ve kardeşim daha büyük bir evde yaşıyorlar,” dedi gergince. “Beraber yaşayacağım herhangi özel birisi yok. Evli de değilim. Biliyorsun değil mi? Yani, ben evli falan değilim.”

Yanaklarım kızardı. “Biliyorum.”

Bir kardeşi olduğunu ve hayatında özel birisi olmadığını anlamıştım. Hayatında birisi olsaydı zaten burada kalamazdım, bunu anlamıştım. Aksi pek hoş olmazdı. Kaşlarımı çatarak rahatsızca sokak kapısına yanaşırken, “Kardeşiniz erkek mi kız mı?” diye sordum merakla.

“Erkek,” dedi tek solukta. Sanki bu, cevap vermekte zorlandığı bir soru olmuştu. “Erkek o. Kocaman bir velet artık. On iki yaşında.”

Kendi kardeşiyle arasında ise epey bir yaş farkı vardı. “Merakımı mazur görün, adı ne?”

“Mustafa Kemal.”

“Ne hoş,” dedim onun arkasından evin içine girerken. Evet, o da bu sefer eve girmişti ama ürkmemin lüzumu yoktu, sonuçta geceyi burada geçirmeyecekti. Işık aradım ve sanki o ışığın açılmasına ihtiyaç duyduğumu biliyormuş gibi karanlığın içinde kaybolarak duvardaki düğmeyi buldu ve az sonra etraf aydınlandı.

“Büyükbabam Çanakkale Gazisi,” dedi, benim gözlerim ışığa alışmaya başladığında. “Hep niyetiymiş torunlarından birine bu ismi vermek.”

“Dedeniz hayatta mı?”[A1] [ET2]

“Mezarı Ankara’da.”

O üstünden siyah ceketini çıkarırken, kapının eşiğinde dikilmeyi sürdürdüm. “Ankaralı mısınız?”

“Evet, Safir Mila.”

Adımı öyle bir söylüyordu ki, yüreğimin yedi kat altından bile duyuluyordu sanki.

Usul usul yutkunarak göğsümdeki kitaba tutundum ve bakışlarımı kaçırarak parmak uçlarımda yükseldim. Kumaş ceketini geniş, siyah kapıları olan portmantoya asarken arkası bana dönüktü. Onu ikinci kez ceketsiz görüyordum. Altında simsiyah bir gömlek vardı ve geniş omuzlarını beliyle birlikte sıkıca sarıyordu. Siyah, boyalı ayakkabılarını çıkarıp rafa koymuştu. Portmantonun kapaklarını örterek holü yürüdü ve salona girerek gözden kayboldu.

Onun ardından salona girdiğimde, Hazer Han’ın köşede duran lambaderi yaktığını gördüm. Holdeki aydınlık ev için yetersizdi ve lambaderi açtığında turuncumsu, loş bir aydınlık eve hâkim olmuştu. Omzunun üzerinden bana döndü ve hâlâ hareketsiz durduğumu gördüğünde, “Ellerimi yıkamalıyım,” dedi gergin bir şekilde. “Montunu çıkarsana.”

“Ihıh.”

Duraksayarak gömleğinin kol düğmelerini yavaşça çözdü. “Ne demek ıhıh?”

“Üşüyorum.”

“Yaa...” Petekleri kontrol etti. “Sen çıkarma, ben kombiyi yakayım.”

Salondan çıkıp doğrudan mutfağa girdi. Hâlâ bakış açımda, varlığını görebileceğim kadar yakınımdaydı. Gözlerimi kırpıştırarak onun kombiyle uğraşmasını izledim. “Isınırsın şimdi tamam mı?”[A3] [ET4]

“Teşekkürler.”

“Ellerimi yıkayım,” dedi mutfağı salona bağlayan çıkıştan çıkarken. “Orada öylece durma. Karnın gurulduyor, mutfağa gir de bir şeyler atıştır.”

Karın gurultumu duyanın bir tek kendim olduğunu düşünüyordum.

Merdivenleri ağır ağır çıkarak gözden kaybolduğunda biraz olsun rahatlayarak omuzlarımı serbest bıraktım. Kendi etrafımda ne yapacağımı bilemeyerek döndükten sonra çantamı sırtımdan indirdim. Yıpranmış spor ayakkabılarımla montumu da bıraktıktan sonra salon içerisine doğru ilerleyerek ahşap sehpaya eğildim ve kitabı düzgünce koydum. Sehpanın üzeri o kadar düzenliydi ki, kitabı yamuk koysam ayıp edecekmişim gibi hissetmiştim. Sehpanın üzerinde fazladan, düzensiz hiçbir şey yoktu. Bir iki kitap, iki alkol şişesi, bir kül tablası.

            Evin ısınmaya başladığını hissettiğimde ellerimi kollarıma sardım. Kasılmaktan vücuduma ağrılar saplanıyordu. Geçip oturmalı mıydım? Elimin içlerini pantolonumun sert kumaşına sürterek mırıldandım. Acaba mutfaktan bir şeyler yese miydim? Tüm bu çekincelerim yüzünden kendime kızarak alnıma vurdum. “Aptal Safir.”

“Aptal Safir.”

Ah, papağan!

Başımın üzerinden ona döndüğümde, kafesinin içinde çırpındığını gördüm. Ellerimi arkamda bağlayarak ufak adımlarla mutfağa, kafesinin yanına yürüdüm. “Merhaba,” dedim ve başını kafesine doğru eğerek onunla göz göze gelmeye çalıştım. “Çok sevimlisin ama beni tekrarlamasan olur mu? Bazen kendi kendime konuşuyorum, haliyle biraz utanç verici. Acaba beni anlayabiliyor musun? Yeşil başlı minik papağan, adın ne senin?”

“Fıstık.”

Hazer Han’ın sesini duyarak irkildim. Arkamı döndüğümde, sırtım kafese çarptı. İnlememek için yanağımın içini ısırarak sol elimi refleksle sırtıma doğru uzatırken, onun merdivenin son basamağında olduğunu gördüm. Bir eliyle korkuluğa tutunmuştu. Kaşlarını kaldırmış bana bakıyordu. Gözleri, kalbimin altından girip üstünden çıkıyordu sanki. “Adı Fıstık,” dedi son basamaktan inerek düzlüğe çıktığında. “Seni anlamıyor, sadece konuştuklarımızı tekrarlar.”

Sakinleşmeye çalışarak cevap verdim. “Çok sevimli.”

“Ve sinir bozucu.”

“Cümlelerinizi tekrarladığı için mi?”

Dik dik kafesindeki papağana baktı. “Ona susmasını söylediğimde bile bunu tekrarlayıp bana sus diyerek karşılık veriyor. Elbette bu yüzden.”

“O bir papağan, yaradılışında bu var. Alırken bilmiyor muydunuz?”

Mutfağa doğru yavaş adımlarla yaklaşarak mesafeyi eritti. “Onu almadım. Bahçemde, kanadı kırık vaziyette buldum.”

Bu bana kendimi anımsattı.

Hazer Han tezgâhın önüne yaklaştığında üst dolap kapaklarından birini açtı ve büyük bir kutu indirdi. Garip bir merakla onu izliyordum. Elini geniş, hacimli kutunun içine daldırdı ve az sonra çıkardığında, avucunun içindeki yemleri gördüm. Elini kafesin içerisine uzattığında, papağan dört dönmeye son vererek Hazer Han’ın eline yaklaştı. “Dişi mi erkek mi?” diye sordum. O sırada papağan Hazer Han’ın elinden yem yiyordu.

“Erkek.”

