8. BÖLÜM
“KİMSESİZLİK”
Babacığım yanıyor.
Babacığım yalnızca yanmıyor,
Çok yanıyor.
Babacığım, bu yarayı ne geçirir bilmiyorum ama zaman geçirmiyormuş, şimdi anlıyorum. İçimde dermansız bir kız çocuğuyla yaşıyorum ve onun kurtuluşu olmadan kendimi kurtaramayacağımı biliyorum. Yanımdasın, bakıp duruyoruz. Elimi atıyorum, kefeni cesedin üzerinden kaldırıyorum. Orada bir kız çocuğu yatıyor. Gözleri kapalı ama babacığım inkâr etme, sen o kızı tanıyorsun. Bakmaya cesaret edemediğin o kız, senin kızın, biliyorsun.
Kendimi iyi hissettiğim sayılı zamanların birindeydim. Bale kıyafetlerinin içinde, sahnenin üzerinde oturuyordum. Dansımızın başlamasına birkaç dakika vardı, Hazer Han sadece üç dakika önce gelmiş, salondaki misafir koltuğuna oturmuş beni izliyordu. Bense sahnenin üzerinde birkaç ısınma hareketi yapıyordum. Normalde taytla bluz giyer, provaları o şekilde yapardım ama bugün bale kıyafetlerimi giymek istemiştim. Hazer Han’ın içeriye girip beni bale kıyafetleri içinde gördüğü o an, kendimi bir bayramlığını giyen çocuk gibi hissetmiştim.
Hazer Han nasıl bu kadar uzun süre gözlerini kırpmadan benim yüzüme bakıyor, hiç anlamıyordum.
“Neden bugün bale kıyafetlerini giydin?”
Ah, bu selamlaşmamızdan sonra bana kurduğu ilk cümleydi. İşaret parmağını bana doğrultmuş, kıyafetlerimi gösteriyordu. Kendisi her zamanki gibi takımının içinde, gösterişli görünüyordu. Dağınık saçlarına göz ucuyla bakarken, “Giymese miydim?” diye cevapladım onu.
“Bana fazla cömert davranıyorsun.”
“Ne konuda?”
“Tütü eteğin çok şirin.”
Benimle veya eteğimle alay mı ediyordu? Alay edip etmediğini görmek için gözlerimi yüzünde dolaştırdım ama ciddiyeti sarsılmaz şekilde duruyordu. Sahiden şirin mi bulmuştu?
“Kendimi bale kıyafetlerimin içinde tam bir balerin gibi hissediyorum,” diyerek ona sessiz bir yanıt verdim. “Şey, kelebek gibi! Yani, hani kelebekler uçarken kelebek gibidir ya, ben de balerin kıyafetlerimi giydiğimde balerin gibiyim. Aptalca mı?”
“Aptalca değil,” diye yanıt verdiğinde, eli bir düğmesini çözmek için gömleğinin yakasına gitti. Sıcaktı, terlemesine hak veriyordum. “Biraz bile değil.”
Bakışlarımı kaçırdım. “Siz danslara epey ilgilisiniz.”
“Herhangi bir ilgim yok. Bu benim işimin bir parçası.”
“Bale hakkında bir şey bilmeden beni nasıl eğitiyorsunuz?”
“Safir Mila, ben sadece dansının bir izleyicisiyim. Estetik görüntüden anlarım ve senin estetik görünmen benim çabam. Koreografin, dansının tekniği Meliha’nın işi.”
Şimdi çok daha iyi anlıyordum. Hazer Han dansımın tekniğiyle değil estetik kısmıyla ilgileniyordu. Şirketlerinin katılım gösterdiği müzikali kazanmak için beni yakından inceliyordu. Bu müzikal onlar için bir prestij, marka görünürlüğü ve kazanç demekti. Alt dudağımı ısırarak oturduğum yerden kalkarken, Hazer Han’ın eliyle koltuğunun kenarını sıktığını gördüm.
“Demek estetik görünmem gerekiyor?”
“Evet.”
Meliha Hanım aramıza katılana kadar birkaç dans hareketiyle ısınmaya çalıştım. Önce küçük adımlarla başlayarak ellerimi ve kollarımı kullandım. Kendi etrafımda yarım bir dönüş yaptığımda sırtım ona dönmüş, parmak uçlarımda yükselmiştim. Koreografinin girişini ezberlemiştim, sürekli bunun üzerinde çalışıp en iyisini yapabilirdim. Solunumum birkaç dakikadan sonra hızlanmış, bale kıyafetimin bir tamamlayıcı olan askılı bluzum sırtıma yapışmıştı. Belimin, kalçamın kıvrılışını, bacaklarımın kasılışını, ayak parmaklarımın yakarışını hissediyordum. Sol ayağıma yüklendim. Defalarca yaptığım hareketi yapmak için kendi etrafımda gözüm kapalı şekilde tam bir dönüş yaptım ve tabanlarıma basarak durduğumda uğultulu bir ses duydum.
Alkış sesiydi.
Hazer Han beni mi alkışlıyordu?
Bu anı kaçırmak istemedim. Gözlerimi aceleyle açarak, onun alkışını görmeye de çalıştım ama alkış sesinin onun ellerinden gelmediğini fark ettim. Hazer Han oturduğu koltukta dönmüş kapıya bakıyordu. Kaşlarımı çatarak bir şeyleri anlamlandırmaya çalışırken, ben de bakışlarımı salon kapısına doğrulttum.
Beni alkışlayan, kapının önünde duran yabancı genç bir adamdı.
“Çok iyiydi.” Adamın alkışları azalarak bitti ve yankısı salonun içinde sürmeye devam ederken, koyu renkli takımının içindeki bedeniyle kapıdan içeriye girdi. Beni baştan aşağıya süzerek başıyla selamladı. “Merhaba hanımefendi.”
Ellerimi vücuduma sararak bu anlamsız tanışma girişimi karşısında ürperdim. “Merhaba.”
Yirmili yaşlarının ortasında, uzun boylu bir adamdı. İş adamı görünümünü iyi bir yüzle tamamlamıştı. Kumral saçları, iri gözleri, köşeli çenesiyle dikkat çeken yüzünde gizemli bir ifade vardı. Kendisinin bizi hangi sebeple rahatsız ettiğini anlamayarak bakışlarımı önüme çevirdiğimde, “Hazer Han,” dedi aynı adam, sesi memnuniyet doluydu. “Demek müzikalde rakibimiz olarak karşımıza bu hanımefendiyi çıkaracaksın. Oldukça iddialı.”
Kafamın içinde sorular dönüp dururken Hazer Han’ın koltuğundan kalkarak gergin şekilde ceketinin önünü düzelttiğini gördüm. Bana bir bakış attıktan hemen sonra karşımızdaki beyefendiye döndü. İleri doğru birkaç adım atarak iri vücuduyla benim görünümümü bir nebze olsun kapattı. “Burada ne arıyorsun?” diye sorduğunda sesinde apaçık bir kabalık yoktu ama adamın burada olmasından memnuniyetsizlik duyduğu belliydi.
“Bu saatler içinde bu salon bana ait. Benimle konuşmak istersen ara, olduğum yerlere çat kapı girme.”
Ben Hazer Han Bey’in gergin omuzlarına bakarken adam konuştu. “Hanımefendi ile tanışmayacak mıyım?”
“Hayır.”
“Yine kötü huylu bir tümör gibisin Hazer.” Adamın sesi alaylıydı. Hafifçe yana kaydı ve bir an beni kadrajına aldığında Hazer Han da yana kayarak beni yine gizledi. “Müzikale bu kızı çıkaracaksın değil mi? Birkaç dakika izleyebildim ama daha çok etkileyici. Nasıl buldun onu?”
Hazer Han’ın boynunu sola doğru yatırışını izledim. “Onu izlemen hiç etik değildi, biliyorsun değil mi? Biz rakibiz ve o benim için çalışıyor, onu izlemeye kalkışman hiç doğru değil.”
“Niye gerildin?” Adamın sesindeki eğlenceli tını, karnıma bir çekiç gibi girip organlarımı ezmişti sanki. “Demek senin için çalışıyor... Baksana, belki tarafını değiştirip benim için çalışmak is...”
“Unut.” Hazer Han çıkıştı. “O benim balerinim.”
