0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

51. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

"AİLE."

Hayattaki her adımını, iki dudağının ucundan çıkan kelimelerle atarsın.

Günler, elimden düşüp yerde dağılan bir kolyenin boncukları gibi o kadar hızlı geçip gidiyordu ki, şu aralar tek tasam anı yaşayamamaktan korkmamdı. Anlar... Yalnızca zamanın içindeki küçük anlar, Hazerle yaşanılan o minik anlar kalbimde böyle çırpıntılar oluşturabilirdi. Hiçbir şey yapmadan, yalnızca birbirimize gülümsediğimiz, birbirimize baktığımız, gecenin bir yarısı sıçrayıp uyandığımızda birbirimizi sakinleştirdiğimiz... Mutluluğu aramıyordum, küçücük anları mutluluğa çeviriyordum. Ve bu benim Hazerle bulduğum mutluluk formülümdü.

Bugün şirkete gelmiştim. Hazer’in odasında, hatta yanındaydım. Tırnaklarımı gömleğinde gezdirerek onu izliyordum. Yanağımı omzuna sürttüğümde dikkati dağıldı ve Keremle konuşmayı nazikçe bitirip bana döndü. Yakıcı amber gözleri onunla defalarca kez paylaştığım bedenimi tepeden tırnağa süzdü. Bugün, bir omzu düşük gri bir kazakla deri eteğimi giyinmiştim. Çizmelerim de dizlerimin üzerine kadar uzanıyordu. Hazer Han okula giderken bu kadar efor harcamama gerek olmadığını söylüyor, çok güzel göründüğüm için sitem ediyordu.                    

Gözleri, vücudumdaki serüvenini omuzlarımı, boynumdaki balerin figürlü kolyeyi izleyerek bitirdi ve daha sıcak şekilde gözlerimin içine baktı. Benden etkilendiğini fark edip utangaç şekilde gülümsediğimde, dizini çıplak bacağıma sürterek beni bozguna uğrattı. Hızla bacağımı geriye çekerek gözlerimi kırparken, saçlarımı okşayıp ukala şekilde göz kırptı.

"Kardeşim sizin cicim ayınız bitmedi mi artık," diye isyan edip yanımızdan geçti Kerem ve Hazer'in ofisinin kapısına ilerledi.

"O ay hiç bitmez," diye cevap verdi Hazer, ona. "Bebeğimle ne yapacağımı sana mı soracağım la?"

"Yiyorsa bebek yap," dedi Kerem, Hazer'in zaaf noktasından vurarak.

"Yaparız, sana ne?” Dedim ona, sırıtarak.

"Tövbeler olsun..."

Kerem bizden korkmuş gibi hızla kapıyı kapatıp gözden kayboldu.

Han aniden koltuğunda döndüğünde bocaladım ve bir adım geriye çıktım. Koltuğunun arkasını masasına yaslayacak şekilde pozisyon alıp ellerini bana uzattı ve beni dizine oturturken, "Demek öyle," dedi. Gözlerimin içine dikkatle bakarak elini bacağımdan yukarıya çıkarmaya başladı. "Soyun o zaman."

"Han..." susması için elimin içini ağzına kapattım ama sonra bunun ne kadar kötü bir şey olduğunu fark edip elimi geriye çektim. En sevmediğim şeyi ona yapmıştım. Hızlıca, "Özür dilerim," dediğimde neyden bahsettiğimi anlayıp elime baktı ve sonra elimi tutup kaldırdı, yanağına koydu. 

"Bazen eylemler aynı görünse de niyetler birbirinden farklıdır Mila. Bazen birilerini susturman gerekir, bu her zaman kötü değildir. Bazen o kişiyi susturup felaketlerin önüne geçmen gerekir."

Belki haklı olabilirdi. Her söylenilen şey iyi olamazdı nihayetinde. Fakat birisine sus demek, elimle ağzını kapatmak... sanki onu geri dönülemez şekilde incitirdi. "Olsun," dedim, dudağının kenarını okşayarak. "Ben kimseyi susturmam."

Gözlerinde biraz ışık belirdi, yönümü bulup evime gidebilmeme yetecek kadar ışıktı. "İleride... Bir bebeğin olduğunda onu susturmak isteyeceksin."

Yanağıma düşen bir tutam saçı parmağıma dolayıp, "Bebeğimi hiç susturmam ki," dedim, bu düşünceye bile kırılarak.

Parmağıma kıvırdığım saçlarıma, sonra aniden yüzüme çöken hüzne bakıp yüzünü boynuma sürttü. "Susturmayı isteyeceksin. Çünkü o ağlayacak ve sen onun ağlamasına hiç dayanamayacaksın."

Annem nasıl dayanmıştı acaba ağlamama? Beni doğru düzgün emzirmemişti bile, onun yüzünden doğduğum ilk yıllarda çok bakımsız, zayıf bir bebek olmuştum.

Şimdi bu hüzünlü anıları düşünmenin yeri de zamanı da değildi ama kalbim benzer şeyleri yaşadığımda anılarımı bana hatırlatıyordu. İster istemez kendimi onun yerine koyuyor ve her defasında bu kadar bencil, doyumsuz, kötü bir kalbi olduğu için hüzünleniyordum. Annemi... artık tamamen unutmalıydım. Hazer çok haklıydı, ben bir bebeğin ağlamasına dayanamazdım; benim bebeğim olmasa bile. Elimle onun yüzünün yanlarını okşayarak, "Hayali çok güzel," dedim açık açık. "Seninle benim bebeğimizi susturmak için çabalamamız... kulağa yorucudan çok zevkli geliyor."

Gözlerinin ışığı daha bir canlandı, hevesle yutkundu ama sonra bunu belli etmekten kaçınır halde, "Gerçek olabilir," dedi ve dudakları yaklaşmışken öpmeden de duramadı. Tatlı, sıcak nefesinin esintisi tenimi gıdıklayıp saçlarımın arasında kayboldu ve dudakları bir iyilik yapar gibi kulağımın altından öptü.

Ona bir başka şey söylemek için dudaklarımı açtım ama telefonu çaldığında omuzlarımı düşürdüm. Telefonu çıkarması için onun dizinden kalkıp eteğimi düzeltirken Han'da siyah kumaş pantolonunun cebinden telefonunu çıkardı. Telefonunu dün yine değiştirmişti, daha iyisi çıkınca onu almayı seviyordu. Birkaç aylık telefonunu da Kerem'e vermişti. Hatta Kerem o telefonu alabilmek için Hanla iddiaya girip kazanmıştı bile.

O telefonunu yanıtlarken kazağımın omzunu da düzeltip elimi saçlarıma kattım. Tebessüm ederek Han'ın koltuğunu çevirirken, "Ne demek hastanedesiniz anne?" Diye hiddetlendiğini duyup ellerimi koltuktan çektim. Hızla arkasından çıkıp korkuyla yüzüne bakmaya başladığımda, "İyi mi?" Diye sordu bu kez. Koltuktan kalktı ve koltuğun arkasında duran siyah ceketini kapıp elime doğru uzandı. Onunla masanın arkasından çıkıp kapıya yürürken, "Geliyorum," dedi ve daha başka kelam etmeden telefonu kapattı.

"Hazer," dedim ama daha ne olduğunu soramadan beni aydınlattı.

"Mustafa... Hastanedeymiş. Evde kaza geçirmiş sanırım, annem ağlamaktan tam anlatamadı."

Kalbime sahici bir şey oldu, sanki çok ağır bir yük bindi. Çok telaşlı ve korkmuş görünüyordu, elimi farkında olmadan sıkıyordu. Koridordan fırtına gibi geçerken, bir beyefendiyle konuşan Cüneyt Bey’i gördük ve Hazer ona bir şey söyleme gereği duymadı.

Asansöre yöneldik ve o düğmelere rastgele basarken, ben de sabırsızca ayağımı yere vurmaya başladım. Asansör çıktığında içeriye girdik ve inerken kaygıyla yüzüne bakıp durdum. Çehresinde, midesi bulanıyormuş gibi bir ifade vardı ve eliyle alnını ovalıyordu. Elimi tutan elinin her saniye daha da üşüdüğünü fark edip parmaklarımı kıpırdatmaya çalıştım. "Annen başka ne söyledi canım?"

Sabırsızca indiğimiz katları gösteren asansör düğmelerine bakarken, "Sadece ağlıyordu," dedi korku dolu bir sesle. "Mustafa üşümüş dedi, ev kazası dedi. Anlamadım neyden bahsettiğini. Konuşamıyormuş, sadece titriyormuş."

Bu nasıl bir ev kazasıydı Tanrı aşkına? Evin içindeki bir çocuk nasıl üşürdü? Aklımın bu soruları alması için daha fazla bilgiye ihtiyacı vardı ama Hazer'in konuşmak için fazla endişeli olduğunu düşünüyordum. Asansör inince dışarıya çıktık, el ele güvenlik kapısından geçtik. Birinin Hazer Bey dediğini duydum ama Han ilgilenemedi. Arabayı otoparka değil, bahçedeki alana park etmiştik. Arabaya ilerlerken, kaputa yaslanmış olan Kerem'e ismini seslenerek, "Direksiyona geç," dedi.

Kerem'in olması gerektiği anlarda çok çabuk ciddiyete büründüğünü daha önce de deneyimlemiştim. Yine aynısı oldu ve muhtemelen son günlerde sık sık oynadığı oyunu sonlandırıp telefonu cebine attı, şoför koltuğuna geçti. Biz de arka koltuğa yerleştik, önce Hazer'in sonra da kendi emniyet kemerimi takıp ceketlerimizi kenara koydum. Hazer yüzünü ovalayıp gömleğinin bir iki düğmesini açarken, "Nasıl böyle bir ev kazası olabilir," diye tısladı. Kerem arabayı park alanından çıkardı. "Evin içinde nasıl üşüyebilir, sıcacık evde! Dışarı mı çıktı, kayıp mı oldu..."

Kerem dikiz aynasından huzursuz bir bakış attı. "Hangi hastaneye?"

"Evin civarındaki, şu özel hastane."

Kerem başını sallayıp önüne döndü, arabayı olabildiğince hızlı kullanmaya başladı. Koltukta kendisine doğru dönüp kravatına uzandım, daha rahat olması için çekip aldım. "Annen size çok düşkün bir kadın, o yüzden Mustafa'nın eline diken batsa oturup ağlar bence. Eminim Mustafa iyidir, annem duygulanmıştır."

Kravatı katladım ve çantamın içine koyarken Han'ın benden tarafa döndüğünü gördüm. Yüzünü çepeçevre saran kaygının uzaklaştığı yoktu ama gözbebeklerindeki nabız daha sakin atıyordu. "Umarım dediğin gibi annem evham yapıyordur."

"Umarım bebeğim."

Arabanın kırmızı ışıkta durduğunu fark edince sırtımı koltuğa yaslayıp başımı omzuna koydum. Dirseğini camın kenarına yasladı. Gergin olduğu araba yolculuklarında hep bunu yapıyordu. Camı açıp dirseğini de camın kenarına yaslıyor, mümkün oldukça havayı içine çekiyordu. Dizlerimi birbirine yaslayıp dua etmeye başlayım. Dua etmeyi seviyordum. Ortada herhangi bir tasam olmadığında da dua etmeyi seviyordum. Beni, kalbime daha çok yakınlaştırıyordu, o kalbin gerektiği gibi atmasını sağlayan Tanrı'ya da.

Uzun uzun plazaların olduğu ilçeleri geride bırakıp onların evinin civarlarına yaklaştık, birkaç dakika sonra da Kerem arabayı bir hastanenin otoparkına çekti. Hazer hepimizden önce davranıp dışarıya çıktığında çantamı dahil olmak üzere her şeyimizi orada bırakıp ben de arabadan indim. Hazer'e yetişip yanında yürürken, Kerem'de arabayı kilitleyip arkamızdan asansöre geldi.

Yukarıya çıktığımızda istemsiz bir şekilde yine Han'ım elinden tutmuştum. Asansör çıkınca Hazer koridordaki masaya yaklaştı, hanımefendiye sorma ihtiyacı duyduğu her şeyi sordu. Sabırsızca ayağımı yere vurmaya başladığımda kadın bilgisayardan yararlanıp bizi bilgilendirdi ve böylelikle üst kata çıktık.

Basamaklar bittiği an Bahar annemi bir odanın kapısı önünde görüp Han'ın elini sıktım. O da farkına varıp hızla annesine ilerlerken, Kerem arkamızdan endişeyle geldi. Bahar anne yere çarpan telaşlı adım seslerini duyunca başını kaldırdı ve gözyaşları içinde Hazer'in kolları arasına girerek, "Ah oğlum," dedi. Onun geldiğini görünce çok rahatlamış gibiydi. "Kalbime inecekti, kalbime."

Hazer sakinleşmek için annesinin omuzlarını hafifçe okşadı. "Hangi odada? Neyi var anne? Nasıl üşür, nasıl hastaneye gerek duyacak kadar üşür anne!"

Bahar annem geriye çekildi, elinde bir selpak vardı. Keremle beraber kendilerine yaklaşırken, kapı sesini duyup başımı hafifçe çevirdim. Hep olduğu gibi beyaz önlüklerinin içindeki bir doktor hanımefendi kapıdan çıkıp sırasıyla hepimize baktı, yatıştırıcı haliyle gülümsedi. "Merak etmeyin, Mustafa Kemal çok iyi." Başını Hazer'e çevirdi, onu tanıdığı o kadar aşikârdı ki, anında fark etmiştim. Sanırım bizzat Mustafa Kemal'in doktoruydu. "Hoş geldin."

Hazer, Kemal'in iyi olduğunu duyunca rahatladı, elimi tutan eli ilk kez o an gevşedi. "Hastanede olmaktan yana hoş bulamıyorum," dedi ve gözlerini doktorun omzunun üzerinden ileriye çevirdi. "Görebilir miyiz?"

"Bahar Teyze Mustafa'nın hipodermi geçiriyor olmasında korkmuş sanırım ama yalnızca biraz fazla üşümüş." Bahar annemin omzunu okşayıp içten şekilde gülümsedi. Genç bir kadındı, ışıltılı gülümsemeye sahipti. "Haliyle çok korkmuş Mustafa, Bahar Teyzeyi de telaşa sokmuş."

"Evin içinde nasıl üşür?" Hazer anlam veremeyerek odanın kapısından içeriye geçtiğinde ben elini tuttuğum için onunla sürüklenmek durumunda kalmıştım. Yanından geçerken anneme gülümsedim ve Hazerle odaya geçtiğimizde, Mustafa Kemal'i yatakta uzanırken gördük. Gözlerinden yaşlar akıtarak yere bakıyordu, ta ki bizi görene kadar.

"Abi!"

Hazer onun yatağının kenarına oturunca ben de temkinli şekilde dizlerimin üzerinde alçalıp Mustafa'nın tombul eline uzandım. Neyse ki ürkmedi, parmakları kuvvetsiz şekilde elimi sıktı. Hazer iri avuçlarıyla onun yüzünü kavrarken, "N'oldu abim?" Dedi, sesinin tonunu düşürerek. "Üşüyor musun?"

Mustafa Kemal başını hafifçe eğdi, odanın kapısından dışarıya bakmaya çalıştı. Bunu neden yaptığını anlayamadım ama derslerimden öğrendiğim kadarıyla bir şeyden korktuğu açıktı. Hazer'de kafasını çevirip kapıya baktı, sonra kardeşine döndü. "Mustafa, abiciğim? Bir yerinde ağrın sızın var mı? Nasıl üşüdün sen, dışarıya mı çıktın?"