Papağan yemleri afiyetle yerken, “Isırma elimi,” dedi Hazer Han. “Dün bana trip atıp verdiğim yemleri yemediğin için şimdi iştahlısın tabii. Seni zibidi.”

“Seni zibidi,” diyerek onu tekrarladı papağan.

Hazer Han onun tüylerini düzeltti. “Sensin zibidi.”

“Sensin zibidi.”

Bir an gülecek oldum ama kendimi durdurdum. Papağanın onu tekrarlamasını cidden sinir bozucu bulmalı ki derin bir nefes alarak durdu. Fıstık onun bir elinden yemleri yerken, Hazer Han diğer eliyle yeşil tüylerini usul usul düzeltti. 

Az sonra Fıstık tüm yemleri yiyerek tekrar kafesin içinde kanat çırpmaya başladığında, Hazer Han yem kutusunu kaldırarak yukarı koydu. Birkaç saniye sonra aynı dolaptan bir başka kutu indirdiğinde, dudağımı bükerek kutuya dikkatle baktım. Cidden mi? Yanağımın içini ısırarak bakışlarımı kaçırırken, Hazer Han mutfakta ağırca dolaştı ve bir başka dolaptan siyah, geniş kâse indirdi. Kâseyi tezgâhta, kutunun yanına bırakarak kafasını bana çevirdi. Onun olduğu her yerde, göğsümde bir gedik açılıyor ve içimdeki hava oradan çekiliyor gibiydi.

“Sen de Nesquik yemek ister misin?”

Şaşkınlığım devamlılığını sürdürdü. “Nesquik?”

Düz düz bakmaya devam etti. “Nesquik.”

“Gerçekten Nesquik mi yiyorsunuz?” dedim inanamayarak.

Hay aksi, buna da gülesim gelmişti. Koca adamın çocuk yiyeceği yemesi gülünçtü.

“Pratik oluyor,” dedi bir eliyle kafasını karıştırırken. “Benim evimde pek sıcak yemek bulunmaz. Nesquik yemezsen atıştırmalık yiyecekler var dolapta.”

“Yoo, yerim,” dedim çekingen bir sesle. “Sütü soğuk mu ekleyeceksiniz sıcak mı?”

“Ilık,” dedi dikkatle bana bakmaya devam ederken. Bir an sol kaşını inanamayarak havaya kaldırdı. Yüzünü huzursuz bir ifade çerçevelemişti. “Neden gülüyorsun? Komik mi buldun?”

Genzimi temizledim. “Gülmüyorum.”

“Yetişkinler de Nesquik yiyebilir.”

“Tabii,” dedim beni yanlış anlamasından endişe duyarak. Gerildiğinde sanki gömleği vücuduna dar gelmeye başlıyordu. “Sadece sizin kadar yetişkin birinin yemesine biraz şaşırdım.”

“Sadece yirmi sekiz yaşındayım,” dedi dik dik.

“Yetişkin yaşı sonuçta.”

Homurdandı. “Çok biliyorsun sen.”

Gülümsememeye çalışarak ellerimi önümde kavuşturdum ve bakışlarımı kaçırarak başımı yana doğru eğdim. Sükûneti dudaklarıma asarak sırtımı ovuşturmaya devam ettiğimde, “Çok mu acıdı?” diye sordu hiç beklemediğim bir anda. Kirpiklerinin altından, göz ucuyla bana baktığını es kaza bakışım sırasında görmüştüm. “Geçti bile,” diyerek dürüst davrandığımda Nesquik kutusunu alarak kâseye boşaltmaya başladı.

Bana bu şekilde de olsa hizmet etmesine hiç gerek yoktu. Kendim yapmak istiyordum ama tekrar diyalog kurmamak için bir şey de diyemiyordum. O buzdolabına ilerlerken sadece ayaklarımın ucuna baktım. Buzdolabından aldığı sütü cezveye boşaltmasını göz ucuyla izledim. Cezvedeki sütü geniş, oldukça lüks görünen ocağın üstüne ılımaya bırakırken, bana biraz daha yaklaşmak zorunda kalmıştı. Yana kaymamak için hızla bakışlarımı ayaklarıma çevirdim ve parmaklarımı saymaya başladım.

Bir dakika geçmedi ki sütü siyah ocaktan indirdi. Kâselerin içine boşalttı. Bu Amerikan mutfak dolayısıyla orta tezgâhtan salon açıkça görünüyordu. Kâseleri tezgâha bırakarak bar koltuğuna oturdu ve kâseyi önüne çekti. “Otur, Safir.”

Güzel Safir’im, Yakut’um.

Ah babam, babacığım.

Onu bir an için bile anımsamak, boğazımdan karnıma doğru bir alev denizi döktü. İçimdeki ateş denizinde boğulan ilk şey yine ben oldum. Nezaketimi koruyarak tezgâha yaklaştım ve onun karşısında duran bar koltuğunu çekerek oturdum. Kâseyi ve kaşığı önüme alırken, “Teşekkür ederim,” dedim yumuşak bir sesle. O ise yalnızca kafasını sallayarak teşekkürümü aldı.

Hiç konuşmadan, sessizlik içinde Nesquikimizi yedik. Bir elim sürekli ensemde, boynumda gezinerek terimi soğutmaya çalışıyordu ve uygunsuz bir hareket yapmamak için kontrolümü korumaya çalışıyordum. İlk kez babamdan başka bir erkek karşımda yemek yiyordu. İlk kez gözlerim bir erkek nasıl yemek yer, onu görüyordu. Hızlı, duraksamadan yiyor ve arada bir cam bardaktaki suyu içiyordu. Biraz sonra kâseyi son damlasına kadar silip süpürdüm, onunla aynı anda bitirdim.

“Gel, sana misafir odasını göstereyim.”

“Gel, sana misafir odasını göstereyim.”

Misafir odasını biliyordum, neden gösterme gereği duymuştu ki? Kâseyi alarak oturaktan kalkarken, “Fıstık,” dediğini duydum Hazer Han’ın. “Tekrarlama beni.”

“Fıstık, tekrarlama beni. Fıstık, tekrarlama beni. Fıstık, tekrarlama ben...”

Tezgâhın önüne geldim. Fıstık’a göz kırptım. Kafesin içinde çırpınmaya son vererek duraksadı ve tüylerini kabartarak bana bakarken, benim gibi gözünü kırpmaya çalıştı. Dudaklarım seğirdi, ne sevimli bir şeydi bu böyle. Hazer Han’ın merdivenleri çıktığını, ahşabın gıcırdamasından anladım.

“Safir Mila, gel.”

Peki patron.

Pekâlâ, bana kalacağım misafir odasını gösterecekti. Fıstık’a el salladıktan sonra ahşap merdivenlere yaklaştım. Aramıza epey mesafe ekleyerek basamakları tırmanırken, gözlerimi karanlığa alıştırmaya çalıştım. Biliyordum, koridor karanlık olacaktı. Hazer Han ayaklarının altındaki basamakları benden önce eriterek koridora çıktı ve az sonra koridor fersiz bir ışıkla aydınlandı. 

Işıkları senin için yaktım.

Koridora çıktığımda onun girerek gözden kaybolduğu kapıya baktım. Bu oda dün gece kaldığım oda değildi. Birden fazla misafir odası bulunuyordu demek ki. Madem tek yaşıyordu neden böylesine büyük bir evi tercih etmişti? Bir apartman dairesi onun için daha uygun olabilirdi. Bunu düşünmenin haddim olmadığını fark ederek tedirgin şekilde, kapısı benim için açık kalan odaya doğru ilerledim. Odaya yaklaştıkça içerideki aydınlığı görebiliyordum. Yatağın başucundaki abajuru yakmıştı.

