26. BÖLÜM
"YERLE BİR"
Kökleriyle vücudumu ve ruhumu sarmalayan büyük yıkım, gürültülü bir şekilde meydana gelmişti ve yıllar sonra ilk kez biri, yıkıntının altından beni duyabilmişti. Gazel. İlk ve tek arkadaşım. Dostum. Şimdi karşımda durup, hayatının en büyük dehşetini yaşayan kardeşim... İşkenceler içinde geçen saniyeler boyunca sadece susuyor, onun bu gerçeği hazmetmesini bekliyordum. Titriyor, bir şeyleri kavramasına yardımcı olacakmış gibi etrafına bakınıyordu.
Elini bu yıkıntının altına uzatmaya çalışıyor ama... henüz yıkıntının altındakinin ben olduğunu kabul edemiyor...
"Nasıl..." Gazel ellerini yüzüne kapattı ve boğuluyormuş gibi, can havliyle bir ses çıkardı. "Nasıl lan, nasıl? Safir, ben az önce ne duydum?"
Beni kurtarmak için o yıkıntının altına girmesine müsaade edemezdim, elimi tutacaktı ve buradan beraber çıkacaktık. O yüzden şimdi sakin kalması gerekiyordu. "Sakin ol," dedim ve onun bana yürümeye dermanı kalmadığı için ben ona yürüdüm. "Sakinleş, konuşa..."
"Doğ... doğru mu anladım?" Elleri yüzünden indi ve onda hiç görmediğim kadar korku dolu bir ifade çehresine yerleşti. "Aman Allah'ım!"
Ellerimi kaldırıp omuzlarına koydum ve vücudunu koltuğa doğru çektim. Yıllardır sakladığım bu karanlık sırrı artık onun da bildiği gerçeğiyle sert bir şekilde yüzleşerek, "Doğru duydun," dedim. Gözlerinin içine bakıyor, ağlamamak için kendimi kasıyordum. "Tacize uğradım. Yıllarca."
Gözlerini kapattı ve gözyaşları bir anda boşalıverdi.
"Anlayamıyorum..." Gözlerini tekrar açtığında bakışları bu kez odaklanmamış değildi, aksine öfke doluydu. "Yıllarca tacize uğradığını mı söylüyorsun? Biz... hep beraberdik! Nasıl? Ne zaman? Kâbus mu bu Safir? Duyduklarıma inanamıyorum! Sen... nasıl bana söylemezsin? Yıllarca dedin az önce, duydum! Ne zaman oldu bu? Kim yaptı?" Bir anda uzanıp yüzümü tuttu. "Kim kıydı sana canımın içi?"
"Uzun yıllar önceydi, yeni değil. Ben daha çocukken... hiçbir şeyin farkında değilken oldu. Büyüdüğümde fark ettim, onun beni öpüşlerinin, sarılmalarının, do... dokunmalarının taciz olduğunu geç anladım. Küçücük çocuktum Gazel. Saçlarımı okşuyordu, çekip kucağına oturtuyor..."
"Te... tecavü..."
"Hayır," dedim ellerini yanaklarımdan indirirken. Yüzüm acıyla kırışmış, midem bulanmaya başlamıştı. "Sadece taciz ama... biliyorum, fırsatı olsaydı onu da yapacaktı..."
Gazel'in boğazından öyle bir nefes boşaldı ki sanki canının yarısını yanan bir evde bırakıp çıkmıştı. Başımı önüme eğdim ve titreyen parmaklarımla gözlerimin kenarlarını kuruladım. Tanrım, onun da başını öne eğdirmeden bana ölüm yok.
"Yetimhaneye gelmeden önce mi oldu? Çok küçüktüm, çocuktum diyorsun…"
Gazel hızlı hızlı konuşuyor, bir anda ona yıkım getiren bu bilgileri hazmetmeye çalışıyordu. "O yüzden mi yetimhaneye geldiğinden beri mutsuzdun? Kim yaptı bunu? Adı ne?" Bir anda oturduğu yerden fırladı ve kendini kaybetmiş gibi etrafında dönmeye başladı. "Onu öldüreceğim! Hatırlıyor olmalısın. Söyle, adı ne? Yemin ederim öldüreceğim onu! Lütfen susma..." Dizlerinin üstünde, önüme oturdu ve yaşlarla parlayan yüzünü bana kaldırdı. "Yalvarırım kim olduğunu söyle. Onu bulacağım, tamam mı? Bulup öldüreceğim. Hatta... ben bulamazsam Hazer bulur! O biliyor mu? Ona söyledin mi?"
Korkuyla soluğumu tuttum. "Sakin ol, otur, bir kendine gel..."
"Elim kolum uzun,” dedi. Gazel paramparça olmuştu ve o kadar üzgündü ki hiçbir maskenin bunu saklayabileceğini zannetmiyordum. "Hazer'in kendisi söyledi bunu! Hadi, kim olduğunu söyle. Hazer muhakkak onu bulur. Ben bulamazsam o bulur. Bir küçücük çocuğa, sana... nasıl kıydı? Yemin ederim öldüreceğim onu..."
Bir anda yerinden fırladığında gürültülü bir şekilde atan kalbim kaygıyla sıkıştı ve vücudum alarma geçti. Arkasını dönüp kapıya doğru yürürken peşinden koştum ve onu yakalayarak kendime döndürdüm. "Hazer hiçbir şey bilmiyor," dedim ve ekledim. "Ve bunu öğrenirse sadece benden öğrenecek. Sakinleş, nereye gidiyorsun böyle? Metanetli ol. Otur da konuşalım, olur mu?"
"Safir... Hava alalım n'olur, yüreğim sıkışıyor."
Kalbim, yüzündeki kedere dayanamayarak kırıldığında hızlıca başımı salladım. "Tamam canımın köşesi, Leo'ya bakıp hemen dönüyorum. Sakin ol, bak ben şu an iyiyim."
Belli belirsiz başını salladı ve elleriyle gözyaşlarını temizledi.
Hızlıca oturma odasına girerek Leo'ya baktım ve mışıl mışıl uyumaya devam ettiğini gördüğümde üstünü daha sıkı örttüm. Uyanmasını istemezdim. Gazel'in montunu alarak koridora çıktım ve onun hâlâ ağladığını görerek yanına yetiştim. "Canım gel, hava alalım."
Montunu omuzlarına bıraktım ve kapıyı açarak onunla bahçeye çıktım. Daha sakindi ama neredeyse yüreğinin parça parça olduğunu görebiliyordum. "Daha iyi misin?"
"Şu hale bak," dedi. Gözyaşlarını avcumda hissediyordum; yakıcıydı. "Benim seni teselli etmem, benim sana nasıl olduğunu sormam gerekiyor. Safir... Bağışla beni lütfen. Anlamadığım, sana bir omuz olamadığım için affet beni. Nasıl anlayamadım ben, aptal kafam! Tabii... sen bu yüzden erkeklerden uzak duruyordun! Safir, aklıma gelmedi yemin ederim ki! Biz hep beraberdik, sana bir şey olsa görürdüm, hiç düşünemedim bunu. Yetimhaneden önce oldu değil mi?"
Yetimhaneden önce olduğunu sanıyordu, sanırım o kadınla ilgili söylediklerimi duymamıştı. Bakışları o kadar nefret yüklüydü ki gerçekten o adamı bulmasından, başını belaya sokmasından endişe ediyordum. "Söyleyemedim," dedim, kelimeler dilime batıyordu. "Çünkü susmamı söyledi. Susmadığımda da elini ağ... ağzıma kapatırdı."
"Kalbim dayanmayacak." Başına kar taneleri düşüyordu ve gerçekten bir çığın altında kalmış gibi perişandı. "Ya sen nasıl dayandın? Çok zarar verdi mi sana? Söyle hadi. Geceleri bu yüzden mi kâbuslar görüyordun? Ben de baskı yaptım o kadar bir erkek arkadaşın olsun diye... ama korkuyordun! Safir, bu kimsenin yanına kalamaz tamam mı? Sen neler neler yaşamışsın, ne kadar ağır yüklerin altında kalmışsın öyle! Şimdi daha iyi misin? Hâlâ kâbuslar görüyor musun?"
“Kâbuslarım daha seyrek, zaten bu aralar daha iyi de hissediyorum."
"Bir daha seni yalnız bırakmam.” Gözlerimi eşeledi. "Ama ben duramam; bunu yapan her kimse, ona hesap sormadan duramam. Ak... akraban falan mıydı? Yani, böyle korkunç şeyler duyuyo..."
"Hayır," dedim, boğazım düğüm düğüm olmuştu. "Gazel, rica ederim bana kulak ver. Ben kendime söz verdim, yemin ederim onun layığını bulması için her şeyi yapacağım. Fakat bir zamanı var, yeteri kadar güce ve imkâna sahip olduğumda dava açacağım çünkü tanığım var. Biliyorsun, müzikali kazanırsam maddi bir getirisi de olacak. O parayla avukat tutacağım, dava açacağım. Az kaldı, lütfen sabırlı ol. O acısız bir ölümü hak etmiyor. Tanrı beni affetsin ama onun acı çekmesini istiyorum. Parçalarıma ayrıldım ben Gazel, hâlâ dağınığım. O da yaşarken parçalarına ayrılsın istiyorum, o hapiste insanlar ona da yapmayı istemediği şeyleri dayatsın ki neler çektiğimi anlasın istiyorum. Perişan olmasını istiyorum, ölmesini değil."
"Neden tek başına taşıdın bu yükü Safir? Neden pay etmedin birazını benim sırtıma?"
"Susmaya alışmıştım." Ya da alıştırılmıştım. "Ama o kadar yıl sustuktan sonra... Boğazımda öyle birikmiş bir şey var ki sana yemin ederim boğazım patlayana kadar çığlık atmak istiyorum."
"Safir, Safir..."
Sırrım herkesi mutsuzluğa sürükleyecekti ve ilk Gazel'den başlamıştı. Başını çekip kalbimin üzerine yasladım ve kollarımı etrafına sardım. Bu sevgi paylaşımını kabul ederek o da kollarını hızla bana doladığında hıçkırıkları âdeta kalbime doldu ve orayı kapladı. "Işığımızı çaldılar," diye fısıldadım, onunla karanlığın içine gizlenerek. "Ama merak etme canımın içi, her şey dönüp dolaşıp sahibine ulaşır."
Gazel'in hıçkırıkları bir süre sonra iç çekişlere döndü ve omuzları sakinleşti. Kendini dakikalar içinde çok hırpalamış, yormuştu. Soğuk kış gününde daha fazla üşümemesi için omzunu sıvazladım ve eve yürümesi için ona rehber oldum. Kapıyı açıp içeriye girdiğimizde uykusunun geldiğini gördüm ve Leo'nun ayakucuna oturması için yardımcı oldum. Koltuk geniş, Leo küçük olduğu için yanına sığabilmişti. Battaniyenin diğer ucunu onun üzerine örterken, "Buradayım,” dedim.
"Sen nereye yatacaksın? Bir koltuk var..."
"Yanınıza oturacağım."
Rahat olsun diye montumu başının altına koydum ve o huzursuzca gözlerini kapattığında koltuğun kenarına oturarak dirseklerimi dizlerime dayadım. Başımı ellerimin arasına alarak huzursuz kalbimi yatıştırmaya çalıştım. Biliyordum, dengelerin değişmesine az kalmıştı.