Mustafa Kemal elimi, ancak bir yetişkinin sıkabileceği kadar sıkıp beni daha da kaygılandırırken hiçbir şey demeden başını Hazer'in göğsüne koydu. Hazer bu sessiz tepkisinden ne mana çıkaracağını bilememiş gibi kafası karışmış halde onun saçlarından öperken, acıyan elime baktım. Neden bu kadar sıkı tutuyordu, sanki yardımıma ihtiyacı vardı. "Mustafa," dedim en yumuşak sesimi kullanarak. "Yengene anlatmak istediğin bir şey var mı?"

Hazer onu yanına biraz daha çekerken, Kemal'de başını hafifçe çevirip bana baktı. Çekik gözleri gözyaşlarıyla parlarken, "Dışarıda mı üşüdün?" Diye sordum, onu suçlamadığımı gösterircesine gülümsedim.

Kafasını abisinin göğsüne sürtüp yalnızca gözlerini kapıya çevirdi, kalın dudakları aşağıya doğru büküldü. "Bal... Balkonda."

Ah, balkonda mı kalmıştı? Belki birisi farkında olmadan kapıyı onun üstüne kilitlemiş olabilirdi. Bunun nasıl gerçekleştiğini sormak istedim ama korkmuş gibi ufak yüzünü tekrar Hazer'in gömleğinin üstünden göğsüne koydu. Oy sırada doktor hanımefendi içeriye Bahar annemle beraber girerek, "Psikiyatristle konuşabiliriz," dedi. "Mustafa daha önce de aynı psikiyatristle konuşmuştu."

Evet, bu gibi durumlar ve özel farkındalıkları olan çocuklar için makul olan buydu ama Mustafa buna da yanaşmayacak gibiydi. Elimi sıkıca tutarak iç geçirirken, "Anne," diyerek gayet huzursuz şekilde Bahar anneme döndü Hazer. "Balkonda kaldığını söyledi. Çocuğu balkonda mı unuttunuz?"

"Ben evde değildim," dedi Bahar Teyze direkt. Gözlerinin yaşı henüz kurumamıştı. "Geldiğimde onu aradım evde, çünkü hiç ses soluğunu duymuyordum. Sonra odamın balkonunda ağlarken buldum, sakinleştiremeyip direkt buraya getirdim. Hipotermi geçirdiğini sandım, o telaşla ne olup bittiğini de anlayamadım ki oğlum."

Yavaşça elimi Mustafa'nın elinden çekmeye çalıştım, kafasını kaldırıp bana baktı ve parmaklarını gevşetti. Ona güven sağlaması için gülümseyip doğruldum ve annemin yanına ilerlerken, "Balkonun kapısı kilitli miydi?" Diye sorduğunu duydum Han'ın.

Bahar Teyze bir şeyleri yeni kavrıyormuş gibi gözlerini kırptı ve bana bakıp, "Evet," dedi. Haklıydı, o korku ve telaşla kadın bunları nasıl düşünüp anlam verebilirdi. "Ben... Sesi duyunca açtım, onu görünce direkt de şoförü çağırdım, apar topar hastaneye geldik." 

"Anne, kapıyı kim kilitler çocuğun üzerine!" Hazer bağırarak yerinden fırladığında Mustafa Kemal'in irkilerek geriye kaçtığını gördüm. Hızla hasta örtüsünün altına girdiğinde, Bahar annemde endişeyle ileriye çıkıp, "Evde bir tek Hatice vardı," dedi aydınlanamamış bir şekilde fısıldadı. "Ona bırakıp çıktım, her zaman yaptığım gibi."

Hazer'in amber gözlerinde, ihtiyacım olan tüm ateşi görüp yutkundum ve o hızla yanımızdan geçip odanın kapısına ilerlediğinde, peşine doğru iki adım attım. Kapıdan fırtına gibi çıkıp başını koridorun sol tarafına çevirdiğinde, o gün dikkatimi çeken yardımcılarının orada olduğunu gördüm. Arkasından koştum ve kolundan tutup nefes nefese, "Lütfen bana bırak," dedim.

"O benim kardeşim! Benim!"

Bu kez onu sakinleştiremeyeceğimin farkındaydım. Son günlerde öfkesi, bir silahın ucundaki kurşun gibi tetikte bekliyordu zaten. Beni nazikçe kenara itip yanımdan geçti ve kızın oturduğu koltuğa ilerledi. Kız kafasını kaldırmış, gözlerini de kocaman açmıştı. O an Hazer'in öfkesinin haklı olduğunu anladım, kızın bakışları suçlulukla doluydu.

"Hazer Bey..."

"Onu balkona kilitledin mi?" Diye kükredi Han, yüzünü alçaltıp kıza doğru eğilirken. Kız koltuğunda geriye sıçrayarak dudaklarını açtı ama bir şey diyemedi. "O daha küçücük bir çocuk, ne yaptığını sanıyorsun lan sen!"

Kerem yerinden fırlayıp Hazer'in yanına gitti, kıza herhangi bir fiziki zarar vermeyeceğinden benim kadar emin olsa da kolundan tutup onu geriye çekmeye çalıştı. "Kerem, bırak! Ne yapmış, duymadın mı? Kardeşimi kilitlemiş, balkonda soğuğa teslim etmiş!" Kerem'i sertçe itti ve bir daha kıza doğru yürümeye başladı, yardımcı kızsa suçlulukla ağlıyordu. "Sen bu çocuğun özel bir çocuk olduğunu biliyordun lan! Madem böyle vicdansızlık yapacaktın baştan girmeseydin çalışmaya!"

"Ben yalnızca... Onu eğitmek için..."

"Biz onu eğitmek için ona ceza vermiyoruz!" Bu kez bağıran Bahar annemdi. Odanın kapısı önünde, hayal kırıklığı ve öfkeyle yardımcısına bakıyordu. "Onun özel bir çocuk olduğunu sana en başından söylemiştik! Üstelik ona ceza vermek sana mı kalmış, yapacağın tek şey ona yardımcı olmaktı!"

"Hak... Haklısınız." Kız koltuktan titreyerek kalktı, onu kurtarabilirmişim gibi, yardım isteyen gözlerle bana baktı. "Nasıl yaptım, bilmiyorum. Çok agresifti, bana vurmaya kalkıştı. Hatta... bana saldırmaya bile çalıştı, gömleğimi falan açmaya..."

"Öy... Öyle bir şey yapmadım!"

Mustafa Kemal'in bağırdığını duyunca başımı çevirdim, annesinin eteğine yapışmış, kafasını şiddetle iki yana sallıyordu. Bahar annem ve doktor hanım ona müdahale etmeye başladığında, Hazer Mustafa Kemal'in bembeyaz kesilmiş suratına baktı ve bir an sonra kızın üzerine fırladı. "Bir de kardeşimi, seni taciz etmekle mi suçluyorsun?"

Kızın herhangi bir çocuğu bu şekilde ve kolayca suçlayabilmesi midemi bulandırdı.

Hazer kontrolünü, bunu duyduğunda kaybettiği için bir şeyler yapma gereği duydum. Onun yerinden fırladığı gibi ben de yerimden fırlayıp kendimi onun önünde buldum, ellerimi de göğsünün üzerinde. Hazer bir adım daha atamadı, omzumun üzerinden karşısındaki kadına, gözlerinden çağlayan bir nefretle baktı. Gömleğini sıkarak, "Ellerin," dedim. "Her nasılsa bırak öyle kalsın, masum. Lütfen sakinleş, bunun bir yere varmayacağını biliyorsun. Polisi arayalım."

Kalbi, yarı yumruk olan elimin altında kuvvetle çarpıyordu. Omuzları ileriye doğru gidiyordu sanki, onu sabit tutmak zordu. Ben yapamazsam buradaki başka kimse yapamazdı, onu sakinleştiremezdi. "Kerem, polisi ara!"

Kerem'in ceketinin cebine davrandığını görürken tuttuğum nefesi verdim ama arkamdaki kız, "Lütfen," diye bağırınca o gerginliği tekrar hissettim. "Bir daha böyle bir şey yapmayacağım, yemin ederim! Lütfen beni polise ihbar etmeyin! Biz... Biz şakalaşmak istemiştik!"

"Kesin öyledir bacım," dedi Kerem, hasbinallah çekerek. 

O 112'yi tuşlarken, Hazer kadının çırpınışlarını yok sayarak omzunun üzerinden arkasını döndü, doktorla annemizin yatıştırmaya çalıştığı Mustafa'ya baktı. Çocuğum, hakikaten titriyor, hızlı hızlı soluk alıp veriyordu. Bu yaşananlar onu, herhangi bir çocuktan daha çok etkilemişti; çünkü yaradılışından gelen bir içine kapanıklığı, hassaslığı vardı. "Ara Kerem," diye tekrarladı bir daha.

"Aradım Hazer'ciğim..."

"Hazer Bey, lütfen!" Kadının bize yaklaştığını hissettim ve kafalarımız Hazerle aynı anda arkaya döndü, gri gözlerim ıslanmış yüzüyle karşı karşıya kaldı. "Yemin ediyorum sizden tazminat bile istemeden işten ayrılacağı..."

"Bir de tazminat mı isteseydin şıl... Tövbe tövbe..." Kerem söylenip telefonunun ucundaki polise döndü. "Polis Bey..."

"Sana, en fazla bu kadar iyi olabilirim," dedi Hazer, sesinin altındaki tehdit dolu tını tenimden bir rüzgâr gibi geçti. "Paramın nimetini sonuna kadar kullanıp en ağır cezayı alman için elimden geleni yapacağıma da emin olabilirsin. Buradan hiçbir şey olmamış gibi gitmene izin vereceğimi nasıl düşünürsün?"

Kadının omuzları hıçkırıklarıyla sarsılmaya başlamıştı ama içimde bir hüzün kırıntısı dahi belirmemişti. Çocuklara karşı büyük bir hassasiyetim vardı, masumiyetlerine gönülden inanıyordum ve bir zamanlar ziyan olan çocukluğumun acısını her gece yastığımın altına koyup da uyuyordum. Bunlar, ona üzülmeme engel oluyordu. 

"Boşluğuma geldi, daha önce hiç böyle bir şey yapmamıştım. Bir anlık gafletimdi, lütfen anlayış gösterin!"

"Onu oradan çıkarmadın bile," dedi Bahar annem, sesinde daha önce hiç duymadığım bir öfke vardı. "Dört saate yakındır dışarıdaydım ben, Allah bilir kaçtan beri oradaydı! Diyeyim şeytana uydu, yine kabul edilemez bu ama bir anlık olsa, aklın başına geldiğinde onu çıkarırdın! Donmuştu çocuğum, donmuş!"

Üstelik yalan söylüyordu. O akşam yemeğinde Mustafa'ya karşı tahammülünün olması gerekenden çok daha az olduğunu anlamıştım. Keşke o an müdahale etmiş olsaydım lakin... kimsenin günahını da almayı istememiştim.

"Safir Hanım'da geçtiğimiz günler de yemeğe geldiğinde ona kızdı," dedi kadın, bu kez inanamadığım bir şekilde beni hedef haline getirerek. Eliyle suçlayıcı bir şekilde beni gösteriyordu ama gözlerimin içine bakamıyordu. Bakamazdı tabi. Ama madem bu kadar iyi bir yalancısın, gözlerime bakmaya da cesaretin olsun. "Mutfağı dağıttığını söyledi, arkasından söylenip dur..."

"Karım hakkında doğru konuş!"

"Safir kızım öyle bir şey yapmaz!"

Hazer, belimdeki ellerini daha da sıkılaştırıp beni kendine yasladığında uğradığım iftira yüzünden şoka uğramış vaziyetteydim. Karşımızdaki kadın, kimsenin ona inanmamasıyla beraber bozguna uğrayıp pes etti ve ellerini yüzüne kapatıp ağlamaya başladı. Ona, bana bunu neden yaptığını sormak, kendimi asla böyle bir şey yapmadığımla ilgili savunmak istiyordum ama o kadar ani bir saldırı olmuştu ki, bünyem toparlanmaya ihtiyaç duyuyordu.

"Çabuk Mila'dan özür dile," dedi Hazer, benim kendimi savunmama ihtiyaç duymadan kabahatsiz olduğumdan öyle emindi ki... "Bir de günahına onu ortak etmeye çalışıyorsun! Kafayı mı yedin lan sen, bu neyin cesareti! Sana diyorum, özür di..."

"Özür dilerim özür dilerim..."

Kadın özürler sıralayarak daha çok ağlamaya başladığında Hazer öfkeli soluğunu serbest bırakıp ellerini aşağıya yukarıya sırtımda dolaştırdı ve başını Kerem'e çevirdi. "Ne dediler?"

"Bir memur gönderip tutanak tutacaklarmış."

Kadının gözlerinin içine bakmaya çalışıyordum ama beni görmüyordu. Neden? İftira atarken görüyordu, gözlerime bakmasa da yüzüme bakıyordu. Benimle işi bitince mi yok olmuştum?

Normalde kendimi hep savunurdum, ileriye çıkar, söylemem gerekenleri bir bir söylerdim. Fakat bu kez yapamamıştım, her nedense ağzımı bile açamamıştım. Zaten kendimi savunmaya ihtiyacım yoktu, sevdiğim kimse benden kuşku duymamıştı ama ağzımı açıp layığını ona söylemek isterdim. 

Bunun yerine dönüp Hazer'e sarıldım.

"Meleğim benim." Kulağıma fısıldadı ve saçlarımı okşayıp Mustafa Kemal'e döndü.

Şakağımdan öpüp kardeşine doğru ilerlemeye başladı ve yanına varıp dizlerinin üzerinde eğildi. Kardeşini kucaklayıp yüzüne sayısız öpücük kondururken, rahatlaması için de bir şeyler fısıldadı. Kerem kıza yaklaşıp söylenirken, ben de ellerimi kendime sarıp Mustafa Kemal'in yanına ilerledim.

"Bir de iftira atıyor," dedi Bahar annem, beni kucaklarken. "Gel kızım, gel anneciğim."

Anneme duygusal bir şekilde sarılıp Hazerle kardeşimizin kucaklaşmasını izledim ve gözlerim sevdiğim adamla kesişince içimdeki bir şeylerin yerinden oynadığını hissettim. Birinin, hem de canımdan çok sevdiğim o birinin bana bu şekilde inanması... Bu hayatta, uğruna savaşmam gerekmeden kazandığım ilk şey oldu. İlk kez, bir şey kendiliğinde oldu, düş gibiydi ama bakınız, çok gerçekti. Doğrusu düşlerimden bile düşerim ben, onun gözlerinden düşmektense.

Ondan sonra her şey takip edemediğim bir hızda gelişti. Polis memuru geldi, tutanak tutuldu, bir psikiyatrist Mustafa Kemal ile konuştu. Polis memuru, yanında kadınla beraber ayrıldığında, biz de çıkış işlemlerini yapıp hastaneden çıktık. Hazer bir ara yine emniyete uğrayacaktı. 

Hepimiz bir arabaya bindik, Hazer annesiyle kardeşini yanında istemişti. Mustafa ağlamıyordu, hâlâ yaşadığının etkisindeydi, titreyerek Han'ın yanında oturuyordu. Bahar annem gözlerini kapatmış, Mustafa'nın elini okşuyordu. Ben karşılarındaki koltuktaydım, Hazer'in yüzüne bakıyordum. Kemal'in saçlarını okşuyor, üzerine gitmeden yanında olduğunu hissettiriyordu. O kadar iyi bir abiydi ki, imreniyordum.

"Anneciğim." Bahar annemin sesini duysam da Hazer'in ellerini bırakamadım. Sevgi dolu gözlerle ona döndüm. "Senin okulun yok mu?"

"Bugün erken çıktım," dedim, Hazer'in dudakları parmak boğumlarımda gezinirken. 

"Ben aldım," dedi Han.