Oda, önceki gece kaldığım oda büyüklüğünde ve oldukça sade, temiz görünümlüydü. Tek kişilik bir yatak, başlığıyla beraber duvara yaslanmıştı ve yatağın sol yanında bir komodin, çaprazında bir berjer vardı. Yatağın tam karşısınaysa dümdüz bir kıyafet dolabı konumlandırılmıştı. Yerde yünlü olduğunu düşündüğüm, zeminin bir kısmını örten halı vardı. Hazer Han’ın geniş, zeminden tavana kadar uzantısı olan pencerenin önünde durduğunu gördüğümde, odaya girmek için çıkmasını bekledim. Fakat hayır, çıkmaya niyeti yoktu. Orada durmuş, omzunun üzerinden bana bakıyordu. Zaman bir sekti, durdu, sindi, silikleşti. “Gelsene,” dediğinde, sesinde iyimser bir fısıltı vardı. “Sana bahsettiğim yıldızlar, buradan görünüyor.”

Gökyüzünün parlaklığı düşünerek heyecanlandım. “O kadar parlaklar mı sahiden?”

Ufak adımlarla pencereye yaklaştığımda, bir kol mesafesi uzaklığında durarak ellerimi serin cama dayadım. Bakışlarım kısılarak heyecan içinde pencerenin dışına, gökyüzüne taştı. Evin bu cephesinde hiçbir ev veya yüksek bina olmadığı için gökyüzü rahatsız edilmemiş, kusur sürülmeden uzanıyordu sanki döşeğinde. Geniş ve ıssızdı ama bahsettiği yıldızlar o kadar parlaktı ki, gökyüzüne yalnız hissettirmiyor olmalıydı. Sayıları çok, görünüşleri eşsizdi.

Evet, evinin camından yıldızlar parlak görünüyordu.

“Karanlıktan korkuyorum dediğin için bu odanın ışığında daha huzurlu olacağını düşündüm.”

Birisi benim hakkımda bir şey düşündü, öyle mi? Beni kimse düşünmezdi. Bir tek Gazel düşünür, iyiliğimi gözetirdi. Parmak uçlarımla yıldızların pencereye düşmüş siluetlerine dokundum. “Kimse, evine gireyim diye ışıklarını açmamıştı,” dedim, biraz mahcubiyet ve biraz minnet duyarak. “Teşekkür ederim, çok naziksin.”

Onun sessizliği benim dilimin ucunda büyüdü.

Pencereye düşen gölgesinden gördüğüm kadarıyla omuzlarını silkerek teşekkürümü almıştı. Hiç konuşmadan birkaç dakika boyunca öylece durduk ve ben gökyüzünün açık yaralarına, cömertçe parlayan iri yıldızlarına bakarken, parmaklarımla da o yıldızların siluetlerini yakalamaya çalıştım. 

Işıklarla oynadım.

Hazer Han kıpırdandığında, yıldızların siluetlerini yakalama hevesimden cayarak bakışlarımı ona sabitledim. Önce ellerini kumaş pantolonunun cebine yerleştirdi. Sonra gömleğinin altında gergin bir ok gibi uzanan omuzlarını geriye iterek ayakları üzerinde bana döndü. Parmaklarımın cama dokunuşu zayıflarken, kalbimin nasıl olup da tıpkı bir yumruk gibi kasılıp gevşediğini düşündüm. “Ben çıkayım,” diyerek birkaç adımla mesafeyi açtı. Uzaklaştı, adımlar anbean silikleşerek kaybolmadan hemen önce kapımı sessizce çekti. “Huzurlu geceler.”

Balerinim, demedin.

Herkes seni incitmek için çok şey yapabiliyor ama sen kendini mutlu etmek için hiçbir şey yapamıyorsun.

İşte bundan daha kötü olan çok az şey var.

Yabancı yatağımda biraz tedirgin olsa da saatler süren, kesintisiz bir uyku çekmiştim ve uyanalı yaklaşık yarım saat oluyordu. Hazırlanmış, yüzümü yıkamış, dişlerimi çoktan fırçalamıştım. Saçlarımı sıkı bir atkuyruğu yapmış, taytımın üzerine sweat giymiştim. Ev sessizdi. Etrafımı izleyerek çantamla beraber aşağıya iniyordum. Koridor bitimindeki ahşap merdivenlerden inerken, gözlerim görkemli salonu baştan aşağıya tarayarak mutfağa döndü ve o an elimdeki çantayla beraber duraksadım.

Hazer Han Bey’in mutfağında bir kadın vardı.

Tesettürlü, genç bir kadındı.

Zamansızca yakalandığım bu durumun açıklamasını kendime yapmaya çalıştım. Burası Hazer Han’ın evi, onun mutfağıydı ve bu kadının neden burada olduğunu anlamamıştım. Hazer Han benim bu evde misafir olduğumu bilmiyor muydu da bu kadını evine davet ediyordu?

Çantamı, düşmemesi için sıkıca tutarken, gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Kadının başında siyah bir şal vardı ve şalını kırmızı, belden kemerli tuniği ve kumaş, bol inen bir pantolonla tamamlamıştı. Salonla mutfağın arasında duran tezgâhın ardında, tahtanın üzerinde ekmek kesiyordu. Gözlerim, onu süzmenin kabahatinden utanarak küçülürken, kadının elleri bir an duraksadı ve başını hafif bir açıyla kaldırdığında, menekşe renkli gözleriyle beni yakaladı.

Duru, sade bir yüzü vardı. Buradan baktığımda yanaklarındaki hafif allığı ve dudaklarındaki belli belirsiz ruju görebiliyordum. Menekşe gözlerinin içindeki şaşkınlık azalarak bitti ve yerini sakinliğe bıraktı. “Merhaba.”

“Merhaba.”

“Şaşırdınız haliyle,” dedi elindeki bıçağı tahtanın üzerine bırakırken. Yumuşak yüz hatlara, ışıl ışıl parlayan bir tene sahipti. “Umarım seslere rahatsız olup kalkmamışsınızdır. Hazer Han misafirim var demişti ama ailesinden biri olacağını düşünmüştüm. İnsenize, kaldınız orada.”

Hazer Han’ı ve ailesini tanıdığını anlamıştım. Nereden, neden tanıyordu ki? Kendisine herhangi bir cümleyle karşılık veremeden şaşkın ve anlamsız ifademi toparlayarak çantamla beraber merdivenleri indim. “Ben, kendiliğimden uyandım,” dedim bir açıklama hissi duyarak.

“Affedersiniz, yalnızca şaşırdım. Hazer Bey’in bir misafiriyim yalnızca, zaten şimdi gideceğim. Siz rahatsız olmayın lütfen.”

Ellerindeki ekmek kırıntılarını silkerek tezgâhın arkasından çıktı ve birkaç adımda yanıma vardı. Yirmilerinin ortalarında görünüyordu. Elini bana uzatarak, “Ben Muazzez,” dedi ve dudakları yavaşça kıvrıldı. “Ya sen? Bey dedin, Hazer’in bir çalışanı mısın?”

Eline uzanarak onunla rahatsız bir şekilde tokalaştım. Muazzez... Bu ismi yakın zamanda duymuştum.

“Safir Mila,” dedim tokalaşmamız esnasında. “Evet, Hazer Bey’in bir çalışanı sayılırım. Sadece bu gece misafiriydim. Rahatsız etmeyeyim, hemen gider...”