Bu huzursuz duygunun dağılması için cebimden telefonu çıkardım ve galeriye girerek bugün Hazer’le çekildiğimiz fotoğrafa baktım. O an fotoğrafı çekip derhal cebime koymuş, inceleyememiştim ama şimdi baktığımda... güzel çıktığımızı fark ettim. Hiçbir erkekle aynı karede yer almamıştım bugüne kadar. Fotoğrafta ben aynaya, Hazer de bana bakıyordu. Büyüterek onun yüzünü yakınlaştırdım, parmağımla yakışıklı yüzünü okşadım ve yüzüne doğru fısıldadım. "Dulce sueño mi vida.”
Bu fotoğrafı ona göndermemi istediğini hatırladım ve saatin geç olmasından ötürü bir tereddüt yaşadıktan sonra fotoğrafı Han'a gönderdim. Muhtemelen uyuyordu, umarım uyanmazdı.
Küçük minderi yere bıraktım ve sobanın fişini çekerek minderin üzerine kıvrıldım. Kalbimin üzerine yatabileceğim o zamana kadar her gecemin uykusuz geçeceğini biliyordum. Kalbimin üzerine değil, sırtımın üzerine yattım ve yıldızları seyre dalarak uyudum.
Sabah ezanından sonra kendiliğimden uyandığımda, yaptığım ilk şey kendim ve Leo için yiyecek bir şeyler hazırlamak olmuştu. Gazel daha uyanmadığı için evdeki birkaç şeyle hem Leo'nun karnını hem kendi karnımı doyurdum. Gazel'in endişelenmemesi için bir not yazdım ve Leo'yu yetimhaneye bırakmak üzere evden ayrıldım.
Neyse ki herhangi bir sorun çıkmadan onu yetimhaneye bıraktım ve dönüş yolunda, onu nasıl alabileceğimi düşündüm. Çalışıyordum, maaş alıyor, kendime bakabiliyordum ama maalesef Serap Müdire benden daha iyi imkânlara sahipti. Yüzüne bakmayı hiç istemiyordum ama onunla daha ciddi bir konuşma yapmalıydım.
Evimizin olduğu sokağa girerken devriye gezen polis arabasını gördüm ve kaldırıma çıkarak temkinle etrafıma bakındım. O esnada cebimdeki telefon titredi ve bunun bir mesaj olduğunu anladım. Kaldırımda durdum ve altdudağımı ısırarak heyecan içinde telefonumu cebimden çıkardım.
Gönderen: Sadece Hazer :)
Güne senin fotoğrafınla başlamak mı... Birbirimize günaydın mesajı atıyorduk ama fikrimi değiştirdim, artık sabahları günaydın mesajının yanında bana fotoğrafını at.
Sanırım bu sabah daha geç kalkmıştı, uykusunu almış olmasına sevinerek parmaklarımı tuşların üzerinde gezdirdim. Bir fotoğrafımı çekip göndersem ne olurdu ki? Kameraya girdim ve ön kamerayı ayarlayarak yüzüme odakladım. Yüzüm kızarık, saçlarım dalgalı, bakışlarım yumuşaktı. Hafifçe tebessüm ederek kendimi fotoğrafladım ve ona gönderdim.
Mesaj gider gitmez telefonu indirdim ve cebime koyup yüzümdeki tebessümle yoluma devam ettim. Ben onun fotoğrafını izinsiz çekmiştim, ki görüntülü konuşmamız sırasında kendimi de ele vermiştim ama pişman değildim. Benim de Hazer'de bir fotoğrafımın olmasının sakıncası yoktu, biliyordum ki o fotoğraf sadece Han'a özel kalacaktı.
Ondan bir mesaj beklerken kafamı çevirdim ve o an bakış açıma tanıdık yüz girdi. Huzursuzluk sarmaşık gibi etrafıma dolandı ve bacaklarım beynimden evvel harekete geçti. Profilinden gördüğüm Galip, bahçe kapısının ağzında Gazel’le tartışıyordu. İkisi de öfkeliydi ve savruk el hareketleri sergiliyorlardı. Gazel'i koruma içgüdüsüyle yanlarına koştum ve ikisi de bana döndüğünde, "Safir," dedi Gazel rahatlamış gibi. Gün ışığında şişen gözleri daha netti. "Seni merak etmiştim, hoş geldin can..."
"Seninle konuşuyorum, bana bak!"
İkimiz de dönüp ona baktık. Üzerinde sıkça giydiği takım elbiselerinden biri vardı ve gözleri, baraj kapaklarına yüklenen su gibi coşkuluydu. "Lütfen sesini yükseltme," dedim mesafeli şekilde. "Gazel burada kalmak istiyor, eğer onu eve çağırmaya geldiy..."
"Evet," dedi Galip. "Onu almaya geldim!"
Kaşlarımı çattım. "Gazel'e hak ettiği saygıyı vermeyi ne zaman öğreneceksin?"
"Zırvalama." Uzandı ve Gazel'in kolundan tuttuğunda endişeyle aralarına girmeye çalıştım. Gazel sabrı tükenmiş gibi görünüyor, kolunu kurtarmaya çalışıyordu. "Kaç gündür sabrediyorum, yeter artık Gazel! Şu olduğun eve bak, rezalet! Tamam, daha sabırlı bir adam olacağım. Hatta sen yokken düşündüm, bence artık evlilik zamanımız geldi. Neyi bekliyoruz ki? Evimize gidelim, en yakın zamanda nikâh tari..."
"Ben seninle evlenemem."
Gazel'in ortaya attığı cümle bomba patlamış etkisi yarattı ve bir süre sessizlik oluştu. Ben cesareti için onunla gurur duyarken Galip'in yüzündeki öfke âdeta ikiye katlandı ve dudaklarından histerik bir bağırış koptu. "Ne demek evlenemem? Dalga mı geçiyorsun? Seninle evlenmeyecek olsam senin peşinden koşar mıyım? Seni aileme kabul ettirmek için ne kadar uğraştım! Unuttuysan hatırlatayım, ben senin ilkinim, her açıdan! Elbet benimle evleneceksin!"
Tanrım, ne kadar edepsizce konuşuyordu. Resmen hakaret ediyordu! Hiç hoşgörüsü, tek düzgün kelimesi yoktu. Gazel'in kimse tarafından onaya, kabule ihtiyacı yoktu. Ayrıca yaptığı vurgu... "Ne kadar da hadsizsin! Konuşurken âdeta onu küçük düşürüyorsun!" Sesimi yükselttim. "Her açıdan onun ilki olduğun, onu seninle evlenmeye mecbur bırakamaz. Rica ederim ağzından çıkanı kulağın duysun! Sanki sen ilk deneyimini yaşadığın kadınla mı evlendin ki Gazel'i bununla tehdit ediyorsun? Riyakârlığın mide bulandırıcı!"
"Sen..." Galip'in gözlerinden ateşler çıktı ve aynı anda eli havaya kalktı. Vücuduma şok dalgası yerleşti ve hayretle havaya kalkan eline bakarken Gazel'in onu göğsünden sertçe ittiğini gördüm. Tanrım! Bana elini kaldırmıştı, tokat atacaktı. Galip, Gazel'in saldırısıyla geriledi ve havadaki elini indirerek salladı. "Seni sürtük!"
Kaskatı kesildim ve elimi aralanan ağzıma götürebildim. Tokat atmaya yeltendiği yetmemiş gibi bir de bana hakaret etmişti. Gazel'in ona bağırdığını, onu ittiğini görürken bu aşağılanmaya dayanamayarak başımı sokağa çevirdim. "Sen şimdi görürsün..."
Sokağın ucundaki polis arabasına koşmaya başladığımda dikkatlerinin dağılarak bana döndüğünü hissettim ama durmadım. Galip arkamdan bağırdı. "Sakın düşündüğüm şeyi yapma!"
Polis arabasının yanına vardığımda camı tıklattım. Cam indiğinde üniforma içindeki kadın memuru gördüm ve hiç beklemeden konuştum. "Merhaba, kolay gelsin."
"Merhaba hanımefendi." Kadın polis memuru omzumun üzerinden arkaya baktı ve temkinli gözlerle bana döndü. "Bir sorun var galiba?”
Maalesef ki buna alışkındı ve arkamdaki Galip'i görerek bir şeyler anlamıştı. Sakinliğimi korumaya çalışarak, "Evet," dedim. Galip biraz arkamda durmuş, kafasını iki yana sallayarak beni izliyordu ve Gazel de hemen yanında, yaptığıma inanamayarak bakıyordu. "Beyefendi ben ve arkadaşıma hakaret etti, zor kullandı. Arabanın içinden gördünüz mü bilmiyorum ama bana tokat atmaya yeltendi. Şikâyetçi olmak istiyorum, arkadaşım da şikâyetçi olacaktır." Gazel'i cesur olması için teşvik ettim. "Değil mi Gazel?"
Gazel bir an bocalayarak dönüp baktığında Galip gözleriyle onu tehdit etti ve Gazel bakışlarını aceleyle bana çevirdi. "Evet, ben de şikâyetçiyim."
"Sen var ya sen..." Galip, Gazel'in üzerine doğru bir adım attığında harekete geçecek oldum ki önünde durduğum polis arabasının kapısı aralandı ve erkek bir polis memuru dışarıya çıktı. "Bakın benim bir şey yaptığım yok, bu ikisi abartı..."
"Yeter be, sizinle mi uğraşacağız!" Polis memuru Galip'in cümlesini yarıda keserek konuştu. "Kendi gözlerimle gördüm, kızın üzerine yürüyorsun. Hadi, beni zor kullanmaya mecbur bırakma da arabaya bin. Kızlar da gelip şikâyetçi olsunlar, nezarette bir gün geçir de aklın başına gelsin..."
Galip histerik bir şekilde güldü. "Şaka mı yapıyor..."
"Hadi, yorma beni."
O andan sonra olanlar öyle hızlı gelişti ki takip edemedim. Galip bu işin ciddiye bindiğini anladığında polis arabasına bindi ve polis memuru şikâyet dilekçesi yazmamız için bizim de karakola gelmemiz gerektiğini söylediğinde diğer polis arabasına binerek karakola gittik. Gazel benim aksime sakinliğini koruyamamış, ağlamıştı ve ben de ona her şeyin iyi olacağını söylemekten başka şey yapamamıştım.
Karakola geldiğimizde Galip emniyet müdürüyle görüşmek istediğini söylemiş, muhtemelen babasının maddi imkânlarıyla bunu halletmeye çalışacağı için ısrarcı olmuştu ve polis memuru bu sebepten bizi müdürün odasına çıkarmıştı. Şimdi üçümüz de başımıza dikilen bir polisle müdürün odasında oturuyorduk ve ben şikâyetimi yazarken Galip de müdürü ikna etmeye çalışıyordu.
"Bu konuyu tatlıya mı bağlasak..." Emniyet müdürünün sesini duyduğumda başımı yavaşça kaldırdım ve omuzlarımı dikleştirerek kendisine bir bakış attım. Gazel uzanıp elimi tuttuğunda kendimi daha güçlü hissederek gülümseyen müdüre karşı konuştum. "Hayır, hatasını bile farkında olmayıp pişkince gülen birine karşı tavrımı değiştirmeyeceğim."