"Abi." Mustafa Kemal'in cılız sesi çıktığında hepimizin gözleri onu buldu. Başını Han'ın ceketinin altına soktu. "Bu gece Leo ile uyuyabilir miyim?"

"Elbette," dedim, o bu soruyu Han'a sormuş olsa da.

Hazer elimi yumuşakça bırakıp Kemal'e doğru döndü ve onun kafasını ceketin içinden çıkarmaya çalıştı. "Şşt, buraya gel. Bir de o kadını görmeyeceksin tamam mı?"

Kafasını abisinin göğsünden çıkarmadı, hatta ellerini de ceketin içine soktu. "Üşüdüm."

"Kerem araba..."

"Açtım."

Isıtıcıyı.

Hazer Leo'yu kendine daha sıkı bastırıp ellerini sırtında gezdirmeye başladı. Önce Bahar annemi evine bıraktık, dilerse onunla kalacağımızı söyledik ama kafa dinlemekten bahsetti. Ondan sonra Leo’yu okuldan almak için yola devam ettik. Okulun oraya varınca arabadan inip şemsiyeyle onu beklemeye başladım. Az sonra merdivenlerden çanta askılarını tutarak indi ve yanıma koştu. "Bir daha okula gitmeyeceğim! Sınav ne ya? Sınav ne abla? Bana nasıl soru soruyorlar ya, ne hakla! Bir şey der misin şunlara abla, lütfen."

Kardeşim ilk sınavına girmişti. Üstelik onu Hazerle beraber çalıştırmıştık. Ona yorgun şekilde gülümseyip çantasını sırtından aldım. "Bu sınav yorgunluğuna ne iyi gelir peki?"

"Okulu bırakmak!"

Altın rengindeki saçlarını okşadım ve arkama dönüp kapıyı onun için açtım. Behram eniştesi gibi söylenmeye başlamıştı ki, kafasını çevirip Mustafa Kemal’i gördü ve ağzı kocaman açıldı. "Mustafa Kemal!"

Mustafa onun sesini duyup başını çevirdi ve heyecanla yerinde zıpladı. Leo'da koşar gibi arabanın içine girip onun yanına oturduğunda, Kemal'in Leo'yu öyle bir kucaklayışı vardı ki, farklı bir dünyadaymışız ve bu dünyaya iyilik hakimmiş gibi hissettim.

"Seni çok özledim!"

"Ben daha çok!"

Onların kucaklaşmasını duygusal gözlerle seyrettim ve arabanın içine binip az önceki koltuğa yerleştim. Leo Mustafa'yla ayrılıp ona gülümserken, Kemal'in de yüzünde bugün ilk kez bir tebessümün kök saldığını gördüm. Hazer onların başını okşadı ve koltuktan kalkarak yanıma geldi, oturup kolunu belime sardı. 

"Ağlamışsın sen!" Dedi Leo, hayretler içinde. Mustafa'nın gözleri ve göz altları kızarıktı, kardeşim anlamıştı. "Eniştem mi bir şey söyledi!" Leo bu tarafa dönüp işaret parmağını Han'ın suratına salladı. "Kankama ne yaptın enişte!"

Hazer belimi okşayarak Leo'ya kısık gözlerle baktı. "He, kızdım desem ne yapacaksın, bir de la?"

Mustafa Kemal kafasını bir abisine bir de kankasına çevirirken, "Enişte!" Dedi Leo, küçük parmağını sallamaya devam ederek. "Beni çok hafife alıyorsun!"

"La sen otuz kilosun. Ablanın parmağındaki yüzük senden ağır. Seni hafife almayıp ne yapacam?"

"Enişte! Ayıp oluyor, sözlerini geri al!"

Mustafa Kemal'in elini ağzına kapatıp gülmeye başladığını görünce, Han ve kardeşimin tatlı kavgasını bölmekten vazgeçerek Kemal'in tebessümüne gülümsedim. Hazer'de sanırım Kemal'in kafasını dağıtmak için bu atışmaya devam ederek, "Almıyorum," dedi rahat bir tavırla. "N’apacan?"

"Sen bir kere Türkçe'yi doğru konuş enişte! N’apacan değil, ne yapacaksın o. Seni öğretmenime söylerim, tahtanın önünde tek ayak üzerinde beklersin!"

Han'ı tıpkı öyle hayal ettim ve saçlarımı kulağımın arkasına koyarak kıkırdamaya başladım. Mustafa Kemal'de daha çok gülmeye başlayıp abisinin yüz ifadesini izlerken, "Tek ayak üzerinde mi bekledin?" Diye sordum Leo'ya. Hazer buna sırıttı.

Leo'nun beyaz tenindeki yanakları kızardı ve bu kez parmağını bana salladı. "Hayır! Ben kendi rızamla tahtanın önünde bekledim bir kere!"

"Atma," dedi Mustafa.

Leo seyrek, sarı kaşlarını çatıp başını çevirdi ve ona sitem dolu bir bakış attı. "Ben burada senin için enişteme kızıyorum, Iphone sevdamdan vazgeçiyorum! Sen bana böyle diyorsun. Küstüm Mustafa!"

Leo koltukta kayıp ondan uzaklaşınca Kemal hızla ellerini sallayıp tekrar ona yanaştı. "Özür dilerim. Küs... Küsme bana. Ben sana Iphone alırım."

Leo omzunu silkti.

"Naz yapma ama," dedi Kemal ve benle Hazer onun bu deyimi nereden öğrendiğini merak ederek ona baktık.

Leo gülmeye başladı ve başını sallayıp Kemal'e döndü, tekrar ona sorulup neler olduğunu sordu. Mustafa onun kulağına baş başa kaldıklarında anlatacağını söyleyince Leo başını salladı ve öğretmenin neden onu tek ayak üzerine kaldırdığını sordu. "Sınavı saçma bulduğum için."

Onlar fısıldayarak konuşurken sevgilime döndüm ve onun başını eğip düşünceli şekilde arabanın döşemelerine baktığını gördüm. Çok huzursuzdu, kardeşinin yaşadığı şeyler yüzünden bir suçluluk hissettiğine imzamı atabilirdim. Yanlış seçimler yaptığını düşünüyordu, çünkü o çalışanı Hazer'in kendisi seçmişti. Kendimi, belimdeki kola yaslayıp başımı da boynunun açığına gömdüm. "Şirkete geri dönecek misin?"

"Leo beni evimize almayacak gibi," dediğinde, Leo'nun hâlâ Han'a kısık gözlerle baktığını gördüm.

"Okul yüzünden çok gergin," dedim.

"Anlayabiliyorum. Ben de hep gergin bir çocuktum."

Keşke Hazer, küçükken yaşadıklarını benimle daha çok paylaşsaydı.

"Şirkete gidecek misin?" Diye sordum bir daha.

Başını önünden kaldırmadı, yalnızca belimin kıvrımını okşuyordu. "Gitmem gerekiyor."

Gitmesini istemiyordum, çünkü yorgundu ve hüzünlüydü ama şirkette de yığınla işi vardı. Hâlâ haber bültenlerinde şirketlerinin yaşadığı büyük hisse düşüşünden bahsediliyordu. Eve gelmesi için ısrar etsem başlangıçta bunu kabul ederdi ama yarın başına daha çok iş kalır, gece yarısından önce eve gelmezdi. "Akşam istediğin bir yemek var mı?" Diye sormak istedim.

Elini belimden çekti, yeni adresi saçlarım oldu. Bir tutam saçı parmağının arasına dolayıp, "Yemek değil," dedi ve her ne söyleyecekse kulağıma yaklaştı. "Akşam benim için dans et."

Gözlerine yumuşak, sevecen bir ifadeyle bakıp burnumu boynuna sürttüm. "Bana, dans ettiğim sırada âşık olduğunu bazen unutabiliyorum."

"Sen dansla bir bütünsün Mila ve benimle."

Sanki çok iyi dans ediyorsun da.

Ne zaman dans etmekten bahsetsek aklıma bu cümle geliyordu. Hâlâ bu konuda kırgın değildim ama işte aklıma geliyordu, anılara engel olunmuyordu. Çenemi omzuna koydum, araba Hazer'i şirkete bırakmak için ara sokaklara girdiğinde, sessizce oturdum. Leo Mustafa'ya iyi gelmişti, onu çok güldürüyordu.

Araba şirketin otoparkına girdiğinde, çantamdaki kravatını çıkardım. Beyaz gömleğinin yakasından geçirdim. Evlendiğimizden sonra kravat takmayı öğrenmiştim, Hanla her açıdan ilgilenmek hoşuma gidiyordu. "Akşam seni bekliyorum."

Kravatını sıkıp başını sakince salladı ve çenemden tutup yüzümü kendisine doğru çekti, sonraysa çok sevdiğim bir şey yaptı. Dudakları yaklaşıp çillerimle buluştu, beni nefessiz öpüp çenemi okşadı.

"Tövbe tövbe..."

Leo'nun kızgınlığını fark ettim ve Hazer uzaklaşıp arabanın kapısını açtığında parmaklarımı çillerimin üzerine koyup uzaklaşmasını bekledim. Ceketini giyerek asansöre yöneldi, tuşa basıp gelmesini bekledi ve binip gözden kayboldu. 

Leo'ya döndüm. "Bir daha ayıp bir şey yapıyormuşuz gibi böyle söyleme tamam mı? Bu kelimeyi doğru yerde kullanmayı öğren artık, neye tövbe ediyorsun sen?"

Leo yerine sinip gözlerini kırpıştırdı. "Niye kızıyorsun ki şimdi?"

"Kızmıyorum," dedim sesimi düşürerek. Arabanın hareket ettiğini hissettim. "Yalnızca öğrendiğin her kelimeyi, ne anlama geldiğini bilmeden kullanıyorsun. Bu hiç doğru bir şey değil."

Mustafa Kemal meraklı şekilde dudaklarını bükerken Leo hemen kendini savunmaya geçti. "İyi de Behram eniştem öpüştüğünüzde böyle diyor. Behram eniştem diyorsa doğru diyordur abla."

Mustafa'da ona katılarak hızlı hızlı başını salladığında, yanaklarımı şişirip arkama yaslandım ve kazağımla oynayarak sessiz kaldım. Belki de ben kasıyordum, çocuktu, elbet böyle şeyler yapacaktı. Yalnızca... en iyi ideal abla olmaya çalışıyordum. Tekrar fısıldaştıklarını duyarken, "Kerem," diye seslenerek arkamı döndüm. Dikkatle arabayı kullanıyordu. O da başını bir anlığına arkasına çevirip, "Söyle kanki," dedi.

"Ya çocukları bir yere mi götürsek?" Diye sordum, Mustafa'nın yaşadığı bu olaydan çok etkilendiğim için ona tamamen iyi hissettirmek istiyordum. "Mustafa en çok neyden hoşlanır?"

Karizmatik bir bakış attı. "Kerem abisinin esprilerinden elbette."

"Elbette," diyerek gülüşüne karşılık verdim ve Kerem önüne dönüp yolu kontrol ettikten sonra tekrar bana döndü. "O zaman eve gidince Mustafa'ya şaklabanlık yap, olur mu?"

Yanaklarını şişirdi ve arabayı yavaşlattı. "Çocuk çoluğa karışacağım ben artık Mila, artık eskisi kadar komik davranamam. Hiç karizmatik yanımın kalmadığını fark ettim, buna çok üzüldüm." 

Yüzüme hüzün, gözlerime de bir korku çökünce Kerem gülmeye başladı ve o an bir şeyler ters gitti. Önce gürültülü bir korna sesi duydum, bu sesi Kerem'in küfrü takip etti ve hızla önüne döndü ama geç kalmıştı. Arabanın kontrolden çıktığını hissettim ve yüreğim hızla çarparken, çarpışma anını iliklerime kadar hissettim. Mustafa ile Leo'nun çığlığı aynı anda yükseldi ve bedenim, oturduğum koltuktan sıçradı. Başımın, oldukça sert biçimde cama çarptığını fark ettim ve gözlerim ağırlaşırken, Kerem'in ismini bağırdığımızı duydum.

"Mila, çocuklar!"

Kulaklarımda bir çınlama oluştuğu için sesleri duyamaz oldum, elimi refleks olarak alnıma götürdüm ve elime gelen sıvıyı hissederken, gözlerimi açmaya çalıştım. Çarpışmanın çok şiddetli olmadığını ama etrafta kargaşanın oluştuğunu hissediyordum. O kargaşanın içinde ağlama sesi duydum, gözlerimi ikinci kez açmaya çalışırken de adımın seslenildiğini işittim. Bilincim açıktı, bayılmadığımı biliyordum ama sanki bir el göz kapaklarımdan bastırıyordu.

"İyi misiniz? Hanımefendi?"

Gözlerimi bir daha açmaya çalıştım ve gördüğüm ilk şey ağlayarak bana bakan Leo oldu. Bulanık görüşümü temizlemek için gözlerimi kırptım ve yerimden kalkarken, şakağımdan süzülen kanı fark ettim. "Leo, Mustafa?"

"Başım..." Mustafa'nın ağlayarak başını tuttuğunu gördüm ve dizlerimin üzerine çökerek ona uzandım. Elini çekip başına baktım ama herhangi bir darp izi göremedim. Araba kapısının önündeki yabancının bir daha, "İyi misiniz?" Diye sorduğunu duyunca dönüp oraya baktım. Bir adamla kadın kapıyı açmış, kaygıyla bize bakıyordu. Birkaç insanın da araba etrafında olduğunu, ambulanstan bahsettiklerini duydum.

"Çocukları alalım," dedi kadın ve nazikçe Leo'ya uzanıp onu arabanın koltuğundan kaldırdı, dışarıya bıraktı. Tekrar Mustafa'ya döndüm ve doğrulup onu da koltuktan kaldırırken, "Bebeğim, iyi misin?" Diye sordum, bir elimle şakağımı tutarak. "Gel böyle."

Arabadan onunla indim ve Mustafa'yla Leo sarılırken, dizlerimin üzerine eğilip ellerimle vücutlarını kontrol ettim. Görünürde herhangi bir darbe yoktu, ikisi de korkudan ağlıyordu. "İyi misiniz?" Diye sordum çocuklara.

"Abla başın," diyerek Leo hızla elini şakağıma uzattığında, kazağımın koluyla akan kanı silmeye çalıştım ve derin bir nefes verdim. "İyiyim. Çok iyiyim bebeğim. Şükürler olsun siz de iyisiniz." Etrafıma baktım. Civarda insanlar üşüşmüştü, ilerideyse bağırtılar yükseliyordu. "Şöyle kaldırımın kenarına oturun."

Gözlerim kararıyordu ama...

"Kerem..."

Dizlerimin üzerinden doğruldum ve bana yaklaşan kadının ne dediğini duyamadan birkaç adım attım. Boğazımdaki endişe yumağıyla ön koltuk kapısını açarken, arabamızın çarptığı arabaya baktım. Kaputlar birbirine girmişti ama ön camlarda bir kırık yoktu. Diğer araba daha alçak bir modeldi, kapıları açıktı ve içeride kimse yoktu. Arabaların önünden hafif bir duman yükseliyordu, kaputtan dökülen birkaç parça yere düşmüştü. Korkuyla ve gözyaşlarıyla açtığım kapıdan içeriye baktığımda, bir adamın içeride olduğunu ve Kerem'in başının direksiyona çarptığını gördüm. Gözleri kapalıydı ve kolları aşağıdaydı. Göğsüm sıkıştı ve ağzım açık kaldı, bir tek nefes bile alamadım. Kendimde bir balığın çaresiz çırpınışını gördüm ve gözlerimden yaşlar dökülürken, "Ambulansı aradık," dedi beyefendi, bana doğru dönüp. "Siz iyi misiniz, başınız kanıyor?"

