4. BÖLÜM
“ÇIĞLIK”
Çığlık bile atamadım. Çığlık atamadım, çünkü korktum. Çığlık atamadım, çünkü bana susmamı söyledi. Çığlık atamadım, çünkü beni incitti. Çığlık atamadım, çünkü... Elini ağzıma kapattı.
Sizin, atamadığınız kaç çığlığınız var?
Şimdi, yanağımın yaslı olduğu soğuk duvara bedenimi de dayayarak, az ileride ağlayan bebekleri duymazdan gelmeye çalışmak, sanki dünyada yaptığım en zor şeylerden birisiydi ve buraya bir kez daha gelmiş olmak ruhumu acıtıyordu.
Yetimhanedeydim.
“Safir Hanım, kardeşinizi görebilirsiniz.”
Kardeşim... Küçük oğlan kardeşim.
Başımı omzumun üstünden arkama çevirdim. Yetimhanenin orta yaşlı müdiresi bana bakarken, “Bu duvarlar çok soğuk,” dedim kendime engel olamayarak. “Koridor da soğuk. Çocuklar odalarına çıkarken bu koridorları kullanıyorlar, üşüyor olabilirler.”
“Aa.” Elini yanında durduğu duvara uzatarak tespitimi onayladı. “Evet, biraz soğuklar. Açıkçası hiç farkında değildim, iyi ki söylediniz. İlgileneceğim.”
Koridorun ucuna bakınırken, “O nasıl?” diye sordum ansızın. “Kardeşim, iyi mi?”
“Merak etmeyin, iyi.”
Ah, küçük kardeşim... Benimle aynı kaderi paylaştığı için ona öyle çok üzülüyordum ki. Şehrin ikinci büyük yetimhanesindeydi, doğduğundan beri buradaydı ve her ne kadar buraya alışmış olsa da yeterince mutlu değildi. Onun varlığını, o üç yaşındayken annemden öğrenmiştim ve yetimhaneden çıktığım ilk gün buraya, onun yanına gelmiştim. O hâlâ küçük, sadece yedi yaşındaydı. Annemin çocuğu, benim kardeşimdi ama...
Babası, annemin bedenini sattığı herhangi adamdan birisiydi.
Kapıyı usulca örterken onu halının üstünde, bir oyuncak yığınının arasında gördüm. Sırtını ahşap kitaplığa yaslamış, birkaç arabasıyla oynuyordu. Oraya vararak halının üstüne, yanına oturdum ve onun dikkatini çekerek ela gözlerini bana çevirmesini izledim.
Ben senin o parlayan ela gözlerini, bu karanlık hayatımın içinde nereye koyayım?
Zaten iri olan gözlerini biraz daha irileştirerek ne kadar tatlı olduğundan habersizce gülümserken, “Safir,” dedi heyecanla. Yoğun kirpiklerinı hızlı hızlı kırpıştı. “Sahiden gelmişsin.”
“Sevindin mi?” dedim heyecanla. Ellerim kucağıma düştüğünde, onun bana yaklaşmakta çekinceleri olduğunu görerek içimin ezilmesine izin verdim. “Sevindim,” dedi dikkat ve merakla beni izleyerek. Burada olduğuma hâlâ inanamıyor gibiydi. “Çok sevindim Safir... Hemen gitmeyeceksin değil mi?”
Küçük çenesine uzanıp severken, “Bana abla demen gerekiyor,” dedim yavaşça.
Bir anda çenesindeki elimi bileğimden yakaladı. “Safir, hemen gitme tamam mı? Lütfen biraz burada kal. Bak...” elimi bıraktı, bir oyuncak arabaya uzandı ve onu kaldırarak hevesle bana gösterdi. “...arabalarım var benim, oynar mısın?”
Şimdi ona baktığımda, nasıl çalındığını bilmediği bir piyano başına oturmuş oğlan çocuğunun, parmaklarını zarifçe tuşlarda gezdirdiğini görüyordum. Şimdi yaralı bir çocuktu ama içindeki acı çoğaldıkça o tuşlara zarifçe dokunmak yerine sertçe basacaktı. Kızdıkça daha sert, sinirlendikçe daha sert, öfkelendikçe çok daha sert... Sonunda piyano çalmayı öğrenecekti ama çalabildiği tek şey acıyla yüklü melodiler olacaktı.
“Sen biraz bile mutlu olacaksan kalırım Leo.”
Dişlerini göstererek gülümsedi. “Sen gelince ben hep mutlu oluyorum ki Safir.”
Başını önüne eğerek birkaç arabasına uzandığında onu dikkatle izledim. Üzerinde benim gibi, boğazlı kırmızı bir kazak vardı, altındaki siyah pantolonla tamamlanmıştı. Saçları altın rengindeydi, ensesine dek dümdüz uzanıyordu. Annem onu doğurduğu gibi yetimhaneye bırakmış, varlığını yok saymıştı. Babasının kim olduğu ya da annesinin onu istemiyor oluşu umurumda değildi. O benim kardeşimdi.
“Safir?”
Küçük elleriyle oynadığı arabalara bakındım. “Efendim?”
“Beni buradan ne zaman alacaksın?”
Şimdi o piyanonun başındaki bendim ve parmaklarımın dokunduğu tuşlardan dökülen notalar, çaresizliğin yankılarıyla dolduruyordu odanın içini. Göğsümün sıkıştığını hissederek bakışlarımı ondan kaçırırken, “Seni buradan almam için onlara sana bakacağımı kanıtlamam gerekiyor,” dedim hissettiğim çaresizlikle yüzüm buruşurken. “Ama ben sana bakamam.”
“Yani...” elindeki arabayı bıraktığını gördüm. “Ben hep burada mı kalacağım?”
Ona bakamadım, o da aynı soruyu tekrarlamadı. Sadece bana yaklaştığını anladıktan sonra küçük kollarının bana iki yanımdan sarıldığını ve ellerinin anlayışla sırtımı sıvazladığını hissettim. Şimdi piyanonun başında ne o oturuyor ne de ben. Müzik çalmıyor, çünkü acı, o bana sarıldığında birazcık sustu.
“Olsun,” dedi. “Ben burada kalsam da olur ama sen yine gel olur mu Safir? Bazen çok gün geçiyor, seni bekliyorum ama gelmiyorsun. Hep gelebilirsin, ben seni buradan taa uzaya kadar seviyorum!”
Küçük bir tereddütten sonra saçlarını okşadım. “Ben de seni buradan ta yıldızlara kadar seviyorum.”
“Ben de seni buradan taa güneşe kadar seviyorum!”
“Yıldızlar dünyaya, güneşten daha uzaktadır. Yani bu demek oluyor ki, ben seni daha çok seviyorum.”