Galip oturduğu yerde dikleşti. "Fazla olmaya başlıyorsun Safir. Bizi soktuğun şu duruma bak, hepimizi rezil ediyorsun!"
Gazel ona döndü. "Ona yüklenmeyi kes artık Galip!"
Emniyet müdürünün konuşmaya başladığını duyduğumda cebimdeki telefonumun titrediğini hissettim ve kalemi elimden bırakarak telefonu çıkardım. Ekrana baktığımda vücudumdaki gerginlik neredeyse kemiklerimin bile taşıyamayacağı kadar ağırlaştı. Aramayı açıp açmamak konusunda kararsız kaldım ama telefon susup da ikinci kez çalmaya başladığında vazgeçmeyeceğini anladım. Emniyet müdüründen müsaade isteyerek aramaya cevap verdim.
"Mila, Mila, Mila..." Hazer'in huzurlu, mest edici sesini duyduğumda neredeyse gözlerimi kapatacak oldum ama kendime nerede olduğumu hatırlatarak hafifçe yutkundum. Ona bir cevap vermek için sesimi hazırlarken hattın diğer ucunda bir gürültü duydum ve bunun Beşiktaş marşı olduğunu fark ettiğimde neredeyse gülümseyecek oldum.
"Hazer, merhaba," dedim tereddütle. Bakışların üzerimde olduğunu bildiğimden dolayı çok gergindim. "Beşiktaş marşı mı dinliyorsun?"
"Şey..." Hazer'in utandığını hissettim ve elini ensesine götürdüğünü hayal ederken marşın sesinin kısıldığını duydum. "Arabadayım, şirkete geçiyorum. Radyoda çalıyor."
"İyi çalışmalar, kendini çok yorma," dedim heyecanlı bir şekilde. Boğazım kurumuştu. "Ben biraz meşgulüm, seni az sonra arayayım..."
Yanımızda duran polis memurunun telsiz sesi odayı doldurdu.
Cümlem, bu sesle yarım kalırken Hazer'in hattın diğer ucunda duraksadığını hissettim. "Nerede, neyle meşgulsün?"
Ona durumu nasıl izah edeceğimi bilemeyerek kısık bir sesle, "Lütfen işinden olma," dedim. "Halledemeyeceğim bir şey değil."
Başkaldırışı sesine yansımıştı. "Senin için bir şeyleri halletmeyeceksem niye hayatındayım ki Mila?"
Ah, bir kez daha isteyerek birbirimizin hayatında olduğumuzu söylemişti. "Emniyetteyim, kısa bir iş..."
"Siktir!" Edepsiz küfrü ikimizi de rahatsız ettiği için birkaç saniye sustu ve ardından, "Affedersin," diyerek telafi etti. "Başına bir şey mi geldi?"
"Endişe etme, iyiyim."
"İlçe emniyetinde misin?"
"Han..."
"Sesindeki şu üzüntüyü hissetmediğimi mi sanıyorsun? Her kim sebep olduysa... Görüşeceğiz."
Bana bir şey söylemek için fırsat verecek kadar sustu ama hiçbir şey demediğimde telefonu kapattı. Bir süre sessizce telefona baktıktan sonra Galip'in hâlâ müdürü ikna etmeye çalıştığını fark ettim. Hazer'i düşünerek biraz olsun gülümserken, "Bakın işte, gayet iyi görünüyor," diye konuşan Galip'in sesini duydum. İrkildim ve yüzümdeki gülümsemeyi kaldırdım. "Burada ne gerekçeyle tutuyorsunuz beni?"
Emniyet müdürü Galip'e dönerek ellerini ovaladı. "Hanımefendilerin ikisi de şikâyetçi ve defalarca sormama rağmen fikirlerini değiştirmediler. Kusura bakmayın Galip Bey ama..."
"Bir tartıştık diye nezarethaneye mi gireceğim?"
Yanımızdaki polis memuru araya girdi. "Sadece bir tartışma değildi. Hanımlar beyefendinin kendilerine vurmaya yeltendiğini de söyledi."
Galip memura ters ters baktı. "İftira!"
Gazel hayal kırıklığıyla Galip'e baktı. "Sen böyle biri değildin..."
Galip gözlerini indirip onun hayal kırıklığıyla dolu bakışlarına karşılık verirken, "Asıl değişen sensin," dedi suçlayıcı şekilde. "Aklıma bir şey geliyor Gazel, o gün olanları da unutmadım. Eğer düşündüğüm gibiyse, o gün gördüğümüz herif tüm bu olanlara sebep oluyorsa... kâbusunuz olurum, söyleyeyim."
Gazel'in nefesi korkuyla boşaldı ve beti benzi attı. "Onu tehdit etme," dedim ve müdüre döndüm. "Görüyorsunuz, alenen tehdit ediyor."
Emniyet müdürü sıkıntıya düşmüş gibi bir bana bir de Galip'e baktığında, "Sana başka bir cesaret gelmiş," dedi Galip, beni uzun uzun süzerken. Bakışları altında olmaktan son derece memnuniyetsizlik duyarak elimi boynuma götürdüm ve kolyemin zincirine tutunarak rahatlamaya çalıştım. Galip'in güldüğünü duydum. "Ah tabii... Altın kolyene bakılırsa cesareti nereden bulduğun, sırtını kime yasladığın belli..."
"Bunu bana, iki saattir babasının imkânlarını kullanmaya çalışan biri mi söylüyor?"
Kontrolünü kaybetmiş göründü ve bir anda yerinden kalktığında ona uzak durmasını söyleyecek oldum ki odanın kapısı gürültüyle açıldı ve tüm bakışlar kapıya döndü.
Hazer gelmişti.
Bu kadar çabuk gelmesinin hayretiyle onu görmenin sevinci arasında bocalayarak kalktığımda Hazer'in gözleri doğrudan beni buldu. Onu telaşlandırmış olmanın hüznüyle kendisine ilerlediğimde Hazer hiç vakit kaybetmeden mesafemizi kapattı ve bedenlerimiz odanın ortasında buluştu. Soğuk nefesi suratıma çarptı ve elleri, gövdesini kucaklayan bir ağacın dalları gibi beni zamanla birlikte tuttu. Parmakları dirseklerimin altına yerleşip beni kendine doğru çektiğinde beceriksiz şekilde gülümsedim.
"Şükürler olsun!" Bakışları bütün vücudumda kaygıyla dolandı. "İyisin?"
Onu rahatlatmak için küçük bir espri yaptım. "Vücudumda bir hasar olsaydı karakolda değil, hastanede olurum."
Kolumu nazikçe okşadı. "Senin vücudunda hasar açacak birinin... ömrü çok kısa olurdu.”
Düşüncesi bile tüylerimi ürpertti ve Hazer bunu fark ederek kaşlarını çattığında bir boğaz temizleme sesi duyuldu. Hazer olduğumuz yeri, benim dışımdaki insanları yeni fark ediyormuş gibi irkilerek gözlerini omzumun üzerinden arkaya çevirdi. "Beyefendi, tanıdığınız galiba?"
Emniyet müdürünün bu soruyu bana sorduğunu anladım ve onun hayatım içindeki yerine bir isim veremeyerek sadece başımı salladım. Hazer elini kolumdan çekerek belime yerleştirdi ve masasına yaklaşarak müdürün uzattığı eli sıktı. "Hazer Han Dalgakıran."
"Buyurun, oturun.”
Hazer doğrulurken bakışlarını önce Gazel'e, sonra Galip'e çevirdi ve düzgün kaşları çatıldı. Anlamaya çalıştığı aşikârdı ama Galip'in yaptığı şeyleri bilmesini istemiyordum. Gazel, Hazer'den utanarak bakışlarını kaçırırken Galip pişkin pişkin güldü. Hazer elini salladı. "Ne gülüyorsun?"
Galip'in suratı morarırken Hazer bana döndü ve bakışları anında yumuşadı. "Neler oldu Safir?"
Durumu nasıl izah edeceğimi bilemeyerek kıvranırken elimi masaya yasladım ve şikâyet kâğıdını gizlemeye çalıştım ama bu faydasız oldu. Her zaman hareketlerime en ayrıntısına kadar dikkat eden Hazer bu yaptığımın da farkında vardı ve bir çırpıda elimin altındaki kâğıda uzandı. "İzin verir misin güzelim?"
Kâğıt elimin altından kaydığında elimi alnıma yaslayıp iç çektim. O şikâyet kâğıdında Galip'in atmaya yeltendiği tokat da dediği çirkin kelime de yazıyordu ve Hazer bir dakika içinde tüm hepsini okumuş olacaktı. Gazel'e döndüğümde onun da benzeri bir korkuya kapıldığını gördüm. Kafasını iki yana salladı.
"Seni öldüreceğim!" Hazer'in dudaklarından kopan kükreyiş yüreğimi ağzıma getirdi ve bakışlarım korku içinde ondan tarafa döndü fakat ona bakmak için bile geç kalmıştım. Hazer olduğu yerden ileriye atıldı ve kimsenin müdahale etmeye vakti olmadan Galip'i gömlek yakalarından kavradı. Vücudum âdeta on katı ağırlaştı ve Hazer onu ayağa kaldırıp suratına kafa attığında, ardı karanlık olan bir kapının hafifçe aralandığını hissettim.
Galip bağırarak yere düştü.
Hazer yere eğilerek Galip'i bir kez daha gömlek yakalarından kavradığında bütün vücudum buz kesti ve nefeslerim ciğerimden çekildi. Polis memuru olaya dahil olup Hazer'i tutmaya çalışırken, müdür de koridora doğru bağırmıştı. Han, deliye dönmüş görünüyordu. "Nasıl ona el kaldırmaya yeltenirsin? Ona nasıl hakaret edersin? Lan... Ben ona elimi uzatmaya kıyamıyorum, sen nasıl onu incitirsin şerefsiz?" Hazer suratına yumruk indirmek için elini kaldırdığında polis memuru onun yumruğunu tuttu ve bu hareketini savuşturdu. "Bekle, seni parçalarına ayıracağım."
Polis memuru ve müdür, Hazer'i Galip'in üzerinden kaldırdı. Gazel yerinden fırlamış, yerdeki Galip'e eğilirken Hazer onu tutan kolları savurmaya çalışıyor ve bağırıyordu. "Ne sanıyorsun sen kendini, ne? Bu zamana dek ona böyle mi davrandın? Kimsesiz değil o, duyuyor musun? Değil!" Kükreyerek kollarındaki elleri savurdu. "Senin aksine onun tertemiz bir ruhu var ve sen dahil kimsenin o ruhu incitmesine müsaade etmem!"
Tamam, o kâğıttakileri okuduktan sonra öfkeleneceğini, sesini yükselteceğini düşünmüştüm ama... resmen gözleri dönmüştü.
"Bırakın!" Kapıdan içeriye giren iki polis memuru daha Hazer'i kollarından tuttuğunda bir kez daha kurtulmaya çalıştı ama dört polisin kendisini koridora sürüklemesine mâni olamadı. Emniyet müdürü sakinleşmesi için onu sertçe uyardığında Hazer kendi etrafında dönüp bağırdı.