Adamın sesindeki keyifte azalma olmamıştı. “Ama benim de olabil...”
“Hakkımda konuşmaya son verir misiniz?” Aniden, benden beklenilmeyecek şekilde sesimi yükselerek memnuniyetsizliğimi somut şekilde ifade ettim. Ayaklarımın ucuna bakarken, kızarmış ve utanmış şekilde konuşmamı sürdürdüm. “Hazer Bey terim soğumadan devam edelim mi?”
Hazer Han bana doğru döndü. “Çıkarken kapıyı kapat.”
Adam elbette kapıyı kapatmadı. Gözden kaybolduğunda Hazer Han ellerini cebinden çıkararak sol elinin parmaklarıyla çenesini sıvazladı ve bunu yaparken, gözlerini sımsıkı yumdu. Adam gittiği için rahatlamış olsam da birkaç dakika içinde gelişen olaylara ve konuşulanlara anlam verememiştim. Hazer Han salonun kapısına uzandı ve sertçe örterek bakışlarını bana çevirdi. Dudakları tek bir çizgi halindeydi. Aramızda ağır bir hava vardı. “Burada olduğunu bilseydim seni izlemesine izin vermezdim. Benim gözüm çok açıktır, nasıl oldu da geldiğini hissetmedim ki...”
“Sizden izin isteyecek birine benzemiyordu,” diye cevapladım onu. “Üstelik beni zaten izleyecek değil mi? Anladığım kadarıyla müzikalde, rekabet içinde olacağım dansçılarından birinin burs vereni. Ben ve siz gibi.”
“Biz gibi olamazlar.”
O bunu söyleyince ne karşılık vereceğimi bilemedim ve bakışlarımı kaçırdım.
Ellerimi birleştirerek avuç içlerimi birbirine yasladım ve onun büyük adımlarla yerine geçmesini izledim. Kalktığı koltuğa oturarak dağınık saçlarını başının arkasına doğru taradı. Yanındaki koltukta duran cam su şişesine uzandı. Suyu içmeye başladığında bakışlarım âdemelmasına takıldı. Bir yumruk gibi küçülüp büyüyordu. Boynu boyunca kavislenmişti, suyu kana kana içti. Şişeyi ağzından ayırarak kapağını örttükten sonra elinin tersiyle dudaklarını sildi ve yerinde dikleşti. “Devam et.”
Boğazım kurumuştu. “Bana kızgın mısınız?”
Tek kaşı kalktı. “Sana neden kızgın olayım?”
“Bilmem.” Doğru, kızgın olması için herhangi bir sebep yoktu. “Biraz gerildiniz?”
“O herifi sevmiyorum.”
Aslında benimle alakalı bir durum yoktu, o beyefendiyle aralarında bir münasebet vardı ve bu yüzden gerilmişti. Ben de o adamdan hiç hoşlanmamıştım, göz göze geldiğimiz o kısacık anda alaylı bakışlarının hücumuna uğrayarak rahatsızlık duymuştum. Üstelik Hazer’in dediği gibi beni izlemesi hiç etik değildi. Bir daha onun tarafından izlenilmemeyi umarak sahnenin ortasına doğru yürüdüm ve sükûnetimi koruyarak kaldığım yerden dansıma devam ettim.
Birkaç dakika sonra Hazer’in beni izlerken gevşediğini, rahatladığını görür gibi oldum. Daha sonra Meliha Hanım aramıza katıldı. Geciktiği için özür dileyerek sahneye, yanıma çıktığında, Hazer Han bir müzik açmak için ayağa kalkmıştı. Meliha Hanım sahnede dans ettiğim her ânı çok yakından inceleyerek yanlışlarımda beni uyarmış, dönüşlerim sırasında yardımcı olmuş, koluma her dokunduğunda beni ürpertmişti.
Dinlenmek için ara verdiğimizde Hazer Han oturduğu koltukta bizi izlemeye devam etti. Bakışları ilk zamanlardaki kadar rahatsız edici değildi. Meliha Hanım izlemem için bilgisayardan birkaç video açtı. Su içerek dinlendiğim sürede açtığı videoları izledim. Bunlar dans tekniği barındıran videolardı. Oldukça profesyonel ve estetik görünüyorlardı. Acaba ben nasıl görünüyordum? Kendimi izlemek istedim, dans ederken ne hissettiğimi biliyordum ama nasıl göründüğümü bilmiyordum.
Dans eserken hissettiğim kadar güzel miydim?
Bir süre video izleyip Meliha Hanım’la tekniklerden bahsettik. Terim üzerimden soğumadan tekrar ayağa kalktığımdaysa koreografinin ikinci kısmını ilk kez vücudumda şekillendirdim. İkinci kısım gösterişli, yüksek çıkışlar gerektiren kısmıydı. İleriye doğru açıldığımda birkaç kez takılmış ve utanarak başımı kaldırdığımda Meliha Hanım’ın anlayışlı bakışlarına rastlayarak rahatlamıştım.
Provanın sonunda yorgunlukla sahneye yığıldığımda, Meliha Hanım bana havlu vererek vedalaşarak salondan ayrılmıştı. Havluyu askılımın açıkta bıraktığı boyun çevreme doğru yavaşça sürterken kurumuş boğazımı yutkunarak ıslatıyordum. Hazer Han sahnenin önünde ayakta duruyordu. Simsiyah, pürüzsüz ayakkabılarının taze boyasına bakarken, “Ayakkabılarınızı her gün boyuyor musunuz?” diye münasebetsiz bir soru sordum ve hemen bunu sorduğuma inanamayarak gözlerimi büyüttüm. “Ben... neden böyle sorular sorduğumu bilmiyorum. Affedersiniz.”
Parmağının ucuyla burnunun üstünü kaşırken, amber renkli gözlerinin içinde bir muziplik gördüm. “Böyle sorulardan kastın kaşlarınızı alıyor musunuz gibi soruların mı?”
Havluyu göğüslerime bastırdım. “Kaşlarınızı almadığınıza inanmıyorum.”
Ah, neden böyle gereksiz konuşuyordum ki.
“Öyleyse yakından bak da gör.” Aniden kollarını göğsünün üzerinden çözerek ellerini iki yana açtı. Tamamen sahnenin önüne yaklaşarak avuçlarını sahnenin üzerine bastırdı. Belini kırarak vücudu ve başıyla bana doğru eğilirken işaret parmağını kaşlarının ortasına bastırdı. “Sence alınmışa mı benziyor?”
Kirpiklerimi kırpıştırdım. “Evet.”
“Hasbinallah.”
Dürüst olduğum için bana kızacaksa özür dilerim ama bu onun kabalığı olurdu. Kaşları yaradılışından olsa gerek muntazam bir görüntüye sahipti. Yargıladığımdan değil, güzel bulduğum için ona bunu söylemiştim ama sanırım beni yanlış anlamıştı. Sırtımdan akan soğuk terin belimden aşağıya kaydığını hissederken, yakınlığının beni zorladığını fark ederek bakışlarımı kaçırdım. Hazer Han’ın gayretli yutkunuşunun çıkardığı ses kulağıma ulaştı. “Neden böylesin Safir Mila?”
Havanın ağırlaştığını hissettim. “Anlamadım. Nasılım?”
“İki nefeslik canın varmış da verip kurtulmak istiyormuşsun gibi.”
İrkildim. “Şimdiden iki nefes verdim bile, öyle olsa kurtulmuş olurdum.”
“Evet, yüzümde hissettim.”
“Neyi?”
“Nefesini.”
İkimiz de aynı anda geriye doğru çekildik.
Titreyen ellerim havluyu boğazıma bastırmakla oyalanırken, onun da tok adım seslerini duydum. Bu kadar otoriter, zorlayıcı bir adam olmak zorunda mıydı? Midemde bir jilet taklalar atarak dönüyordu.
Başım öne eğik halde sahneye doğru döndüğümde, saçlarımı çıplak kolumda hissederek ürperdim. Saçlarımda lastik vardı, ne ara düşmüştü? Havluyu enseme atarak saçlarımı sol omzumda topladım ve sahnenin üzerinde lastiğimi aradım. Ne ara, nasıl düştüğünü anlamamıştım.
“Ne arıyorsun?”
Hazer Han’ı duyduğumda avuçlarımı sıkarak perdenin arkasına bakındım. “Saç lastiğimi arıyorum, düşmüş.”