Güldü. Bir tek çocuklar gülse, hiçbirimiz gülmesek de olur diyordunuz bazen saf bir çocuğun gülüşüne denk geldiğimizde. Sanki çocukların gülüşleri gökyüzüne asılı kalan yıldızlardı ve her çocuk güldüğünde o yıldızlar yere düşüyordu. Dünyaya o kadar yıldız düşse nasıl aydınlık olacağını tahmin ediyor musunuz? Belki de aslında bu yüzden yeterince güldüremiyorduk çocukları, çünkü dünya o kadar yıldızın ışığıyla sadece aydınlık değil, bembeyaz bir ışık huzmesi olurdu.
Başı karnımdan kalktığında ellerini çenesinin altında birleştirdi. “Benimle araba yarışı yapar mısın?”
Onun renkli oyuncak arabalarına bakındım. “Seni yeneceğim.”
“Hayır, ben yeneceğim!”
Oyuncak odasında bizden başka birilerinin olmaması rahat olmamı sağlamıştı. Odaya bakındım, birkaç kamera vardı. Kaşlarımı hoşnutsuzlukla çatarak omuzlarımı dikleştirdim ve sanki kendimi korumak ister gibi ellerimi kollarıma sardım. Özellikle yetimhanelerin bir yuva olduğuna olan inancım yıllar önce kaybolmuştu ve kendimi asla güvende hissetmiyordum. Az sonra Leo, elindeki bir arabayı bana uzatarak beni yeneceğinden bahsettiğinde gerginliğimi azaltmaya çalışarak verdiği arabayı aldım. Ona ayak uydurdum, eğildim ve elimdeki oyuncak arabayı hızlıca yerde kaydırarak zeminin diğer ucuna ittirdim. Heyecanla beni izledi ama birkaç saniye sonra arabam onun arabasının gerisinde kaldığında bana bilmiş bakışlar atarak böbürlendi.
Kazanmıştı.
Onu tebrik ettim. Bana bir beyefendi gibi benim de çok iyi oynadığımı ama onun kadar şanslı ve becerikli olamadığımı söyledi. Koşturarak arabaların yanına gitti, onları alarak geri döndü ve tekrar oynamak istedi. Onu gücendirmedim ve bir kez daha oynadım onunla. O hayatımın ne kadar içindeydi bilmiyordum ama dışında olmadığını da biliyordum.
Aradan bir süre geçtikten sonra yetimhanenin bakıcısı gelerek Leo’nun öğle uykusuna yatması gerektiğini söyledi. Leo her ne kadar itiraza etse de sağlıklı olanın bu olduğunu bilerek, “Uyumalısın,” dedim gözlerine bakarak. “Uyuyup büyümeli ve koca bir adam olmalısın.”
Bu onu düşündürdü. “Kocaman adamlar nasıl olur?”
“Kendi ayakları üstünde dururlar,” dedim ve onun hemen ayaklarına bakarak mırıldandığını duydum. “Ama ablacığım, ben de kendi ayaklarım üstünde duruyorum.”
Parmaklarımı dudaklarıma yaslayarak gülüşümün sesini alçalttım. “Öyle değil, tatlım.”
“Nasıl o zaman? Kim gibi mesela?”
O bu soruyu sorduğunda aklıma gelen ilk kişi o olmuştu.
Hazer Han.
Başımı iki yana sallayarak bu alakasız düşünceyi savurdum. Aklıma o gelmişti, çünkü tanıdığım tek kocaman adam oydu. Hayatımın içinde, patronum olarak benimleydi ama sonuçta bu hayatın içindeydi ve gördüğüm kadarıyla kendi ayakları üstünde duran bir adamdı. Leo’nun gözleri tarafından izlenildiğimi bilerek, “Artık gitmeliyim,” dedim kısıkça. “Sen de uyu olur mu Leo?”
Üzüntüsünü saklamadı. “Bir daha ne zaman geleceksin Safir?”
“Sana gülümseyebilecek kadar iyi hissettiğimde geleceğim, Leo.”
Cümlem onun körpe zekâsı için fazla büyüktü ve dolayısıyla anlamadı. “Hani, sen beni buradan yıldızlara kadar seviyorsun ya. Gece yıldızlara bakıp uyuyacağım abla.”
Başını okşadım.
Bana küçük dişleriyle gülümsediğinde, eğilerek saçlarının üstüne bir buse kondurdum. Ondan uzaklaşırken de ejderhasına uzandığını görerek hafifçe yutkundum. Beynim, aklıma gelen ihtimalle aniden uyuşmuş, gözlerim kararmıştı. Onu dirseğinden yakalayarak dikkatini çektiğimde bakışlarımız karşılaştı. “Burada, sana do... dokunmuyorlar değil mi?”
“Nasıl yani?”
Çaresizce açıklamaya çalıştım. “Mesela... Kıyafetlerini kendin giyiyorsun değil mi? Sonuçta kocaman bir çocuksun.”
“Tabii ki kendim giyiyorum,” dedi beni ne kadar rahatlattığından habersizce. “Semra Teyze diyor ki, bizler artık büyümüşüz ve kendi kıyafetlerimizi giymemiz gerekiyormuş.”
“Elbette öyle,” dedim omuzlarım rahatlamayla beraber gevşerken. Küçük yüzündeki kızarmış yanaklarına baktım. “Sana daha önce söylemiştim değil mi? Bazı bölgelerimiz mahremdir ve kimsenin dokunmasına izin vermemeliyiz.”
Yanakları şimdi daha çok kızarmış ve bakışları benden kaçarak eline düşmüştü. Utandığını biliyordum ama onu korumam, ona bazı şeyleri öğretmem gerektiğinin bilincindeydim. “Kimsenin sana dokunmasına izin verme, tamam mı küçük kardeşim?”
Korktuğunu hissettim. “Ya dokunurlarsa?”
“Bağır,” dedim tek bir an düşünmeden. Mila yumruklarını göğsüme vurarak haykırdı: bağırsın, susmasın. “Çığlık at.”
“Tamam Safir,” dedi uslu bir tavırla. “Kimsenin gereksiz bir şekilde bana dokunmasına izin vermeyeceğim ve eğer dokunurlarsa çığlık atacağım.”
“Evet, Leo. Çekinme kimseden. Bir kere susarsan bin kere daha susarsın.” Sustururlar, çünkü konuşarak onlara kim olduklarını göstermemizi istemezler. “Beni anladın değil mi?”
“Anladım Safir.”
Beceriksiz bir gülümsemeyle onu az önce korkutmuş olmamın tesellisini yapmaya çalıştım ama dudaklarım tebessümler konusunda tecrübesizdi. Oyuncaklarını toplayıp ona ait olan rafa yerleştirdikten dakikalar sonra veda etmek için yanıma yanaştı. Dizlerimin üstünde durarak onunla aynı boya kavuştum ve sevinçle bakan gözlerini boynu bükük bırakamayarak yanağına bir öpücük bırakmak için ona uzandım.