"Ke... Kerem..." kendimi arabanın içine atmak istedim ama aramızda bir adam vardı, ona ulaşamıyordum. Bir anda hüngür hüngür ağlamaya başladım. "O nasıl? O... Benim yüzünden! Aman Tanrı'm! Dik... Dikkatini dağıttım. Başı kanıyor. Neden ayılmıyor?"

"Nabzı atıyor," dedi adam, arabadan inerek. Ayaklarım geriye gitti ve bir kadın titreyen bedenimi tuttu, kolumu nazikçe kavradı. "Muhtemelen bayıldı. Siz endişe etmeyin."

"Siz de oturun şöyle kaldırıma," dedi bu kez, kolumdan tutan sarışın hanımefendi.

Onları dinlemedim ve gözlerim kararırken, adamın yanından geçip araba koltuğuna oturdum. Yanağımdan süzülen kanları hissederken, dizlerimin üzerinde Kerem'e yaklaşıp korkuyla elimi boynuna uzattım. "Por favor por favor," dedim histerik biçimde. Şükürler olsun, nabzı atıyordu, soluk alıp veriyordu. Direksiyon üstündeki kafasına baktım ve yanlış bir şey yapmaktan ölesiye korkarak ellerimi hızla geriye çektim. "İlk yardım... İlk yardım nasıl yapılıyordu? Aman Tanrım, her şeyi unuttum."

"Hanımefendi, siz de iyi değilsiniz. Lütfen inin, bizim arabada ilk yardım çantası olacaktı, alnınızdaki yaraya bakalım."

Çocuklar, ağlayan onlar mıydı? Onların yanına gidip susturmalıydım ama Kerem'i bırakamıyordum. Kan yanağına da bulaşmıştı, öyleyse kafasını çok sert çapmıştı. Gözyaşlarım, alnımdan süzülen kana karıştı ve hıçkırıklar bir intihar gibi dudaklarımda gerçekleşti. Ona bir daha yaklaştım ve nefeslerini dinlemeye çalışırken, torpidoda duran telefonun çaldığını gördüm. 

Gözlerimi çevirdim oraya baktığımda arayanın Leyla'sı olduğunu gördüm.

Bir şey, çok güçlü bir şey içimden kopup geldi ve Kerem'in sağlığına duyduğum endişeyle bağırıp yola baktım. Ambulans henüz görünmüyordu, yolun kenarında da bir adam oturuyordu, yaralanmışa benziyordu. Nefeslerim ağırlaşmaya başladı ve bir el, sol elimden tutunca başım uyuşuk şekilde o tarafa döndü. Leo ve Mustafa ağlayarak elimden tutarken, Kerem'e bakıp kahrolurken, arabada yan dönmeye çalıştım ama başaramadım. Dudaklarım arasında belirsiz kelimelerin yıkımı gerçekleşirken, başım kendiliğinden arkaya düştü ve gözlerim ihtimaller arasından en kötü olanı seçip bir daha karardı.

Felaket kelimesi, o felaket gerçekleşene kadar yalnızca kötü anıları hatırlatır, o felaket gerçekleştiğindeyse sadece ve sadece sevdiklerini hatırlatır.

Aklımın tümünü sevdiğim insanların yüzü işgal etmişti, onların nasıl oldukları ve nerede oldukları soruları. Saniyelerdir uyanıktım ama bir sebepten ötürü gözlerimi açmaya korkuyordum. Uzandığımı hissediyordum, vücudum sanki daha da katılaşmış haldeydi. Gözlerimin önüne Kerem'in hissiz yüzü geldiğinde kirpiklerimin arasından süzülen yaşı hissedip gözlerimi açtım. 

"Hazer..."

Gözlerimi açar açmaz gördüğüm adam, sanki bana kalp masajı yaptı ve göğsümün içinde duran kalbimi hayata döndürdü. Han, oturduğu sandalyeden hızla doğrulup elimi daha sıkı tuttu ve yüzüme doğru eğildi. Gözleri korkutucu bir endişeyle kaplanmış, nefesiyse çok hızlanmıştı. Hastane odasında, yatağında uzandığımı anlamıştım ama benim nasıl olduğum önemli değildi. Kerem," dedim hıçkırarak. "Aşkım, o, Kerem..."

"Buradayım," dedi bir ses. Tanrım, o ses Kerem'e aitti.

Gözlerim, Han'ın gözlerine bakarken irileşti ve Hazer başını yumuşak bir şekilde salladığında, kafamı sesin geldiği yöne çevirdim. Kerem, odanın girişindeki koltukta oturmuş, başındaki sargıyı tutuyor ve halsizce bana gülümsüyordu. Sağdı, hatta oturabilecek kadar da iyiydi.

"Kerem?"

Bana göz kırptı. "Güzelim."

Hazer'in sandalyeden tamamen kalkıp başımı karnına doğru yasladığını hissedince kendimi koyverdim ve onun gömleğini tutarak hıçkırıklara boğuldum. O kadar rahatlamıştım, ona bir şey olmadığı için öyle mutlu olmuştum ki, bu kelimelerle değil de ancak gözyaşlarıyla ifade edilebilirdi. "Sen iyisin, iyisin..."

Hazer sırtımı aşağıya yukarıya okşayıp yorgunca, "Safir Mila," dedi. "Ağlama."

Yaşlarla yıkanan yüzümü gömleğine sildim ve gözlerimi açıp Kerem'e doğru döndüm. Üzerindeki ceketi çıkarmıştı, gömleğinin yakalarıysa birbirinden ayrıktı. Sol şakağında bir pansuman bezi vardı, ben de şakağımda bir pansumanın olduğunu hissediyordum. "Dur," dedim Hazer'den ayrılmaya çalışarak. "Kerem'e sarılacağım. Çocuklar nerede?"

"Leyle geldi. Kantindeler, çocuklar onun yanında."

Hazer beni bırakmayınca Kerem oturduğu sandalyeden kalktı ve halsizce gülümseyip hastane yatağına ilerledi. Yatağın kenarına oturunca Hazer'in buz kesmiş kollarının arasından çıktım ve Kerem'e dönüp kollarımı boynuna sardım. "Çok özür dilerim, çok çok özür dilerim. Seni oyaladım arabada... bu tamamen benim hatam. Çok kötü hissediyorum, ya başımıza daha fena bir şey gelseydi?"

Kerem'in kolları vücuduma göre şekilde aldı, beni sardı, şakağıma yapılan pansumanın üzerinden öpüp, "Hayır," dedi. Sesi sahiden bitkin ama ne söylediğinden emindi. "Kazalar böyle olur, adı üstünde zaten; kaza. İkimiz de biraz ihmalkâr davrandık, hepsi bu güzelim."

O da kendini suçluyordu, sonuçta şoför kendisiydi. Fakat ihmalin büyüğü bendeydi, onda değil. Yüzümü omzuna gömüp sakinleşmeye çalışırken, Hazer'in saçlarımın üzerinden sertçe öptüğünü hissettim. "Sakin ol aşkım."

"Ama Hazer..." devamını getiremedim, sadece çok bet hissediyordum. Kerem'e, çocuklara bir şey olacak diye aklım çıkmıştı. "Bir de... çocukların, Kerem'in yanında olamadan aptal gibi bayıldım Han, bayıldım! Ya etrafta kimse olmasaydı? Kim Keremle çocuklara bakacaktı? Benim yardım etmem gerekiyordu, nasıl bayılırım, nasıl..."

"Pansuman yaptılar sana," dedi Han, sesinde bir donukluk vardı ama anlayamıyordum sebebini, kafam çok doluydu. Sırtımdaki eli adeta zangırdıyordu. "Başka bir yerinde acı sızı var mı? Ço... Çocukları baktırdık, şükürler olsun iç kanama falan yok."

"Mila, bayılman çok normal, kendine bayıldığın için kızmayacaksın herhalde?" Kerem benden uzaklaşıp yüzünü yüzüme hizaladı, gözleriyle şakağımdaki pansumana baktı. "Biraz daha hızlı davranabilirdim, direksiyonu kırabilirdim. Bir anlık boşluğuma geldi. Şu an tek düşündüğüm ne sana ne de çocuklara bir şey olmamış olması. Öyle olsaydı kendimi asla ama asla affedemezdim."

Başımı hafifçe eğip ben de onun şakağındaki pansumana baktım. "Dikiş mi attılar?"

"Hay sikeyim ya beş tane attılar!" 

"Leyla'da çok üzülmüştür," dedim ve o sırada Hazer'in beni yatırmaya çalıştığını hissedince karşı koymadım. Kerem yatağın kenarında oturmaya devam ederek üzgünce başını salladı. "Bayağı şaşırdı ve üzüldü."

Başım yastığa düştü. "Bu sefer de onu kandırdığını sansaydı?"

"Hı ne?"

Hazer neyden bahsettiğimi anlayıp dudağının kenarını kıvırırken, sandalyeyi de yatağın az daha kenarına çekip oturdu ve iki elimden de tuttu. "Leyla hâlâ o gün onu kandırdığını hatırlamıyor," dedim.

Kerem gözlerini kocaman açıp bana işaret parmağını salladı. "Sakın o gün hastanede numaradan bayıldığımı söyleme Safir, sakın. Bak par favor mi vidacığım lütfen?"

Hazer Han'ın elini daha kuvvetli biçimde sıkarak, "Söylemem," dedim, dirençsiz bir sesle. "Bu üçümüzün sırrı."

Gülümseyip yatağın kenarından kalktı ve gömlek yakalarını düzeltip Han'a bir bakış attı. "Ben inip Leyla'ma bakayım."

"Otur, dinlen," dedim.

"O iyi sevgilim," dedi Hazer, bana güvence vererek. Sen iyi misin sevgilim?

Kerem'de bu güvenceyi desteklercesine başını salladı ve bana tebessüm edip arkasını döndü. Yürüyüşünde halsizlik vardı, fiziki ve manevi olarak çok hırpalanmıştı. Kafası ne kadar sert çarpmıştı acaba? Kapıyı açıp dışarıya çıktığında odanın içinde yalnız kaldık ve ruhumdaki tüm eksikliği kapatmasına rağmen Hazer'in varlığı bile bu anın içinde boşlukların oluşmasına mâni olamadı.

"Lütfen Hazer," dedim o konuşmadan önce. Gözlerimi sımsıkı kapattım. "Telefonu aldığında ne kadar korktuğundan bahsetme. Hastaneye gelirken ne kadar ölecekmiş gibi hissettiğinden de bahsetme. Bunlar bana daha da suçlu hissettirir. Biliyorum, korkudan aklın çıktı ama n'olur söyleme, ben zaten hissediyorum."

Başını eğdiğini, yüzünü ellerime kapattığını gördüm. Teni de buz gibiydi ve terliydi. Gözlerimi çevirdiğimde yalnızca başını gördüm, saçları dağılmıştı. "O an hanginiz için korkacağımı bile bilemedim Safir Mila. Kardeşimlerim için mi, dostum için mi, canımdan çok sevdiğim karım için mi?"

Elimin birisini başının altından çıkarıp başının üstüne koydum, yumuşak saçlarının arasına karıştım. "Neden bu kadar soğuk yüzün, ellerin?" Diye sordum.

"Sen gözlerini açmadan önceye kadar vücudumun herhangi bir yerini hissetmiyordum."

Hazer'de elini ürkerek uzattı, şakağıma koydu. "Çok kanıyordu, ben geldiğimde gördüm. Şimdi kanamıyor, peki acıyor mu?"

Bayıldığım o an kanın yanağımda süzüldüğünü ben de hatırlıyordum. Müdahale sırasında bile hiç uyanmamıştım. "Senin gözlerin, benim çektiğim ufak veya büyük tüm acılara karşı koyuyor; o yüzden şimdi canımın acıdığını hissetmiyorum."

"Yarana dikiş atmadılar," dedi. "İç kanaman falan da yok şükürler olsun. Sağlığın görünürde iyi, sen nasıl hissediyorsun?"

Bakışlarımı kaçırıp elimi ensesindeki küçük saçlara kaydırdım. "Arkamı dönüp Keremle konuşmaya çalıştım. Hiç araba kullanmaktan anlamadığım için yol kontrolünün bu kadar hızlı kaybedildiğini bilmiyordum Hazer. Kerem bana cevap vermek için dönüyordu, çocuğa sebep oldum resmen..."

"Mila, ben kazalara kızmam." Bana kızmayacağını biliyordum, kazalara kızmayacağını da yeni öğreniyordum. "O gün de her şey kazayla olmuştu."

Adem'in ölümü. Salıncaktan düşmesi. Kesinlikle kazayla olmuştu.

"Hazer..."

"Kendini suçlama. Suçlamıyorsun ama Kerem'i de suçlama. Kimsenin kabahati yok. Yaşanması gerekiyormuş ki yaşandı Mila. Sen, az hasar aldığınız bir kazayla bile böyle suçlu hissedersen ben ne yapayım?"

Elim onun gömleğini yakasından tutarken, Hazer'de alçalıp dudaklarını alnıma koydu. Onun öpücükleri kalp masajı gibiydi, yaşamın duran nabzını canlandırıyor, kalp atışlarımı geriye döndürüyordu. Dudaklarıyla alnım boyunca bir yol çizip pansumanın üzerinden öptü. "Evimize gidebilir miyiz?" Diye sordum.

"Biraz daha dinlenseydin?"

"Yatağımız buradan daha iyi ve sıcak hissettirir."

Hazer başını geriye çekip duygularımdan emin olmak için gözlerimin içine baktı ve sonra kafasını salladı. Doğrulmama yardımcı oldu ve hafifçe geriye çekildi. Bacaklarımı aşağıya sarkıtıp dalgalı saçlarımı omuzlarım atarken, Hazer'de dizleri üzerinde alçalıp çizmelerime uzandı. "Ben giyebilirim."

"Mila artık sana her yardımcı olduğumda ben yapabilirim, ben alabilirim deme." Bu onu gerçekten üzüyormuş, hatta yıldırıyormuş gibi iç çekip başını kaldırdı. "Elbette sen de giyebilirsin çizmelerini ama ben daha az yorulmanı istediğim için giydiriyorum, bu açık değil mi? Ya da sana bir şey alıyorsam, bu gönlümden geliyordur; sen alamayacağın için değil. Biz evliyiz, birbirimizin hayatını kolaylaştırmayacaksak bu evliliğin amacı ne?"

Gerçekleri bu şekilde duymak bana başka bir çerçeveden bakmayı o an öğretti. Ben... mahcup olma duygusunu çok hisseden birisiydim ve kendi ayaklarım üzerinde, kimseye muhtaç olmadan yaşamayı seviyordum. Hepsi bu sebeptendi. Lakin dediği gibi biz evliydik, bu pencereden de bakmayı öğrenebilirdim. Başımı sallayıp çizmelerimi giydirmesine müsaade ettiğimde ayaklarımdan geçirdi ve dizlerime dek uzanan çizmelerin fermuarını kapattı.

"Kucağıma gelmek ister misin?" Uzanıp koltuğun arkasına koyduğu ceketini aldı, dağılmış gömleğinin üzerine geçirdi. 

"Eteğim falan açılır şimdi, rahatsız olurum."

Kısa eteğime baktı. “Eteğin bir şekilde hallolur, eğer gerçekten yürüyemiyorsan..."

"Yürürüm aşkım."

Avuç içlerimiz birbirine gömülü halde ilerleyip odadan çıktık. Onunla alt kata indik, kantine uğradık. Arkadaşlarımızı ve kardeşlerimizi bir masada gördük. Beni gördükleri an Mustafa ile Leo yerinden fırlayıp koşmaya başladılar. "Yavaş sarılın," diye onları uyardı Han ve ben çocuklara sarılıp bir yaraları var mı diye bakarken, Keremle Leyla bu tarafa ilerlediler. Kerem'in koluna girmişti ve nasıl hissedip hissetmediğini soruyordu. 