“Hımm.”
Hazer Han ellerini ceplerine yerleştirmeden önce şöyle bir sahneye baktığında, yanaklarımı şişirerek nefeslendim. Hay aksi, nasıl olmuştu bu? Lastiğimi bulamayarak omuzlarımı düşürdüm ve saçlarımı elimde toplayarak sahne merdivenlerine yöneldim. “Nereye kaybolmuş ki?”
“Bilmiyorum.” Alt dudağımı kemirdim. “Dans sırasında saçımdaydı.”
“Allah Allah.”
Sahnenin birkaç basamağını indiğimde Hazer Han gerileyerek benden uzaklaştı, cama yaklaştı. Çantamın yanına vardım ve küçük gözü açarak içini karıştırdım. Gazel’de kaldığım için bugün iri çantamı yine orada bırakmış, küçük sırt çantamı almıştım. O yüzden yanımda lastik yoktu. “Siz de lastik var mı?”
Hazer Han histerik bir mırıltı döktü. “Olmaz olur mu? Saçlarımı iki kulak yaptığımdan her zaman yanımda bulundururum.”
Ben herhangi bir ip, saçımı bağlayabileceğim herhangi bir şey sormak istemiştim ama yine yanlış anlaşılmıştım… Ona bir kadın tokası sormak istememiştim elbette. Yanaklarım ısındı ve mahcubiyetle mırıldandım.
“Disculpe. Sadece, saçımı bağlayabileceğim herhangi bir eşyanız var mı diye sormak istemiştim.”
“Kravatım var?”
Siyah kravatı... “Yoo, onu kastetmedim. Olmaz ki o. Yine de teşekkür ederim.”
Hazer Han hareketlendi ve yanıma doğru gelerek misafir koltuğunda duran paltosunu uzandı. Çok oyalanmadan paltosunu kolunun üstüne yerleştirerek vakur şekilde yanımdan yürüyüp geçti. Kapıyı açıp dışarıya çıktığında kendimi önümdeki koltuğa bırakarak gözlerimi yumdum.
Biraz dinlendikten sonra sahnenin arkasına geçerek kıyafetlerimi üzerimden çıkardım. Buranın küçük ve güvenilir olmasını seviyordum, kimse tarafından izlenilmeyi istemezdim. Bale kıyafetlerimi çıkardıktan sonra boğazlı, beyaz bir bluzla yüksek bel kot pantolonumu giyindim. Kahverengi saçlarımı sırtıma bıraktım ve düzgün göründüğüme inanarak sahne arkasından, elimdeki bale kıyafetleriyle çıktım. Birkaç dakika içinde kıyafetlerimi ve pointlerimi çantama özenle yerleştirdim ve siyah montumu üzerime geçirdim. Çantamı omuzlarıma yerleştirip sahneye hasretle baktım. Kapıyı açarak salondan çıktım.
Giriş kapısına vardığımda, elim açmak için kapıya gitti ama iri kapı aynı anda bana doğru itilerek açıldı. Kapı yüzümü teğet geçerek benden tarafa doğru açıldığında geriye sıçrayarak başımı yukarı kaldırdım. Behram’ın iri, kahverengi gözleriyle karşılaşarak dudaklarımı araladım. Behram başını önüne eğerek kapıdan içeriye girdi ve baş ıyla selam verdi. Aramıza koyduğu mesafeye saygı duyarak, “Merhaba,” dedim tereddütlü bir sesle. “Beni tanıdınız mı?”
Kafasını salladı. “Evet, Safir’di değil mi?”
“Hıhı,” diyerek çantamın askısına asıldım. “Siz... Hazer’e, yani Hazer Bey’e mi bakmıştınız?”
Dudaklarından bir gülümseme geçti. “Evet, ona baktım. Dersiniz bitmişti sanırım.”
“Bitti,” diyerek onu onayladım. Bana pek bakmıyor ama benimle sakin bir diyalog kuruyordu. “Hatta kendisi benden önce inmişti aşağıya. Sokağa baktınız mı? Geleceğinizden haberdarsa sizi bekliyordur.”
“Doğru,” dedi mülayim bir tavırla. Başını sol omzunun üstünden çevirerek cam kapıdan dışarıya, sokağa bakındı. “Dersinizin bitmediğini düşünerek doğrudan binaya girdim, arabasının içindedir muhtemelen.”
Ne diyeceğimi bilemeyerek kafamı salladığımda, ellerini ovuşturarak sessizce konuştu. “Ben gideyim o halde.”
“Ben de çıkıyorum.”
Gülümseyerek kapıya uzandı ve kapıyı geriye iterek açtıktan sonra bana yer vererek geriye çekildi. “Buyurun.”
Kapıdan dışarıya çıkarken göz ucuyla ona bakıyordum. Kapıyı yavaşça örterek çıktığında aramızda bir adım kadar mesafeyle merdivenleri inmeye başladık. Sokağa bakındım, Hazer Han’ın arabasını görürsem kendisine gösterebilirdim. “Orada,” dedi Behram, bir adım gerimden, sessizce. Kafamı kaldırıp baktığımda orada sadece Hazer Han’ı görmedim, garip şekilde Gazel de oradaydı. Onun burada ne işi vardı? Behram yüzünü bana çevirdi. “Söylemeseydiniz bir daha o kadar katı çıkacaktım, Allah razı olsun.”
Hâlâ karşılıklı duran Hazer ile Gazel’e bakıyordum. “Rica ederim.”
Behram bana arkasını dönerek karşıdan karşıya geçerken ellerimle saçlarımı ittirerek Gazel’e kaşlarımı çattım. Behram onların yanına vardığında Hazer onu selamladı ve onlar dostça sarılırken, Gazel’in bakışları dalgınlıkla beni buldu.
Eliyle beni yanlarına çağırıyordu.
Ben burada durmuş, onun yanıma gelmesini beklerken onun beni çağırması karşısında bocalayıp yüzüne alık alık baktım. Kısa süre sonra omuzlarımı umutsuzca düşürüp karşıya geçmek için ilk adımımı attım.
Ne yapmaya çalıştığını anlamıyordum.
Karşıya geçerek yanlarına vardığımda Hazer Han beni Behram Bey’in omzunun üzerinden gördü ve o minik an içinde gözlerinin içinde sanki bir yara açıldı ve dermanını aradı. Behram’ın omzunu sıvazlarken bana bakmayı sürdürüyordu.
“Gel canımın köşesi.” Gazel beni dirseğimden yakalayarak kendine çekti. “Ben de tam Hazer Bey’e kahve içmeyi teklif etmiştim, kendisi beni kırmadı. Hadi, kahve içmeye gidiyoruz.”
Kahve, biraz daha Hazer Han, biraz daha ürpertici bakışlar demekti... Gazel’in kolunu sıktım. “İşe gitmem gerekiyor, hem beyleri meşgul etmeyelim.” Behram mesafesini korumayı seven bir adamdı, ona da böyle bir emrivaki yapmanın kabalık olacağını düşündüm. “Gazel, biz gidelim.”
“İş için henüz vaktin var,” dedi Gazel, gülüşü bahar güneşinde açan çiçekler gibiydi. “Hazer Bey meşgul olsa kabul etmezdi Safir.”
İki adamın kadrajında olduğum için konuşmak zor geliyordu. “Behram Bey’e emrivaki yapıyoruz,” dedim. “Belli ki işleri var Gazel, biz gidelim.”
“Estağfurullah.” Behram nazikçe aramızdaki diyaloğa müdahil oldu. Ona dönüp ona baktığımızda, yanaklarının kızarmış olduğunu gördük. “Biz de zaten bir şeyler içecektik, buyurun, siz de bize katılın.”
“Teşekkür ederiz.” Gazel Behram’a gülümsedi ama Behram ona bakmıyordu, Behram bana da bakmıyordu. Gözleri sadece kim olduğunu görmek için birine bakıyordu. “Behram Bey mi diyeyim sadece Behram mı?”
Behram Gazel’in hücumu karşısında duraksadı, yüz ifadesi bunu beklemediğini açıkça belli ediyordu. “Siz bilirsiniz.”
“Peki Behram.” Gazel saçlarını kulağının arkasına iterek Hazer Han’a döndü. O da kaşlarını kaldırmış, Gazel’le Behram’a bakıyordu. “O zaman gidelim mi Hazer?”