Yan yana ama konuşmadan odadan ayrıldık ve üst kata çıktık. Burası elbette benim kaldığım yetimhane değildi, ben zaten oraya asla gitmezdim. Buraya da tahammül etmemin tek sebebi onu görmeyi istiyor olmamdı.
Leo’yu odasına bırakarak kendimi olabildiğince hızlı bir şekilde yetimhaneden dışarıya attım. Sokakta birkaç insan vardı, hepsi hızlı hızlı yürüyerek sokağı terk etme telaşındaydı sanki. Üstümde siyah, şişme bir mont vardı ve fermuarı boynuma kadar örtülüydü. Sayılı pantolonumdan biri olan siyah pantolonumu gri kazağımla tamamlamıştım. Rüzgârın bedenime kuvvetli bir yıkım gibi indiğini hissediyordum.
Sokağın köşesini dönerken hâlâ kaldırımın üzerindeydim ve ayakkabılarımın altında birkaç kuru sonbahar yaprağını eziyordum. Onlara basmamaya çalışarak kaldırım arasında adeta sekmeye başladığımda, cebimdeki telefona gelen bildirim sesini işiterek duraksadım.
Gönderen: Hazer Han Dalgakıran.
Dilerim dersimizi unutmamışsındır Safir Hanım. Çünkü saat ikiye çeyrek var ve siz hâlâ yoksunuz.
Not: Bu arada neden mesajlarıma hiç cevap vermiyorsunuz?
Böyle bir mesaj okumayı hiç beklemiyordum. Bana bundan önce iki kez iş için mesaj atmıştı ve ben her ikisine de cevap vermemiştim.
Telefonu cebime koydum.
Yine mesajına cevap vermedim.
Bu konu üzerinde fazla düşünmeden sokak boyu, yaprakları ezmeden yürüdüm ve dakikalar sonra metro durağına vardım. Bu saatlerde metroların çok kalabalık olmaması benim için teselliydi. Bir köşeye sindim, ellerimi kollarıma sararak kendime bir kalkan ördüm ve metronun içini izleyerek durağıma varmayı bekledim.
Yolculuğum kısa sürmüştü.
Şimdi, ikinci kez geldiğim bu binanın temiz merdivenlerini tırmanırken heyecanlıydım. Koridorun sağ tarafından, daha önce girdiğimi hatırladığım odanın kapısına dek yürüdüm. Muhtemelen içerideydi, beni bekliyordu, çalışmamızı isteyecekti ve bu süreçte gözlerini bir an olsun benden ayırmayacaktı. Omuzlarımı dikleştirdim, sonuçta bana karşı ters bir davranışı olmamıştı ve yanında rahat olabilirdim. Genzimi temizleyerek kapı kolunu aşağıya indirdim ve gözlerimi yerden ayırmadan araladığım kapıdan içeriye süzüldüm. Kapıyı açtığım gibi sessizce kapatırken, garip bir şekilde odadaki varlığını hissettim ve bu, ruhumun sanki bir yerde asılı kalarak ayaklarını çırpmasına sebep oldu.
Başımı kaldırdığımda onu gördüm.
Ruhumun asılı kaldığı bu şey, sanki şimdi beni daha çok sıkmıştı ve ayaklarımı ne kadar çırpsam da o bakışlarıyla beni izledikçe buradan kurtulamayacaktım. Gözlerimizin birkaç saniyelik temasından sonra bakışlarımı kaçırarak ileriye doğru ufak bir adım attım. Sanki konuşmak için bu adımı bekliyormuş gibi, “Hoş geldiniz,” dedi.
Bir adımıma diğer adımım yetişirken, “Hoş buldum,” dedim kibarca. “Biraz geç kaldım, kusura bakmayın.”
“Kusura baktım.”
Hı?
Şaşkınlıkla başımı omzumun üstüne çevirdiğimde, doğal olarak gözlerim de yukarı kalkarak kadrajına onu almıştı. Düz düz bakıyordu. “Tamam,” dedim saçma bir şekilde. “Bir daha olmaz.”
“Olmasın. Ben seni izleyerek geçireceğim vakti boş duvarları izleyerek geçirmeyi istemem.”
Karnıma, nereden fırladığı belli olmayan bir yumruğun yerleştiğini hissettim. “Beni izlemek derken?”
“Elbette, dansından bahsediyorum.”
Evet, öyleydi. Sonuçta burada beni ve dansımı izlemek için duruyorken boş duvarları izlememeyi istemekte oldukça haklıydı. Neden aniden gerilmiş ve bu durumu sorgulamıştım ki? “Dansımı bu kadar beğendiğinizi bilmiyorum,” dedim. Ah, yanaklarım ısınmıştı. “Her gün dansımı izlemek sıkıcı olmuyor mu?”
“Henüz sıkılmadım.” Gözleri yavaşça kısıldı ve ben aynı zamanda amber renkli gözlerinin içinde sıkıştığımı hissettim. “Daha yeni başladık. Seni hep izleyeceğim. Belki bir günde en çok gördüğüm yüz senin yüzün olacak.” Omuzlarını silkti. “Alışmalısın, Safir Mila.”
“Alışayım o halde.”
“Alış o halde.”
Alışmam gerektiğini biliyordum. Sonuçta bu seçmelere katılırken birçok şeyi göze almıştım ama göze aldıklarımın arasında, bu kadar rahatsız edici bir şekilde izlenmek yoktu. Belki onun tarafından izlenmeye alıştığımda bu rahatsızlık dinebilirdi.
Ya ona alıştığımızda, dedi Mila, ruhumun içinde, kaldığı karanlıkta, ışığı ararken. O zaman ne olacak?
Onun ağzını bantlamak istiyordum. Benden daha cesurdu, benim kendime soramadıklarımı o bana soruyordu. Kaşlarımı çatarak ondan uzağa, odanın diğer ucuna birkaç adım daha attım. Kocaman, geniş, duvarlarında boydan boya aynaların kaplı olduğu bir odaydı.
“Aksanlı konuşuyorsunuz?”
Çantanın askılarını omuzlarımdan düşürürken, “Daha önce de demiştiniz," diye onu cevapladım.
“Yabancı mısınız?”
“Türk’üm.”
Babam Türk, annem İspanyol’du ve annemin genlerini taşıdığım gibi onun aksanını da taşıyordum. Bizim evde her iki dil de konuşulurdu. Çantanın askısını elime aldığımda, odadaki ikinci kapıya, giyinme kabinin kapısına gergince baktım. Soyunmalı, taytımı giymeliydim ama o buradayken...
“Bir telefon görüşmesi yapacağım, biraz sonra dönerim.”