Derin bir nefesi ciğerlerime çekerken ona yürüdüm ve koridora çıktığımda ondan başka hiçbir şeyin farkında olamadım. Yanına vararak elimi kararsızca, sırtına dokundurduğumda Hazer o kadar sert bir manevrayla bana döndü ki bir anda kendimi koruma içgüdüsüyle ondan uzaklaştım.
"Şşt... Sana bir şey yapmam..."
"Ben..." Tüm kelimelerim dudaklarımın ucunda yanıp küle dönmüş gibiydi, konuşacak hiçbir şey bulamadım ve ürkek gözlerle etrafımıza baktım. İki polis memuru içeriye girmiş, Galip'e yardımcı oluyordu. "Lütfen sakinleşir misin?"
"Benden yapamayacağım şeyler isteme.”
Hüzün, bir bıçak gibi kalbimi sıyırıp geçtiğinde Hazer'in bakışları omzumun üzerinden Galip'i buldu ve burun delikleri genişledi. Bana kulak vermiyordu ve bu başıma ilk kez gelmişti. "O zaman bana, ben ne istersem yaparmışsın gibi davranma," dedim, bana kurduğu cümleye karşılık.
Bocaladı. "Mila..."
"Lütfen," diye ricada bulundum. "Kendine gel."
"Kendime mi geleyim?" Nefesi, yüzüme kelimeleri kadar sertçe iniyor, tenimi üşütüyordu. "Ya asıl şimdi kendimdeysem? Ya ilk kez sana kim olduğumu gösterme cesareti bulduysam?"
Kendini suçlamasını reddederek, "Hayır," dedim. "Sadece kendini kaybettin. Oturup düşündüğünde sen de bu tepkinin sağlıklı olmadığını göreceksin."
"Seni üzebilir ama olduğum kişiyi reddetme.” Ellerini kaldırdı ve öfkeli bir solukla yüzümü kavradı. Üşümüş elleriyle yüzümü yüzüne daha fazla çekerek, "Ya o tokat suratına inseydi?" dedi, cümle ağzını yakıyormuş da ondan kurtulmak istiyormuş gibi hızlıca konuşmuştu. Dudaklarını yüzümün çok yakınında hissediyordum. "Benim yüreğim buna nasıl dayanırdı Mila?"
"O da bana vurdu, ben de şikâyetçiyim!"
Galip'in bağırışını duydum ve Hazer'in göğsü ellerimin altında kasıldığında omzumun üzerinden koridora bakım. İki polis memuru Galip'i aşağıya götürmeye çalışıyordu ve emniyet müdürü diğer polis memurlara direktif veriyordu. Galip bağırıp çağırarak gözden kaybolduğunda omuzlarım gevşedi ve vücudumdan ağırlık kalktı.
Hazer, "Sen bendeki bir ağacı yakarsın, ben senin koca ormanını, o bir ağaç için ateşe veririm!" diye bağırdı Galip'in arkasından avazı çıkana kadar. "Safir benim kırmızı çizgim, sakın bir daha o çizgiyi aşmak gibi bir hadsizlik yapma!"
Kırmızı çizgi...
Başımı tekrar ona çevirdim ve ellerimi göğsüne bastırarak, "Tehdit etme lütfen," dedim. "Ne oldu sana? Sakinleş! Bak seni de alıp götürecekler diye aklım çıkıyor."
Gözleri üzerime hücum etti, burun delikleri öfkeyle açılıp kapanıyordu. "Bana bir şey olmadı. Sana olacaktı az kalsın!”
Bana sırtını çevirip koridorun diğer ucuna doğru sert adımlarla yürümeye başladığında içimi çektim. Sırtına bakarken boğazıma bir yumru oturdu ve burnum sızlamaya başladı.
Merdivenlerden çıkan Kerem'i gördüm ve Hazer'in ona bir şeyler dediğini duydum. Kafamı çevirip Gazel'e baktım. Ellerini yüzüne kapatmış, ağlıyordu. Koşturarak yanına ilerledim ve ellerini yüzünden çektim. "Gazel, biliyorum tüm bu olanlar seni çok üzüyor ama lütfen sakin ol.”
"Ona çok kızıyorum," dedi Gazel, gözyaşlarını silmeye çabalarken. "Sana neredeyse tokat atacaktı… Düşündükçe çıldırıyorum! Safir, seni böyle bir durumun içine soktuğum için çok üzgünüm."
"Senin bir kabahatin yok.”
"Bu geceyi karakolda geçirecek sanırım," dedi ve sırtını duvardan ayırarak elini omzuma koydu. "Bu sırada ben de eve gidip kalan eşyalarımı alayım, bir daha oraya dönemem."
"Gel, seni de bırakalım."
"Ben daha dilekçemi yazmadım ki."
Başımı salladım, dilekçeyi yazmakta kararlı görünüyordu ve korkusuz davranması beni mutlu etmişti. O sırada müdürün bize seslendiğini duyduğumda Gazel'e sarılarak onunla vedalaştım ama yanımdan ayrılmak istemediğini görüyordum. Dün geceden beri çok hassastı, gözünün yaşı kurumamıştı.
Önüme döndüğümde Hazer'i hâlâ koridorun sonunda, karşısındaki bir polis memuruyla konuşurken gördüm. Kerem de yanında duruyordu, benimle göz göze geldiğinde her zamanki gibi sevimli ve saygılı şekilde gülümseyerek Hazer'e bir şeyler söyledi. Hazer de kafasını sallayıp karşısındaki memurla el sıkıştı ve polis memuru merdivenlerden inerken ben de aramızdaki mesafeyi kapatarak tam arkasında durdum. Ellerini ceplerine yerleştirerek topuklarının üzerinde bana dönerken, "Safir Hanım," dedi Kerem neşeli halde. "Vallahi bu başınıza gelen uğursuzluklar hep nazardan. Tabii hem güzel hem yetenekli olunca nazara geldi..."
"Kerem, bize izin ver ve gidip arabayı ısıt koçum."
Kerem, Hazer'in ciddiyetinin şakaya gelmez olduğunu fark edince hemen aramızdan ayrıldı. Ben Kerem’in arkasından bakarken Hazer de bana bakıyor, içimdeki huzursuzluk boyut atlıyordu. Ne yapacağımı, ne diyeceğimi bilemiyordum. Hazer genzini temizledi ve eliyle yürümem için teşvik etti. "Buyur, geç."
Tereddütle merdivenden inmeye başlarken Hazer'in elini yavaşça belime yerleştirdiğini hissettim. Kolu belimi sardı ve elinin içi bel boşluğuma yerleşti. Vücutlarımız yan yana, birbirine sürtünürken, onunla basamakları indim.
Koltuğa yerleşirken onun da arabanın etrafını dolaşıp koltuğa oturmasını bekledim. Çok geçmeden yanımdaki yerini aldı ve fırtınayı kendiyle beraber içeriye sürükleyerek koltuğa yerleşti. Kerem motoru çalıştırdığında içerisinin sıcaklığı tenime nüfus etti ve kaçamak bakışlarım Hazer'in üzerine gezindi. Eliyle onu daraltan kravatını çözmeye başladığında, "Nereye süreyim Hazer Bey?" diye sordu Kerem.
"Dans kursuna."
Deri koltukta vücudumun bir kısmını ona çevirirken saçlarımı yığın halinde omzuma topladım. "O ilaçları böyle biri olmamak için mi alıyorsun?" diye soruverdim.
Hazer, kravatı elinin etrafına sarmayı bıraktı ve başını tek harekette bana çevirdi. "Böyle biri mi?" dedi, bu bir suçlamaymış gibi. "Şimdi böyle biri mi oldum?"
"Alınganlık etme," dedim telaş içinde. Sakinliğimi korumaya çalışıyordum. "Yanlış anlama, doğru kelimeyi söylememiş olabilirim ama ne anlatmak istediğimi anladığını düşünüyorum."
"Evet," dedi, gözlerimin içine içine bakarken. "Böyle biri olmamak için ilaç kullanıyorum."
Yüzünde hiçbir gülümseme görememek benim de gülümsememe engel olurken, "O çiftlik evinde beni kandırdığını söylemiştin," dedim düşünceli bir şekilde. "Kastettiğin bu muydu?"
Hazer bakışlarını kaçırarak camdan dışarıya bakarken aramızdaki havanın vücuduma binerek kollarımda çoğaldığını hissettim. “Ben sana farklı, diğer insanlara daha farklı davranıyorum," dedi neredeyse fısıldayarak. "Utanç verici ama bu gerçek."
"Ben de sana farklı, diğer insanlara farklı davranıyorum," dedim ama içimdeki kötü bir his, bu iki şeyin ayrı şeyler olduğunu söylüyordu. "Çünkü sen... farklısın."
"Teşekkür ederim ama bahsettiğim şeyin bu olmadığını biliyorsun." Bakışları zaman kadar hızla içime yayıldı ve yüreğime oturdu. "Hayal kırıklığın olmak istemiyorum Mila"
"Öfkeni iyileştirmeye, onu sabra dönüştürmeye çalıştığını görüyorum," dedim.
Arabanın içini, az öncekinden daha huzursuz bir sükûnet doldurdu ve sanki kalbimdeki yük, şu pamuk gibi bulutlara da oturuverdi. Gökyüzü iç çeker gibi sızlandığında Hazer'in düzensiz soluklarını duydum ve çabucak birbirimize gülümseyeceğimiz bir anın içinde olmayı hayal ettim.
"Mi vida ne demek?" diye sordu, sesi kapılıp gittiğim o efsunlu haline dönmüş, huzursuzluğumun bir kısmını kırmıştı. "Daha önce de söyledin... Ne olduğunu bilmiyorum ama duyması hoşuma gitti, her iki seferde de."
Dudaklarım belli belirsiz bir gülümsemeyle kıvrıldı. "İstersen daha sık söyleyebilirim."
"Gerçekten mi?"
Başımı sakince salladım. "Üzgünüm ama bunun için bir şartım var. Bu kelimenin anlamını araştırmayacaksın…"
Bundan hoşlanmamış gibi huysuzca saçlarını karıştırıyordu. "Tamam, Kerem araştırıp bana söyler; böylece ben araştırmış olmam."
Kerem'in kıs kıs güldüğünü duyduk ve konuşmalarımızı dinlediğini anlayarak ikimiz de başımızı şoför koltuğuna çevirdik. Bakışlarını kaçırdı.
"Hile yapıyorsun," dedim.
"Tamam, bakmayacağım."
"Teşekkürler, anlaştık o halde."
"Tamam, hadi el sıkışalım o zaman."
Bana doğru uzattığı büyük eline bakarken bu kadar istekli şekilde el sıkışmayı istemesine tebessüm ettim. Tombul elimi kaldırıp iri avcunun içine bıraktığımda bu el sıkışması için neden bu kadar hevesli olduğunu anlamıştım. Bu duyguyu, bu sıcaklığı, bu teması hissetmek içindi. Soğuk ellerimiz birleşti ve yumuşak, zarif teması aklımı başımdan aldı. Elimi kaldırdı ve göz temasımızı korurken dudaklarını parmak boğumlarıma bastırdı.
Bir boğaz temizleme sesi duyuldu ve hemen sonra Kerem imalı şekilde konuştu. "Hayırlı işler... Arabadan ineyim mi?"