Hazer Behram’a döndü. “Arabanla mı geldin?”
“Yok, arabam Muazzez’de.”
“O halde sen öne geç kardeşim.”
Behram şoför koltuğunun yanındaki koltuğa geçmek üzere kapıyı açtığında, Kerem oturduğu yerden başını uzattı ve dişlerini göstererek gülümsedi. “Safir Hanım, kahramanınıza bir merhaba demez misiniz?”
Gülümseyecek gibi oldum. “Merhaba kahraman.”
Hazer Han başımın üzerinden Kerem’e baktı.
Kerem’ın sırıtışı kayboldu.
Hızlıca ikisi arasından kaçarak uzaklaştım. Hazer Han Behram’ın omzunu sıvazlayarak kapıyı kapattı ve ben geçmesi için ona müsaade ettiğimde, arka kapıyı açarak koltuğa yerleşti. Gazel’in kolundan tutundum. Hazer Han geniş koltukta yana doğru kayarak gözlerini bize dikti. “Otursanıza.”
“Aa, yok.” Gazel Hazer Han’ın teklifini nazikçe geri çevirdi. “Kendi arabam var, sizi takip ederim.”
Hazer Han sırtını koltuğa yaslarken bana baktı. “Sen de mi?”
“Gazel’le geleyim.”
“Gazel’le gel.”
“Oldu.”
“Oldu.”
Gazel kıkırdadı. “Olsun o halde.”
Gazel’i uyarı niyetine dürttüm. O da Hazer Han’a selam vererek kolumu tuttu. Ona sırtımızı dönerek önde duran arabaya yürümeye başladığımızda, tırnaklarımı Gazel’in koluna geçirerek sıkıca ona tutundum. Arabaya gidene kadar da kalp atışlarım yavaşlamadı. “Bunu neden yaptın Gazel? Hazer Han Bey’e neden bir şeyler içmeyi teklif ettin?”
Arabanın kapısını açarken, mavi gözlerinin içinde denizler kadar engin bir gülümseme olduğunu gördüm. “Senin için doğru bir adam olup olmadığını test edeceğim.”
Elim hayretle ağzıma kapandı. “Gazel, lütfen! Sakın, sakın ona böyle imalar yapma. Çok utanırım, hakkında böyle şeyler düşündüğümü sanırsa bir daha yüzüne bakamam.”
“Canımın köşesi, seni asla mahcup etmem. Sakin ol lütfen.”
“Gazel, onun hakkında benimle böyle konuşma.”
Siyah montunun kürklü şapkasını düzeltti. “Elektriği hissediyorum Safir, nasıl konuşmam?”
“Ne elektriği?”
“Hem de öyle bir elektrik ki, ülkenin tüm elektrik ihtiyacını tek başına karşılar.”
“Hı?”
“Üşümüşsün sen, kıyamam. Dur, ısıtıcıyı açayım.”
Yanaklarımı nefesimle şişirerek kafamı salladığımda tüm dünyanın kalanından daha zengin bir tebessümle bana bakarak ısıtıcıya uzandı. Espri yaptığını düşünerek dediklerini kale almadım. Uzanarak kemerimi taktım. Gazel direksiyonu kavrarken çantamı kucağıma bıraktım. Yanağımı soğuk cama yasladığımda, Hazer Han’ın gösterişli arabası yanımızdan hızla geçti. Araba yanımızdan geçerken, gözlerimiz araba camlarının ardından birbiriyle buluştu.
Sokaktan ayrıldığımızda Gazel yavaşça Hazer Han’ın arabasının peşine düşmüştü. Yol sırasında sorduğu sorulara kısa cevaplar vermiş, olabildiğince az konuşmuştum. Gazel’den bir daha bunu yapmamasını rica edecektim, çünkü beni oldukça zor duruma sokmuştu. Hazer Han Bey’le fazladan vakit geçirmek istemiyordum.
Girdiğimiz sokakta birçok işletme yan yanaydı. Gazel arabanın önündeki aynayı indirerek kendisine baktıktan sonra gözlüklerini dalgalı saçlarına doğru iterek araba kapısına uzandı. Arabadan inerek kendimi dışarıya attığımda Gazel kaputun etrafını dolandı ve yanıma gelerek koluma girdi. Saçları bahar mevsiminin neşesini taşıyordu.
“Bakalım içeceklerimizi içtikten sonra hesabı Hazer ödemek isteyecek mi? Eğer bizim de hesabımızı öderse biraz despot ama nazik biri demektir. Eğer bizim kendi hesaplarımızı ödememize karışmazsa kadın olarak kendi hesabımızı ödememizi takdir ediyor demektir. Ama yok, eğer kendi hesaplarını da bize ödetmek isterlerse o zaman biraz öküzdür bence. Doğrusu ben davet ettim ama... Neyse, bakacağız canımın içi.”
Çenem düşecek gibi oldu. “Gazel, şimdi bayılacağım ama. O yalnızca işverenim, lütfen yapma!”
“Üstüme iyilik sağlık, ne yapıyorum ki?”
Hazer Han ve Behram’a yetişerek onların arkasından kafeden içeriye girdik. Bahçeli, pastane tarzı bir yerdi. İçeri girdiğiniz an taze kavrulmuş kahve kokusunu alabiliyordunuz. Hazer Han tam önümde, hafifçe eğilmiş, Behram’a bir şeyler söylüyordu ve ben onun hemen arkasında, Gazel’in beni yavaşça çekiştirmesine ayak uyduruyordum. Ahşap kare masaların kenarlarında, küçük vazolar içinde çiçekler vardı. Hazer Han Bey sola doğru dönerken, bir an için omzunun üstünden bana baktı ve göz göze geldiğimiz o an, kendimi görkemli bir gecenin içinde yıldızlı sokaklar boyu koşarken gördüm.
“Burası müsait gibi?”
Gazel benim için Hazer Han’ın karşısındaki sandalyeyi çekti. Çantamı sırtımdan indirerek oturdum ve Gazel’in yanıma oturmasını bekledim. Hazer Han’la karşılıklı oturduğum için Gazel de Behram ile karşılıklı oturmuştu. Ben kimsenin yüzüne bakmadan sadece tırnaklarıma odaklanmıştım. Parmaklarımın arasında sıktığım çantayı azat ederek parmaklarımı dizlerime koydum.
“Yakın arkadaşsınız değil mi?” diye bir soru sordu Gazel çok da uzun sürmeyen sessizliği bozarak. “Biz de Safir ile uzun yıllardır arkadaşız.”
“Kardeşiz,” dedi Hazer Han ve bunu dediğinde sesindeki içtenliği hissettim. Elleri masanın üzerindeydi. Parmaklarının tümsekliğini görebiliyor, çizgilerin izlediği yolu takip ediyordum. “Çok uzun yıllardır tanışıyor sayılmayız ama birkaç yılı devirdik.”
“Biz tam on beş yıldır birbirimizi tanıyoruz,” dedi Gazel ve uzanıp dağınık saçlarımı omuzumdan aşağıya bıraktı. Onun anne şefkatini andıran sevgisi, üstelik bunu Hazer Han’ın önünde göstermesi beni biraz utandırdı.
“Çok uzun süre,” dedi Hazer Bey.
Behram’ın dudaklarını kıvırdığını gördüm. Bu masada bana benzeyen tek insandı sanırım. Kafasını kaldırıp benim gibi göz teması kurmuyor, olaylara ölçülü tepkiler veriyordu. Önümüzdeki vaktin sakin ve olaysız geçmesi için dualar ederken Gazel’in gözlerini Behram’a çevirdiğini gördüm. Hayatımızda hiç muhafazakâr insanlar olmadığı için onun tarzını merak ediyor olmalıydı ama Behram’ın bu bakışlardan rahatsız olabileceğini düşünmesi gerekirdi. Ona düşünceli davranması gerektiğini söylemeyi aklıma kazıyarak önüme döndüğümde, Hazer Han’ın bakışlarıyla karşılaşarak irkildim. Omuzları ve kollarıyla masaya yüklendi.
“Yine sıcak çikolata mı içmek istersin?”