Ben ona karşılık vermeden adımları adeta birbirini kovaladı ve kapıyı açarak rüzgâr gibi esip geçti odadan. Çok… kibar bir hareketti açıkçası.
Çantamla kabine girdim ve siyah taytımla, kırmızı, düz bir tişörtü giydim. Bedenimi saran, içinde rahat edebileceğim kıyafetler olmalıydı. Çıkardığım pantolon ve kazağı çantanın içindeki yığının arasına sıkıştırdıktan sonra kabindeki aynadan kendimi süzdüm. Hatırı sayılır uzunluktaki saçlarımı başımın tepesinde sıkı bir topuz yaparak lastikle tutturduktan sonra ellerimi kızarmış yanaklarıma yaslayarak aynadaki çaresiz gözlerime baktım. Korkuyor, ürküyor, umut ediyordu. Ellerimi çenemin altında birleştirirken, “Ne olur mahcup olmayayım,” diye yalvardım Tanrı’ya. “Ne olursun bana yardım et.” Dudaklarım kıvrıldı. “Parlamak istiyorum.”
Ellerimi çenemin altından uzaklaştırdım ve dışarıya çıkmak adına kapıya uzandım. Henüz gelmemişti. Kabinin kapısını kapatarak pointlerimle birlikte odanın içine doğru yürüdüm ve köşedeki ahşap ayaklı, beyaz kadifeli pufun üstüne oturarak spor ayakkabılarımı çıkardım.
Ah, pointlerimin dikişleri açılıyordu ve benim hâlâ yenisini alacak param yoktu.
Burnumun sızladığını hissettiğimde, pointleri giymiş ve kurdele şeklindeki ince bağcıklarını bileğime dolamıştım. Birazdan açılan odanın kapısıyla birlikte içeri karmaşanın sesleri doluştu. Bu seslere Hazer Han’ın bedeni yetişti. Kapıyı ardından kapattığında, yüzümü kaldırdım ve onunla göz göze geldim.
İçeriye doğru ağır adımlarla yürüdü. “Hazırsan başlayalım?”
“Başlayalım.”
Odada radyonun yanına ilerlerken gözüm yerdeki hoparlörlere kaydı. O radyonun yanına vardığında ayağa kalktım ve odanın içine, aynalara doğru yaklaştım. Şimdi onun bedeni arkamda kalmıştı, önündeki aynalardan beni izliyor olmalıydı.
Rahatlatıcı, yavaş bir müzik odanın içine eşit orantıda dağılarak kulaklarıma ulaştığında, Hazer Han parmaklarını havaya kaldırdı.
“Başlayabilirsin Safir Mila.”
İsmimi onun ağzından, bu haliyle ikinci kez duyduğum detayı üzerinde durmadan aynaya düşen yansımasına baktım. Derken o kadar ani bir şekilde göz göze geldik ki, aynanın bu etkiyle parçalanacağını hissettim. “Siz hep böyle rahatsız edici mi bakarsınız?”
Bunu neden sormuştum ki? Nasıl baktığı beni alakadar etmezdi ama bir anda ağzımdan kaçıvermişti. Cevap vermemesini umarak göz kapaklarımı yılgınca örttüm ve dans etmek için müziğin sesine kulak kabarttım. Evet, cevap vermemişti. Artık onunla değil, yalnızca dansımla ilgileniyordum. Ben mi dansın kölesiydim yoksa dans mı benim kölemdi bilmiyordum ama bayılıp düşene kadar dans etme arzusuyla doluydum.
Sağ ayağımın parmak uçlarında odanın sol tarafına doğru açılırken, diğer ayağımı hafifçe yukarı kaldırarak ağırlığımın tümünü sol bacağıma yüklemiştim. Göz kapaklarım kapalı olduğu için nasıl göründüğümü bilmiyor ama estetik göründüğümü umut ediyordum. Kolum sağ bacağımın yönünde ileriye doğru açılmış, sol kolum havaya kalkarak dengeyi sağlamıştı. Dansla o kadar bütünleşmiş hissediyordum ki, müziği bile duyamıyordum.
Bu yüzden onun yanıma yaklaştığını da duyamadım.
Sol ayağımı havada tutmaya devam ederken, sağ elimi sol elim gibi havaya kaldırdım ve iki elimin birbirine çarptığı sırada, tüm ağırlığımı sağ ayağıma yığarak, yine sol ayağımın üstünde kendi etrafımda döndüm. Kusursuz bir dönüş çıkaracağıma inanıyordum ancak başımın üstünde dönen ellerimin sert bir bilinmeze çarpması sonucunda dönüşümü tamamlayamadan sersemledim. Ufak bir inilti bırakarak geriye doğru sıçradım.
Gözlerim aceleyle açıldı.
Tam karşımdaydı. İstese kalp atışlarımı duyardı. Bir kol mesafesinden, yukarıdan aşağıya bakarak gözlerimi karşılıyordu. Parmaklarım çenesine çarpmıştı. Konuşmak için dudaklarımı araladığımda, “Rahatsız etmek istesem bunu yapardım,” dedikten hemen sonra ekledi: “Sana seni rahatsız etmek için bakmıyorum, Safir Mila.”
Sırtımı arkamdaki aynaya yaslayarak ellerimi de aynanın üstünde açtığımda, bakışlarımı mahcubiyet ve korkuyla kaçırarak pointlerimin önüne baktım. Bana dokunmak istememişti, sadece rahatsız etse böylesini yapmak isteyeceğinden bahsetmişti. Omuzlarımın şiddetle yükselip alçaldığını hissederken, onun gerileyerek mesafeyi tekrar açtığını fark ettim. Dansla arama girdiği ve beni huzursuz ettiği için, “Zaten beni rahatsız etmeye hakkınız yok,” dedim lafımı esirgemeden. “Lütfen bunu bir daha yapmayın.”
Genzini temizleme sesini duydum, sanki bir şeyleri bastırmak istiyordu. Ayakkabıları görüş alanımdan çıktığında, “Devam et,” dedi rica eder bir ses tonuyla. “Vakit kaybetmeyi istemem.”
“Bu vakti sizin yüzünüzden kaybettik,” dedim dürüst davranarak. “Bir daha dansla arama girmeyin lütfen.”
“Ağzınız iyi laf yapıyor.”
Ona bakmanın kaçınılmaz olduğunu hissederek ürkek gözlerimi gözlerine kaldırdığımda, başımın üstünden aynaya bakarak kravatını ceketinin ön cebine yerleştirdiğini gördüm. Benimle ilgisini kesmiş görünüyordu, o yüzden cevap vermeyecektim. Gri kravatını ceketinin ön cebine özenle yerleştirdikten sonra nizamı dağılmış olan saçlarını arkaya doğru taradı. Üstünde siyah, daha önce giydiklerine benzeyen bir takımı vardı ve beyaz gömleğinin ilk iki düğmesini açmıştı. “Devam etmek için neyi bekliyorsunuz?”