“Kahvaltıya katıl lütfen. Hem Hazer ve abim dışarıda. Ben mi rahatsız ettim seni?”

“Elbette hayır, ben...”

“Öyleyse sana da bir bardak çıkarıyorum.”

Bana arkasını döndüğünde, siyah şalının püskülleri omuzuna çarpmıştı. Derin bir nefes alarak, kalmayı istemediğimi bir kez daha söyleyecek oldum ki, önce bir gıcırtı koptu ve hemen sonra Hazer Han’ın sesi evi doldurdu. “O ofsayt falan değil, bildiğin goldü kardeşi...”

Beni gördüğünde sustu.

Holün sonunda, salonun ağzında beni görerek duraksadığında sırtımdan aşağıya akan ürperti çoğaldı. Hazer Han’ın arkasından Behram girmiş, Hazer Han gibi beni gördüğü ilk an duraksamıştı. Kendini ilk toparlayan Hazer Han oldu ve mutfağa doğru yürümeye başladı. “Uyanmış mıydın?”

Sesim yalnızca kendisinin duyabileceği kadar kısıktı. “Yeni uyandım.”

Bakışlarım gözlerinden aşağıya indiğinde ilk olarak pürüzsüz çenesini, sonra lacivert gömleğinin boynuna doğru kalkan yakalarını gördüm. Ceketini henüz giymemişti, hatta gömlek yakasından başlayan ilk iki düğmesi bile iliklenmemişti.

“Merhaba,” dedi Behram, Hazer Han’ın arkasından, tezgâha doğru sakin birkaç adım atarken. Bu hoşgörüsünün bana olduğunu anladığımda gözlerim yüzüne tırmandı ve onun temiz bir tebessümle beni selamladığını gördüm. “Merhaba, Behram.”

“Hazer’in misafiri sendin demek. Nasılsın?”

Behram’ın gözünde Hazer Han’ın evinde kalmam pek hoş bir davranış olmayabilirdi. Nedense bu hissiyatla utandım. Kirpiklerimin altından ona baktım ama o ekmek dilimlerinden birine uzanmış, ara ara bana bakıyordu. Yüzünde ayıplayan, yargılayan hiçbir ifade görmemek içimi rahatlattı. “Evet, bendim,” dedim daha fazlasını sormamasını ümit ederek. “Teşekkür ederim, iyiyim. Ya sen?”

Hazer Han’a bir an sırıtır gibi oldu. “Hazer’le biraz futbol konuştuk. Açıkçası takımının kaybetmiş olmasını pek sindiremeyerek beni epey keyiflendirdi. Yani, sayesinde iyiyim.”

Bir an kendime engel olamayarak Hazer Han’a baktığımda, onun mutfak tezgâhına ilerlediğini gördüm. Haliyle yüz ifadesini, Behram’a verdiği tepkiyi görememiştim. O sırada, Muazzez’in sesi önünde durduğum tezgâhın arkasından yükseldi. “Abi, siz tanışıyor muydunuz?” 

Şimdi anımsıyordum Behram’ın birkaç kez Muazzez isminden bahsettiğini. Demek kız kardeşiydi. Doğrudan Hazer Han ile bir alakası yoktu, Behram sayesinde arkadaşlıkları olmalıydı. Behram’ın Hazer’le dostluklarını anlatırken, Hazer’in Muazzez’i birkaç serserinin merhametsizliğinden kurtardığını söylemişti. Parmaklarımı önümdeki tezgâhın altına yaslarken, doğrudan Hazer Han’ın sırtına bakıyordum. Behram tezgâh altındaki oturaklardan birini çekti. “Hazer vesilesiyle tanışmış olduk,” dedi yumuşak bir sesle. “Siz de tanıştınız sanırım. Safir, Hazer’in şirketinin her yıl katıldığı müzikal için dans edecek. Balerin, çok güzel bale yapıyor olmalı.”

Muazzez samimiyetle sordu. “Ya, öyle mi? Balerin misin? Tebrik ederim, umarım müzikalin galibiyetini sen kucaklarsın.” 

“Çok naziksin, teşekkür ederim.”

Muazzez omzunun üzerinden bir an Hazer Han’a baktı ve ikimiz de onun hâlâ tezgâhın önünde oyalandığını gördük. Behram eliyle beni kahvaltıya davet etti. “Buyur, otur. Çat kapı geldik ama varlığımızdan rahatsız olma sakın. Vallahi darılırım.”

“Ben Hazer Bey’in misafiriyim, rahatsız olmak ne hakkım?” Geriye doğru birkaç adım attım. “Ben size katılmayacağım. Teşekkür ederim Behram ama size afiyet olsun.” Muazzez’e döndüm ve menekşe gözlerinin anlayışla beni gözetlediğini gördüm. “Memnun oldum Muazzez, nezaketin için de teşekkür ederim ama gitmeliyim.”

Mimikleri, yuvarlak hatlı yüzünü oldukça tatlı göstermişti. “Ben de öyle Safir Mila, tanıştığımıza memnun oldum. Bir daha görüşür müyüz bilemem, o yüzden şimdiden tebrikler. Müzikal için yani.”

“Afiyet olsun.”

Çantamı taşıyarak hole doğru yürüdüm ve kimsenin bana fazladan bir şey dememiş olmasıyla rahatlarken, portmantonun kapaklarını açtım. Montumu ve ayakkabılarımı alarak kısa vakitte giyindim. Sokak kapısını açarak bir rüzgâr gibi dışarıya fırlarken de kapıyı arkamdan kapatmıştım.

Tamam, bitmişti.

Çantanın ağırlığıyla sokak kapısından uzaklaşmaya başladım ve demir, bahçe kapısına yürürken, gözlerim atölyeye takıldı. Kapısı hafifçe açıktı fakat içerisini görmeme imkân vermiyordu. Dudaklarımı kemirerek merakımı yatıştırdım ve ilerlemeye devam ederken, salıncağa bakmadan edemedim. En son gördüğüm haliyle, hüzünlü bir anının hatırasıymışçasına duruyordu. Önüme döndüm ve bahçe kapısına varmak üzereyken, gıcırdayan o sokak kapısının sesini duydum.

“Bekle!”

Söyleyecek bir şeylerinin olduğunu düşünerek ilerlemeye son verdim. Başımı sol omzumun üzerinden ona çevirdim. Sanki ona bakınca yüzümü yanan bir rüzgâr yaladı, nefesim soluk boruma kadar bile gidemedi. Gelip karşıma dikildiğinde, dudaklarının gergin bir çizgi halini aldığını ve gözlerinin çok kısık olduğunu gördüm. “Kahvaltı yapmalıydın,” dedi kuru bir sesle. “Sabahın köründe çıkmana gerek yok.”

Yanağımın içini ısırarak omuzlarımı silktim. “Kimsenin yükü olmak istemiyorum. Hem benim yüzümden arkadaşlarınıza açıklama yapmak zorunda kalıyorsunuz. Sizde neden kalacağımı sorduklarında onlara ne diyeceksiniz?”

“Kimse bana haddi olmayan sorular sormaya cesaret edemez.” Sesi o kadar kararlı ve güven doluydu ki bir an tökezledim. “Zaten Behram ve Muazzez de bunu sormaz. Kalmanı istedim, kaldın. Bu ikimizden başkasını ilgilendirmez.”

Kaburgamı kalbime bastırıyorlarmış gibi hissettim. “İkimiz.”

“İkimiz.”