Zaman, yönünü şaşırmış bir yel değirmeni gibi geriye doğru dönerek bu an için geçmişle iletişim kurdu. Boynundan sarkan dağınık kravatına baktım. “Onu hep çözüyorsunuz.”
Anlamamıştı. “Neyi?”
Parmağımla boynunu gösterdim. “Kravatınızı.”
Parmakları boynuna, ipek kravatına gitti ve o kravatı yavaşça boynundan aşağıya kaydırdı. Kravat boynunda süzülerek avucuna düştü. “Kendimi, üniformasından sıkılan bir lise öğrencisi gibi hissettiğimde onu boynumdan çözüyorum,” dedi, dudaklarının kıpırdadığını görmesem konuştuğuna inanamazdım. “Kravatımı, saçlarını bağlaman için hâlâ sana verebilirim.”
Tırnaklarımı masaya yasladım. “O kravat saçlarımı tutmaz.”
Bir garson Hazer Han’a cevap verme fırsatı tanımadan yanımıza geldiğinde Gazel’e döndüm. Menüye bakınıyordu. Behram’la Hazer demli birer çay istediler, biz de sıcak çikolata istedik. Garson siparişleri alarak yanımızdan ayrıldığında herkes yine sessizliğe gömüldü. Gazel yanımda kıpırdandı. “Bahsetsenize lütfen, nasıl tanıştınız?”
Behram Hazer Han’a bakarak ensesini kaşırken, “Üniversitede,” diye cevap verdi Gazel’in sorusuna. “Ben görüşlerime saygısı olmayan insanlar tarafından dışlanmıştım. O da çok neşesiz olduğu için neşeli insanlar tarafından... İlk yılımızdı ve bazı derslerimiz ortaktı. Muazzez bir gün okula, yanıma geldiğinde birkaç terbiyesiz onunla alay etmiş. Hazer tesadüf eseri orada olup Muazzez’e yardımcı olduğunda tanışıklığımız pekişti. O günden bu yana biliriz birbirimizi. Boşuna her şerde bir hayır vardır demezler.”
Behram konuşurken o kadar sakin, o kadar inceydi ki, hakkında hiçbir olumsuz düşünce oluşamıyordu kafamın içinde. Hazer Han Behram’ın omzunu dostça sıvazlarken Gazel yanımda ellerini ovaladı. Muazzez kimdi bilmiyordum ama bir dostluğun başlangıcı olduğu için mutlu olmalıydı.
“Ya siz?” Hazer Han bakışlarını kardeşim dediği Behram’dan ayırarak bize çevirdi ve her ikimize de kısaca baktı. “Siz nasıl tanıştınız?”
Çok karanlık bir gecenin sabahında.
“Yetimhanede.”
Midem bulandı. O yerin adını duymak veya anmak bana bunu yapıyordu. Gözlerimi ellerime indirmeden hemen önce Behram ve Hazer Bey’in bize bakakaldıklarını gördüm. Öyle ki Behram bile kafasını kaldırmış, bunu söyleyen Gazel’e bakmıştı. Sonra her ikisinin de bakışlarını hızla kaçırdığına şahit olduğumda, kafamda büyüyen soruyla beraber avuç içlerime baktım. Hazer Han yetimhanede büyüdüğümü bilmiyor muydu? Bazı bilgilerimin ellerinde olduğunu biliyordum ama demek ki sadece iletişim bilgilerim vardı. Anlık şaşkınlıklarını anlayabiliyordum, sonuçta tanıştığımız hangi insan yetimhanede büyümüş oluyordu ki?
Garson siparişlerimizle birlikte gelene kadar sessiz kaldık ve hiç konuşmadan önümüze baktık. Aramızda en çok konuşanımız Gazel’di ama o da yetimhaneden her bahsedildiğinde sessizleşiyor, kendi köşesine çekiliyordu. Onun buz kesmiş elini avucuma alarak sıktım. Birbirimize bakıp gülümsedik.
İçeceklerimizi sükûnet içinde içerek birbirimizle konuşmadan vakit öldürdük. Doğrusu ne konuşacağımızı sanırım hiçbirimiz bilmiyorduk. Behram ve ben soru sorulmadıkça zaten konuşmuyorduk ama bu sefer Hazen Han ile Gazel de sessizliği koruyorlardı. Ta ki, Hazer Han konuşana dek.
“Siz, beraber mi yaşıyorsunuz o halde?”
İçeceğimi sakince yutarak gözlerimi yüzüne dokundurduğumda, bu soruya nasıl bir cevap vereceğimi bilemeyerek şaşırmıştım. Gazel’le kısa bir an bakıştık. Sanırım Gazel’in sevgilisiyle yaşadığını söylemek onunla yaşamadığım anlamına gelirdi ve konu böylelikle kapanırdı. Bu cevabı vermek için ağzımı araladığımda Gazel aniden elimi sıktı ve telaşla konuştu. “Yok, beraber yaşamıyoruz ama çoğu zaman beraberiz.”
Tamam, sanırım Galip ile yaşadığını söylememi istemediği için beni durdurmuştu. Başta buna anlam veremesem de Gazel’in Behram’a attığı kaçamak bakışı gördüğümde, yanlış anlaşılmaktan korktuğunu düşündüm. Dudağımı ısırarak önüme döndüm. Hazer, avuçları arasındaki ipek kravatı sıkıyordu.
“Nerede yaşadığını söylemekten bu sefer de kurtuldun, bakalım bir dahaki sefere beni erteleyebilecek misin...”
Boğazıma kılçık batmış gibi hissettim. “Hazer Bey, bence Kerem çayınızı soğutarak içmemiş olmanızdan dolayı sizi israfçılıkla suçlardı.”
“Hı?”
“Çayınız soğuyor, içsenize.”
Behram Hazer Han’ı dikkatli, araştırır gözlerle süzdü. “Evet kardeşim, sen soğuk çay sevmezsin. Daldın gittin, içsene.”
Hazer Han çayını tek yudumda bitirdi.
Bardağı hararetle masaya bırakışını şaşkın gözlerle izlerken, Gazel’in yanımda kıkırdadığını duyumsadım. Behram da Hazer Han’ın bu hareketine aynı şekilde gülmüştü ama ben gülmedim. Önüme dönerek sıcak çikolataya uzandım ve onunla ilgili şeylerin beni ilgilendirmediğine emin olarak içeceğimi yudumladım. Tamam, erkeklerle karşılıklı oturup konuşabiliyordum. Ama bir yandan da biliyordum ki, masaya yabancı bir erkek daha gelse kalkmanın yollarını arardım. Kendimi düşüncelerimden başka herhangi bir şeyle meşgul etmeye çalışırken, tiz bir ses duydum. Behram sandalyesini çekerek doğruldu. “Gidiyor musun?”
Hazer Han kolunu sandalyesinin arkasına atarak yayılırken, Behram hazırlıksız yakalandığı bu soru karşısında bocaladı ve ceketinin önünü düzeltirken, Gazel’i yanıtladı. “Kısa bir işim var.”
Behram’ın gözden kaybolmasından sonra kafe duvarlarında bir saat aradım. Saati bulduğumda vardiyama az kaldığını gördüm. Hazer Han’ın benimle paylaştığı kitapları okumaya başlamıştım. O günkü utancımdan sonra oradan koşarak uzaklaşmış ve parkın çıkışına kadar kucağımdaki kitapları göğsüme bastırarak kendime söylenmiştim. Onun kitapları okuyup okumadığını merak ediyordum. Eğer şu an burada değil de iş yerine gidiyor olsaydım metroda okumaya başlardım ama buradaydım. O kitapları Hazer Han’dan önce bitirebilirdim. Bu rekabetin galibi ben olmak istiyordum.
“Behram nereye gitti ki?”
Hazer Han Gazel’in sorusu üzerine bileğindeki saate baktı. “Mescide geçmiştir, namazını kılacaktır.”
“Hıı,” dedi Gazel ve daha fazlasını sormadan bana doğru döndü. Mavi gözleri sanki uzak denizlere açılıyordu. Yalnızca benim duyabileceğim şekilde devam etti. “En son namaz kıldığını gördüğüm kişi yetimhanedeki Müzeyyen Teyze’ydi.”
“Aynen.”
Gazel elini yanağına yasladı. “Çok garip bir adam.”