"Biz çok iyiyiz ablacığım, senin için korktuk sadece."

"Hıhı," dedi Mustafa'da hemen. Bebeğim, bir gün içinde neler neler yaşamıştı.

Kemal'e gülümseyip yanağını kibarca okşadıktan sonra yanıma gelen Leyla'yla doğruldum. Ellerimden tutup başımdaki pansumana baktı. "Yara hafif, hiç endişe etme bebeğim."

Kollarımı ona sarıp sıkıca sarıldım, kırmızı yanağının üzerinden yumuşakça öptüm. "Kerem'e benim yüzümden bir şey olsaydı..."

"Herkes çok iyi Mila." Bana gülümsedi. "Sadece Kerem için değil ki, hepiniz için çok endişendim. Kaza tamam mı?"

"Yok, anlamıyor o," dedi Hazer, bana karşı kızgın bir sesle.

Leyla saçlarımı düzeltti ve Kerem'e dönüp onun boynuna atladı. Kerem'de ellerini onun sırtında birleştirip havaya kaldırdı ve yanağına derin bir öpücük koydu. "Eve gidip dinlen, benim işe geri dönmem gerekiyor."

"Bize gelir, bakarız," dedi Hazer, hemen.

Kerem Han'a işveli şekilde göz kırptı.

"Tövbe tövbe..."

"Aha eniştem de dedi!" Leo yerinde zıpladı.

Hazer, Leo ve Mustafa'ya yürümeleri için işaret etti ve sonra beni de elimden çekti. Yavaşça yürüyüp hastane çıkışına ilerledik, Kerem'de Leyla ile konuştuktan az sonra arkamızdan geldi.

Bizi hastane önünde bir taksi bekliyordu.

"Araba nerede?" Diye sordum Hazer'e.

Hazer taksi kapısını benim için açtı. "O iş karışık bebeğim, ortada bir kaza var."

Ah, tabi. İş muhtemelen emniyete taşınmıştı. Taksi koltuğuna yerleştim, Hazer'de hemen yanıma. Mustafa Kemal Han'ın kucağına otururken, Leo'da ön koltukta oturan Kerem'in kucağına yerleşti. Başımı Han'ın omzuna koyup gözlerimi kapattım, seyahat boyunca hiç açmadım.

"Behram aradı," diye fısıldayarak konuştu Hazer. Sesi hâlâ gergindi. "Ona söyledim kazayı ama Gazel'e bahsetmeyecek. Ben de ona katıldım, Gazel'in haberi yok. Seni ararsa ağzından kaçırma diye söylüyorum."

Hamileliğinde ufak risklerin olduğunu üzülerek söylemişti. Bu gibi haberler yüreğini sıkıştırır, beni görse bile iyi olduğuma ikna olamazdı. "Neden sesin bir değişik gibi Hazer? Bir tuhaf sanki? Çok üzülüyorum benimle böyle konuşmana."

"Çok korktum Mila, hâlâ kendime gelemedim." Sesinde, onun bilerek yapmadığı bir donukluk, korku vardı. Alttan alttan titriyordu. "Ailemden saydığım herkes o arabanın içindeydi Mila."

Üstüne varmadan başımı salladım ve taksi uzun dakikalar sonunda durduğunda gözlerimi açtım. Havanın karardığını o an fark ettim, bayağı geç olmuştu. İlk önce Kerem indi, sonra Hazerle Mustafa. Ben de diğer kapıdan indim ve Kerem bahçe kapısını açınca, çocuklar el ele tutuşup içeriye yöneldi. Hazer cüzdanını çıkarıp taksi ücretini öderken, ben arkasında kalıp onu bekledim. Civarda kimse yoktu. Keremle çocuklar da içeriye girmişti. Sokak lambaları biraz önce yanmış olmalıydı. 

Taksi uzaklaştığında Hazer arkasını dönüp bana ilerledi. O esnada, sokağın köşesinde, direğin orada duran köpeği izliyordum. Karşıma gelip alnını alnıma yasladığında ellerimi ceketinin uçlarına koyup sakince soludum. "O arabayı geri alabilecek miyiz?" Diye sordum hüzünle. Gözlerimle beyaz köpeği izliyordum hâlâ. "Arka koltukta çok fazla anımız var."

Dudağının kenarı kıvrıldı, belimi tatlı şekilde okşadı. "Elbette arabayı geri alacağız Mila. Serviste, merak etme."

"Suç yüzde yüz bizim mi?"

"Si Safir."

Bana o kadar az Safir diyordu ki, bazen çok özlüyordum.

O yüzden ilk ismimle seslenmesine gülümsedim ve onun kolları arasından çıkıp kaldırımın kenarından, bize bakarak geçen köpeğe doğru ilerledim. Hazer arkasını dönüp gözleriyle beni takip ederken, kaldırım kenarına yürüyüp sarı taşın üzerine oturdum. Bunu gören köpek durdu ve başını çevirip bakmaya başladı. Dizlerimi kendime çekip köpeğe gülümsedim ve sonra başımı kaldırıp tedirgince geriye doğru bir adım atmış olan Hazer'e baktım. Köpeklerden korktuğunu biliyordum ama önümde böyle bir fırsat varken en azından bir köpeği sevebileceğini göstermek istiyordum. Elimi ona uzattım. "Gelsene sevgilim."

İrkilip gözlerini köpekten aldı, bana çevirdi. "Eve girelim."

"Gel," dedim bir daha, karşı koyamayacağı bir sesle.

Sanki ayağı bana doğru, ondan da habersizce bir adım attı. Onun sesi benim beynim de ve kalbimde çok hassas bir yere dokunup bana istediği her şeyi yaptırabiliyordu, benim sesim de aynı şeyi ona yapıyordu. Ensesini kaşıyarak yanıma yürüdü ve oturarak gergince ilerideki köpeğe baktı. "Çok büyük," dedi.

"Evet," dedim başımı omzuna koyarak. Hakikaten iri bir köpekti ama zararsız görünüyordu. Tüyleri kirlenmişti, uzun zamandır yıkanmamış gibiydi. "Ama zararsız."

"Bilemezsin," dedi kıpırdanarak.

"Bak, kulağında bir işaret var." Elimde köpeğin kulağını gösterdiğimde Han başını hafifçe eğip meraklı şekilde oraya baktı. "Kulaklarında bu küpeden bulunan köpekler kısırlaştırılmış köpeklermiş. Tabi bu kısırlaştırmamın yan etkileri de köpeğin saldırganlığının azalmasıymış. Bu yüzden sokak köpekleri çok aç olmadıkça, korkutulmadıkça zarar vermez hayatım. Hatta bana kalırsa köpekler bu dünya üzerindeki en sadık hayvanlardır."

"Ben hayvanları seviyorum," diye savunmaya geçti Han, hemen. Sanırım hakkında hayvanları sevmediğini düşündüğümü sanıyordu ama elbette aksine inanıyordum. "Köpeklerden de nefret etmiyorum."

"Elbette," dedim ovuşturduğu ellerinden birisine uzanarak. "Seni ısıran o köpeği hatırlıyor musun?"

Bir köpeğin kendisini ısırdığını bana hiç söylememişti ama elbette tahmin ediyordum. Bu kadar ciddi köpek fobisi oluştuğuna göre canının sahiden yandığını düşünüyordum. Hazer parmaklarını avuç içi çizgilerimde dolaştırarak, "Beni ısırmadı," dedi. Ah, buna şaşırmıştım işte. Isırıldığı için bu kadar korktuğunu sanıyordum. "Ama beni çok korkutmuştu Mila. Çok iri bir köpekti, bu köpekten bile büyüktü. Çok açtı, babam özellikle onu aç bırakmıştı; yemeği ben olayım diye. Az kalsın öyle de olacaktı, kötü anıları iyi anılardan daha iyi akılda tutabildiğim için bu anıyı da çok net hatırlıyorum. Köpek beni ısırmak için yaklaşıyordu ve daha küçüktüm... Çaktırmamaya çalışsam da korkuyordum, korktuğum da başıma geldi diyebiliriz." Başını önüne eğdi. "Rezil oldum."

Gözlerimi köpekten alıp onun aydınlanmış yüzüne çevirdim ve söylediği kelimeleri kafamda toparlamaya çalıştım. Babası özellikle mi aç bırakmıştı? Onların eskiden bir köpeği vardı ve babası Hazer'i bununla mı tehdit etmişti? "Ne rezil olmasından bahsediyorsun?" Aklıma bir şey geliyordu aslında, ağzından kaçırdığı bazı kelimeler vardı. "Küçücük bir çocukmuşsun, korkmuşsun. Bu dünyanın en normal şeyi. Neden rezil olduğunu düşünüyorsun?"

Omuzlarını silkti.

Sanırım söylemeye utanıyordu ama ben anlamıştım.

Anladığım için, gururunun kırılmasını istemediğimden dolayı ısrar etmedim. Benim de bazı şeyleri söylemem çok çok uzun zaman almıştı, hiç suçum yokken utanıp ufalmıştım. "O günden sonra köpeklerle hiç yakınlık kurmadın mı?" Diye sordum.

"Keremle kuruyorum işte."

Halsizce kıkırdayıp, "Aşkım," dedim. "Bu hiç hoş bir şaka değil."

"Ah, pardon, affedersin. Köpeklere hakaret oldu."

"Bak aşkım," dedim, dudaklarım boynunda kıpırdanırken. "Klişe klişe espriler yapıyorsun. Bana yetişmek için kırk fırın ekmek yemen gerekiyor."

"Seni yiyeyim?"

Gözlerimi açınca dudaklarının kıvrıldığını gördüm ve iyi hissettim. İşte ben buraya aittim, buradaki gülümsemenin sebebiydim, bu gülümsemeyle can bulandım. Yüzlerimiz karşı karşıya gelince alnıma bir daha bakıp, "Senin yanındayken o kadar korkmadığımı anladım," dedi.

Köpekten bahsediyordu, bu yüzden mutlulukla doldum. O pansumanına dokunup yaramın hassasiyetini tarttığında, hafifçe eğilip dudaklarının üzerinden öptüm. "Hazer, Hazer, Hazer..."

"Safir, Safir, Safir..."

Aa, ilk kez Mila'yı değil, Safir'i üçlemişti.

Bu her ne sebepten bilemem ama hoşuma gitmişti. Onun ikinci adımı çok sevdiğini biliyordum, özellikle anlamlarından dolayı fakat Safir ismi bana hep masum gelirdi ve babamı hatırlatırdı. Duygulandım ve her seferinde gördüğü gibi bu sefer de gördü, burnumu sıktı. Kaldırım kenarından doğruldum ve Hazer merakla bana bakarken, bir adım atıp köpeğin önünde alçaldım. 

"Mila..."

"Por favor. Sen de gel, benimle dokun. Hiçbir şey olmayacağını gör sevgilim."

Elimin içini köpeğin başına koydum ve arkaya doğru okşamaya başladım. Gözlerini görmek için bir daha Han'a döndüğümde, kararsız bakışlarıyla karşılaştım. Biliyordum, herkes öyle söylese de korkuların üzerine kolayca yürünmüyordu, duygular laftan anlamıyordu. "Kendisi buraya gelsin. Bir de ayağına mı gideceğim?"

"Ankaralı," dedim gözlerimi devirerek ve sonra geri adım atarak, tekrar kaldırım kenarına oturdum. Köpek önce olduğu yerde kaldı, sonra belki de şefkate ihtiyacı olduğu için ayaklarımın önüne kadar geldi. Hazer hafifçe yana kayıp uzaklaşacak oldu ama ben gözlerinin içine bakınca bu duyguyu yendi. "Gözlerine baksana," diye fısıldadım. "Ne kadar zararsız, güzel bakıyor. Hayvanların yalnız olması beni çok üzüyor, hiç kimseleri yok. Buna rağmen sevgiyi görünce onu tanıyorlar, derhal karşılık veriyorlar. Bak sevgilim, şimdi de sana bakıyor." Sahiden doğruyu söylüyordum, köpeğin ilgi ihtiyacıyla açıp kapadığı mağrur bakışları Hazer'in yüzüne kilitlenmişti. Hazer'in kasılıp kaldığını, ardından sakince soluduğunu duydum.

Köpek şu an havlasa Hazer kalkıp gidecek gibi görünüyordu, eğer havlarsa bir daha bu kadar yakınlaştırma şansım olmayacaktı. Bu yüzden bencilce olsa da köpeğin sessiz olmasını istiyordum. Hazer ovuşturup durduğu ellerini çözdü ve birisini uzattı, gergince benim elimin üzerine koydu. Avuç içi parmaklarımı örttüğünde, gülümseyip köpeğin başını okşamaya devam ettim. Hazer'in eli de benim elimle beraber hareket etti ve köpek memnuniyet duyarak başını eğdi.

"Hoşuna gitti mi sence?" Diye sordu Hazer, boğuk bir sesle.

"Si." Elimi elinin altından çekmeye yeltendiğimde Han biraz gerildi ama yine de elimi çektim. Benim elimin yokluğunda Han'ın eli direkt köpeğin tüyleriyle temas etti, lakin hareketsiz kaldı. Köpek başını kaldırıp bir daha Hazer'in gözlerine o masum bakışlarıyla baktığında Hazer hafifçe ileriye çıktı. "Çok bakımsız kalmış sanki Mila."

Üzülerek başımı salladım. "Buralarda geziyor bu köpek aşkım, hep görüyorum."

"Bu..." Hazer daha az korkusuz şekilde, hatta neredeyse isteyerek köpeği okşadı. "O gün senin sevdiğin köpek mi? Hatırlıyor musun, ben bir kere işten gelmiştim, sen de o sırada salıncakta sallanarak bu köpeği seviyordun." Gözlerini kısıp başını tehditkâr bir şekilde köpeğin kafasına doğru eğdi. "Bacağını falan yalıyordu."

"Neden sesinde köpeğe karşı bir tehdit seziyorum?"

"İftira," dedi.

"Ne kadar uysal değil mi?" Diye sordum.

"Hıhı," diyerek elini köpeğin sırtına doğru kaydırdı Han. Ve köpek de ona biraz daha yaklaştı, memnuniyetle boynunu çevirmeye başladı. Hazer kalçasını tekrar kaldırım kenarına koydu ve köpeği bacaklarının arasına çekip kafasını kaşıdı. "Adın sen senin?"

"Hav hav."

Han gözlerini kocaman açtı, hafifçe sıçradı ama elini de geriye çekmedi. Bana doğru dönüp, "Adı hav hav galiba," dedi.

"Hazer Han..." kendimin bile ummadığı bir kahkaha attım ve Hazer tebessüm ederek önüne dönünde mutlu hissettim. Gerilse de geçti, hissettiği o korku, gerçeğe dönüşmeyerek bitti. Eli tüylerinin arasında dolaşırken belki de gözlerinin önüne köpekten korktuğu sayısız an geldi, belki de korkudan altına kaçırdığı o talihsiz an.

Buna rağmen korkusunu atlatmıştı. Çünkü o Hazer'di ve en çok temiz, sahici yüreğiyle bilinirdi. Başımı tekrar omzuna yerleştirip onunla beraber bu anı paylaştım. Aklıma, bana dokunarak, beni öperek geçirdiği korkularım gelmişti. Aklıma, bana güzel bakarak kapattığı yaralarım gelmişti. Aklıma, bir daha üzemezler bebeğimi, dediği gün gelmişti.

Bugün de artık Hazer'in korkularından birisini yendiğimiz o gündü.

🌒

Yirmi Gün Sonra.

"Bugün ilk kar yağdı Mila."

Kar, kış sevmem. Lakin Hazerle kar topu oynarsak severim. O elimden tutarsa daha da çok severim. 