Elimi arkamda yumruk yaparak hızlıca kafamı sallarken, bakışlarım tesadüfi şekilde elini ve elindeki yara bandını görerek hafifçe irileşti. Sol elinde, işaret parmağının ucunda bir yara bandı sarılıydı. Bu yara bandı ne dün ne de gün gece parmağında yoktu. Bu sabah, yeni görüyordum. “Eliniz... Elinize ne oldu?”

Bir an irkilerek parmaklarını kaldırdı ve neden bahsettiğimi anlamak için gözlerini parmaklarında dolaştırdı. Sormamı ilginç bulmuş görünüyordu. “Kesildi.” Kafasını iki yana sallayarak parmaklarını yanına indirdi ve yara bandının sarılı olduğu işaret parmağı, parmaklarının arkasına saklandı. “İş kazası.”

Bahsettiği neydi, hiç anlamamıştım. “Yarayı temizlediniz mi? Mikrop kapmasın.”

“Benim ellerim hep yara bere içinde Safir Mila.”

Öyleydi. İri ellerinin birçok yerinde nasır, yara, kesik vardı. Kimisinin emaresi eski kimisininki yeniydi.

“Ama kıymet verin, ellerinize. Yapmayın böyle.”

Adımı tek solukta söyledi. “Safir.”

“Hımm?”

“Sen tanıdığım en benzersiz kadınsın.”

Öyle bir vaziyete düştüm ki nefes bile alamadım. Hazer Han Bey de bu söylediğine şaşırmış gibi gerileyerek özel alanımın dışına çıktığında, yakıcı rüzgârın boynumu serinletmesi karşısında iç çektim. Hazer Han gözlerini omzumun üzerinden arkaya çevirdi. “Kerem, Safir Mila’yı gideceği yere bırak.”

Arkamda koşuşturan adım seslerini duyarken itiraza yeltendim. “Ben gidebilirim.”

“Kerem bırakır,” dedi gözlerini bana hiç değdirmeden. Hâlâ omzumun üzerinden, muhtemelen Kerem’e bakıyordu. Neyse ki çok geçmedi ve adım sesleri çoğalarak yaklaştığında, “Yettim,” dedi Kerem, şenlik dolu bir sesle. Kendisine selam vermek için ona doğru döndüğümde, bahçe kapısına yanaştırdığı arabanın önünde durduğunu gördüm. “Emrinize amadeyim Safir Hanım.”

“Teşekkür ederim ama seni yormayayım Kerem, kendim giderim.”

“Vallahi darılırım,” dedi Kerem ellerini kaldırarak abartılı bir hareketle. “Ne yorulması? İnsanın sizin güzelliğinizden, tatlı dilinizden içi açılır. Pek konuşmuyorsunuz ama susarken bile tatlısınız si…”

“Kerem!”

Hazer’in çıkışı Kerem’in susmasını sağladı. Yüzünün rengi atmıştı. Kendisine gülsem mi üzülsem mi bilemedim. “Götür sen Safir Mila’yı. Sonra gelir, beni şirkete götürürsün. Hem zaten kuru temizlemeden takımlarımı alacaktın, Safir’i de bırakmış olursun böylelikle.”

Kerem parmaklarını çenesine dayayarak düşünceli gözlerle iç çekti. “Öyle mi yapacaktım Hazer Bey, hiç hatırlamıyorum yahu. Allah Allah...”

Hazer Han’a bakmıyor olsam da garip bir şekilde, gerginliğini hissediyordum. “Öyle yapacaktın ya Kerem!”

“Bak sen şu işe, hiç hatırla... Ha, şey! Tamam, tamam.”

Kerem beceriksiz bir gülümseme takınarak hızlıca kafasını salladı ama bakışları ürkekçe, omzumun üzerinden Hazer Han’a baktığı için onun için endişe duydum. Madem zaten gidecekti, beni de caddeye bırakmasının bir mahsuru yoktu. Bu gözler, birinin masumiyetini çalacak son gözler bile olamazdı. Başımla Kerem’i onayladığımda arabayı ısıtacağını söyleyerek yanımızdan uzaklaştı ve ben son kez, omzumun üzerinden dönüp Hazer Han’a baktım. Gözleri, uzayıp giden gecenin ardından secdeye durmuş bir şafak vakti gibi istikrarlıydı. “Öğleden sonra görüşürüz.”

“Öğleden sonra görüşürüz.”

Birbirimizi onayladığımızda orada daha fazla durmadım. Bahçe kapısından koşarcasına çıkarak kapının önünde duran arabaya yetiştim. Arka kapıyı açarak kendimi koltuğa attığımda, çantamı kucağıma bırakmış ve ellerimi yanaklarıma yaslamıştım. Neden kızarmıştım? Muhtemelen gerginlik, heyecan, tedirginlik yüzündendi.

Kerem şoför koltuğuna yerleşerek arabayı çalıştırdığında kendimi toplama gayretine düştüm. Alev alev yanan suratımı soğuk cama dayadım. Kollarımı, çantanın etrafından kendime doğru sararak kaldırım kenarlarını izledim. Siyah araba sokağın köşesini dönerek cadde boyunca ilerlemeye devam ettiğinde, semtin içerisine doğru yol aldığımızı anladım.

Kerem yol boyunca benimle hiç konuşmadı, sadece radyoda açtığı şarkının beni rahatsız edip etmeyeceğini sordu. Bu düşünceli davranışıyla mest olarak rahatsız olmadığımı belirttim. O da şarkının sesini biraz daha yükselterek şarkıya eşlik etti. Onun bu sevimli tavrına hafifçe gülümsedim.

Kerem beni bale salonunun yakınına bıraktığında bir süre arabanın arkasından bakarak çantamı omuzlarıma geçirdim. Sabahın erken saatleri olduğu için sokak tenhaydı. Kaldırım kenarında kendi halimde dönerek neler yapabileceğimi düşündüm. Bugün cuma olduğu için dersimiz öğleden sonraydı. O vakte kadar halletmem gereken işleri halletmeliydim. Ay başında maaşımı alacaktım ve kazancımla kendime ufak, ucuz bir daire tutmalıydım. Üstelik üniversiteyi dışarıdan okumak için başvuru yapmak istiyordum ama nereye, ne zaman başvuracağımı bilmiyordum.

Sokağın köşesinden dönerek diğer bir köhne sokağa girdiğimde, kaldırım taşlarının çıkıntılarına takılmamak için attığım adımlara dikkat ettim. Bu sokak yokuştu ve yokuşu tırmanmak sırtımdaki çantayla epey zordu. İnsanlar bir şeylere geç kalmaktan o kadar korkuyordu ki, bir kere kafasını çevirip sokağa bakmıyorlardı. Bir şeylere geç kalmaktan korkuyorlardı ama kendilerine mendil satmak için çabalayan bir çocuğu iteleyerek insanlıklarına geç kaldıklarını hiç fark etmiyorlardı. İçim parça parça olduğunda, insanların, elinin tersiyle ittiği çocuklara baktım. Hepsi çok mahzun ve yenik duruyorlardı. Etrafıma bakarak bir bakkal aradım ve az sonra sokağın köşesindeki mahalle bakkalını görüp gülümsedim.

Az sonra bakkaldan, elimde birkaç çikolatayla çıktım.

Çocukları ürkütmemeye dikkat ederek çikolatalarla beraber onların peşine düştüm ve yumuşak davranarak hepsinin eline bir çikolata sıkıştırdım. Ürkek davranmış, benden çekinmiş olsalar da onlara nazik davranarak iletişim kurmuş, çikolataları almaları konusunda ısrarcı davranmıştım.