“Öyle olduğunu düşünmüyorum. Dini zaten bu değil mi? Dini inancına göre yaşaması garip değil ki. Birçok insan Müslüman bu ülkede.”
Hazer Han’ın duymadığından emin olarak fısıldadı. “Sence hep böyle midir? Yani kafasını kaldırıp hiçbir kadının gözlerine bakmıyor mudur?”
“Riyakâr bir adam olduğunu sanmıyorum, bence bakmıyordur. Üstelik bu bizi ilgilendirmez.” Omzunu sıvazlayarak gülümsedim. “Galip döndü mü?”
Alnını kırıştırdı. “Henüz değil.”
Fısıldaşmamız bittiğinde önüme döndüm ve sıcak çikolatamdan birkaç yudum daha alarak kendimi oyalamaya çalıştım. Ellerimi bardağımın etrafına sararak gözlerimi yumdum ve burnumu havaya kaldırarak kavrulmuş kahve çekirdeği kokusunun arayışına düştüm. Burnumdan seslice nefes alarak kokuyu ciğerime sertçe çektiğimde, dudaklarımdan hayali bir gülümseme geçti.
“Kitapların ne kadarını okudun?”
İrkilerek gözlerimi açtığımda Hazer Han’ın bakışlarını üzerimde yakaladım. “Söylemem,” dedim, başımı önüme eğerek.
“Söylemez misin?”
“Söylemem elbette. Biz rakibiz, neden söyleyeyim ki?”
“Doğru.” Kravatını iki ucundan tutarak boynuna astı ve siyah ceketinin üzerinde süzülmesini sağladı. “Rekabetin ateşini düşürmek olmaz.”
“Kravatınızla oynamaya son verir misiniz?”
Gözleri, bunu söylediğime inanamıyor gibi hafifçe büyüdü. “Efendim?”
“Şey, dikkatimi dağıtıyor da...”
Gözleri, bereketli bir kış günüydü. “Dikkatini?”
“Dikkatimi.”
Bakışlarımızı birbirimizden uzaklaştırır uzaklaştırmaz midemdeki bu ağrıyla daha fazla baş edemeyeceğimi bildiğimden Gazel’e döndüm.
“Gidelim artık, işe geç kalacağım.”
“Behram’la da görüşseydik, ayıp olmasın.”
“Olmaz.” Hazer Han’ın kadrajında olduğumu yok sayarak Gazel’e, arzumu yerine getirmesini isteyen gözlerle baktım. Gözlerimde gördüğü ifadeye karşılık anlayışla kafasını salladı. “Kalkalım canımın köşesi.”
Hazer Han herhangi bir itirazda bulunmadığında kalkıp çıkardığımız montlara uzandık. Gazel koltuktaki çantasını almış içinden cüzdanını çıkarıyordu ki, Hazer Han sandalyesini iterek doğruldu. “Gazel, ben ısmarlıyorum.”
Gazel gülümsedi. “Ben sizi davet ettim, ben ısmarlayayım.”
“Aksini kabul etmeyeceğim, içecekler benden.”
“Sağ ol vallahi, film artisti gibi cool adamsın.”
Gazel çantasını omzuna asarak çıkışa ilerlemeye başladığında arkasından iç geçirerek baktım. Saçlarımı sırtıma vurarak ileriye doğru bir adım attığımdaysa Hazer Han masanın yan tarafına kayarak geçeceğim alanı işgal etti ve ben başımı kaldırıp ona baktığımda, sıcaklardan sakınan bir adamın ateşi yürüyerek geçtiğini gördüm. “Gidiyorsun?”
“İşime geç kalmayayım.”
“Ben de işe gideceğim.”
“Kolay gelsin.”
“Size de.”
Geçmem için izin verdi. Yavaşça oradan uzaklaşmaya başladım. Ellerimi cebime saklayarak çıkışa ilerlediğimde Gazel dışarıda beni bekliyor, Kerem de arabanın yanında dikiliyordu. Beni görünce aramızdaki birkaç adımlık mesafeden bana el salladı.
“Safir Hanım, sizi bırakayım mı? Hazer Bey sanırım biraz daha oturacaklar Behram Bey ile. Burada boşum, sahafa kadar bırakayım.”
İyi niyeti ve nazik teklifi karşısında minnetle doldum. “Zahmet etme, ben giderim. Üstelik yürüme mesafesinde, arabayı çalıştırmaya değmez.”
Genişçe gülümsedi. “Kahramanlık yapmadan duramıyorum, ne yapayım.”
“Hazer Bey duymasın.”
Duyulmaktan korksa da sırıtarak konuştu. “Kahramanlıklarımı kıskanıyor.”
“Çok ayıp.” Gülmemeye çalıştım, Hazer Han’a ayıp etmek istemezdim ama Kerem’in ifadesi oldukça güldürücüydü. “Deme öyle lütfen.”
Gazel bana seslendiğinde Kerem’le birbirimize el sallayarak Gazel’in yanına doğru yürüdüm. Erkeklere yönelik çekinceme rağmen Kerem’de beni ürküten hiçbir şey yoktu. Erkekler öcü değillerdi elbette ama kimileri bazı kadınların katiliydi, biliyordum.
Kendimden.
Gazel’le arabaya girdik. Ben çantamı kucağıma bırakırken Gazel de çantasını arka koltuğa fırlatarak bana döndü ve tombul ellerimi yakaladı. Bu ani temasıyla beraber ona döndüğümde, gözlerinin dolu dolu baktığını görerek afalladım. Ben henüz neden ağladığını sormaya fırsat bulamadan, “Hissediyor musun?” dedi, sesinde garip bir sevinç vardı. “Işık senin için yaklaşıyor.”
Kirpiklerimi kırpıştırdım. “Ne ışığı Gazel?”
“Despot ve nazik.”
“Tatlım, anlamıyorum.”
“Lütfen mutlu ol.” Sanki kendisi de buna ihtiyaç duyuyordu. Ellerimi daha sıkı tuttu. “Ben bugün bir çift gözde senin gülümseme ihtimalini gördüm. Gülümse, çünkü gülümsediğinde parlıyorsun.”
Ama Gazel... Şimdi ben, gülümsediğimde parlıyorsam, cinayetim ışıklar içinde mi işlendi?
✨
Yumruk kadar kalbinin içine bütün dünyayı aldın da içine beni alamadın anne.
Kimse çocuk yapmak zorunda değildi ama çocuk yapan herkes, o çocuğa bakmakla yükümlüydü. Annem bana sütünü vermediği için doğduğum ilk yıllarda vitamin eksikliğinden defalarca hastaneye kaldırılmış, yeterli beslenmediğim için zayıf düşmüştüm. Annemle babam tartıştıkları her zaman, babam annemin yüzüne bunu vururdu. Annemin sütüm gelmiyor diyerek babama karşılık verdiğini hatırlıyordum. Sonra devam ediyordu: Onu doğurmak için vücudumu yeterince bozdum, emzirmesem de olur.
Ben, özenle baktığın o vücut kadar etmiyorum ama işte bak anne, sana çorbanı içiren benim. Sen vücudunu benden daha çok sevdin ama o şimdi, yaşlandı, yıprandı, buruş buruş oldu. Vücudun nankörlük etti ama ben buradayım anne.
Anneme baktığımda tüm bunları sadece içimden değil dışımdan da söylemek istiyordum. Ancak tüm yaralarım için onu biraz da ben yaralamak istemiyordum. Ruh ve Sinir Hastalıkları Hastanesinde, annemin yanında, yatağının önündeydim. Annem pembe, kokoş bir geceliğin içinde, bacaklarını yataktan sarkıtmış vaziyette oturuyordu. Aramızda ayaklı bir masa vardı. Üzerinde bir tepsi, tepside bir kâse sıcak çorba vardı. Geceliğinin içinde üşüyor olmalıydı, kendinden habersiz davrandığını bildiğimden, “Que va a crecer en frío,” dedim. “Madre.”
Annem gözlerimin içine bakarak susmaya devam ettiğinde, onun beni incitmesi için konuşmasına gerek olmadığını anladım. Çorba dolu kaşığı kaldırdım. Ağzına yaklaştırdığımda büyük dudakları aralandı. Annem, ona benzemediğim için yüzümü pek sevmezdi. O gerçekten çok güzeldi ama ben babama benziyordum. Kaşığı indirirken, “Estas muy descuidado,” dedi, buz gibi bir sesle. “Ojalá fueras tan hermosa y bien arreglada.”