Sadece ellerim değil, bütün bedenim terlemişti. “Sahnemden çekilmenizi bekliyorum.”
“Ah… Tabii… Sahne senin.”
O andan sonra sahne gerçekten benim olmuştu. Geriye çekilmiş, beyaz döşemeli pufun üstüne oturarak kollarını göğsü üzerinde bağlayarak beni izlemeye başlamıştı. Odanın ortasına geçerek ona sırtımı döndüğüm andan sonra hiç durmadan dans etmeye başladım. Neden bir koreografi seçmediğimizi bilmiyordum, sonuçta bir müzikale hazırlanıyordum ama henüz nasıl dans edeceğime dair bir fikrim yoktu.
Karşımda duran varlığını bir zaman sonra unutarak dansla bütünleştim. Bunu yaparken kendimden bile habersizce gülümsedim. Dans ederken sanki hiç yorulmuyordum. Koşarken ağrıyan bu bacaklar dans ederken sızlamıyordu bile. Hâlâ yaşıyorsam dansa tutunduğumdan, parlamayı istediğimdendi. Gözlerim bu sefer açıktı ve bu dans sırasında kısa saniyelerle sınırlı olarak göz göze gelmiştik.
Dakikalar sonra ceketinin düğmesini çözdü.
Kırmızı, ipek mendiliyle ensesinin nemini sildi.
Biraz sonra Meliha Hanım da bize katıldı. Hazer Han sessizce bizi izlerken, Meliha Hanım daha estetik görünmem ve daha kıvrak olmam için birkaç şey söyledi. Dans ederken aceleci davrandığımı, telaşsız olmam gerektiğini de ekledi. Bana birkaç gün içinde bir koreografi çıkaracağından bahsetti. Bedenimin kıvrak olduğunu ama sınırları zorlayarak daha da kıvraklaşabileceğini söylediğinde elleriyle belimi sabit tutarak kalçamı kıvırmamı istedi.
Saatler sonra Meliha Hanım kendimi bu kadar yormamın kâfi olduğunu söyleyerek bugünlük dersi bitirdi. Çok yetenekli olduğumu söyleyerek yüreğime su serptikten sonra yanımızdan ayrıldı. Hazer Han Bey de ondan birkaç dakika sonra çalan telefonuna bakmak için çıkarak beni rahat bıraktı. Kendimi kabine atarak kapıyı kilitledim. Taytımla tişörtümü çıkararak gri kazağımla siyah pantolonumu giydim. Aynadan gördüğüm kadarıyla saçlarımdaki topuz gevşemişti, bu yüzden lastiği çekip çıkardım ve saçlarımı düzelterek omuzlarımdan aşağıya bıraktım.
Odanın içinde birkaç dakika durarak Hazer Han’ı bekledim. En azından vedalaşmanın bir nezaket kuralı olduğunu biliyordum artık. Gergin bir şekilde onu beklemiş olsam da kapıdan girmedi. Bu yüzden gittiğini düşünerek kaşlarımı çattım ve bu hareketinin büyük saygısızlık olduğunu düşünerek odadan ayrıldım.
Binanın kapısından geçerek açık havaya çıktığımda yağan yağmuru fark ettim. Hay aksi! Yağmurun bir aksilik olduğunu düşünmüyordum ama böyle ansızın yakalanmak beni ürkütüyordu. Merdivenin son basamağını da inerek duraksadım ve sokağa bakındım. Gazel sabah beni almak istediğini söylemiş ve adresi istemişti, birazdan burada olurdu.
Ayaklarımın ilerisindeki çukur suyla dolmuştu ve yağmur damlaları o birikintiye her düştüğünde su etrafa dağılıyor, bir kısmı paçalarıma sıçrıyordu. Üşüdüğümü hissettiğimde saçlarımın ıslanarak beni hasta etmesinden endişe ettim. Ellerimi başımın üstüne kaldırdım ve avuçlarımı başıma örterek yağmurun saçlarıma düşmesine engel olmaya çalıştım.
Fakat o sırada bir şey oldu.
Başımın üstüne şemsiye açıldı.
Durumu aklıma izah etmeye çalışırken, başımı omzumun üstünden arkama çevirdim. Ve evet, Hazer Han’ı gördüm. Hemen arkamda, merdivenin son basamağında durmuş, siyah şemsiyesini başımın üzerine hizalayarak beni yağmurdan korumuştu. Hazer Han’ın hemen arkasındaysa şoförü Kerem vardı ve o da bir başka şemsiyeyi patronunun başına hizalamış, kendisi yağmurun altında ıslanıyordu. Dudaklarım duruma uygun birkaç kelimenin arayışına düştüğünde, “Kasım ayında şemsiyesiz dışarıya çıkılmaz,” dedi Hazer Han kibarca. “Kasım, acımaz.”
Suçu aylara atmayalım bayım. Bulutlar ağlamak istiyorsa bırakın, ağlasınlar.
“Teşekkür ederim,” dedim, şemsiyesini benimle paylaştığı için. “Fakat gerek yoktu, ıslanmak benim için sorun değil.”
“Balerinimi korumalıyım.”
Olanca gücümle yutkunarak kafamı salladım. Bakışlarımı çevirirken de şoför Kerem’in tebessüm eşliğinde bana başıyla selam verdiğini gördüm. Minik bir gülümsemeyi dudaklarıma yerleştirerek kendisine aynı şekilde selam verdim.
Hazer Han omzunun üstünden dönerek Kerem’le bakıştı.
Başımın üstündeki şemsiyeye düşen seslerin kulaklarımı doldurması sonucunda, henüz hâlâ yanımdan uzaklaşmak için harekette bulunmadıklarını anladım. Gergince ellerimi ovuşturarak, “Arkadaşımı bekliyorum,” dedim gitmeleri için.
“Eee,” dedi.
“Yani… Gidebilirsiniz.”
“Eee?”
Huysuzlandım. “Eee’si, gidebilirsiniz.”
“Ben de arkadaşımı bekliyorum, Safir Hanım.”
Sahi, neden benim için beklediklerini düşünmüştüm ki? Şemsiyenin uçlarından düşen birkaç yağmurun az ilerideki su birikintisine çarpmasını izlerken, “Yağmur da hızlandı,” dedi Kerem, imalı bir şekilde. “Benim de şemsiyem yok.”
Başım üstündeki şemsiyenin ona ait olduğunu ve benim yüzümden ıslandığı düşünerek büyük bir mahcubiyetiyle omzumun üstünden arkama döndüğümde Hazer Han’ın da benim gibi ona döndüğünü gördüm. Dik dik Kerem’e baktı. “Başımın üstündeki şemsiyeyi sana mı vereyim Kerem?”