Yanlarından ayrıldıktan sonra caddeyi yürümeye devam ettim. Bir emlakçı arıyordum ama etrafa baktığım sırada, önünden geçtiğim bir vitrine takılarak duraksadım. Gözlerim vitrin camının arkasına sabitlenmişti. Bir vitrin camın arkasına tesadüfen bakarak hayatınızı, yaşamınızı, hayalinizi görebilirdiniz. Tertemiz cam vitrinin arkasında, mankenin üstünde bir bale kostümü vardı. Bembeyaz, zarif, işlemeli ve özel üretim olduğu her halinden anlaşılan harika bir kostümdü. Nasıl hoş, nasıl hayranlık vericiydi anlatmam imkânsız. Hülyalı hülyalı vitrine yaklaşarak ellerimi vitrin camına yasladım ve hayranlıkla kostümü izledim. Kendimi o kostümün içinde hayal ederek gülümsedim. “Keşke seni alabilecek imkânım olsaydı. Gözümü bir an kapatıyorum ve kendimi senin içinde hayal ediyorum. Böyle her dönüşümde, kuğu gibi süzülüp, parlıyorum...” Dipte, zirvenin hayalini kuruyordum adeta. “... Belki ileride sana sahip olabilirim. Bembeyaz… Aa, omuzlarında tüyler de var...”

“Külkedisi de buradaymış.”

Bu cümleyi duydum ama birinin bana bunu demiş olmasına ihtimal vermeyerek ilk birkaç saniye, vitrini izlemeye devam ettim. Fakat arkamdan yaklaşan adım seslerini, sinirli bir soluk sesi takip ettiğinde hafifçe ürperdim. Vitrindeki bakışlarımı omzumun üzerinden arkama çevirdiğimde, Müjgan’ı ve kötülüğü benimsemiş gözleri gördüm. Beklenmedik karşılaşmanın şaşkınlığını yaşayarak kaşlarımı çattığımda, “Merhaba Külkedisi,” dedi. “Sanırım ikimiz de bu çevrede takıldığımızdan sık sık karşılaşıyoruz.”

Omuzlarımı dikleştirdim, kimsenin yanında güçsüz görünmek istemiyordum. Hem de onun gibi bana sürekli yukarıdan bakan birinin karşısında aşağılanmak gururumu incitirdi. “Merhaba,” dedim ve hızlıca ekledim. “İzin verirsen geçeyim, yetişmem gereken yerler var.”

“Dans gibi mi?” Gerilen dudaklarının arasından konuşuyordu. “Doğru, her gün saatlerce çalışıyor olmalısın.”

“Sen de çalışırsan benim gibi müzikallere çıkabilirsin.”

O kadar hırs ve öfke doluydu ki, kontrolünü sık sık kaybediyordu. Gözü belki de benim gibi dans ve baleden başka bir şey görmüyordu ama nefretinde debelendiği için, daha iyisi olmak için çalışmayı aklının ucuna bile getirmiyordu. “Bir de laf sokuyorsun,” dedi, sindiremeyerek. “Hakkın olmayan o bursu kazandın ama vicdan rahatlığıyla bana laf mı sokuyorsun! Ben on yaşından beri özel dersler, eğitimler alıyorum en iyisi olmak için! Hak ettim tamam mı, ben o seçmeyi kazanmayı hak ettim Mila! Senin bu hakkı elimden almana ölürüm de izin vermem. Sen bilmezsin ama Hazer Han Bey’le görüşmem yarın, öğleden önce. Beni bir daha izlemesi için her şeyi yaparım. Her şeyi!”

“Değil bir kere, bin kere de izlese bende gördüğünü sende göremeyecek.”

Bir an sakince kurduğum bu cümleye, sesimdeki özgüvene inanamayarak tökezledi. Dudakları aralandı, sonra kapandı, konuşacak oldu, yapamadı. Geriye doğru birkaç adım daha atarken, “Se... Seninle işimiz bitmedi kızım,” dedi, sinirden boynundaki damarlar belirginleşmişti. “Şimdi senin o hayranlıkla baktığın bale kostümünü almaya gireceğim ve sen iyi olan hiçbir şeye sahip olamayacağını anlayacaksın. Hemen şimdi girip o kostümü alacağım tamam mı? Bana nasıl olacağını görmek istersen, Hazer Han’la olan bir çalışmamıza gelebilirsin.”

O kadar sustum ve o kadar hissizce baktım ki, sessizliğim ona konuşmaktan daha fazla etki yaptı.

Çıldırmış vaziyette arkasını döndü ve önünde tartıştığımız mağazanın merdivenlerini tırmanmaya başladı. O gözden kaybolduğunda kendimi sıkmaya son verdim ve burnumu çekerek ağlamamak için yanağımın içini ısırdım.

O istediği her şeye hemen sahip olabiliyor, ben olamıyorum.

Vitrine dönerek son kez o kostüme, tütü eteğe baktım. Benim değil, onun olacaktı ama sorun değildi. İleride, çok çalıştığımda benim de güzel bale kıyafetlerim olacaktı.

Boğazımdaki sert yumruyla, mankenin üzerindeki o kostümün, Müjgan için çıkarılmasını izledim.

Tanrım, insanlar nasıl senden bu kadar korkmuyor da kalbimi bu kadar çok kırabiliyorlar?

“Yenilmeyeceğim. Kaybetmeyeceğim. Tanrım, kazanmak için o kadar çalışacağım ki bir an bile şikâyet etmeyeceğim! Zaferim, kalbimdeki iyilik kadar büyük olacak.”

Kendim için bir hayal kırıklığı olmayacağım.

Vitrine sırt çevirerek yokuş aşağıya indim. Diğer caddeye çıkana kadar hiç durmadım. Birinin kötülüğü, birinin kibri, birinin nefreti, birinin en büyük günahıydım ama kimsenin sevdiği, kıymet verdiği olamıyordum.

Bir banka oturarak çantamı yanıma koyduğumda, kendimde dağılmış saçlarımı toplayacak gücü bile bulamadan, sadece yeri izledim. Kendime birkaç dakika versem bu berbat duygu bitebilirdi.

Eğer Hazer Han’ın karşısına çıkarsa ve bu sefer benden daha iyi dans ederse ne yapardım? Bu düşünceye bile dizlerimi döve döve ağlayabilirdim. Ama bizim sözleşmemiz vardı, Hazer Han beni bırakamazdı.

Kalkıp bir süre yürüdükten sonra kurs binasına vararak salona girdim. Üstümdeki sweatshirtü çıkarıp askılı bluzumla kaldığımda, Hazer Han’ın bana aldığı pointleri giyerek sahneye çıktım.

Gözlerimi kapayarak parmak uçlarımda gayretle yükseldim.

Ait hissettiğim tek yer burasıydı.

Müziğe ihtiyacım yoktu. Dans sırasında duyabildiğim tek şey, dansın o uğuldayan senfonisiydi. Kulaklarımda, bedenimde, kalbimde uğulduyordu. Dans ederken neler hissettiğimi tarif edemezdim. Seviyordum işte, çok seviyordum. Hiçbir şeyi sevmediğim kadar, hiçbir şeyi sevemeyeceğim kadar. Nasıl olmuştu, bu tutku ilk ne zaman ortaya çıkmıştı bilmiyordum ama sanki Tanrı, amansız, ıssız gecelerin sabahına çıkmam için bana bir sebep vermişti. Ne kadar sürdü bilmiyorum ama sahnenin üzerinden hiç inmedim.

Ya onu izlerse?

Ya onu seçerse?