“Senin güzellik anlayışın makyajlı bir surat, iri dudaklar, büyük halka küpeler, dalgalı saçlar...” Omuzlarımı silktim. “Bende bunların hiçbiri yok.”
“Ningún chico se voltea y te mira!”
Gözümü bile kırpmadım. “Zaten istediğim bu.”
“Orospuluğun kalbin kadar geniş olsaydı, oldukça zengin olurdun."
Kalbin, orospuluğun kadar geniş olsaydı, öldürücü darben sevgisizliğin olmazdı.
Titreyen ellerimdeki kaşığı çorba kâsesinin içine daldırırken, onun adına utandığımı hissederek kızardım. Benim ağzıma alamadığımı o yapmıştı. Kaşığı götürdüğüm dudaklarına baktım; o dudakları babamdan başka kaç kişi öpmüştü? Anneme sorsam o bile bilmezdi. Bedenine kim bilir kaç yabancı dokunmuştu?
Annem babamı kaç kez aldatmıştı?
“Geçtiğimiz günlerde Leo’yu ziyarete gittim,” dedim, kaşığı bir kez daha ağzından indirirken. Saçlarıyla oynuyordu. “Beni gördüğü için mutlu oldu. Seni sordu. Semra Hanım ile konuşayım, eğer bir mümkünse seni Leo’nun yanına götüre...”
“No quiero,” dedi cırtlak, huysuz bir sesle. Annemin sevgisizliği oldukça bereketliydi. “Esta creciendo allí? Viéndome y haciendo lo que.”
“O büyümesi için birine verdiği bir saksı çiçek değil.” Sesim ruhsuzdu. “Orada büyüyor, bana ne diyemezsin!”
Bana kayıtsızca baktı. “Sen büyüdün, o da büyür!”
Titreyen ellerimi kucağıma indirerek nefesimi sakin tutmaya çalışırken, zihnimdeki kayıt dosyasının önüne bir set çektim ve hiçbir görüntüyü düşüncelerimden içeriye almadım. “Onu oradan alacağım.”
Annem ani bir kahkaha patlattı. “Sen mi onu alacaksın? Sokaklarda yaşayan kızım mı? Al işte, tam babanın kızısın. O da üç kuruşluk hayatında beş paralık hayaller kuruyordu. Hayallerinin değil, kazancının peşinden git ve yol yakınken bale sevdasından vazgeç. Zengin birini bul, kurtul.”
Oturduğum sandalyeyi geriye doğru iterek kalktım. Annem ipek geceliğinin yakasını düzeltmeye çalışarak yatakta geriledi. Gitsem iyi olacaktı, beni, tekrar yanına gelmeme engel olacak kadar kırmasına izin veremezdim. Sandalyenin üzerindeki montumu ve çantamı aldığımda, gözleri yüzümün çevresinde gezindi. Abartılı şekilde sürdüğü ruj dudaklarından taşmıştı ama bundan şikâyetçi görünmüyordu.
“Senin yerinde olsam çillerimden kurtulurdum. Erkekler pürüzsüz yüzler sever.” Saçlarını omzuna attı. “Üstelik çillerini hiçbir zaman sevmediğimi biliyorsun, anneni dinle ve onları kapatmanın bir yolunu bul.”
Parmaklarım yanağıma, çillerimin üzerine yerleşti. “Çirkin değiller ki.”
“Onlar olmasa seni daha çok severdim.”
Onlar olmasa beni gerçekten sever miydin?
Annemin arkamdan bağırmasını umursamadan kaldığı hastane odasından dışarıya çıktığımda, çantamı göğsüme bastırmış hızlı hızlı yürüyordum. Ne yani, çillerim olduğu için mi beni sevmiyordu? Ne gülünç bir bahane!
Sokaktan metro durağına kadar koşarak indim. Kaçarcasına kendimi istasyona gelen ilk metroya attığımda çantamı hâlâ sıkı sıkı tuttuğumu fark ettim. Geldiğim yere inip de dışarıya çıktığımda derin derin soluklandım.
Çillerin olmasaydı seni severdim.
Metro istasyonundan bayır aşağı koşarak sahafın olduğu sokağa girdim. Kısa sürede işimin başına geçtim. Annemle olan konuşmamı unutmak için kendimi işime verdim, müşterilerle ilgilendim. Neyse ki kimse beni, güleryüzlü olmadığım için yanlış anlamamış, suçlamamış, kitaplarını alarak kasaya inmişlerdi. Akşama kadar çalışmış, hava iyice karardığında paydos etmiştim. Tatlı patronum Semiha, kasa kontrolünü yapıp birkaç fişini keserken, diğer çalışanlarla birlikte ışıkları söndürmüş ve peş peşe sahaftan çıkmıştık. Onlara mesafemi koruyarak iyi geceler dediğimde hepsi samimiyetle gülümseyerek beni yanıtlamışlardı. Bana ters bir yöne doğru kaldırımda ilerlemeye başlamışlardı. İçlerindeki tek erkek sürekli kızları gülümseten komik şeyler söylüyordu.
Onların arkadaşlığına imrenerek arkamı döndüğümde ve başım önümde yürümeye başladım. Sokakta, karşı kaldırımda yürüyen iki kız arkadaştan başka kimse yoktu. Gazel’e gidecektim, doğrusu bugün bana, beni alacağına dair bir mesaj atmamasına şaşırmıştım ama ondan bunu talep edebilecek değildim. Kaldırım boyunca ilerlemeye devam ettiğimde belirginleşmeye başlayan bir ışığın gözlerimi aldığını hissettim ve kafamı kaldırarak baktım.
Sokak lambası altında Hazer Han’ı gördüm.
Sanki sokakta zaman durdu. Ne sokakta gözden kaybolan hanımların topuklu ayakkabılarının sesini ne de az önceye kadar çöp tenekesine çarparak uğultu oluşturan rüzgârın sesini duydum. Zaman, bu anda sabit kalmış gibiydi. Mantığım onun burada olmasına bir gerekçe ararken, sırtımdaki çantanın onlarca katı ağırlığını göğüs kafesimde taşıyorum sandım. “Hazer Bey, burada ne yapıyorsunuz?”
Elini ensesine attı ve bakışlarını yavaşça kaçırarak, “Buradan geçiyorduk,” dedi kibarca. “Baktım ki sizin çıkış saatinize denk gelmişiz... Sizi de evinize götürebiliriz diye düşündüm.”
Beni tanımadığı halde neden bana merhamet ediyordu? Alt dudağımı ısırdım. “Çok naziksiniz.”
Bir an rahatlamış gibi göründü, elini ensesinden indirdi. “Geliyor musun yani?”
Dudaklarımı sıkıp vereceğim cevabı düşünürken aniden bir korna sesi duydum ve ikimiz de başımızın üzerinden arkamıza döndük. Kerem, başını arabanın camından çıkararak gülümsedi. “Hazer Bey, siz devam edecekseniz ben gideyim?”
Hazer Han ona nasıl baktı bilmiyorum ama Kerem kendini aceleyle içeriye sokmak isterken, kafasını cama çarptı. Hazer Han ağzının içinde geveledi. “O cama geçireyim ben senin kafanı...”
Kerem’in sempatik tavrına gülecek gibi oldum ama sadece dudaklarım titrediğinde, Hazer Han çenesiyle arabayı gösterdi. Peki madem, binecektim. Daha fazla konuşmak, meseleyi uzatmak istemiyordum. Üstelik ne Hazer Han ne de Kerem beni hiç rahatsız etmedikleri için arabaya binmekte artık sakınca görmüyordum. Minik adımlarla arabaya yaklaştım. Hazer Han işaret parmağını Kerem’e sallıyordu. Aralarındaki garip iletişime karışmadım.
İkimiz de arabanın arka koltuğuna yerleştik. Kerem beni selamlayarak arabayı çalıştırdığında sükûnete boğulduk. Arabanın içindeki baskın koku Hazer Han’a aitti, artık biliyordum. Ellerimle koltuğun iki yanından sıkarak gerginlik içinde oturuyordum ve açıkçası onun da benden pek bir farkı yoktu. Başını, camdan dışarıyı görmek için uzatmıştı, kaşları düşünceyle çatılmış gibiydi. Aramızda bir insanın oturabileceği kadar mesafe vardı ve dönüp omzumuzun üzerinden ne zaman birbirimize baksak arabanın içindeki hava daralıyordu.