Yanaklarım pembeleşti ve elimi çekmek istediğimde Hazer daha sıkı tutarak gözlerini şoför koltuğuna çevirdi. "Evet, arabayı bir kenara çek de in, yola sensiz devam edelim."
Kerem güldü. "İlahi Hazer Bey, çok komiksiniz."
Kerem dikiz aynasından gülerek Hazer'e baktı ama Hazer'in büyük oranda ciddi olduğunu fark edince gülüşü silindi. Önüme döndüm ve düşüncelerim dans kursuna varana kadar zihnimde âdeta at koşturdu. Kursun önünde arabadan indiğimizdeyse bakışlarım endişeyle etrafta gezindi. Nazım Bey beni hep binanın önünde yakalardı ve yeniden gelmemiş olmasını diliyordum. Etrafta dolanan bakışlarım ondan bir ize rastlamadığında rahatlayarak önüme döndüm ama tam da bu sırada Hazer'in bakışlarıyla karşılaştım. Yüzü donuktu ve... gücenmiş gibi gözlerimin içine bakıyordu.
Bir şeyleri yanlış mı anlamıştı?
Doğru kelimeler ararken içeri girdik ve katları yan yana, sakince çıktık. Ders vaktimize daha vardı ama erkenden çalışmaya başlayacak olmalıydık. Onu da işinden etmiştim, bunun için mahcuptum ama beni bırakıp gitmeyeceğini biliyordum.
Beni bırakıp gitmez, cümlesini bana kurduran ilk erkekti Hazer.
Beraber salona yürüdük ve Hazer kibarca kapıyı açtığında ona teşekkür ederek girdim. Bakışlarım doğrudan sahneyi bulduğunda sahnede bir kadının dans ettiğini gördüm ve böyle aniden içeriye girmekten utanç duyarak inledim. Hazer de hemen arkamda durmuş, muhtemelen durumdan rahatsız olmuştu.
"Erken geldiniz?"
Meliha Hanım'ın sesini duyarak gözlerimi kendisine çevirdim ve bizi şaşkınlıkla karşıladığını gördüm. Neyse ki sahnedeki hanımefendi müziğin ritmine kapıldığı için dansını bölmemişti. "Kusurumuza bakmayın," dedim mahcubiyetle. "Kapıyı çalmayı düşünemedik."
"Sorun yok, dersimiz bitmek üzere." Meliha Hanım anlayışlı şekilde konuşarak beni rahatlatırken, bakışlarını belimdeki ele çevirdi ve kaşları hafifçe çatıldı. "Beraber miydiniz?"
Hazer elini belimden çekerek seyirci koltuklarına ilerlerken, "Davetiyeler hazır mı?" diye başka bir soru sordu.
"Evet, çok da güzel oldular."
Meliha Hanım çantasının yanına ilerlerken bahsini açtıkları davetiyenin ne olduğunu anlamaya çalıştım. Belki de beni alakadar etmeyen bir şeydi, bu yüzden bakışlarımı dans eden kadına çevirdim ve ilgiyle onu izledim. O da bale yapıyor, çok güzel görünüyordu. Bakışlarımdan rahatsız olmamasını umut ederek birkaç dakika daha onu izledim ve reveransını yaptığında onu coşkuyla alkışladım.
Sanata bakmak, sanatı görmek, sanatı izlemek beni mutlu ediyordu.
"Mila?" Hazer'in seslenişini duyduğumda başımı ona çevirdim. Elinde bir zarf tutuyordu. İlerleyip yanındaki koltuğa oturdum. Meliha Hanım ayakta, kollarını göğsünün üzerinde kavuşturmuş, bizi izlerken Hazer parmaklarının arasındaki davetiyeyi bana uzattı. "Müzikalin davetiyesi."
Dudaklarım arasından sevinç dolu bir kıkırtı döküldü ve parmaklarım heyecanla davetiyeye uzandı. Davetiyenin kâğıdını açarak içindeki kartı çıkardım ve hayranlıkla davetiyeye baktım. Çok şık, beyaz bir davetiyeydi. Davetiyeler basıldığına göre müzikale tahmin ettiğimden az zaman kalmış olmalıydı. Hazer uzanıp beni bunaltan beremi başımdan çıkarırken Meliha Hanım, "Bu örneği. Senin adına da davetiye var, sahnede olacak olsan bile," dedi. Buna daha da sevinmiştim. "Davetiyede yazıyor zaten. Müzikale yirmi gün kaldı."
Sadece yirmi gün kaldığı gerçeği zihnime öyle gürültülü bir şekilde düşmüştü ki dehşete kapılmıştım. Hazır mıydım? Hayır, daha değildim. Ellerim kucağıma düşerken, "Çok ani oldu," dedim ve kendime güvenmem gerektiğini hatırlayarak omuzlarımı dikleştirdim. "Zaferime yirmi gün kalmış."
Meliha Hanım gülümsedi. "Dilerim öyle olur."
Tekrar davetiyeye bakarken Hazer'in de bana baktığını hissederek yalnız onun duyabileceği kadar kısık bir sesle, "O gece zaferimi bir ödülle taçlandırırsınız herhalde Hazer Bey?" dedim.
Gülümseyerek, tamamen espri olması için sorduğum soruyla bakışlarımız buluştu ve etrafımdaki her şey sis bulutunun içinde kayboldu. O mutluluk balonunun yeniden ayaklarımı yerden kestiğini hissederken bakışları yüzümün aşağısına, dudaklarıma kaydı ve kışkırtıcı bir şekilde fısıldadı. "O geceki hediyen bir nefes kadar yakınında."
✨
Bazen Hazer'in bakışları derimin altına saklanmak istememe sebep oluyoru ama Hazer bana öyle yakındı ki ondan saklanabileceğim hiçbir yer yok gibiydi. Aramızdaki duygular, bizi bir sarmaşık gibi birbirimize doluyor ve hasretle zaman gibi birbirimize ait kalıyordu.
Üç saat boyunca, saat başı verdiğim on dakikalık aralıklar dışında hiç durmamış, kimi zaman Meliha Hanım'ın uyarılarını ve verdiği bilgileri dinleyerek dans etmiştim. Meliha Hanım müziğin ritmine kapılma konusunda daha iyi olduğumu söylemiş, boş vakitlerimde alıştırma yapmam gerektiğini eklemişti. Üç saatin sonunda dans kursundan ayrıldığımdaysa doğrudan sahafa gelmiştim ve eskimiş, yıpranmış kitapları bir koliye koyuyordum.
Burası uzun yıllardır işletilen ve birçok kitaba ev sahipliği yapan bir sahaftı ve ne yazık ki raf aralarında yıpranmış çok kitap vardı. Patronum o kitapları ayırmamı istemişti ve şimdiden yirmiden fazla kitabı ayırmıştım. Parmak uçlarımda yükseldim ve üst raftaki yıpranmış kitabı alırken kafamı ahşap rafa çarptım. Sızlanarak uzaklaşırken iş arkadaşımın güldüğünü duydum ve bu şapşallığıma ben de güldüm.
"Şunları da koyayım..." İş arkadaşım elindeki iki kitabı da kutunun içine koyduğunda etrafa son kez göz attım ve bütün kitapları aldığımı düşünerek kutuyu almak için eğildim. Çok ağır değildi ama beni zorlamıştı. Kutuyu indirirken saçlarımın sırtımda salındığını hissettim. Alt kata indiğimde kasaya doğru yürüdüm ve patronuma seslendim. "Kitapları topladım, bunları ne yapayım?"
Patronum, gözlüklerinin üstünden bana kısa bir bakış gönderdi. "Atma da ne yaparsan yap kızcağızım."
Dudağımı ısırarak kitaplara baktım. "Bunun sorumluluğunu bana mı veriyorsunuz?"
"Evet, istersen alıp götürebilirsin."
Kutuyu masanın üzerine bırakarak içindeki yirmiden fazla kitaba bakarken mutlulukla kendi etrafımda dönmemek için direndim. Hepsini kendime alabilir, boş vakitlerimde okuyabilirdim. Ellerimi kitapların üzerinde dolaştırırken böyle küçük mutlulukları karşıma çıkardığı için Tanrı'ya şükrettim.
Kutuyu, çıkarken yanıma almak için görebileceğim bir yere bıraktım ve hemen işime döndüm. Günün kalan kısmında da çalıştım ve iş arkadaşlarımın söylediği ev yemeğinden yiyerek karnımı doyurdum. Mesaim bittiğinde gün içinde sadece iki üç cümle kurduğum iş arkadaşlarımla vedalaştım ve kitaplarla sahaftan ayrıldım.
Hazer bana ne mesaj atmış ne de aramıştı.
Eve yürüyerek gittim ve Gazel'in daha gelmemiş olduğunu görerek endişelendim. Derhal onu aradım ama telefona çıkmadı. Isıtıcının fişini takarak kutuyu önüme çekerken onun için duyduğum endişe yüzünden huzursuzlandım. Kendimi birazdan geleceği konusunda teselli ederek kitaplarımı incelerken telefonumun bildirim sesini duydum.
Gönderen: Sadece Hazer :)
Eve geldim, yemeğimi yalnız yemek istemiyorum. Kerem'i göndereyim mi, seni alıp eve... bana getirsin?
Onun yalnızlığı için duyduğum kederle yüzümü astım ve hemen ona bir cevap yazdım.
Gönderilen: Sadece Hazer :)
Olur, hazırlanıyorum.
Telefonu koltuğa bırakıp doğruldum ve çantamın içindeki kıyafetlere bakındım. O sırada Gazel'in kıyafetlerini de getirmiş olduğunu görerek şaşkınlık yaşadım. Sabah ona yedek anahtarı vermiştim, bu yüzden kıyafetlerini eve koyabilmişti ama şimdi neredeydi?
Çantasındaki kıyafetlere bakındım ve içimdeki dürtüye engel olamayarak benimkinden güzel olan bluzlarına baktım. Farklı bir şey giymek istiyordum, hem Gazel kıyafetlerini giymemden rahatsızlık duymazdı. Fakat o an... Bu kıyafetleri alanın Galip olduğunu hatırladım ve hepsini çantaya geri bırakarak kendi kıyafetlere bakındım. Eski ve sıradanlardı ama bana aitlerdi. Beyaz, omuzları düşük bir kazağımı buldum ve üzerimdekini çıkarıp onu giydim. Yakasını düzelttiğimde omuz başlarım çıplak kalmıştı ama rahatsız olacağım kadar değildi.
Saçlarımı düzelttim ve kurdeleyi tekrar bağladım. Perçemlerim yanaklarıma düşmüştü. Çantamdan rujumu alıp dudaklarıma sürdüm ve montumu giyip Kerem'i bekledim.
Çok geçmeden korna çaldı ve dışarıya çıktım. Bu sırada Gazel'i bir daha aramıştım ama açmamıştı. Arka koltuğa yerleşerek Kerem'e selam verdim ve saçlarımla oynamaya başlayarak gece karanlığını izledim. Hazer, Kerem'e güveniyordu. Bunu, onu benimle yalnız bırakabilmesinden anlayabiliyordum.
Çaktırmıyorlardı ama ikisi de birbirini epey seviyordu.
Kısa bir yolculuk sonrasında araba garaja girdiğinde Kerem'e teşekkür ederek arabadan indim ve garajdan bahçeye çıkarak kendime sarıldım. Sokak kapısına yürürken atölyenin ışığının yandığını gördüm ve adımlarımı oraya çevirdim.