"Alnındaki iz geçti bebeğim." Fısıldıyordu; canımdan çok sevdiğim adam.

O izin yerini çoktan öpücüklerinin izi almıştı.

"Kocanı işe uğurlamayacak mısın?"

Bugün cumartesi olduğu için uyumak istemiştim ama anladığım üzere Hazer Han gözlerime bakmadan, beni öpmeden işe gitmeyecekti. Burnuma, paylaştığımız yastığın kokusu geldi; ikimizin karışmış kokusuydu. Yüzümde sabahın soluk, varlıksız ışığını hissediyordum. Demek kar yağmıştı, kışı çok sevmesem de o kar yağışını görmeyi isterdim.

"Hazer..."

Eğilip sırtımdan öptü.

"Uyan kadın, kocanı işe gönder."

"Dün gece çok yoruldum, uyanmayacağım!"

"Bazı sabahlar çok huysuz oluyorsun aşkım."

Esnedim ve elimi onun oturduğunu tahmin ettiğim yere uzatınca parmaklarıma sert karnı geldi. Hazer elimi derhal tuttu ve kaldırıp avuç içimden öptü.

Bu öpücüğe direnç duyamadım, gözlerimi açtım. Soluk gün ışığının ardından onun yüzü bakış açıma girdi. Sakallarını tıraş etmişti, bunu düzenli olarak yapardı. Üzerinde bugün diğer günlerden farklı olarak lacivert bir gömlek vardı ve kravat takmamıştı. Nadiren kravat takmazdı. Saçlarına tarak sürmüştü ama özenle taramış değildi. Kısık gözlerinin içine bakarken hafifçe üşüdüğümü hissedip, "Ev soğuk mu?" dedim.

Üzerimde ince askılı, beyaz bir gecelik vardı, belki de bu yüzden üşüyordum. "Hayır, üzerin ince."

"Geceliği giydiğimi hatırlamıyordum."

"Ben giydirdim." Göz kırptı, sabahın erken saatine rağmen çok tatlı görünüyordu. 

Sırtımı yatağımızın başlığına yaslayıp camdan dışarıya baktım. Han perdeyi açmıştı, bu yüzden kar tanelerinin yere düşüşünü görüyordum. "Çok güzel bir geceydi."

"Tartışıyorduk ve sen... birden üzerime atladın!" Son kelimeye doğru sesim utançtan kısılmıştı.

Gözlerinde, geceki ateşi gördüm. "Son ana kadar beni dövmeni bekledim Mila, dövmedin."

"Aşkım..." artık ciddi ciddi onu dövmemi istediğini düşünmeye başlayacaktım. "Birisi duysa her gün seni dövdüğümü sanacak."

Umutsuz bir iç çekti. "Maalesef dövmüyorsun!"

Aa, delilikti bu. Ayrıca ben kimseye el falan kaldırmazdım, bunu benden iyi biliyordu. Bir karış açık kalan ağzıma bakıp sırıtmaya başladığında uzanıp yastığı aldım ve kafasına vurdum. "Al sana dayak!"

Kıkırdayarak yatakta geriye düştü ve yastığı elimden aldı. "Si si, bana bunlarla gel."

Üzerine doğru uzandığımda, beni belimden tutup geniş gövdesine yerleştirdi ve dalgalı saçlarım yüzüne doğru döküldü. Gözleri gece yarısı güneşi kadar aydınlık bir yer oldu ve beni belimden tutarken başını kaldırıp bir de dudaklarımdan öptü. "Duşunu alırken beni hayal et."

"Ben hep seni yanımda hayal ediyorum ki," dedim.

"Gece Yarısı Güneş'im." 

Beni dudaklarım üzerinden yoğun bir şekilde öptükten sonra yavaşça üzerinden kalktım. Kalçamın üzerine oturup bağdaş kurdum ve geceliğimin uçlarını çekiştirdim. Hazer doğruldu ve kalkıp aynanın karşısına geçti.

Ayna önü masası üzerindeki parfümü sıkıp geniş kıyafet dolabımıza ilerledi. İçini açıp kuru temizlemeden dün gelen ceketlerden birisini aldı, gömleğinin üzerine geçirip yakalarını düzeltti. Sonra paltosunu alıp dolabı kapattı ve saate bakıp dişlerini sıktı. Sanırım direkt bir toplantıya girecekti. "Bugün Gazelle buluşacağım," dedim. "Yeğenimi özledim."

"Ne zaman doğuracak. Yüz yıldır hamileymiş gibi hissediyorum."

"Henüz yedi aylık aşkım."

Kapıya doğru ilerliyordu ki durdu, arkasını döndü ve iri adımlarla yanıma geldi. Kalbim, onun gelişini takip ederek hayata döndü ve Hazer ensemden tutup kafamı kendisine çekti, dudaklarını sertçe dudaklarıma yasladı.

"Haplar çekmecede melek karım, almayı unutma."

Çenemi sıkıp uzaklaştı ve hızla odadan ayrıldı. Başımı arkaya koyup huzurla gülümsedim. Hazer'in işleri hâlâ eski düzenine oturmamıştı ama yapabildiği kadarıyla bana vakit ayırıyordu. Dün yine geç geldiği için tartışmıştık, çünkü onu çok özlemiştim. O da aflar dilemiş, işi olduğunu defalarca söylemişti ama ben gereksiz yere ağlamaya başlayınca Hazer'de ağladığım için kızmıştı ve... kendimizi bir anda yatakta bulmuştuk.

Kazadan sonraki geçen günlerde okul ve ev arasında mekik dokumuştum, Leo ve Mustafa'yla ilgilenmiştim. Kemal'in bakıcısı cezaya çarptırılmıştı, bir daha çocuklara zarar veremeyecekti. Arabayı bakımdan dün almıştık. Benim alnımdaki iz geçse de Kerem'in dikişleri henüz dökülmemişti.

Parmağımı saçımın etrafına dolayarak başımı komodine çevirdim, doğum kontrol hapları sahiden oradaydı. Gülümseyip doğruldum ve parmak uçlarımla banyoya koştum. Geceliğimi çıkarıp sıcak suyun altına girdim ve saçlarımı şampuanlarken gülümsedim.

Duştan çıkınca Gazelle buluşacağımdan dolayı rahat bir şeyler giymeye karar verdim. Üzerime ceket alacağım için üzerime giyeceğim gömleğin ince olmasına pek aldırış etmedim. Beyaz gömleğimin altına açık renkli kot pantolonumu giyip saçlarımı yarım at kuyruğu yaptım. Saçlarımın nemli, doğal dalgaları güzel görünüyordu. Saçlarımın arkasına taktığım incili tokaya gülümsedim, bunu Norveç'ten almıştım. 

"Abla, abla!"

Leo'nun sesini duydum, sanırım hafta içi erken uyanmayı alışkanlık haline getirdiği için hafta sonu da erkenden kalkıyordu. Ben yatağımızı toplamak için arkamı dönerken, Leo'da bir kez kapıyı tıklattı. "Girebilir miyim?"

"Si."

Kapı açıldığında beyaz çarşafı çıkardım ve sepete atmak için banyoya parmak uçlarımla koştum. "Günaydın ablacığım."

Geri döndüğümde Leo'yu kapının önünde pijamaları içinde, gülümserken buldum. "Günaydın yakışıklı," dedim. Dolaptan temiz çarşaf aldım, yatağımıza örtüp saten yatak örtüsünü de etraflıca yatağa yerleştirdim. Yastıkları kabartıp ondan tarafa döndüm ve yanına ilerleyip alçaldım. "Kahvaltıyı hazırlayıp uyandıracaktım seni."

Omuzlarını tatlı şekilde silkti. "Kâbus görmüştüm, uykum kaçmıştı zaten."

"Ah, kâbus gördükten sonra uyumak zor oluyor, haklısın," dedim iç çekerek. "Anlatmak ister misin?"

Odaya girdiği ilk an yüzünde olan gülümsemeyi kaybedip kollarını boynuma sordu. "Babam olduğunu söyleyen birisini gördüm Safir. Ama yüzünde böyle siyah, karanlık bir şey vardı; birazcık korktum."

Kim olmadığını bilmediğimiz babası... Artık büyüdüğü, bilinçlenmeye başladığı için hayatında baba rolünü arıyordu. “Babanı merak ediyor musun?"

Başını eğdi. "Ben senin yanından başka yere gitmek istemiyorum."

Doğrusu bunu hiç düşünmemiştim, onun babasını aramayı. Bulacağımı bile düşünmüyordum, onu yanımdan da göndermezdim. "Elbette giymeyeceksin Leo. İstediğin kadar yanımda kalabilirsin."

"Bazen benden rahatsız oluyorsunuz diye korkuyorum..."

Yanağımı yanağına yasladım. "Sana böyle hissettirecek bir şey mi yaptık?"

"Ablacığım, hayır." Benden uzaklaştı. "Ben öyle hissediyorum."

"İnsan ailesiyle yaşamaktan rahatsızlık duymaz Leo. Bunu sakın aklından çıkarma."

"Aile," diye tekrarladı ve uzanıp yanağımdan makas aldı. Bu Hazer'in alışkanlığıydı, o da öğrenmişti.

Odaya döndüm ve etraftaki küçük dağınıklığı da toparladım. Bu esnada kardeşim de pijamaları içinde beni izledi, makyaj malzemelerimi karıştırdı. Bir farı alıp yanaklarına sürmeye çalıştığını gördüm, sonra yüzünü buruşturup pijamasının koluyla yanağını sildi.

"Eniştem bunları sürüyor mu?"

Kıkırdayarak ona yaklaştım, elinden tutup odadan çıktım. "Elbette. Gözlerine her gün maskara sürer."

"Makyaj güzeli demek ki eniştem..."

Onunla odasından içeriye girdik. Üzerine, Mustafa'yla olan fotoğrafını yapıştırdığı dolabına ilerledim ve kot pantolonla, boğazlı kazak aldım. Giyinmesi için ona verip mahremiyetine saygı duyduğum için de arkamı döndüm. İşi bitince koşup sırtıma doğru atladı. "Beni sırtına alabilir misin, eniştem alıyor?"

"Enişten o güçlü vücuduyla beni bile alıyor. Bir zahmet seni de alsın."

"Ben de kas yapacağım."

"Şapşal."

Aşağıya indiğimizde Kerem'i burada görüp afalladım. Hazerle çıktığını sanıyordum ama o bize kahvaltı hazırlıyordu. Geldiğimizi fark edip omzunun arkasından döndü. "Tüh, uyanmışsınız. Kahvaltıyı hazırlamayı bitirip sizi öyle çağıracaktım."

Ocaktaki tavaya baktım. "Bize menemen mi yapıyorsun?"

"Evet. Fotoğrafını da çekip Hazer'e atacağım, canı çeksin."

"Kötüsün," dedim ona, kıkırdayarak. Leo çoktan tezgâha tırmanıp sucuklu yumurtaya saldırırken, ben de uzanıp Kerem'in şakağına dokundum. "Acı yok değil mi?"

"Yirmi gün oldu, yok tabi kızım."

Altını kapattı ve ocağın üzerindeki menemen tavasını alıp tezgâhın üzerine bıraktı. "Sen neden kaldın?" Diye sorarak tezgâha yaklaştım ve tabureyi çektim.

"Leyla ile onun ailesini ziyarete gideceğiz," dedi oldukça tatsız bir sesle. O da yanımdaki tabureye oturdu ve ekmek sepetinden bir ekmek alıp tavadaki menemene bandırdı. Ağzına atıp afiyetle yerken ben de çaylarımızı koydum. "Müjgan salağı da orada olacak.”

"Ailesi alışacaktır zamanla.”

Menemeni yemeye kaldığım yerden devam ettim. Gazel'e gidecektim, bugün evde tekti ve gelen beşiği beraber yerleştirecektik. Keremle Leo kendi aralarında gülerken, ben de iştahla önümdeki tabağı doldurdum. Sevdiğim insanlarla beraberken her şey yolundaymış gibi hissediyordum ve kar yağışını gülümseyerek izleyebiliyordum.

“Hazer bugünlerde çok yorgun değil mi Kerem… Keşke onu mutlu edebilecek bir şeyler yapsam."

Çayını höpürdeterek içti ve düşünceli şekilde bana baktı. Kerem yemek yerken abartan insanlardandı, bunun zevkine vararak yiyordu. Bıçağını kullanıp biraz bal aldı ve ekmeğe sürüp Leo'ya uzattı. Leo onun elinden yiyerek parmağını da ısırınca Kerem elini geriye çekip sırıttı. "Hazer, heykeltıraşa bayılır."

"Biliyorum," dedim göz kırparak.

Konuşmaya devam etti. "Demem o ki, Hazer'e, hayatı boyunca unutmayacağı bir hediye verebilirsin." Bana doğru eğilip sessizce fısıldadı. "Onu hayranı olduğu heykel tıraş ustasıyla tanıştırmaya ne dersin?"

Ama ya... Bu nasıl benim değil de Kerem'in aklına gelirdi? Hem kendime sitem duydum hem de çok sevinçli hissettim. Hazer böyle zarif düşüncelere, hayranlık duyduğu şeylere değer verilmesine bayılırdı. Onun bir sergide, hayranlık duyduğu birisiyle tanışınca ne kadar mutlu olacağını hayal ettim ve Kerem'in gözlerinin içine bakarak ekledim. "Ve dahası, onu, onun adına bir sergi açarak dünyanın en mutlu adamı yapabilirim."

Kerem'in gözleri ışıldadı ve ağzını açıp bir şey demeden pantolon cebimdeki telefonum titredi. Ona mahcup bir bakış atıp telefonumu cebimden çıkardım, arayanın Gazel olduğunu görünce derhal açtım. Leo çatalının ucuyla bana bir salata uzattığında onu alarak, "Gazel," dedim telefona. "Günaydın, neden bu kadar erken uyandın!"

"Selam!" 

Sesin sahibi... Nazım'dı.

Başımdan aşağıya kaynar suların döküldüğünü hissettim. Algılamak için birkaç saniyeye ihtiyaç duyup sandalyeden kalktım ve sesimi kontrol etmeye çalışıp, "Telefonu Gazel'e ver," dedim can havliyle. "Sen n’apıyorsun? Nereden çıktın?”

Kerem bir şeyleri anlamıştı, çok hızlı biçimde tabureden kalktı ve kafasını eğip kulağını telefona yasladı. Nazım'ın boğazından garip bir gülme sesi çıktığını duydum, sesi açık havadaymış gibi geliyordu. Düşmemek için tezgâha tutunurken, "Gazel," dedi Nazım. Nefes alamamaya başladım, kalbime doğru bir fırtına yaklaşıyordu. "Doğumu yaklaşmış sanırım, karnı bayağı büyümüş."

"Mila, Behram'ı ara!" Gazel'in korkulu bağırışını duyunca vücudum ileriye doğru hareket etti ama sanki ayaklarım yere değmeden yürüyordum. "Polisi de!"

"Seni şerefsiz," diye bağırdım telefona doğru ve hızla sokak kapısına koşmaya başladım. Gazel'i mi kaçırmıştı? Yanlış anlamdıysam şu an tam olarak bu mu oluyordu? Gazel'i sabahın bu saatinde nerede bulmuştu, buna nasıl cesaret etmişti? Kerem'in arkamdan gelip kolumdan tuttuğunu, "Hazer'i arıyorum," dediğini duydum. 

"Konum atacağım Safir, arkadaşını çok düşünüyorsan gel."

Telefon suratıma kapandığında ağzımda biriken öfkeli kelimeler boğazımda bir dağ gibi birikti ve korkuyla kocaman açılmış gözlerim Kerem'i buldu. Leo'nun biraz uzaktan bizi izlediğini görürken, "Gazel'i alıkoymuş," dedim. Bu kelimelerin dudaklarımdan çıktığına inanamıyordum. "Nazım, Gazel'i alıkoymuş. Ko... Konum atacağını söyledi..."