Bu korkular içinde dans edip durdum. Kafamın içi, vücudumdan daha çok yorulduğunda, büyük korkularım içinde sahnenin ortasında durdum. Meliha Hanım geldiğinden beri susarak beni izlemişti. Ben dansımı bitirdiğimde gür bir alkış kopararak yanıma, sahneye çıktı ve harika bir iş çıkardığım için beni övgülere boğdu. Hazer Han gelene kadar izlememi istediği birkaç videoyu izledim, tekrarlamamı istediği hareketleri tekrarladım. Koreografinin en zor çıkışları konusunda beni çok kez uyardı. Aradan bir süre geçti. Terlediğimi görerek dinlenmem için bana biraz zaman verdi ve az sonra, “Bir şey denemek istiyorum,” diyerek düşünceli bir şekilde konuştu. Elimdeki havluyla ensemi silerken, etrafımı dolanarak arkama geçti ve aynı ses tonuyla konuşmasına devam etti. “Biliyorum, müzikalde bir partner istemiyorsun ama bundan bir yıl, belki üç yıl, belki beş yıl sonra bir projende bir partnerle dans edebilirsin. Hiç erkek partnerle dans ettin mi?”

Arkamda olup yüzümü görmediği için şanslıydım. “Etmedim,” dedim, sesimdeki acı tınıdan ürkerek. “Etmeyeceğim de. Bu şahsi kararım. İş yapacağım insanlar da bunun bilincinde olarak çalışırsa hiçbir problemin olacağını düşünmüyorum.”

“Bu kararını sorgulayabilir miyim?”

“Üzgünüm, hayır.”

Kırılmış veyahut alınmış görünmüyordu. “Saygı duyuyorum,” dedi ve hemen ardına ekledi. “Hiçbir erkek partnerle dans etmeyecek olsan bile belki günün birinde edebileceğini düşünerek seninle bir şey denemek istiyorum.”

“Nasıl yani?”

“Beni, bir erkek partner olarak düşünerek kendini kollarıma bırakabilir misin?” Bedenini tamamen arkama konumlandırarak kollarını iki yana açtığında kararsızca yutkundum. Hayır, kendimi pervasızca hiç kimseye bırakamazdım. Bakışlarımın ürkekliğini görerek güzel bir tebessümle ortamı yumuşattı.

“Sadece önüne dön ve kendini kollarıma bırak, seni tutacağım. Böylelikle bu partner korkunu da yenmiş oluruz. Tabii, neden bir partner seçiminden uzak durduğunu bilemem ama korkuyorsan, yenmeye çalışırız. Hadi, kendini kollarıma bırak.”

Bana dokunacak olmasından ürküyor, tutmayacak olmasından korkuyordum. Öylece kendimi nasıl arkaya, güvenemediğim birisine bırakabilirdim? Tamamen önüme dönerek sırtımı, kollarına düşecek şekilde konumlandırdım ve dans sırasında, bir partnerin yapacağı gibi kendimi kollarına bırakmaya çalıştım. Sırtımı hafifçe kırarak arkaya eğildim ama... ama...

“Hadi, yap şunu.”

İzah edemeyeceğim bir korku, karnımın içinde, bir yumruk gibi büyüdü ve ben içimde büyüyen bir yumrunun rahatsızlığıyla kaskatı kesildim. Yapamadığımı gördüğünde tekrar etti. “Yapsana tatlım, bir an bırak beni kolla...”

Kapı açıldı.

Gelenin kim olduğunu elbette biliyordum. Hazer Han’dı. Bir an gerginliğim kırıldı, sırtımı doğrultarak ellerimi yanaklarıma yasladım ve Meliha Hanım’ın arkamdaki hareketlenişini anladım. Kapıyı arkasından örterek ve ağır ağır içeriye doğru ilerlemeye başladığında, “İyi ki geldin Hazer Han, zamanlaman harika,” dedi Meliha Hanım. Önüme geçerek Hazer Han’ı selamladı. “Ben yapamıyorum, geçip sen yap lütfen. Provaları daha çok beraber yapıyorsunuz, belki sana daha çok güveniyordur.”

Kendisi yerine Hazer Han’ın mı beni tutmasını istiyordu? Kalbim gümbür gümbür atmaya başladı. Onun ellerinin beni belimden tutacağını, sırtımın göğsüne çarpacağını düşündükçe bayılacak gibi oluyordum. Bunu düşünmek bile ellerinin gerçekten orada olduğunu hissettirmişti.

“Neden bahsediyorsun?” dedi Hazer Han, gördüğüm kadarıyla kravatını gevşetiyordu. “Ne yapıyordunuz ki?”

“Ona, kendini kollarıma bırak dedim ama yapamıyor.” Yakınıyor gibiydi. “Güvenemiyor, vücudu kaskatı kesiliyor. O bir balerin, duvarlarını kırmaya çalışıyorum ama bana yardımcı olmuyor. Lütfen, bir de sen dene.”

“Hımm.”

Onlara ne kadar karşı koyabilirdim ki? Ya Hazer Han Müjgan’ı izlediğinde onu beğenir, bu tavırlarımdan bezip benim yerime onu seçerse? Ya ışığı ararken kendimi söndürürsem?

“Bir de ben deneyeyim,” dedi Hazer Han ve o an, elini sırtımdan içeriye kalbime uzatmış da bütün kaburgalarımı dağıtmış gibi hissettim. Dönüp baktım. Siyah, kumaş ceketini üzerinden çıkarırken, zihnimi yakmayı ister gibi doğrudan bana baktığını gördüm. Meliha Hanım gülümseyerek bizi izlemek için pozisyon aldığında Hazer Han sahne boyu ilerleyerek arkama geçti ve özel alanımın içine girdiğinde, başını sol omzuma doğru yaklaştırdı. “Hazır mısın balerinim?”

Vücudunun uzantısını hissedebiliyordum. “Bilmem, öyle miyim?”

Başımın arkasında, bir kısık gülme sesi duyuldu. Hazer Han, genzini temizledi.

“Öylesin, öyle.”

Hazer Han, bana asla kötü niyetli dokunmazdı. Ona güvenebilirdim. Kendimi kollarına bırakacak, tuttuğu an testi geçerek müzikaldeki yerimi sağlamlaştıracaktım. Elini sırtımdan içeriye, kalbime uzattı diye o kalbi alacak değildi ya. Gözlerimi kapatırsam daha kolay olacağına inanarak göz kapaklarımı indirdim ve vücudumu serbest bırakarak sırtımı arkaya doğru eğdim. Kollarımı iki yana indirirken her şeyi bir anlığına unuttum. Hazer Han’ın gürültülü nefes alışlarının sıcaklığı ensemdeki saçları sıyırarak geçerken, bacaklarımı sırtım gibi kırarak kendimi arkaya doğru bıraktım. Bir an bunu yapamadığımı, bunun sadece hayalimde gerçekleştiğini düşündüm ama sırtım onun sert göğsüne sürterek teğet geçtiğinde ve iri elleri bunu takip ederek bel boşluğumun iki yanına yerleştiğinde, kendi küllerimi bu sahneden toplayacağım sandım.

Kalbim adeta jilet üstünde yürüyordu.

“Al işte, oldu!” Meliha Hanım’ın sesi ve çırptığı ellerinin gürültüsü uğultulu bir şekilde arka perdeden duyuldu. “Harikasın tatlım!”