“Yok tabii patron da...” Ben şemsiyenin ona ait olduğunu düşünerek vermek için teklifte bulunmak isterken, Kerem devam etti. “Kendi şemsiyeni kendin tutsan da Behram Abi gelene kadar içeride dursa...”
“Senin maaşın sana fazla geldi galiba.” Hazer Bey başını sol omzuna doğru eğdi. “Hatırlat, biraz düşeyim.”
Kerem’in gözbebekleri büyüdü. “Peki patron.”
Onları izlediğimi fark etmemeleri için başımı çevirdim ve bu hareketim saçlarımın yüzüme çarpmasına sebep oldu. Yanaklarım, fark edilmiş olmanın ihtimaliyle daha da kızarırken, şemsiye dirseğime çarptı. Hazer Han şemsiyeyi hafifçe yükseltti.
Bakışlarımı sokağın ucuna diktiğimde, kırmızı spor arabanın sokağın köşesini döndüğünü gördüm. Galip’in Gazel’e hediye ettiği arabaydı. Gazel’in arkasından başka bir siyah arabanın gelerek Gazel’i geçtiğini gördüm.
Siyah arabanın fevri bir frenle önümüzde durduğunda Hazer Han Bey’in bakışları oraya çevrildi. Arkadaşının o olabileceğini düşünmüştü. Gazel’in arabasının da yavaşlayarak durmasını izledikten az sonra kaçınılmaz olanı yaparak vedalaşmak için omzunun üstünden ona döndüm.
Zaten bana bakıyordu.
Bakışlarımız birbirini yontan taşlar gibi birbirine sürtündüğünde, çillerinin gün ışığında daha belirgin durduğunu gördüm. “Arkadaşınız geldi,” dedim neden hâlâ beklediğini anlayamayarak.
“Farkındayım.”
Mimiklerimin hepsi birden oynayarak afallayışımı belli etti. “Öyleyse gidebilirsiniz?”
“Gidebilirim.”
Göz temasımızı korurken tekrarladım: “Gidin.”
“Gideyim.”
Şemsiyeyi başımdan çekerek kapattı ve üstünde biriken suyu silkerek merdivenin son basamağından indi. Kerem de aceleyle patronunu takip etti. Az sonra ikisi de arabaya yerleştiğinde gözlerim şoför koltuğunda oturan adama rastlamıştı. Profilden gördüğüm kadarıyla kirli sakallı, nizami bir saç tıraşı olmuş biriydi. Adı Behram’dı.
Araba kornasının çaldığını duyduğumda gözlerimi kırmızı arabaya çevirdim. Gazel şoför koltuğundan bana el sallıyor, yanına gelmemi söylüyordu. Kaldırımdan indim ve telaşlı adımlarla arabaya yöneldim. Kırmızı arabanın kapısını açarak kendimi koltuğa attığımda, öndeki arabanın uzaklaştığını gördüm.
Çantamı sırtımdan indirerek ayaklarımın ucuna bıraktım. O sırada Gazel’in oturduğu yerden bana doğru döndüğünü gördüm. Başında kırmızı beresiyle ilk anda çarpmıştı güzelliği gözüme. “Merhaba,” dedim sıcakça. Yaklaşarak beni yanağımdan abartılı bir şekilde öptü. “Merhaba canımın köşesi.”
Bu sevgi gösterisine minicik gülümseme çıkardığımda, gerileyerek tekrar koltuğuna yerleşti. Üstünde, beresiyle aynı renkte olan kırmızı, kısa bir mont vardı ve beyaz pantolonunu bacaklarına geçirmişti. “Nasılsın?” dedi. “Nasıl geçti ders?” İmalı sesine anlam veremediğimde devam etti. “Doğrusu öyle bir adamın karşısında dans ederken baya heyecanlanış olmalısın.”
Şaşkınlıktan çenem düşecek sandım. “Gazel! Çok çok ayıp!”
“Ne?” dedi kıkırdamaya devam ederek. “Allah aşkına, ne kadar yakışıklı görmüyor musun? Ben bile arabanın içinden adama alık alık baktım, sen nasıl dans ediyorsun karşısında?”
Yanaklarımın, boynumla beraber yandığını hissettim. “Bahsetme böyle,” dedim ciddiyetle. “O sadece işverenim. Hem belki evli, belki nişanlı?”
“Yüzüğü var mıydı?”
Doğrusu evli olmadığını biliyordum. Dans seçmesinde kızlar onun gözde bekâr ve zengin damat adayı olduğundan bahsetmişlerdi. “Dikkat etmedim,” dedim ilgisizce. “Kendisi hakkında böyle konuştuğumuzu duysa yerin dibine girerim.”
“Nereden duyacak sanki?” Bana omuzlarını silkti. “Ben bilmem. Haberin olsun, şu andan sonra sizi yakıştırıyorum.”
“Gazel, ayıp ama!”
“Pardon da böylesini kaçırırsan asıl sana ayıp. Safir, adam çok yakışıklıydı.” Şimdi biraz daha ciddiydi. “Görmediğini söyleme.”
Gözlerimi erkeklere kapattığımı bilmediği için böyle konuşuyordu. Onları görmüyordum, üzgünüm ki onlardan sadece korkuyorum.
“Kızma ama,” dedi, gönlümü almaya çalıştığını anladım. “Sen ıslanma diye şemsiye açmıştı, çok tatlı hareket bence.”
“Gazel, o benim yalnızca bursumu karşılayan adam.”
“İçimden bir ses öyle kalmayacağını söylüyor.” Sesi surete bürünmüş olsa, umuda benzerdi. “Bazı insanların bir araya gelmesi tesadüf değil, kaderdir. Belki siz de öylesiniz, ne biliyorsun?”
“Gazeeeel.”
“Tamam tamam.”
Yolculuğumuz çok sürmedi. Bazen dünyayla olan tüm bağımı koparır, sadece durur ve beklerdim. Amaçsız, sebepsiz, zamansız, neyi beklediğimi bile bilmeden... Araba yolculuğu sırasında da böyle bekledim ve dakikalar sonrasında Gazel omzumu sıvazlayarak beni uyandırdığında, irkilerek kendime geldim. Beni, Eminönü’nde ziyaret ettiğim sahafa getirmişti. Bunu onunla konuşmuştuk, burayı uygun bulduğumu, çalışabileceğimi söylemiştim.
“Teşekkür ederim,” dedim esneyerek doğrulurken.
“Seve seve.” Elini omzumda hissettim. “Galip bu birkaç gece yok, lütfen gel, benimle kal.”
Son olanlardan sonra nasıl kalırdım ki evde? “Hayır,” diye itiraz ettim onu kırmaktan korkarak. “Ben... Ben başımın çaresine bakabiliyorum.”