Beyefendimiz atölyedeydi.
Atölye kapısının aralık olduğunu gördüm ve başımı o aralıktan geçirdim. Koltukta oturuyor, muhtemelen tezgâhın üzerindeki bir heykelle ilgileniyordu ama heybeti tezgâhı kapattığı için heykeli göremiyordum. Üzerinde bir eşofman üstü vardı, saçları dağılmıştı ve omuzlarının hareketini görüyordum. Başımı kapıya yaslarken Hazer'in elleri durdu ve bedeni gerildi. Geldiğimi hissetti.
"Mila, içeri gel."
Sakin sesini duyduğumda tüylerim diken diken oldu ve bacaklarım eşikten geçti. Bu sırada Hazer yanındaki örtüyü alarak önündeki heykeli kapatmıştı. Yanına vardım ve oturduğu koltuğun arkasında durarak tezgâhın üzerindeki heykele baktım. Üstü örtülü olduğu için göremiyordum ama o heykeli özenle muhafaza etmesi, nasıl bir heykel olduğu konusunda beni daha da meraklandırıyordu. "Hola," diyerek onu selamladığımda başını arkaya yatırdı ve gözleri içime işledi. Bakışları bir parça mahmur, biraz gücenik gibiydi. "Sana bir öpücük daha versem o heykeli bana gösterir misin?"
Gergin dudakları kıvrıldı ve boğazından bir gülme sesi çıktı. Anında kızardım ve bakışlarımı kaçırarak ellerimi sırtımda bağladım. Elbette espri yapmıştım ama tabii ki utanmıştım da. Hazer bana döndüğünde nazikçe gülümsedim ve ilgiyle etrafımı izledim. "Şaka yaptığını bilsem de... bir an umutlanmadım değil," diye fısıldadı, ardından derince iç çekti.
"Uygunsuz bir şaka yaptıysam kusura bakma," dedim ve başımdaki bereyi indirdim.
"Senin kusurların yok Mila, bu yüzden benden özür dileme."
Kusurlarım vardı ama bunları görmüyordu. Gözlerine inen o perdeye ne deniyordu? Teşekkür eder gibi gülümseyerek yaptığı heykelleri inceledim. Parmaklarımı tezgâhta gezdirerek bir heykelin önünde durduğumda Hazer oturduğu koltuktan kalktı ve vücudunu tam arkama konumlandırdı. Parmaklarımı heykelin üzerinde gezdirdim. "Çalışıyor muydun? Böldüm mü?"
"Hayır," diye fısıldadığında nefesi saçlarımın arasından sızdı. "Seni izliyordum."
"Ben de sen yanımda yokken seni izliyorum," deyiverdim aniden. "Gözlerimi kapatıp yüzünü hayal edince yanımdaymışsın gibi hissedip seni izleyebiliyorum."
Hazer'in derin nefes alışını duydum ve itirafımla biraz utandığımı hissederek elimi heykelden çektim. Hazer bir dakika kadar sessiz kaldıktan sonra, "Yaa," dedi ama bunu sanki üzgünmüş gibi demiş, yüreğimi burkmuştu. "Beni hayal ediyorsun ama... gözlerinle onu arıyorsun."
Afalladım. "Demek istediğin..."
"Yemek yemeye çağırdım seni, hadi geçelim."
Arkamı döndüm ve yüzüne bakamadan yanından geçtiğimde Hazer'in sıkıntıyla soluduğunu duydum. Beremi avcumun içine bastırarak atölyenin çıkışına ilerledim ve kendime beni susturmadığını söyleyerek kapıdan çıktım.
Hazer atölyenin kapısını kapatıp arkamdan geldi ve bana yetişerek elini belime uzattı. İzin istediğini fark ederek ona döndüm ve eliyle beni sarıp kendine çektiğinde, "Hiçbir fırsatı kaçırmıyorsun," deyiverdim ve Hazer homurdandığında adımlarımızı izleyerek onunla eve ilerledim. Eliyle beni belimden tutmasını, kendine çekmesini sevdiğimi kabul etmeliydim.
Anahtarını çıkarıp kapıyı açtı ve önceliği bana verdi. Koridora geçtim ve kendi evimmiş gibi bir rahatlıkla ışığı açtım. Hazer içeri girip ayakkabılarını portmantoya bıraktığında ben de montumla beremi bıraktım. "Masayı hazırlamıştım," dedi, sesi heyecanlı gibiydi. "Makarna ve et var fakat eğer başka bir şey yemek..."
"Aslında ben tokum," dedim ince bir sesle. "Sahaftan çıkmadan önce yemiştim."
"Hadi ya." Hazer'in omuzları düştü. "Seni izlerken yerim diye düşünmüştüm ben de..."
İçtenliğine gülümsedim. "Düşündüm de... Bir şeyler atıştırabilirim."
Başını salladı ve gözlerini kaçırarak merdivenlere yürüdü. Basamakları çıkarken ellerini yıkayacağını söylemişti. O gözden kaybolana kadar arkasından baktım. Üzerinde siyah bir eşofman takımı vardı, takım elbise giymediğinde daha genç görünüyordu. Gözden kaybolduğundaysa etrafımda dönerek evine baktım; her şey son gördüğüm gibi düzgündü. O gelmeden önce masaya bıraktığı tabağına makarna ve ızgarada pişmiş et dilimlerinden koydum. Ev yemeyi seviyordu ve sözkonusu Hazer olduğunda kendimi anaç hissediyordum. Tabağını masaya koyup Fıstık'ın kafesinin önüne yürüdüm ve ona selam verdim. "Merhaba, nasılsın?"
"Hoş geldin Safir, hoş geldin Safir..."
Ah, bunu da nereden öğrenmişti. "Hoş buldum, nasılsın?"
"Hoş geldin Safir, hoş geldin."
Ona bir öpücük atarak masaya döndüm ve yemeğinin yanında içmesi için Hazer'e kola doldurdum. Geçip taburelerden birine oturarak et dilimlerinden birini alıp yemeye başladım. Sıcak ve iştah açıcı görünüyordu ve tok olsam da canım çekmişti. Eti kemirirken adım seslerini duyarak omzumun üzerinden arkama döndüm ve Hazer'in ağır adımlarla masaya yaklaştığını gördüm. Eşofman üstünü çıkarmış, beyaz bir tişörtle kalmıştı. Bakışlarım kalın, damarlı kollarında gezinirken Han mesafeyi kapatarak taburemin önünde bitti ve ansızın uzanıp dişlerimin arasındaki eti çekip aldı. Dudaklarım da gözlerim de kocaman açılırken Hazer et dilimini ağzına atarak afiyetle yedi.
"Aç olmayana da bakınız siz," diye fısıldayarak dudaklarını yaladığında bakışlarımı önüme eğdim ve vücudumu tezgâha çevirerek ona sırtımı döndüm. "Çok lezzetliymiş," diyebildim. "Ellerine sağlık."
Hazer masanın etrafını dolaşıp karşımdaki tabureye oturduğunda tabağını hazırladığımı gördü. "Çok tatlısın."
Elimi silme bahanesiyle masadaki peçeteye uzanırken yutkundum. "İki günde iki kere çok tatlısın mı..."
Peçeteyi kenara bırakarak ellerimi önümde kavuşturdum ve Hazer'in yemeğini yemesini izledim. Aç görünüyor, hızlı yiyordu. Makarnayı kaşıklayıp ağzına götürmesini, sık sık peçeteyle ağzını silmesini, kolasını içmesini ilgiyle takip ettim. Uzun süre aç kalmış gibiydi, kendisini ihmal etmesine üzülmüştüm.
"Yemek yapmayı nasıl öğrendin?" diye sordum. "Ev yemeğini seviyorsun, yapıyorsun..."
Lokmasını yutmayı bekledi. "Üniversitedeyken yalnız yaşadım... Doğrusu ilkokuldan beri yalnız yaşadım."
Yalnızlık ona kendi başının çaresine bakmayı öğretmiş olmalıydı. "Nasıl ilkokuldan beri yalnız okudun, mahsuru yoksa biraz daha açar mısın?"
Çatalı ve bıçağının yardımıyla et dilimini keserken omzunu silkti. "Mahsuru yok Safir. İlkokulu, ortaokulu ve liseyi yatılı okudum. Üniversiteye geçince de zaten yalnız yaşayacak kadar büyümüştüm. Yani nereden baksan yirmi yıldır tek yaşıyorum."
Yirmi yıl çok uzun bir zamandı. Ben de beş yaşımdan sonra yalnızlaşmış, içime dönmüştüm ve onu çok iyi anlıyordum. Onun geçmişte, şu anda ya da gelecekte üzgün olduğunu bilmek... Sanki Tanrı bana bir başkası için de acıyacak bir kalbim olduğunu göstermesi demekti. "Ailen... neden öğrenimini yatılı okullarda geçirmeni istedi?"
Omzunu silkti. "Kabahatimin bedelini ödetmek için."
Yüreğime aldığım hasar karşısında bocaladım. "Bir çocuk ne kadar kabahatli olabilir ki?"
"Herkes bilerek yaptığımı düşündü, annem dışındaki herkes... Ama bilerek yapmamıştım, kimseyi inandıramadım."
Dirseklerimle masaya yüklendim. "Neye inandıramadın?"
"Masum olduğuma."
Yüreğim,s onun bıraktığı yükün altında ezildi ve gözlerim bir anda yaşardı. "Ben inanıyorum," dedim ve gözlerini yakalayarak içtenlikle gülümsedim. "Gözlerindeki o hüzün bile masumiyetinin kanıtı bence."
O hüznü, bana karşı bir duygu gölgeledi. "Tam şu anda senin için hissettiğim şeyleri açıp sana gösterebilmeyi isterdim."
Aramızdaki duygu fırtınasının farkındaydım...
Tereddütle uzandım ve parmaklarımı masanın üzerindeki eline dokundurdum. “Ben duyguları tanımlayamayacak kadar tecrübesizim," diye fısıldadım içimden geldiği gibi. "Ama onları hissedebilirim."
"Sana hiç hissetmediğin şeyler hissettirebilirim," diye fısıldadı, başparmağıyla avcumu okşarken.
Tebessüm ederek bakışlarımı kaçırdım ve elimi uzaklaştırdım. Hazer genzini temizleyerek önüne döndü ve kalan yemeğini yedi. Taburede döndüm ve ayağa kalkıp buzdolabını açtım, gördüğüm taze meyvelerden birine uzandım. Kâsenin içindeki çileklerden birini alıp yemeye başladığımda Hazer'in gözlerini kırpıştırdığını görerek dolabı kapattım. "Evinde artık daha rahat hissediyorum kendimi..."
Han başını salladı. "Bugün evimde, yarın..." Susup sırıttığında çileğimi yutarak, "Hımm?" dedim sorarcasına. "Ne?"
Hâlâ sırıtıyordu. "Hiiiiç."
Omzumu silktim ve tezgâhındaki birkaç şeyi yerine yerleştirip salona geçiyorken kapının zilini duydum. Bakışlarımız birbirini buldu ve Hazer de ben de bu beklenmedik misafirin şaşkınlığını yaşadık. Hızla doğruldu ve gerinerek sokak kapısına yürüdü. Elimi saçlarımdan çekerken kapı aralandı ve evi Behram'ın sesi doldurdu. "N'aber la Angaralı?"