Yalnızca belimdeki ellere odaklandım, aslında tek amacım kendimi ileriye atmaktı. Fakat bir anlık duraksamada, parmaklarının belime olan dizilimini, bileklerinin belimden yukarısına olan vuruşunu hissetmiştim. Elinin içi belimin oyuğuna, parmakları karnımın üstüne pozisyon almıştı ve belimin inceliği, parmaklarını, kemiklerine dek hissetmeme olanak vermişti. Başımın zayıf bir sürtünmeyle beraber göğsünü eşelediğini, nefes alışverişlerimin bu anın bir tamamlayıcısı gibi boyun uzantıma doğru aktığını hissediyordum. Gözlerimi açtım. Gördüğüm ilk şey onun gözleri oldu.

Ve bana öyle bir baktı ki...

Sanki... sanki eli yanıyor ama çekmek istemiyor gibi.

Nasıl karadut lekesinin dermanı yalnızca kendi yaprağındaysa, benim de dermanım, yalnızca bende.

Tanrı bana bu yeteneği boşuna vermemişti. Herkesin benden aldığını, ben kendim kazanayım ve benden alınanların yerine koyayım diyeydi tüm bu çaba. Şimdi sahnedeyim ve biliyorum ki inmemek için her şeyi yaparım. Nasıl ki birbirine bağlı elektrik panelinde bir arıza tüm ışıkları söndürüyorsa, dans etme şansımı benden aldıklarında da yolumdaki tüm ışıklar sönüyordu. 

Korkuyordum. Bu korkuyu kendime dahi izah edemiyordum. Sabahtan beri sanki soluk borumda bir yumrukla duruyordum. O yumruğun büyüklüğünden nefes çekemiyordum içime. Korkuyordum, çünkü Hazer Han Müjgan ile görüşecekti. Korkuyordum, çünkü onu bir daha izleyecekti. Korkuyordum, çünkü onu seçebilirdi.

Sahaftan yarım saat kadar önce çıkmış, yürüyordum. Muhtemelen sabahtan bu yana bir şey yemediğimden başım ağrıyor, bacaklarım zorlukla adım atıyor ve karnım gurulduyordu. Bugün Hazer Han beni izlerken çok sıkıntılı gibi görünmüştü ve bu da bana beni beğenmediğini düşündürdüğü için korkum hat safhaya çıkmıştı. O güven testimizden sonra geçip koltuğuna oturunca, bütün çalışma boyunca sık sık gözlerini benden çekince beni o kadar çok beğenmediğini düşünmüştüm. Akşama kadar negatif bir enerjiyle çalışmıştım.

Biliyordum, sözleşmemiz vardı. Fakat Müjgan’ı izler, benim kadar beğenirse ve benim gibi sorunlu biriyle çalışmaya daha fazla tahammül edemezse sözleşmeyi feshetmez miydi? Kendime, baleme güveniyordum ama Müjgan’ı bana tercih edecek diye aklım çıkıyordu.

Biliyordum, delilikti ama şimdi Hazer Han’ın evine gidiyordum. Müjgan’ı seçmemesini söylemek sahiden delilik olacaktı. Müjgan, görüşmesinin yarın öğleden önce olacağını söylemişti ve onunla, benden önce görüşerek onun tarafından ikna edilmesini istemiyordum. En iyisi olacağımı, yapabileceğimi, bir an bile pes etmeyeceğimi, gerekirse sahnede öleceğimi ama o sahneden asla inmeyeceğimi ona söyleyecektim.

Sokaklar karanlık ve tekinsizdi. Birkaç sokağa birkaç erkekle dolu olduğu için giremediğimden yolu uzatmıştım ve bu da bir hayli yorulmama sebep olmuştu. Fakat şimdi doğru sokağa girmiştim ve sokağın köşesinden döndüğümde, Hazer Han’ın evini görecektim.

Lütfen benden vazgeçme.

Korku kafamın içinde büyüdükçe ben küçülmüştüm. Zihnim amansız bir darbe almıştı sanki. O denli yorulmuştum ki bir sokak bile gözümde büyüyordu şimdi. Etrafıma bakarak kendimi kollama ihtiyacından, birinin bana zarar vereceğinden korkmaktan, Hazer Han’ın bana yüz çevireceğini düşünmekten çıldıracaktım.

Evinin sokağına girdiğimde, geldiğim bunca yolu nasıl geri döneceğimi düşünerek eziyetle yutkundum. Kaldırıma çıktığımda elimi şakağıma yaslayarak beynimin içindeki kesintisiz ağrıyı dindirmeye çalıştım. Az kalmıştı, dayanabilirdim. Kaldırım boyunca halsizce yürüdüm ve birkaç saniye sonra park edilmiş arabasının yanından geçtiğimde evde olduğuna emin olarak rahatladım.

Ya bahçe kapısı kilitliyse?

Bahçe kapısının önünde durduğumda, ensemden akan teri bir çırpıda silerek burnumu kabaca çektim. Yağmur yağsa da ağlasam. Elimi bahçe kapısının kulpuna geçirerek kolu aşağıya doğru indirdiğimde, bahçe kapısı bir mucize gibi aralandı ve bahçenin loş aydınlığı bakışlarımı kamaştırdı. Bir gıcırtı duydum. Gelen sesi takip ettiğimde Hazer Han’ı gördüm.

Bahçedeki salıncağın üzerinde oturuyordu.

Midemden bir kramp geçti. Şaşkın, bir kartal gibi keskin bakan gözlerine denk geldiğimde zamanın doruklarına sabitlendim. Gücümü nasıl buldum bilmiyorum ama sırtımdaki çantayla beraber ona doğru yürümeye başladığımda, hâlâ salıncağın üzerinde heykel kıpırtısızlığında benim yörüngemde olduğunu anladım. Mesafeyi eriterek ona yaklaştım. Oturduğu salıncağın önünde durdum. Gözlerim kravatına iliştiğinde dudaklarımda minik bir tebessüm çiçeklendi.

O kravat hep mi ceketinin cebindeydi?

Ya da bazen elinde...

“Safir...”

“Ben ilk dans ettiğimde üç yaşında, küçük bir kızdım.” Onu özür dileyen gözlerle susturdum. Salıncakta ileri geri sarsılmaya son vererek ayaklarını toprağa daha sağlam basarak anlatacaklarımı dinlemeye hazır olduğunu belli etti.

“On üç yaşında da dans ettim, yirmi üç yaşında, otuz üç yaşında, hatta... Hatta yetmiş üç yaşında bile dans edeceğim. Siz beni seçtiniz. Orada hepsi vardı ama siz bende gördüğünüzü onlarda göremediğiniz değil mi? Benden şikâyetiniz olabilir ama onu izleyip onu seçmeyin olur mu? Biliyorum, bu dediklerim hoş değil ama sizi ikna etmek istiyorum...” Başım o kadar dönüyordu ki, Hazer Han’ın karanlıkta kalan yüzü belli belirsiz gidip geliyordu.

“Biliyorum, oturup düşündüğümde bu hoşnutsuz davranışım için kendime çok kızacağım ama ayaklarım beni buraya getirdiğinde aklıma dur diyemedim. Sabahtan beri korkuyorum ya onu seçerseniz diye... Ben... Lütfen onu seçmeyin. Bu onun için hırs, benim içinse tutku. Söz verebilir misiniz bana, o müzikale beni çıkaracağınıza?”

Dilimin ucunu bir bıçak kesip geçti ve kelimeler boğazımdan aşağıya akarken, yer ayaklarımın altından kaydı. Gördüğüm son şey, yüzünün tamamen eriyip yerini sadece bir çift amber göze bırakmasıydı. “Söz verir...”

Devam edemeden amansız bir hüznün içinde savrulmaya başladım ve bayılırken onun kollarının arasına yığıldım.


BÖLÜM SONU.