"Şşt, tamam."

Kerem yatıştırıcı bir şekilde omzumu sıkarken, benden duyduğu şeylerin aynısını Hazer'e iletti ve Hazer'in gürleme sesi, sanki bizzat buradaymış gibi kulaklarıma taştı. Ellerimi yüzüme kapattım ve artık tamamen fark ettiğim şeyle beraber hüngür hüngür ağlamaya başladım. Gazel hamileydi, eğer riskli bir şey yaparsa bebeğini kaybederse hayatının yıkımını yaşardı.

"Gel." Kerem portmantodan ceket aldı ve direkt kapıyı açtı, hızlı şekilde kendimi kapıdan attım ama sonra arkamı döndüm. Bizi en masum ve korkmuş bakışlarıyla izleyen Leo'yu bırakamadım. Bir saniye içinde yapmam gereken her şeyi sıraya koydum ve onun yanına ilerleyip elinden tuttum, onunla kapıya yürürken, Kerem Leo'nun da montunu aldı.

"Leo'yu... Anneme bırakalım," dedim.

"Tamam," dedi Kerem derhal. Garaja doğru koşmaya başladı. "Ben diğer arabayı alayım."

Leo'yu bacaklarıma yasladım ve hızlı hızlı soluyarak arabayı dışarıya çıkarmasını bekledim. Gazel'i nerede bulduğu merak konusuydu ama bir şekilde bulmuştu. Peki ya ihtimaller? Ne yapabilirdi, Nazım ne kadar ileriye gidebilirdi? Canını yakar mıydı? Yoksa onu bir tehdit olarak mı kullanacaktı? Benden ne isteyecekti, oraya gittiğimde neler olacaktı?

"Abla..."

"Leo, bir saniye..."

Mesajlara bakarken telefon ellerimde tanıdık bir melodiyle bir daha çaldı. Bu kez yabancı bir numara arıyordu, telefonumda ilk kez bu numarayı görüyordum. Nazım'ın beni başka bir numaradan aradığını düşünüp öfke içinde derhal açtım. "Tanrı'nın cezası pislik adam, derhal Gazel..."

"Safir..." ses kulağımın içinden girdi ve bir kurşunun vücuda hapsolması gibi beynime hapsoldu. "Yar... yardımına ihtiyacım var. Has... hastaneye gitmem lazım."

Konuşan annemdi.

Bahar annem değil, anne olamayan annem.

Yardıma ihtiyacı olduğunu söylüyordu. Aradan geçen günler de haftalarda değil de şimdi mi iyiliğime ihtiyacı vardı? "Anne, benimle eğleniyor musun?" Diye fısıldadım, her şeyin bu kadar üst üste gelmesine hayret edip. "Anne, yalvarırım söyle, sen benden daha ne istiyorsun?"

"Annem mi? Ben de ben de konuşacağım!"

Leo'ya arkamı döndüm bir elimi saçlarımın arasından geçirirken, annemin rahatsız, pürüzlü soluklarını hatta diğer ucunda duydum. "Mi... Mila, ben hastaneye gitmeye çalışıyorum ama nerede olduğunu bile bilmiyorum." Onun nerede olduğunu ben de bilmiyordum. Aylar önce ona veda etmiştim. Eli silahlı bir mafya bozuntusuyla yaşıyordu, onu kurtarmak istediğimde zengin ve şanslı olduğunu söyleyip beni reddetmişti. "Ağzımdan kan geliyor Mi... Mila, beni o kadar dövdü ki. Çıktım evden ama şehirden çok uzağım. Por favor Mila, por favor.."

Gözlerimi sertçe kapattığımda göz pınarlarımda bekleyen yaşların intiharı gerçekleşti ve ölüm yüzümden aşağıya kaydı. "Anne, ben... her neredeysen... şu an oraya gelemem."

"Öleyim mi?" Annemin gözyaşlarıyla dolu bağrışı telefonun diğer ucundan taştı ve güçsüz sesindeki bir şey, daima onunla aramda olan incecik bağa dokundu. "Sıcacık yatağından kalkıp annenin yanına gelemiyor musun? Bu kadar mı nefret ediyorsun annenden? Ölsem mutlu mu olacaksın?"

"No mamá!" Ölürse mutlu olacağımı düşünmesine gücendim ve kalbim hâlâ Gazel için çarparken, kafamı çaresizce iki yana salladım. "Şimdi bir yere gitmem lazım. Sonra... yalan söylüyor olsan da senin yanına geleceğim, gelip neyin varmış, bakacağım tamam mı?"

"Benden daha acil bir işin mi var! Maldita sea!"

"Lo siento. O senden daha acil anne."

"Bu... sesimi duyduğun son an olabilir Mila."

Telefonu kulağımdan indirdim ve hızla arkamı dönüp Leo'nun elinden tuttum. Onunla hızla Kerem'in dışarıya çıkardığı arabaya ilerledim. Bahçe kapısından çıktım ve Leo'yu telaşla arka koltuğa oturtup kemerini taktım. O kaza gününden sonra arabalardan çok korktuğu için kemerini takmama hiçbir şey demiyordu. Onu bırakıp hızla ön koltuğa yerleştim ve kemeri titreyen ellerimle takıp telefonumu Kerem'e uzattım. "Son arayan numaranın yerini tespit edebilir misiniz?"

Kendi kemerini taktı ve bir elini direksiyona koyarken, "O kimdi?" Diye sordu.

"An... annem."

İkimizin de sebebini anladığı bir sessizlik oldu.

"Ne diyor?"

"Canı..." gözlerim boşluğa doğru kaymaya başladı. "Canının yandığını, ona yardım etmem gerektiğini."

Nefesi bir an kesildi. "Hangisine gideceksin?"

"Gazel'e."

Ellerimi dizlerimin arasına koyup sıkmaya başladım ve yaptığım seçimden emin olsam da, kalbime annem için kök salan endişe tohumlarına mani olamadım.

"Gazel'in numarasından bir konum geldi," dedi Kerem, caddeye çıktığımız sırada. Kaygıyla yüzümü ona çevirdim. "Bayağı sapa bir yer burası. Sabahın bu vaktinde Gazel'i nerede bulmuş, nasıl alıkoymuş bu piç? Ve neden? Neden yaptı bunu?”

“Beni elde edemedi ve Gazel'i ne kadar sevdiğimi bildiği için..."

Ona veya yeğenime bir şey olma ihtimali gözlerimi biraz daha yaşarttı ve başım kendiliğinden önüme düştü. Ölesiye bir korkuyla gözlerimi kapatıp bunun olmaması için dua etmeye başladım. Sığınabildiğim tek şey dua gibi geliyordu şu an.

"Hazer... Behram'a haber verdi mi?" Diye sordum.

"Bilmiyorum. Behram öğrenince... Vallahi bu kez imamımdan korkuyorum."

Araba Bahar annemin evinin önünde durana kadar gözümü açmadım. Leo'da konuştuklarımızdan korkmuş, bir şey soramamıştı. Kerem onu kucağına alıp eve götürürken, "Ablama çok dikkat et Kerem abi," dediğini duydum.

Kerem geri döndüğünde hâlâ ağır ağır soluklar alıp veriyor, saniyeleri sayıyordum. Nazım ne kadar ileriye gidebilirdi, onun canını acıtır mıydı? Kerem'in bir daha numara çevirdiğini görünce, "Kimi arıyorsun?" Diye sordum.

"112," dedi pürüzlü bir sesle. "112'yi de konuma göndereceğim. Sanmıyorum, Nazım bu kadarına cesaret edemez ama her ihtimale karşı ambulans olsun. Üstelik Gazel..."

"Hamile."

"Evet canım."

Başımı salladım, bunu düşündüğü çok iyi olmuştu. Benim de bunu düşünmem lazımdı, olay anların da genellikle en mantıklı şeyleri ben söylerdim ama şimdi yalnızca Gazel'in yüzü vardı gözümün önünde. Bebeğine bir şey olursa yerle bir olurdu, bunu yüreğimde hissediyordum.

Araba oldukça sapa sokaklara girmeye başladığında hakikaten buraların tenha olduğunu fark ettim. Bu dakikadan sonra korkularımın gölgesinde hareket edemezdim. Mantıklı ve Gazel'i düşünerek hareket edecektim. İçime sakinleştirilmiş nefesler çekip buz kesen ellerimi pantolonuma. Kerem arabayı yavaşlattı ve camı indirip önünde durduğumuz iki depoya baktı.

"Kırk numara... Burası!"

Kalbim hopladı ve elim ikinci bir komutu daha beklemeden hareket etti, kapıyı açtı. Keremle aynı anda dışarıya atladık ve yalnızca bir saniye nerede olduğumuza baktım. Yan yana birçok deponun olduğu, viran ve kirli bir yerdi burası. Hızla kaputun etrafını dolanıp Kerem'in işaret ettiği depoya ilerlediğimde, Kerem bana yetişip kolumdan tuttu ve önüme geçip bana siper oldu. Beraber deponun kapısına koştuk ve Kerem omzuyla yüklenip kapıyı açtı.

İçeriden inleme sesi geliyordu.

Kapı saniyesinde geriye doğru yattı ve önümüzde geniş, epey büyük bir depo açıldı. Kalbim boğazıma fırlamış gibi hissedip gözlerimi depoda dolaştırdım ve Gazel'in yerde, karnını tutarak inlediğini gördüm. Nazım'da oradaydı, ilk başta sırtı bize dönüktü ama kapının gürültülü sesini duyunca bu tarafa döndü. Üzerinde siyah gömleği vardı ve bizi gördüğü an kafasını iki yana sallayıp sanki şoka girmiş gibi bir ifadeyle Gazel'i gösterdi. "Su... Suyum geldi diyor."

Vücudumdan yayılan nefretin gücünü ikinci kez bu kadar net hissediyordum.

"Hay tahsilatını siktiğimin pezevenki," diyerek ileriye doğru koştu Kerem ve deponun diğer ucuna vardığında sıktığı yumruğunu Nazım'ın suratına gömdü. 

Nazım geriye düşüp yerde sürünmeye başladığında hızla atıldım ve Gazel'e doğru koşup dizlerimin üzerinde yanına çöktüm. Beni gördüğü an sevinçle parladı gözleri ve titreyen ellerini uzatıp, "Daha yedi aylık," dedi yüzü yaşlarla yıkanırken. Üzerinde bir eşofman takımı vardı, kızıl kahve rengindeki saçları dağılmıştı. Gözlerim korkuyla o kadar büyümüştü ki, sanki dışarıya fırlayacaktı. "Doğum için erken Safir ama su... suyum geldi sanırım!"

Arabadayken kendime verdiğim sözü hatırlatıp sakinliğimi korudum ve uzanıp yerdeki başını kaldırdım, yüzüne eğilip gülümsedim. "Ambulans birazdan burada olur." Sahiden de birazdan burada olacaktı. "Erken doğum çok yaygın bir şey tamam mı? Erken doğan bebeklerin birçoğu da sağlıklı şekilde yaşama dahil ol... oluyormuş. Ben bunları araştırmıştım daha önceden. Şimdi evde olduğunu, suyunun geldiğini hayal et. Zaten bunun farkı yok tamam mı? Bebeğin dünyaya gelecek, şu an bundan daha güzel bir şey yok canımın köşesi."

Kerem'in Nazım'a hakaretler yağdırarak onu dövdüğünü duyuyordum ama ilgilendiğim tek şey Gazel'di. Elini karnına götürdü ve bir kasılmayla beraber gözlerini kocaman açtı. "Saf... Safir onu kaybetmek istemiyorum."

"Bebeğimizi kaybetmeyeceğiz," dedim, ağlamamaya çalışarak. Bakışlarımı bacaklarının arasına çevirdim, eşofmanının önü ıslaktı. "Derin nefesler alıp elimi sık, bağırmak istiyorsan da bağır tamam mı?"

"Karnım..." elimi sıktı ve kısık sesli bir çığlık atıp yerde kıvrandı. "Sanki birisi bıçakla karnımı yarmaya çalışıyor. Siktir, bu bir bebek mi canavar mı?"

Saçlarını yüzünden çekip gülümsedim. "Görünen o ki canavar bir bebek."

Kasılması şiddetlenmiş olmalı ki elimi sıktı ve tırnakları avuç içime battı. Onu sakinleştirmek için saçlarını okşarken, "Behram," dedi, gözleri baygın bakıyordu. Ne zaman başlamıştı kasılmaları, bir doğum kaç saatte gerçekleşirdi? Suyunun ne kadar gelmesi gerekiyordu? "Çok... Korkmuştur."

"Yalnızca bebeğini ve kendini düşün."

"Markete gitmiştim," dedi soluk soluğa. Dudakları konuşurken titriyor, saniyeler geçtikçe yüzünün canlı rengi kayboluyordu. "Bir anda önümde belirdi, kar... karşı koyamadım. Bağırmayı denedim, elini ağzıma kapattı. Çi... çilek almıştım, hepsi döküldü."

"Gazel." Ağlamamak için kendimi kastım ve eğilip ıslak alnından öptüm. "Özür dilerim. Benim yüzümden oluyor, herkesin başına bir iş açıyorum. Sanki bela mıknatısıyım, etrafımdaki herkes..."

"Ya şu an keşke kalkabilsem ve suratına... bu kadar saçmaladığın için bir tane tokat atabilsem."

Alnını, yüzünü gömleğimin koluyla sildim ve Kerem'in attığı yumrukların sesini duyarken, "Her şey yoluna girecek," dedim. Suçlulukla gözlerimi kapattım. "Bana rağmen her şey yoluna girecek."

Bir ambulans siren sesi duydum ve gözlerim kocamana açıldı. "Geldiler," diyerek başımı sevinçle arkama çevirdim ve aralık kapıdan, yaklaşan ambulansı gördüm. Kerem Nazım'ın üzerinden kanlı elleriyle doğruldu ve Gazel elimi sıkarak bir çığlık daha atarken, ambulansın kapısı açıldı. Önce bir, sonra ikinci ilk yardım görevlisi indi. Ve sonra bir sedye dışarıya çıktı. Kadın deponun kapısını biraz daha açtı ve adam sedyeyle buraya doğru ilerlemeye başladı. Şükürler olsun yetişmişlerdi, doğumun devamı hastanede devam edebilirdi.

"Su... Suyu gelmiş," dedim, sağlık görevlileri sedyeyi Gazel'in yanına doğru indirirken. "Az önce de çığlık attı, canı yanıyor. Bebek... daha yedi aylık, lütfen yardım edin."

"İzin verin hanımefendi."

İlk yardım görevlisi kenara çekilmemi rica etti ama ben kıpırdayamadım, Gazel'in acılı yüzüne baktım. Sonra belimin iki yanında eller hissettim ve onun Kerem olduğunu düşündüm. Ama bu eller de daha başka bir şey vardı, fazla bir tanıdıklık. Görevliler kasılan karnını tutup inleyen dostumu sedyeye kaldırdıklarında başım yavaşça arkaya döndü. Buğulu, ıslak bakışlarımın ardındaki yüz önce pürüzlüydü, sonra netleşti. 

"Han..."

"Geldim bebeğim."

Onun belimden sonra yüzümü tutan ellerini hissettim ve gözyaşlarım o an özgür kaldı. Hepsi göz pınarlarımdan aşağıya bir daha yuvarlanıp beni ağlama nöbetine sokarken, başımı çevirip sedyeyle ambulansa ilerleyen Gazel'e baktım. Kerem onunla gidiyor, elini tutmuş, güzel birkaç şey söylüyordu. Vücudumu hareket ettirmeyi denedim ama dizlerim fena halde titriyordu. Hazer'in gömleğini tutup yalnızca, "Daha yedi aylık," diyebildim. Ambulansın arka kapıları açıktı, görevliler sedyeyi kaldırıyordu. "Küçücük, mi... minicik.”