“Safir, lütfen.” Gözleri sahici bir itiraz ve samimiyetle destekliyordu isteğini. “Ne olursun, bu sefer karşılaşmanıza izin vermeyeceğim. Bak, ben sıcacık evimde yatarken senin dışarıda kalmanı kaldıramıyorum...” Çenesini sıktı, dudağının içini ısırıyordu. “Beni seninle sınama. Hem bu gece çok yağmur yağıyor, nasıl kalacaksın dışarıda?”
“Gazel...”
“Sana söz, karşılaşmayacaksınız.”
Omuzlarım yenilgiyle çöktü. Gözlerimi yumarak başımı salladığımda, el çırptığını duydum. “Çıkışta seni alırım, beni ara.”
Cevap veremedim. Sıcak kollarının bana sarılarak vedayı eyleme dökmesine müsaade ettim. Kollarını kısa bir süre sonra çekerek başımdaki bereyi düzeltti ve genişçe gülümseyerek arabadan inmemi izledi.
Gazel olmasa eksik kalırdım.
Kaldırıma çıkarak sahafın cam detaylı, üzerinde birkaç not kâğıdının bulunduğu kapısını açtım. Not kâğıtlarında şiirler, kısa sözler yazıyordu. Kapıyı içeriye doğru açtığımda, kısık sesli bir zilin çaldığını duydum. Gazel arabasıyla birlikte uzaklaşırken birkaç saniye çalan zili görmek için başımı çevirdim ve bunun kapıda bulunan bir sistem olduğunu fark ettim.
Birkaç gün önce geldiğim gibiydi. Ahşap rafların arasında insanlar vardı ve içerisi oldukça sessizdi. Uzun duvarlara sahip olan mekânın çatısından avizeler sarkıyordu. Ortama dengeli bir şekilde yaydığı ışıklar loştu. Arar gözlerle etrafa bakarken kasanın yanında duran kadını gördüm ve ayaklarım benden bağımsız bir şekilde oraya ilerledi.
Lütfen yapabileyim, lütfen!
Geniş, ahşap kasanın önünde durarak ellerimi stresle kotuma sürttüm. Karşımdaki kadın varlığımı hissederek başını bana doğru kaldırdığında, ilk fark ettiğim siyah çerçeveli, büyük camlı gözlükleri oldu. Kır saçlı, ellili yaşlarında, pamuk gibi beyaz teni olan bir kadındı.
“İlan vermişsiniz, çalışan arıyormuşsunuz. Ben... başvuru için geldim.”
Beni süzerken kafasını salladı. “Kitaplardan anlar mısın?” diye sordu, sesi meraklıydı. “En son hangi kitabı okudun?”
“Severim,” dedim dosdoğru bir şekilde. “En son şiir okudum. Edip Cansever’in!”
O şiiri burada, üst katta okuduğumu bilse utançtan iki büklüm olabilirdim herhalde.
“Yaşınız kaç?” diye sordu.
“Yirmi bir.”
“Üniversite öğrencisi misiniz?”
Herkes sizi olamadığınız her iyi şey için suçlayacaktı. Neyse ki buna alışmıştım. “Hayır,” dedim.
“Tamam, başlayabilirsiniz.”
Gözlerimi kendisine çevirdim. “Ne?”
Gözlüklerinin ardındaki kahve renkli gözlerini bıkkınlıkla devirdi. “Başlayabilirsin çocuğum.”
Bu kadar hızlı bir geri dönüş beklemiyordum. “Yani, hemen şimdi işe mi başlayayım?”
Elindeki kitabın sayfasını özenle düzeltirken, “İşe ihtiyacın var mı?” diye sordu.
“Elbette.”
Çenesiyle sahafın içini gösterdi. “Öyleyse, bir toz mendiliyle kitap kapaklarını silmekle işe başlayabilirsin.” Kendisine nasıl bakıyordum bilmiyorum ama sabırsızca soluduğunu gördüm. “Kitapların bir kısmı çok yaşlı olduğu için tozlu ve bakımsız. Kapaklarını ve oldukları rafları sil.”
Mutluluktan ağlamak istediğimi fark ettim. Çok heyecanlanmıştım. “Toz bezini nerede bulabilirim?”
Kasanın altındaki bir rafı çekti ve birkaç saniye sonra elime bez bıraktı. “Başla kızcağızım, iş beklemez.”
“Hemen başlıyorum!”
“Bu arada,” dedi gözlerini üstümden bir an çekmeden. “İsmin ne bakayım?”
“Safir,” dedim. “Safir Mila Safkan.”
Güzel Safir, derdi babam. Güzel ve tatlı Safir.
Onaylar bir mırıltı çıkardığında, yüzümdeki minnet ifadesiyle beraber ona arkamı döndüm ve yavaş, heyecanlı adımlarla iki rafın arasına girdim. “İleride bir portmanto var,” dedi henüz adını bilemediğim yeni patronum. “Oraya koy kızcağızım.”
Öyle çekingendim ki doğru dürüst diyalog bile kuramıyordum. Bunun üzüntüsüyle iç geçirerek iki rafın arasından yürüdüm ve çıkıntılı duvarın içine yerleştirilmiş portmantoyu buldum. Çantamı, montumu ve beremi üzerimden çıkararak dolabın içine ittim ve kazağımın kollarını bileklerime çekiştirerek etrafıma bakındım.
İşim.
Elimdeki bezle kadının bahsettiği rafa ilerledim. Burası hem yapı hem dekor olarak diğer kitapçılara benzemiyordu; daha klasik görünümlüydü. Elimdeki toz beziyle kalın kapaklı, tozlanmış kitaplara uzandım ve resmi olarak işe başlamış bulundum.
İstediğim buydu. Kimsenin bana karışmadığı, hatta benimle konuşmadığı bir ortamdı. Çalışmak, paramı kazanmak, kendime bakabilmek istiyordum. Doğrusu hiç sorgulamadan beni işe almaları çok garipti ama sanırım acil çalışana ihtiyaçları vardı. Maaşımı, çalışma saatlerimi hiç konuşmamıştım ama yarın konuşabileceğimizi umuyordum.
Uzun bir süre rafların ve kitapların tozunu aldım. Bu sırada burada çalışan birkaç kız beni görünce şaşırmış ama huysuz ve tonton patronum onlara kötü kötü baktığı için yanıma gelip bir şey soramamışlardı. Genç bir çocuğun da burada çalıştığını gördüğümde ilk an ürkmüştüm ama henüz liseli bir çocuk olduğunu anladığımda rahatlayabilmiştim.
