11. BÖLÜM
Keyifli okumalar. 🤍
11.BÖLÜM
"Aysima, sen de çilek yer misin?"
Ay dedeye bakarken, Aysima'nın oturduğu minderde kıpırdandığını göz ucuyla gördüm. Odamdaydık, ben dört ayaklı masamda otururken, Aysima'da odanın kenarındaki minderin üzerinde oturuyordu. Ben küçük camdan ay dedeyi izliyordum, o da benim küçük, pek mütevazı odamı. Bir prenses olduğundan dolayı kendi odası gösterişli, büyük ve çok güzel olmalıydı.
"Ormandan mı topladın?" diye sordu.
Bir çileği daha ağzıma atıp ondan yana döndüm. Doğal bir zerafetle oturuyor, gülümseyerek bana bakıyordu. "Hıhı," dedim başımı da sallayarak. Akşam olduğundan ötürü odamdaki mumu yakmıştık. "Ben ormandan hep bir şeyler toplarım. Bazen çilek, bazen mantar, bazen çiçek... Orman benim sonuçta, istediğimi alabilirim değil mi?"
"Orman senin mi?" diye sordu düzgün telaffuzuyla.
Kaşlarımı çattım. Söylediklerime inanmıyor muydu? Benim diyorsam elbette benimdi! "Tabii," dedim kendimden emin şekilde. "Bu orman benim yuvam."
Başını kibarca sallayıp bir daha odama, yatağıma ve masama baktı. "Bu ormanın içinde yaşamaktan korkmuyor musun?"
"Neden korkacakmışım?"
"Ayıların sesini duymuyor musun?"
Elbette duyuyordum, çakalların ve kurtların sesini de. Gece olduğunda daha vahşi bir hale dönüşüyor, ürkütücü sesler çıkarıyorlardı. Aysima'nın bundan korkmasını anlıyordum, ilk kez bu kadar yakından duyduğunda herkes korkardı. "Alıştım," dedim omuzlarımı kaldırıp indirirken. "Ama sen bir prensessin. Burada olmak senin için küçük düşürücü ve rahatsızlık verici olmalı."
Gözlerini peşi sıra kırpmaya başlayıp kafasını iki yana salladı. "Neredeyse ilk kez kendi isteğimle, irademle saraydan başka bir yerdeyim. Aksine, Tanrı'nın şu an bana çok cömert davrandığını düşünüyorum."
Kendi arzularını yerine getiremiyor muydu? Ne büyük keder olmalıydı. İnsanın özgürlüğü, dilediğini yapabilme imkanı yoksa ne için yaşıyordu ki? Arzu etmediği bir hayat için mi? Kaşlarımı çatıp elimdeki kabı masaya bıraktım ve alçak taburede ona döndüm. "Kendi arzuların için savaşmalısın? Ne demek ilk kez istediğim bir yerdeyim? Bir prensessin, sarayda yaşıyorsun, senin yerinde olsam herkesi eteklerime dizerdim."
Bunlar kendisinin ilk kez duyduğu şeylermiş gibi hayretle bana baktı. "Arzularımın yerine gelmesi için daha ısrarcı mı olmalıyım?"
"Gerekirse onları vurmalısın," dedim kendimden emin şekilde.
Yukarıya çıkarken yanımda getirdiğim okuma baktı. "Sen insanları vuruyor musun?"
Gülümseyip tekrar camdan dışarıya baktım. "Sadece Victor'u. Lakin onu da bir daha vurmam. Canı acır, hiç istemem."
"Victor da kim?"
Parmağımı dudağıma vurmaya başladım. Victor'un kim olduğunu ona söylemeli miydim? Hayır, Victor benimdi, başkasının bilmesine lüzum yoktu. "Bilmene lüzum yok."
"Peki," derken sesi biraz üzgün çıkmıştı.
Ay dedenin yanına toplanmış yıldızlara bakarken, "Senin kocan var mı?" Diye sordum. Acaba o aşkı biliyor muydu?
"Evet," derken sesinin neredeyse mutlu çıktığını duyup gözlerimi tekrar ona çevirdim. Başını eğmiş, kat kat elbisesinin etekleriyle oynarken gülümsüyordu. "Evliyim ben. Ama kocam... Savaş için uzun bir yola gitti. Onu kı... kırk gündür görmüyorum."
"Üzüldüm," dedim. Birisi sana üzücü bir şeylerden bahsettiğinde böyle derdin sanırım. "Onu seviyor musun?"
Başını önünden kaldırıp bana sertçe baktı. "Evet. O benim severek sahip olduğum tek şey."
İyi, yalnızca bir şey için bile olsa savaşmıştı. Onu takdir eder gibi gülümsedim. "O da prens mi?"
"Evet. Ülkemizin prensi."
Ülke ne demekti ki? Sormayı düşündüm ama sonra vazgeçtim. Victor'a sorardım, o bana bilgi öğreteceğini zaten söylemişti. "Kocan ne zaman dönecek peki?" Victor'u kırk gün görmesem kırk ayrı taş gelip otururdu sanki yüreğime.
"Son mektubunda... birkaç gün içinde döneceğini yazmıştı ama hâlâ gelmedi."
Yüzünde, yazsa bile o mektuba sığmayacak bir keder vardı. "Kederlenme," dedim yumuşak bir sesle. "Savaşa gittiğini söyledin. Sana mektup yazacak kadar iyiymiş demek ki, bence bununla mest ol."
"Ama onu çok özledim," diyerek ağlamaya başladığında ne yapacağımı bilemeyerek yüzüne bakakaldım ve ardından doğruldum. Eteğimin uçlarını kaldırarak onun yanına ilerledim ve onun kadar zarif oturmaya çalışıp minderin kenarına yerleştim. Elimle koyu saçlarını okşadım. "Birkaç gün sonra gelecekmiş, neden ağlıyorsun ki?"