Araba tarifim üzerine Gazel’in Galip ile yaşadığı evin önünde durduğunda omuzlarım gevşedi. Kerem aynanın üzerinden bakarak beni uğurlarken, ona başımı sallayarak veda ettim ve doğrudan kapının kulpuna asıldım. Kapı açılıp da rüzgâr yüzüme çarptığında bacaklarımı yere indirdim ve aynı anlarda Hazer Han, sessizce mırıldandı. “Seni evine bırakmak benim için hiç sorun değil tamam mı? Hem de hiç. Yüzündeki o mahcubiyeti görmek istemiyorum.”
İyi niyetli yaklaşımına minnettar kaldığımı hissettim.
“Gracias.”
Fısıldadı. “Noches tranquilas.”
Kendimi arabadan dışarıya attığımda çantamı sıkıca göğsüme bastırmıştım. Bunu kalbimin seri atışını dindirmek için yapmıştım. Kuruyan dudaklarımı ıslatarak kaldırım boyunca koştum ve Galip’in evinin demir kapısı önünde soluklandım. Araba hâlâ çalışmamıştı, ışıkları sokağı aydınlatıyordu. Demir kapıyı açarak bahçeye girdim ve taştan yolu telaş içinde koşuşturarak sokak kapısına vardım. Allah Allah, bu telaş niyeydi sanki? Hep onun yüzündendi, benden uzak dursa bu kadar gerilmez ve kendimi kaybetmezdim. Galip’in evde olmamasını umarak göğsümdeki elimi indirdim ve sokak kapısına vurmak için kaldırdım. Kimse açmadı. Bir kez daha vurmak için elimi kaldırdığım sırada sokak kapısının açıldığını görerek rahatladım.
Ama...
Bu gözler, Galip’in gözleriydi.
Onun gözlerindeki kötülüğü gördüğümde, şaşırmaya fırsatım kalmadan kendime acımaya başladım. Onun ne zaman geldiğini bilmiyordum ama burada, evinde olduğuna göre beni kovacağından şüphe duymuyordum. Burnundan sabırsızca ve sertçe soluyordu.
“Ben de seni bekliyordum,” dedi, sanki konuşurken ağzının içinden dumanlar çıkıyordu. “Eşyalarını vermek için.”
“Ben...”
“Sen gurursuzsun!”
Birinin birini iki kelimeyle parçalayabileceğini, tam bu anda parçalanarak öğrendim ve bomboş gözlerle ona bakakaldım. Düşüşümü tamamlamayı ister gibi, “Eve, paraya, kalacak bir yere ihtiyacı olan tek insan sen değilsin,” dedi, sesi giderek yükselerek. “Çalış ve ihtiyaçlarını karşıla. Ben hayır kurumu değilim!”
Çantamı göğsüme daha sert bastırarak bir adım gerilediğimde, ayağım taşa takıldı ve tökezledim. Galip acımasızca beni süzdü.
“Rica ediyorum artık evime gelme!” Bu sefer bağırmıştı ve sanki onun bağırması, depremi tetikleyen fay hattı gibi beni titretmişti. “Gazel’le görüşmeni bile istemiyorum. Onun vasat, kendini bilmez arkadaşlara ihtiyacı yok!”
Canıma teşebbüs etmiş gibi hissettim.
“Üzgünüm ama sen bile benim Gazel’le görüşmeme engel olamazsın... Üstelik bu kadar kırıcı olmak zorunda değilsin Galip.”
“O zaman ben Gazel’in seninle görüşmesine engel olurum!”
Kırgın bakışlarım omzunun üzerinden evin içine düştü. “O nerede?”
“O benim sevgilim ve benim olmasını istediğim yerde. Onu arama, sorma, rahatsız etme...” İşaret parmağını bana doğru salladı ama ondan korkmadım. “Birinin sırtına yük olmak hoşuna mı gidiyor?”
Kendimi ondan sakınarak birkaç adım geriledim. “Anlıyorum, bir daha gel... gelmem.” Omuzlarımı dikleştirdim. “Fakat Gazel’le görüşmeme hiç kimse engel olamaz. Üstelik biliyor musun, gururum açık artırmaya girse senin karakterinden daha fazla eder.”
Nefreti, kollarımda taşıyamayacağım kadar ağırlaştı ve gözlerine olduğu gibi yüzüne de yayılarak ondan biraz daha gerilememe sebep oldu. Kötülüğü çoğaltmak istemezdim ama azaltmama da izin vermiyordu. Öfkeyle eğildi ve kapının kenarına koyulduğunu gördüğüm büyük çantamı kavradı. “Eğer gururun karakterimden daha fazlaysa bir daha bu eve gelmezsin,” dedi. Ağzı açık çantamı iri ellerinin arasından üzerime doğru fırlattı. “Ben, kaldığınız o yetimhane değilim!”
Kapıyı çarptı.
Çantam sertçe kucağıma çarpmadan hemen önce, içindeki eşyaların etrafa dağılışını izledim ve içimdeki fay hattının kırılmasıyla adeta depremi yaşadım. Dizlerimin üzerinde, bahçe kapısının önüne çökerek etrafa dağılan eşyalarıma bakarken, gözlerimde biriken ıslaklık yanaklarıma taştı ve ılık damlalar çenemin altına kadar aralıksızca inmeye başladı.
Tanrım...
Bu dünyaya herkes sığıyordu da bir ben mi fazla geliyordum?
Sessiz sessiz ağladım. Kendimi dizlerimin üzerinde görmek, savaştığım herkese ve her şeye yenilmişim gibi hissettirdi. Güçsüzlüğümü, acizliğimi kendime yalanlamak için dizlerimin üstünden kalktım ve parmaklarımla yanaklarımdaki gözyaşlarını temizledim. Acı, büyüyen bir çocuktu ve artık kollarıma sığmıyordu. Bahçeye dağılan eşyalarımı toplayarak hepsini çantanın içine yerleştirirken, iyiliği olmayanın mezarına bile çiçek bırakılan bu dünyada, ben neden yaşarken öldürülüyordum, merak ediyordum. Bahçeye, çimlerin arasına fırlamış olan mendili aldım. Bu Hazer Han’ın bana verdiği ipek mendildi. Onu özenle katlayarak iri çantamın içine koydum.
“Yenilmeyeceğim. Kaybetmeyeceğim. Tanrım, kazanmak için o kadar çalışacağım ki bir an bile şikâyet etmeyeceğim...” Çantamın fermuarını kapadım. “Zaferim, kalbimdeki iyilik kadar büyük olacak.”
Her şeyi topladığıma emin olduğumda sokak kapısına bir daha baktım ve ne olursa olsun bu eve tekrar girmeyeceğime yemin ettim. Gazel’le dışarıda görüşebilirdim ama burada kalıp gururuma ucuz bir fiyat biçemezdim. Omuzlarımı dikleştirerek kucağımdaki çantayla beraber doğruldum ve o kapıya sırt çevirerek önüme döndüm. Bakışlarım tanıdık yüze çarptı.
Hazer Han bahçe kapısının ağzındaydı.
Göz göze geldiğimizde depremin enkazından çıkarılan bir çocuk gibi hissettim ve nefesimi tutarak ona baktım. Sokak ışığı, yüzlerimizin bir kısmına cömert davranırken diğer kısmını karanlıkta bırakıyordu. Hazer Han’ın elinde gözyaşlarım için ipek bir mendil ve gözlerinde, durmuş bir saatin yetişemediği zamana olan telaşı vardı. Gözlerindeki kayıp ve yas o kadar tanıdık geldi ki, o ipek mendili kaldırarak yanağıma yasladığında ve birkaç gözyaşımı sildiğinde ondan korkmadım.
Ve hak ettiğim merhameti, hiçbir şeyim olmayan bir adamın gözlerinde gördüm.
“Ağlama.” İpek mendili elmacık kemiğime kaydırdı. “Kimsesiz olmak suç değil, ayıp değil. Ağlama.”
Babacım görüyor musun? Birisi bu yaranın üzerine bir bez bastırıyor; akan kan yavaşlıyor.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...