Saatler boyunca koşturdum, çok az yoruldum ve çoğu zaman kitapların tozunu aldım. Hava karardığında bile mekân loş kalmaya devam etti. Yalnızca iki müşteri vardı ve ikisi de üst katta, mekân kapanacağı için telaşla alışverişlerini tamamlıyorlardı. Huysuz tonton kasanın arkasında, kahvesinin son yudumlarını içerken, bir elimi enseme yerleştirerek ense kökümü ovdum ve anlık ağrıyı savuşturmaya çalışarak gerindim.
En üst raftaki az yapraklı kitabı almak için parmak uçlarımda yükseldiğimde, sahaf kapısının aralandığını duydum ve hemen sonra zilin çalarak etrafta kısıkça çınladığını işittim. Mekân birkaç dakika sonra kapanacakken birinin gelmesini beklemiyordum. Parmak uçlarıma yüklenerek bedenimi geniş rafa yasladım ve tüm gücümü zorlayarak kitaba uzandım.
Tabanlarıma basarak rahatladım ve başımı hafifçe önüme düşürerek kitaba bakındım. Kapağı hoşuma gittiğinde açtım ve sessizce sayfalarına göz attım. Hafif sararmış yapraklara sahip ince bir kitaptı. Dalgın bir şekilde açtığım sayfada, italik harflerin üzerine düştü gözlerim. Beyaz sayfaya siyah mürekkeple yazılan yazıyı gördüğümde, tebessüm eşliğinde o repliği okudum. “Eğer yeryüzündeki bütün elleri bir masanın üzerine koysalar...” diye başladığım repliği, tanıdık bir sesin sahibi devam ettirerek şöyle dedi: “... elini bulabilirdim onların içinden.”
Hazer Han,
Burada.
Sesini ansızın duymuş olmanın şaşkınlığıyla harflerin üstündeki gözlerimin kocaman olduğunu hissettim. Sahiden burada, yanımdaydı ve tekrar kaçınılmaz bir şekilde yüz yüze gelecektik. Kitabı taşıyan parmaklarımın titrediğini hissettiğimde, omzumun üzerinden ona döndüm. Bir kol mesafesi kadar uzağımda, avizeden dağılan ışığın altındaydı. Boyu benden uzun olduğu için yukarıdan bakan oydu ve ne şaşkınlığa ne duygularına dair bir ifade barındırmıyordu çehresinde. “Burada ne yapıyorsunuz?” dedim parmaklarımı kitabın etrafına sararak. “Bu da mı tesadüf?”
Elleri, takımının üstüne giydiği kabanının ceplerindeydi ve geniş bedeni bir gölge gibi önümde dikilerek beni ürkütüyordu. Omuzlarını silkerek, “Sürekli uğrarım buraya,” dedi. Gözleri o kadar kısıktı ki, renklerini göremiyordum. “Bu mevkide oturduğumdan bahsetmiştim, Safir Mila.”
Bahsetmişti ama bunu şimdiden unutmuştum. Hem neden planlamadığımız halde her seferinde karşılaşıyorduk ki? Bakışlarımı ellerime düşürürken, “Ya siz?” dedi, pürüzlü sesiyle. “Burada ne yapıyorsunuz?”
“Çalışıyorum.”
Duraksadığını hissettim ama bununla ilgili hiçbir şey sormadı. Üzerinden yağmur kokusunu alıyordum. “Buyurun, bakmak istediğiniz kitaba bakın,” dedim nazik davranmaya özen göstererek. Geçmek için izin istedim. “Müsaadenizle?”
Keskin bakışları yüzüme bakmaya devam ederken, “Kitabı istiyorum,” dedi dümdüz. “Elindekini.”
“Ha?” Minik bir duraksamanın ardından elimdeki kitabı kendine uzattım. “Buyrun.”
Cebinden çıkardığı elini kitabı almak için bana doğrulttuğunda yutkundum. Sanki uçurumun ağzında, rüzgârın gelip beni aşağıya uçurmasını beklemek gibiydi elini beklemek. Kemikli parmakları ona uzattığım kitabı kavradığında omuzlarım rahatlamanın verdiği gevşemeyle çöktü.
Bir adım gerilediğinde elimdeki toz bezini avucuma alarak rafla kendisi arasında sıvıştım ve kasaya doğru yürüdüm. Arkamdan geliyordu, adımları bana yetişmişti. Kasanın önünde durduğumda, huysuz tontonun bana olduğundan daha tatlı şekilde Hazer Han’a baktığını gördüm. “Hoş geldin oğulcağızım,” dedi sevimli bir tonda. Hafif bir gülme istediği beni dürtse de kasaya bakmaya devam ettim. “Bu kitabı mı aldın? Ama sen bu kitaptan daha önce almıştın san...”
“Yanlış hatırlıyorsunuz galiba.”
Hazer Han’ın sessizce mırıldandığı söz sonrasında kadın üstelemeden kafasını salladı ve kitabın barkodunu okuttu. Hazer ödemesini yaptı, poşetini aldı ve kabarık cüzdanını cebine yerleştirdi.
Ona iyi akşamlar, demek için dudaklarımı araladığımda, “Sizi bırakmamı ister misiniz?” diye sordu, aniden. Heyecanlandım. “Evinize?”
Onu bir kez daha geri çevirecek olmanın mahcubiyetiyle, “Metro kullanacağım,” dedim. “Teşekkürler.”
Başı sağ omzuna düştü. “Beni hep reddediyorsun Safir Mila.”
“Reddedileceğinizi bildiğiniz soruları sormayın öyleyse.”
Gözleri bana sonbaharı anımsatıyordu ama asla ona uzun bakıp o mevsimi yaşamıyordum. “Elbet bir gün kabul edersin,” dedi ve gözlerini gözlerimden çekmeden ekledi. “İkna konusunda kabiliyetliyim.”
Verecek bir yanıt bulamayarak gözlerimi kırpıştırdığımda, boyasına çamur sıçramış ayakkabıları üstünde dönerek uzaklaştı. Bana veda etmemişti, belki de vedası, son bakışıydı. Gün içinde dağılmış olan saçlarına bakarken, “İyi akşamlar,” diyebildim yalnızca. “İyi akşamlar, Hazer Bey.”
Omuzlarının yükseldiğini gördüm. “Balerinim, iyi akşamlar.”
Balerininiz için hiçbir akşam iyi değil, bayım.
Sahafın kapısı aralandı, zil içeride çınladı ve etraf, o kapıyı çekip gittikten sonra ölümcül bir sessizlikle kaplandı. Kaldırım kenarındaki arabasına yerleşti, şoför koltuğunda yine Kerem olmalıydı. Oysa yanımdan arabayla ayrılmamışlardı. Araba kaldırım kenarından uzaklaşmaya başladığında, sahafın pencerelerine inen yağmurun gürültüsü çoğaldı. Gittiler, uzunca bir süre orada kalıp bakakaldım.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...