"Niye geldin la?"
"Ben de geldim." Ve Muazzez.
"Siz abi kardeş olacak işi de oldurmayacaksınız ya," diyerek homurdandı Hazer.
"Aa, o neden?" dedi Muazzez ve ben bir adım atarak hole çıktığımda bakışlarımız çarpıştı. Nazik bir gülümsemeyle ona selam verdiğimde Muazzez başını sallayarak selamımı aldı.
"Anlaşıldı senin derdin," dedi Behram ve Hazer'e doğru sırıttı. "Günah kardeşim, günah."
Hazer uzanıp saçlarını dağıttığında şakalaşmalarına gülmekle yetindim. "Hoş geldiniz," dedim.
"Hoş bulduk Safir, nasılsın?"
“İyiyim.”
Hazer kapıyı kapattığında Behram ve Muazzez üzerindeki montlardan sıyrılmış, içeri geçmişlerdi. Geçmeleri için onlara izin vererek holden ayrıldım ve salona geçtim. "Yemek mi yiyordunuz?" diye sordu Muazzez.
"Evet, açsanız yemek var."
"Teşekkür ederim Han, yedik de geldik."
Koltuğa yerleşip bacak bacak üstüne attığımda Muazzez de karşımdaki koltuğa yerleşti ve temkinli şekilde bana gülümsedi. Kahverengi bir şal takmış, krem renkli kazak ve siyah pantolon giyinmişti. Yüzünde ölçülü bir makyaj vardı ve elini kolunu nereye koyacağını bilemiyor gibiydi. Onun duyguları yüzünden tereddütlü olduğunu anladığımda, "Ama etler çok güzel," dedim samimiyetle. "Tadına bak lütfen."
"Madem öyle, bakarım," dedi. Biraz daha rahatlamış görünüyordu.
Hazer’le Behram gülüşerek içeriye girdiklerinde yana kaydım ve oturması için Hazer'e yer açtım. Behram kardeşinin yanına otururken Hazer de ona açtığım yere oturdu ve elini koltuğun arkasına koydu. Bakışlarının olması gerekenden biraz daha fazla üzerimde kaldığını fark ederek bakışlarımı ona çevirdiğimde çenesini kaşıyarak omuzlarıma baktığını gördüm. Gülümsedim. "Kazağımı beğendin mi?"
"Omzunda da çiller var."
Evet öyleydi ama annemin bana söylediklerinden sonra çillerimi eskisi kadar sevmiyordum. Behram'ın kalktığını, televizyon ünitesinin önünde eğildiğini gördüm. Muazzez kollarını göğsünde kavuşturmuş, abisini izliyordu. Misafirlikleri beklenmedik olmuştu ama dostlukları yıllardır sürdüğü için habersiz gelebiliyorlardı. "Film izleyelim diye geldik," dedi Behram, o an film seçtiğini anladım. "Safir, Hazer bu pervasızlığımıza alışkın, bir araya gelip sık sık film izleriz ama umarım seni rahatsız etmiyoruzdur."
"Ne rahatsızlığı," dedim samimiyetle. "Evin sahibi ben değilim ki zaten."
Muazzez mırıldandı. "O da olacak gibi..."
Başımı çevirdim ve gülümsemeye devam ederek ona baktım. "Hazer de benim evime geliyor. Birlikte vakit geçirmeyi istediğimiz için."
Muazzez bir an utanmış göründü. "Tabii... Zaten ben kötü bir niyetle demedim."
Behram ve Hazer aramızdaki bu diyalogları dinlerken Muazzezle kötü olmayı istemediğim için, "Öyle olduğunu düşünmedim," dedim.
Muazzez kucağındaki parmaklarını ovuşturarak bakışlarını etrafta dolaştırırken üzüntüyle omuzlarımı düşürdüm ve ben de önüme döndüm. Bu sırada Behram’la Hazer bakışmış, Behram film koymak için önüne dönmüştü. Gergin havadan biraz olsun uzaklaşma isteğiyle pantolonumun cebindeki telefonuma uzandım. Tekrar Gazel'i arayacaktım. Ekran açıldığında gelen mesajı gördüm.
Gönderen: 053*
Safir, merhaba. Ben Nazım. Numarana ulaşınca sana mesaj atmak istedim. Cevap vermesen bile en azından numaramı kaydedersen mutluluk duyarım.
Dudaklarım gözlerim gibi kocaman açıldı ve bakışlarım saniyelerce mesajın üzerinde kaldı. Numaramı araştırmış, bulmuş ve mesaj atma cüreti göstermişti. Kim numaramı bana sormadan ona verme hadsizliği gösterebilirdi? Üstelik numaram çok az kişide vardı. Başka bir şekilde mi bulmuştu? Bir de numarasını kaydetmemi istiyordu. Büyük hadsizlikti.
"Yüzün düştü?"
Hazer'in kısık sesini duyduğumda sakinliğimi koruyarak mesajdan çıktım ve rehbere girerek Gazel'i aradım. "Gazel'e ulaşamıyorum da..."
"Nasıl?" Behram'ın sesini duydum ve kafamı çevirdiğimde yüzündeki tedirgin ifadeyi gördüm. Bir an pot kırmış gibi utandı ve hızla önüne dönerek kumandayla uğraştı. Telefonu kulağıma yaslayarak aramama bir cevap beklerken, "Kafasını dinliyor galiba," dedim düşünceli şekilde. "Ulaştığımda sana da haber veririm."
Behram belli belirsiz kafasını sallayarak elindeki kumandayla doğrulduğunda telefonu koltuğun kenarına bırakarak Gazel'i düşündüm. Nerede, ne yapıyor olabilirdi? Başına bir iş gelmesinden çok endişe ediyordum. Gazel'in ailesini aradığını hatırlıyordum, yine bu iş için bir şeyler araştırıyor olabilirdi ama keşke bana haber verseydi.
"Film izlerken atıştıracak bir şeyler bakayım." Muazzez koltuktan kalkıp mutfağın yolunu tuttuğunda bu evde rahatlıkla hareket edebildiğini gördüm ve bunu normal karşılayarak bakışlarımı ekrana çevirdim. Bir filmin jeneriği dönmeye başlamıştı bile. Gazel konusunda kendimi rahatlatmaya çalışarak saçlarımı parmağıma doladım ve Muazzez'in sesini duydum. "Ne içersiniz?"
"Ben bir şey istemiyorum abiciğim." Behram az önce kalktığı koltuğa oturdu ve kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu, neşesi kaçmış görünüyordu.
"Sen ne içersin?" Hazer'in sesi yakından duyuldu. "Meyve suyu falan var ya da çileği sevmiş gibiydin."
"Çilek olur," dedim ve ekledim. "Beraber yeriz."
Sanırım Muazzez'e zahmet olmaması için Hazer çilekleri almak üzere koltuktan kalktığında uzun, dik omuzlarını hayranlıkla izledim. Hayranlık... Birine karşı daha önce hiç beslemediğim bir duyguydu. Dolabı açarak kâseyi çıkardığında Muazzez de kendisi için kola koymuştu. Sırtı dökükken Hazer'e gülümsedi. "İsteseydin ben getirirdim."
"Kendi işimi başkasına yaptırmayı sevmem, bilirsin." Hazer ona göz kırparak mutfaktan çıktığında Muazzez bir süre arkasından baktı ve telaşla şalını düzeltti. Açık bir teni vardı, çabuk kızarıyordu ve duyguları bir kitap gibi yüzünden okunuyordu.
Hah, Hazer Bey bir de göz kırpıyor...
Hazer yanıma gelip kâseyi bana uzattığında teşekkür ettim ve alıp kucağıma koydum. Hazer de yanıma yerleşti ama bu sefer bana az öncekinden daha yakın oturmuş, kolunu koltuğun arkasına uzatmıştı. Bir çilek alıp yerken Hazer'in de kâsenin içindeki çileklere uzandığını gördüm ve bir anda elinin üstüne vurdum. "Yeme sen."
Han âdeta dumura uğramış, gözlerini irileştirmişti. Ne yaptığımı fark etmem birkaç saniyemi aldı ve bakışlarım utançla kaçıştı. "Ben... Şaka yaptım, affedersin." Kâseyi ona uzattım. "Buyur."
Hazer bu tavrıma bir mana veremeyerek bir çileğe uzanırken Behram'ın bize baktığını görerek utandım. Hazer'e parmağını salladı. "Filmi izleyin."
Hazer oflayarak Behram'a dik dik baktığında Behram'ın bıyık altından güldüğünü gördüm. Hazer'i delirtmek konusunda Kerem’le Behram anlaşmış gibiydi. Önüme döndüm ve Muazzez aramıza katılırken filmi izlemeye koyuldum. İlk sahnesini kaçırmıştım, devamını yakalamaya çalışarak dikkatimi filme verirken Muazzez, "Işığı kapatayım," diyerek ayaklandı. Hazer'in, "Hayır," diye karşı çıkmıştı hemen.
Benim için ışığı açık bırakmak istediğini fark ederek ona döndüm ve ondan önce konuşarak, "Kapatsın," dedim. "Seninleyken... korkmuyorum."
Hazer hiçbir şey diyemedi ve Muazzez ışığı kapattığında bile bakışmamız devam etti. Işıklar sönmüş olsa da gözlerinin ateşi, bir mağaranın çıkışındaki ışık gibi bana karanlıkta yol gösteriyor, ateşinin ışığı gözlerimi kamaştırıyordu. O ışığa yürüyordum ama fark etmediğim bir şey vardı: Gözlerindeki yangına ışık veren benim ateşimdi.
"Hoop, birader..."
Behram'ın sesini duyunca bakışlarımızı kaçırıp ekrana döndük. Telaşla çilek yemeye başladım ve filmi bu sefer dikkatle izlemeye çalıştım. Eski bir filmdi ve adı Piyanist'ti.
Bir süre sonra filmi, tahmin ettiğimden fazla heyecanla izledim ve onların da sessizliğinden filmi benim kadar sevdiklerini anladım. Savaşın, çaresizliğin, hayatta kalmanın, tüm bunlara rağmen sevdiğimiz şeye olan tutkularımızın anlatıldığı bir filmdi. Oyunculuklar, müzikler, görüntüler çok iyiydi. İnsana o savaşın ortasında, o kurşunların arasında hissettiriyordu.
"Çok üzücü..." Derin bir iç çekerek fısıldadım ve saçlarım parmaklarımın etrafında kaybolurken Muazzez'den bana katıldığını belli eden bir mırıltı çıktığını duydum. Derin bir iç çektim ve boğazımın kuruduğunu hissederek su almak için yerimden kalktım.
Hazer arkamdan baktı.
Mutfağa geçtim ve kendime bir bardak su doldurdum. Sırtım salona dönüktü ve bu yüzden peşimdeki adım seslerinin kime ait olduğunu anlamamıştım. Su bardağını dudaklarımdan uzaklaştırarak arkama döndüm ve Behram'ın tezgâhın diğer ucunda durup yeri izlediğini gördüm. "Sen de mi su içecektin? Koyayım mı?"
Behram kafasını iki yana salladı, eliyle ensesindeki saçları sıvazladı. Onu rahatlatmak için, "Ne istersen söyleyebilirsin," dedim. "Gazel’le ilgiliyse..."