"Gel, ambulansa bin, Gazel'in elinden tut.”

Başımı salladım ve Hazer ona yaslanama müsaade edip benimle yürürken ıslak bakışlarım az ileriye düştü. Nazım yerde, duvarın dibinde inliyordu. Suratından aşağıya kan damlaları akıyor, kalkmaya çalışıyor ama aldığı darbeler güçlü olduğu için başaramıyordu. O saniye her şeyi, kendimi, iyiliği unuttuğum an oldu. Vücudum kontrolsüz bir güçle beraber Hazer'in kolları arasından çıktı ve ileriye doğru koşmaya başladı. 

"N’apıyorsun la?"

Nefes nefese Nazım'ın yanına vardığımda Hazer'in de bir adım arkamda kalıp şaşkınca beni izlediğini hissettim. Nazım elini suratından çekti ve yüzünden kanlar akarken, yerinden bir daha kalkmaya çalıştı. "Ben... Sadece seni getirebilmek için yaptım tamam mı? Doğumunun başlayacağını bilemedim! Beni el birliğiyle kandırdınız. Yaptığım tek şey seni sevmekti, farkında değil mi..."

"Lütfen sesini keser misin sikik herif," diye kükredim bir anda ve havaya kalkan ayağımı sertçe onun suratına gömdüm.

Kafası, suratına gömdüğüm tekmeyle beraber geriye yattı ve boğazından ilkel bir bağrış koparken vücudumda kontrol edemediğim hisler başladı. Aynısını yapmak istiyordum, ona bir daha zarar vermek istiyordum. Ayağımı ikinci kez kaldırıp onun karnına sertçe geçirdiğimde, "Aylardır bana dayak atmanı bekleyen ben," dediğini duydum Hazer'in. Sesinde gayret, gurur ve sitem vardı.

Duygularım, sanki karanlık bir kuytudan çıkmıştı. Ellerim benim irademde değil, gözlerine perde inmiş bir kızın iradesinde hareket ediyordu. Dizlerimin üzerine alçaldığımı, sanki üçüncü bir kişiymişim gibi izledim. Ellerim, alçaldığım yerden onun yüzüne doğru vurmaya başladı ve ağzımdan benim seçemediğim kelimeler döküldü.

"Oha Mila! Sen bu küfrü nereden öğrendin?"

Ne söylediğimi bilmiyordum, dolayısıyla onun neyden bahsettiğini de. Onu sarstığımı hissediyordum, suratına doğru vurduğumu, tokat attığımı. Sanırım dövmeyi istediğim ilk insan Hüseyin canavarı olmuştu ama dövmek için bile olsa ona dokunamazdım. İkincisi Nazım olmuştu ve bu kez yapmıştım. Gazel'i bu kadar çaresiz bir duruma düşürdüğü, bebeğini riske attığı için artık onu dövüyordum. Bunu bana yaptıran gücün sevgiden kaynaklığını hissediyordum.

"Bu görüntüye bayıldım ama sakinleş artık." Vücudumun geriye çekilme kuvvetiyle uzaklaştığını hissettim ama bacaklarım durmadı, hareket halindeydi. Ayaklarım ileriye uçuyor, Nazım'ın vücuduna tekmeler atıyordu. Vücudum Hazer'in kollarında yerden yükseldi ama zapt edilmez haldeydi, sürekli Nazım'a vurmaya devam etmek istiyordu. Onun hayretler içinde kaldığını, tamamen yere kapaklandığını gördüm ve Hazer beni uzaklaştırıp yere bıraktı. Önüme geçip sıcak ellerini buz kesen yüzüme dayadığında hâlâ onu geçip gitmek, Nazım'a vurmak istiyordum. Hazer yüzümün belli başlı bölgelerini öperek, "Sakinleş bebeğim," dedi. Omuzları karşımda bir dağ gibi duruyordu. O kadar hızlı nefes alıyordum ki, boğazım kupkuru kesilmişti. "Polisler geldi, sakinleş."

"Ne... Beni mi tutuklayacaklar? Yalnızca vurdum ona!"

Hazer'in elleri boynumda dolaşırken başım seslerin geldiği o yöne kaydı. Birisi telsizle konuşan iki polis memuru yerde uzanan Nazım'a doğru ilerlerken, Hazer'de ensemi okşayıp bedenimi rahatlatmaya çalıştı. "Nazım'ı alacaklar ve o hayatımızdan tamamen çıkacak Mila. Sakinleş bebeğim, gel bir sarılayım sana."

Onun kolları arasında tekrar zayıf düştüm, hassaslaştım ve yüzüm canlı şekilde atan göğsüne yaslanırken, "Gazel," dedim güçlükle. "Çok korktu, yanında olmalıyım."

"Götüreyim seni."

Başımı göğsünden kaldırdı ve beni elimden tutup kendiyle beraber çekti. Son kez dönüp arkama baktığımda polis memurunun bir telsizle konuştuğunu, diğerinin Nazım'a kelepçe taktığını gördüm. Nazım duvara yaslanmış, dağılmış suratıyla bize bakıyordu. Saçlarım hararetimle beraber yüzümde uçuşurken bir anda boştaki elimi kaldırdım ve ona el hareketi çektim.

Gözleri, çektiği tüm acıya rağmen koskocaman açıldı.

Depodan çıktığımızı, yüzüme vuran serin havadan anladım. Deli gibi etrafımıza baktım ama ambulans yoktu. İnanılmaz berbat ve suçlu hissederken, Hazer'in araba kapısını açtığını gördüm. Yerleşmeme yardımcı oldu ve kemerimi takıp saçlarımı önümden çekti. "Hiçbir sorun yok Safir Mila. Yeğenin doğuyor tamam mı? Mutlu ol bebeğim."

Kapıyı kapatıp süratle arabanın etrafını dolandı ve şoför koltuğuna yerleşip arabayı bu harbede yerden çıkardı. "Behram öğrendi mi?" Diye sordum.

"Hastaneye geçiyor," dedi, sıkıntılı sesle.

Başımı iki kez sallayıp sırtımı arkaya yasladım ve gözyaşlarımı sildim. En yakındaki hastaneye gidiyorduk sanırım. Buralar hiç bilmediğim yerlerdi, sokaklarda yaşamama rağmen. "O daha minicik Hazer," dedim, o sırada torpidoya uzandığını hissettim. Dizime ıslak mendil koydu. Uzanıp çıkardım ve kan lekeleri olan ellerime tiksintiyle bakıp silmeye başladım. "Yedi aylık."

"Prematüre bebeklerin birçoğu doğumdan sonra gayet sağlıklı yaşamaya devam ediyor."

Evet, ben de bunu, Gazel bana endişelerinden bahsettiğinde araştırmıştım ama şimdi çok korkuyordum. Hazer benim için bir başka ıslak mendil daha çıkardığında ellerimi yeniden sildim ve gözlerimi kapattım. Gazel'i görmeyi istediğim böylesine başka an olmamıştı. Araba tün korku dolu düşüncelerim esnasında durdu ve Hazer indi, benim de inmeme yardım etti. Daha önce hiç görmediğim bir hastanenin kapısından içeriye girdik ve kulaklarım uğuldarken, Hazerle birkaç kat çıktık; bir görevliye soru sormuştu.

Asansörden inince bizi sessiz bir ortam karşıladı ve başımı sol tarafa çevirince koridordaki sandalyede oturan Kerem'i gördüm. Endişeli şekilde volta atıyordu. Ona doğru koşmaya başladığımda Kerem bizi farkına varıp durdu ve çenesiyle ileriyi gösterdi. Yoğun bakım ünitesi.

"Doğuma aldılar."

Ellerimi dudaklarıma kapattım. "Sezaryen mı normal doğum mu?"

"Sanırım doktorun dediği şeyden bahsediyorsun," dedi Kerem, o sırada Hazer gelip omuzlarımdan tuttu, gövdesini sırtıma yasladı. "Fetal distres mi ne olmuş, o yüzden sezaryen doğum olacakmış."

Bu terimi ben de bilmiyordum ama normal doğumla sezaryen doğum arasındaki farkı biliyordum. Tamam, doğum kontrol altındaydı, Gazel'in sağlığı şükürler olsun iyiydi. Hazer başını enseme yaslayıp sakinleşmem için kollarımı sıvazlarken, derin nefesler alıp ona yaslandım. 

"Behram aradı." Kerem koridor duvarına yaslanmış sandalyelerden birisine oturdu. "Birazdan burada olur." Şakaklarını ovaladı. "Doktorlarının söylediğine göre zaten erken doğum kaçınılmazmış. O yüzden sürpriz olmamış ama çok korkmuş, sesinden belli."

Onun cümlesi bitmişti ki asansör kapıları açıldı. Hepimiz aynı anda başımızı oraya çevirdik, Behram'ı gördük. Üzerinde lacivert bir gömlekle kot pantolonu vardı ve yüzünde depderin bir öfkenin izlerini seçiliyordu. Her ne kadar soğukkanlı, sağduyulu ve sabırlı birisi olsa da o da bir insandı. Hazer beni bıraktı ve arkadaşına doğru dönüp, "Sakin ol," dedi daha bir şey sormadan. Behram onu duymadan, görmeden, dinlemeden yoğun bakım kapısına doğru ilerledi. Hazer arkasından omuzlarını düşürdü. "Doktor her şeyin yolunda olduğunu söylemiş. Sorun yok kardeşim."

Behram'ın yürürken bacakları aksıyordu, yoğun bakımın önünde durunca fark edebildim bunu. Gözlerini yumduğunda, boğazımda tuğla kadar ağır bir yumru oluştu. Onu boğan endişeyi anlıyordum, Gazel'e giderken ben de aynı böyle hissetmiştim. "Doğruyu söyleyin," dedi Behram, gözlerini açmadan, ellerini karısının olduğu yoğun bakımın kapısından çekmeden. "Gerçekten iyi mi?"

Gözyaşları şerit halinde yanaklarımdan akarken, "Bunun yalanı olur mu kardeşim," diyerek bir daha ileriye çıktı Hazer. Yanına dek ilerleyip omzunu sıktı. "Gazel iyi."

"Peki neden... kalbim aksini hissediyor?" Behram'ın savunmasız, kendi kendine konuşuyormuş gibi çıkan sesi hissettiğim her şeyin yankısıydı sanki. "Böyle hayal etmemiştim. Bebeğimizin doğumu böyle olmamalıydı. Onu ben hastaneye götürmeliydim, bu odadan girmeden önce elinden tutmalıyım." Elini kaldırıp sertçe kapıya vurdu. "Böyle güvende hissetmeden doğuma girmemeliydi! Bunu yalnız yapmamalıydı, hak ettiği bu değildi!"

"Ben..." Kerem ayağa kalktı. "Ben yanındaydım."

"Ama ben değildim."

Hak ettiğimiz şekilde hissetmeyişimiz ruhumu darladı.

Hazer onun omzunu bir daha sıkıp, "Gel otur," dedi ama Behram yerinden kıpırdamadı, gözlerini de açmadı. Belki bu şekilde Gazel'in yanındaymış gibi hissediyordu.

"O nerede?" Diye sordu bu kez, sesinden çok güçlü bir öfke yayılıyordu. Kimden bahsettiğini hepimiz anladık, kaskatı kesildik. "Emniyette," dedim öfkeyle. Hızla konuşmaya devam ettim. "Bir şeyleri değiştirmez ama merak etme, ben onu dövdüm. Hem de tekme tokat."

"Nasıl?" Kerem bana döndüğünde ben de ıslak kirpiklerimin arasından ona baktım. Gözleri ve ağzı bir karış açılmıştı. Bu kelimeleri söylediğime ben de inanamıyordum ama işte yapmıştım; çünkü o can yakmıştı. "Nasıl!" Kerem hayal kırıklığıyla burun kemerini sıktı. "Lan ben bunu nasıl kaçırırım lan!"

Kerem başını ellerinin arasına alıp çaresizce yakınırken, Hazer'de bana bakıp dudağını büktü ve tekrar Behram'a döndü. Yüzünde daha mahcup, utanmış ifade vardı. "Çok üzgünüz Behram, hedefinin siz olacağı aklımdan geçmedi bile!" Elini Behram'ın omzundan çekip yüzünün sol tarafını ovaladı. "Safir'in yanına gelmesi için Gazel'i kullanmış. Onu alıkoymuş. Sonra Safir'i aramış Gazel'in telefonundan, Kerem'de beni aradı..."

"Ben Galip'ten korkarken, o aniden ortaya çıkıp Gazel'e zarar verecek diye aklım çıkarken..." ellerini yoğun bakım ünitesinin kapısından çekti, gerileyip o elleriyle yüzünü sıvazladı. "Gazel'in ne kadar çaresiz kalmış olabileceğini düşünüyorum da... Çok korkmuştur, bebeğimiz için zaten korkuyordu." Sesi son kelimeleri söylerken titremeye başladı. "Nasıl ihtiyacı olduğu an onunla olamam, yanında olamam! Nasıl yahu, nasıl?"

Hazer Behram'a tekrar yaklaşıp onun omuzlarını sıktı. "Kimsenin suçu yok. Bir suçlu varsa o benim Behram."

Hayır, demek geçti içimden ama dudaklarım hareket etmedi. Behram ellerini yüzünden çekti ve dönüp Hazer'e sarıldı; buna ihtiyacı olduğu çok belliydi. Hazer'de kuvvetli kollarını kaldırıp ona doladı ve Behram'ın omuzları sarsılmaya başladı. Onun ağlıyor olduğunu düşündüm ve Hazer'in etkilendiğini, yüzünde donan mimiklerden anladım. Kerem inanamayarak, büyük bir kınama ve hayal kırıklığıyla bana bakarken, "Ona veya bebeğimize bir şey olursa ben ölürüm Hazer, yaşayamam," dediğini duydum Behram'ın ama bundan hemen sonra başka bir ses duydum.

Bir bebeğin çığlık çığlığa ağlama sesiydi.

Gözlerim büyüdü ve dudaklarımdan, "Doğdu," kelimesi döküldü. Hemen hemen aynı anda Behram dehşet içinde Hazer'in kolları arasından çıktı ve arkasını döndü. Gözleri irileşmişti, çenesi titriyordu. Hazerle Kerem'in de inanamayarak bakıştığını görürken, "Lan," diyerek bir anda ileriye fırladı Behram ve dışarıya doğru açılan kapı, onun suratına çarptığında, inleyerek kalçasının üzerine düştü. Behram'ın düşüşüne şaşırmakla, kapıdan çıkan doktora bakmak arasında bocalayıp bilinçsizce ilerledim.

"Doğdu Abdurrahman Han'ım," dedi Kerem.

"Bebeğimiz dünyaya geldi," dedi, dışarıya çıkan hanımefendi. Başındaki yeşil bonesini çıkardı ve yere düşen Behram'a tebessüm edip sonrasında hepimizin yüzüne baktı. "Oldukça sağlıklı." Kalbim ancak bu kelimelerle yatışabilirmiş gibi canlılığına kavuştu ve sırtımı duvara yaslayıp dizlerimin üzerine alçalırken, bu kez sevinçten ağlamaya başladım. Behram şok olmuş gibi doktora bakarken, Hazer'de boğazından bir ses çıkardı ve eğilip Behram'a inanılmaz bir coşkuyla sarılırken, benim de gözlerimin içine sevgiyle baktı. Hemşire konuşmaya devam etti. "Annemiz de gayet sağlıklı."

BÖLÜM SONU.