"Evet." Genzini temizledi ve gözlerini yerde gezdirmeye devam etti. "Beni artık tanıdığını düşünüyorum, hayatımı, sınırlarımı, ölçümü..." Sesi sakin, dingindi. "Ben de seni tanıyorum, Gazel'i de. Biliyorum, benimle onun arasında çok fark var, birçok bakımdan. Üzgünüm, lafı çok dolandırıyorum, hayatımda hiç böyle bir konuşma yapmamıştım. Demem o ki, Gazel’le konuşup, benim hakkındaki düşüncelerini öğrenir misin? Bu işler nasıl olur bilemiyorum ama kendim için doğru olan şekilde yapmaya çalışıyorum."
Duyduklarım bir süre kulağımda kaset gibi uzun uzadıya dönüp durdu ve dilimin ucunda kelimeler birikti. "Tabii ki konuşurum fakat sizin konuşmanız daha doğru olmaz mı?"
"Önce sen konuş," dedi, sesinde rica vardı. "Eğer ben kendi kendime gelin güvey oluyorsam bileyim, ona göre tavır alayım. Şimdi direkt onunla konuşursam ve reddedilirsem Gazel’le bir daha aynı ortama girdiğimizde rahatsız olabilir ve bunu hiç istemem."
Behram tam da hakkında düşündüğüm gibi ince, düşünceli biriydi; bu ihtimali bile düşünmüştü. "Konuşacağım," dedim ve tereddüt içinde ekledim. "Fakat söylemek istediğim bir şey var. Dediğin gibi ikiniz çok farklısınız. Benim de ilişkiler hakkında pek fikrim yok ama bunun sizi yıpratacağını düşünüyorum."
"Ondan yapmayı istemeyeceği hiçbir şey talep etmem," dedi Behram, neyden bahsettiğimi anlayarak. "Onun hayatına saygı gösteririm. Ama... kırmızı çizgilerim var her insan gibi. Gönlümü hoş etsin diye bir hanımla geçirecek vaktim yok, eğer Gazel'in de bana karşı duyguları varsa ciddi bir adım atmak isterim. Tabii bir şeyler ciddileştiğinde de birbirimizin hayatına zamanla uyum sağlayacağız."
"Çok anlayışlısın. Gazel'in de zaten buna ihtiyacı var."
Behram gülümsediğinde Gazel'in onu mutlu ettiğini anladım ve bir gün aksinin olacağını bilerek başımı önüme eğdim. "Ben gideyim o zaman," dedi Behram, sesi heyecanlı ve daha mutluydu. Arkasını dönüp uzaklaşmaya başladı, koltuğa oturduğunda Muazzez'in başını kolunun altına alarak onu yanağından öptü. Muazzez bu sevgi gösterisine şaşırarak Behram'a gülümsedi. "Ne bu mutluluk?"
Behram sırıtarak omzunu silktiğinde Hazer bilmiş bilmiş konuştu. "Görürsün, senin de işini bozmazsam benim de adım Hazer değil..."
Behram ona gözlerini devirdiğinde Muazzez kıkırdadı ve ben de gülümsemekten başka şey yapamadım. Bir yudum daha su alarak mutfaktan ayrıldım ve salona geçerek Hazer'in yanındaki yerimi aldım. Bacak bacak üstüne atarak sırtımı koltuğun arkasına yasladım ve Hazer bu sefer kolunu koltuğa değil, omzuma attığında ona döndüm. Kolunun ağırlığıyla parmaklarının omzuma olan varla yok arası dokunuşunu hissediyordum. Baktığımı görünce tereddüde düştü ve özür diler gibi bakarak elini çekecek oldu ki dudaklarımı kıvırdım ve sırtımı koluna doğru yasladım.
Yanağımı koltuğun yastığına gömdüm ve filmi seyre dalarken saçlarımı parmaklarımın arasında kıvırdım. Bir süre boyunca dikkatle filmi izleyebildim ama sonra karanlığın ve onun sıcaklığının vermiş olduğu huzurla gözlerim kapanmaya başladı. İlk başta bu uykuya engel olmak istedim, bir süre gözlerimi ovaladım ama Hazer saçlarımı okşamaya başladığında gülümsedim ve gözlerimi tamamen kapattım.
Ne kadar süre geçtiğini bilmiyordum ama belimdeki ağrıyı hissederek kendime geldiğimde gözlerimi ürkerek açtım. Gördüğüm ilk şey karanlık bir tavan oldu ve kalbim korkuyla kasıldı ama bu çok sürmedi. Çünkü hâlâ Hazer'in evinde, güvendeydim. Bunu fark ederek rahatladım ve başımı yana çevirdim.
Han beni izliyordu.
Bir an onun amber gözlerine hazırlıksız yakalanarak yutkundum ve başımı kaldırırken etrafıma bakındım. Behram ve Muazzez gitmişti. Acaba kaç saattir uyuyordum? İçimden kendimi azarlarken bakışlarım saati buldu ve neredeyse gece yarısı olduğunu gördüm. "Uyuyakalmışım," dedim ve ardından kızaran yanaklarımla gülümsedim. "Misafirlerimize de ayıp oldu, yani şey... misafirlerine..."
Hazer gülümsedi. "Misafirlerimiz."
"Hazer..."
Cümlesine tebessüm ettim ve ayaklarımı yere basarak esnedim. Saçlarım, kazağım dağılmıştı. Hazer dikkatle bana bakarken uykumun açılması için yüzümü ovaladım ve Han'ın kirpiklerini bile kırpmadığını gördüm. Ellerimi yüzümden indirirken, bu bakışlardan utandığımı hissederek, "Hımm," dedim mırıldanır gibi. "Neden öyle bakıyorsun?"
"Yüzün bir insanın sanata duyduğu tüm ihtiyacı karşılıyor," dedi ve ardından bana daha önce hiç söylemediği bir şeyi fısıldadı: "Çok güzelsin Mila."
Bana bu savaşta siper olduğunu sanmıştım, meğer kalbimi çalan ta kendisiymiş.
Soluğum ciğerimde sıkıştı ve tatlı bir his vücudumu karıncalandırdı. "Hazer, neler diyorsun..."
"Tutamıyorum kendimi, elimde değil... Yalan da değil, öylesin."
Sakin kalıp, pervasız bir şey yapmamak adına parmaklarımı saçlarıma attım ve bakışlarımı kaçırdım. Onunla her şeyi çok zirvede yaşıyordum ve gözlerindeki ateş kanatlarımı yakıyordu ama... bu bile ondan uzaklaşmama sebep olamıyordu.
"Şşt, yaklaşsana," diye konuştu, sesi boğuktu. Koltukta bana doğru kaydığını fark ettim ve ateşinin etrafımdaki havayı yaktığını hissettim. "Uzaklığımız bana acı veriyor, görmüyor musun?"
"Küçükken kalbim hızlı attığında kalp krizi geçirdiğimi sanırdım," diye itiraf ettim, ufak bir gülümseyişle. "Sana yakın olmak bana sürekli bu hissi hatırlatıyor, kalp krizi geçiriyor gibi oluyorum."
Gülümsedi, bunu boğazından çıkan o ufak sesten anladım ve vücudumla olmasa da bakışlarımla ona yaklaştım. Göz göze düştüğümüzde, susuzluk nefes boşluğumda başladı ve ağzımı kupkuru yaptı. Gözlerimizi ağır çekimde birbirimizin yüzünde gezdirirken elini tereddütle uzattı ve ummadığım bir şey yaparak yanağımdan makas aldı.
Kıkırdadım. "Han..."
Eli indi ve aramızda durdu. Dudaklarım aralandı, nefesim onun yüzüne çarptığında Hazer gözlerini yumdu. Ok gibi kirpiklerinin gölgesi göz altlarını düşmüştü ve yüzüne dağılmış çiller, Tanrı'nın yüzüne dizdiği bir şiirin mısraları gibiydi. Yüzündeki her detay harika bir şiiri ortaya çıkarıyordu.
"Uykun açılmasın," dedi, gözlerini açıp kendine gelmek ister gibi benden uzaklaşırken. "Yukarıya çık da uyu."
"Hayır hayır," dedim ve panikle ekledim. "Gazel bende kalıyor, onu gece yalnız bırakamam. Çok üzgündü, yanında olmalıyım."
Başını aşağıya yukarıya salladı. "Ben de çok üzgünmüş gibi davranayım, işe yarar gibi görünüyor."
"Bana kalan tüm vakitlerimi seninle geçirmekten mutluluk duyarım, bunun için bir şey yapmana gerek yok ki."
Derin iç çekişi sanki bütün evi kapladı. "Ah Mila..."
Hazer genzini temizleyip doğrulurken ben de kazağımın yakalarını düzelttim. "Üzerime bir şey alıp geliyorum," dedi ve ben başımı sallarken heybetli vücuduyla kayıplara karıştı.
İçim içime sığmayarak arkasından baktım ve koltuktan kalkarken komodin üzerindeki abajuru yaktım. Etrafı zayıf, sarımsı bir ışık kapladı. Fıstık'ın kafesinde çırpındığını, Hazer diye bağırdığını duyarken ona öpücük attım ve portmantoya yürüdüm.
Saçlarımı montumun üzerine savurarak sokak kapısını açtım ve fırtına doğrudan yüzüme sürüklendiğinde titrediğimi hissettim. Üşümek, uyku rehavetindeki vücudumu kendine getirmişti. Kar yağışının bitmesine üzülerek dışarıya çıktım ve yavaşça bahçe kapısına yürürken omzumun üzerinden Hazer'i kontrol ettim. Üzerine bir kapüşonlu geçirmiş, basamakları iniyordu. Dalgalanan, yumuşak saçlarına iç çekerek tekrar önüme döndüğümde bakışlarım tesadüf eseri atölyeye çarptı. Bir saniye... Atölyenin kapısı açıktı. Işığı da...
Hazer çıkarken kapıyı da ışığı da kapatmıştı.
Kerem'in bir sebepten ötürü oraya girmiş olabileceğini düşünerek karlı zeminde birkaç daha attım ve kapının tam karşısında durduğumda... Aman Tanrım! İçerisi darmadağındı! Heykeller paramparçaydı, atölyenin zeminine dağılmışlardı. Tam şu anda içim gibi.
"Ha... Hazer..."
Dehşet içinde arkama baktığımda Hazer'in sadece bir adım uzağımda olduğunu gördüm. Henüz içeriye bakmamış, olan biteni görmemişti. Soluğum acıyla dudaklarımdan döküldüğünde Hazer kaşlarını çattı ve başını atölyeye çevirdi.
Donup kaldı, kıpırdayamadı, konuşamadı, nefes alamadı. Sadece öylece baktı ve dünyası başına yıkılmış gibi kılını bile kıpırdatamadı. Her şey ağır çekimdeydi. Öne doğru sersem bir adım attı ve hemen sonra koşmaya başlayarak fırtına gibi atölyeye girdi. Omzu kapıya çarpmıştı ama bu onu durdurmadı. Soluğu tezgâhın önünde aldı ve ipek örtüyü kaldırdı. Bana, zamanı geldiğinde göstereceğini söylediği o heykel, tıpkı diğerleri gibi parçalara ayrılmıştı.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...