"O yanımda olmayınca çok yalnız ve mutsuz hissediyorum," dediğinde dudaklarımı büzdüm. İçli içli ağlıyordu. "Başına iş gelecek diye korkuyorum."
Omuzlarımı silktim. "Onu savaşa göndermeseydin o zaman. Bunu da mı ben söyleyeyim!"
Ellerini yüzümden çekip ıslak gözlerle bana baktı. "Onun görevi bu, gitmek zorunda. Fikrim sorulmadı. Ülkesi için gitti, aşkı için kalamazdı."
Pek anladığım şeylerden bahsetmiyordu. Kocasını savaşçı birisi olduğu için takdir edip, "Adı ne?" Diye sordum. "Kocanın ismi ne?"
Gözyaşlarını parmaklarıyla temizledi, bir parmağında mavi taşı olan yüzük parlıyordu. "Eflâh," dediğinde bunun çok enstresan bir isim olduğunu düşündüm. "Kocamın adı Eflâh."
"Enterasan bir isim," dedim açıkça.
"Bence hangi dünyada olursa olsun onu bulacağım bir isim."
"Hı?" dedim, anlamadığımdan ötürü.
Omuzlarını aşağıya çekip sükut içinde kaldığında ben de daha bir şey demedim. Merhametli olmak için okşadığım saçlarını bırakıp kalktım ve tekrar dört ayaklı masama yürüyüp alçak tabureye oturdum. "Ben de Victor'a mektup yazabilir miyim?" diye sordum.
"O uzaktsaysa ve özlediysen tabii ki yazabilirsin."
Kaşlarımı çatıp, "Uzağa falan gidemez," dedim kati bir sesle. Giderse... ona büyü yapardım! Cadıya söylerdim, helak etme büyüsü karıştırırdık beraber. Cadıya da biraz kinliydim ama ne yazık ki belli edemezdim.
"Hare, gelin de çorba için," diye bağıran bunağın sesini duyunca oflayıp Aysima'ya döndüm. Çekingen gözlerle odamın kapısına bakıyordu. "Sen sarayda çok güzel yemekler yiyorsundur?" dedim.
"Bir sürü yemek oluyor," dediğinde onu biraz kıskandım. "Ama... annenin yaptığı çorbanın kokusu çok güzeldi." Sesi kısıklaşmaya başladı. "İnip içebilir miyiz?"
"Sen içebilirsin, ben içmeyeceğim," dedim önüme dönerek. "Düşünecek önemli şeylerim var şimdi, yemeğe vakit ayıramam."
"Peki," dedi ve eteğinin sesi geldi. Rugan ayakkabıları tahta parkede gıcırdadı, biraz sonra da odamın kapısı açıldı ve yalnız kaldım.
Aysima gittiğinde yeni kez bir insanla tanışmış olmanın gerginliği vardı üzerimde. Bu sıralar hayatıma çok fazla insan dahil oluyordu, bunu durduramıyorum. Aslında öyle değilmiş gibi davranıyordum ama bir yandan da çok korkuyordum. Victor beni yeniden kandırırsa, ya da Aysima kandırırsa veya tanışacağım başka bir insan beni kandırırsa ne yapardım? Hayat, ormanın içinde yalnız başınayken daha kolaymış, sakinmiş. Şimdiyse kocaman ve üzerime doğru yürüyormuş gibi geliyordu. Sanırım asıl savaş hayatım kendisiyle oluyordu, ben yeni öğreniyordum.
Parmağımı mumun ucundaki ateşin üzerine uzattım ve parmak ucum ısınırken gülümsedim.
Gözlerimi kapatıp onu öptüğümde hissettiğim şeyleri anımsadım. Çok canlı hissetmiştim. Sanki bu zamana kadar ben yalnızca güneşte ısınmıştım, o saniyeyse o güneş ışıklarının derimin altından girip kalbime, ruhuma dek ulaştığının farkına varmıştım. Öyle güzeldi ki hep devam etmesini istemiştim. Pekâlâ, ben biraz saftım ama bu kadar münasebetin iyi niyetli ve masum olmadığının farkındaydım.
Victor ile aramızda bir şeyler vardı.
Öpücüğünü düşünürken elimi mumun üzerinde fazla tuttuğumu fark ettim ve geriye çekip inledim. "İyice şaşkoloz oldun Hare."
Kızaran parmağımı indirip ay dedeye baktım. Acaba Victor şu an ne yapıyordu? Klanına, ya da kaldığı dağ başında kimlerle ne konuşuyordu? Onun hakkında daha fazla şeyi merak etmeye başlamıştım. Bir haydut olduğu gerçeği aklımdan çıkmıyordu, göz göre göre insanlara zarar verdiği gerçeğini sindiremiyordum. Onu bundan vazgeçirebilir miydim? Her şeyle savaşan ben bununla da, onun insanlığıyla da savaşabilir miydim?
Düşünüyorum da, şu an bildiğim tek şeyin ondan bir kelebek daha alacağım olduğuydu. Ve bu kelebeğe karşılık bir öpücük vereceğim.
🏹
VİCTOR MARTİN.
"Geldiğinden beri neden gevrek gevrek gülüyorsun sen Victor?"
Elvis'in sesi soğuk gecenin içinde kulağıma ulaştı ve parmaklarım arasındaki keyif sigarasından bir yudum daha almadan önce bir daha gülümsedim. Ateşin içinden sıçrayan bir parıltı ilerideki kütüğe düştü.
"Belli, söylemeyeceksin neye gülümsediğini." Elvis pes ederek oturduğu kütükten kalktı, sigarasının külünü silkerken civarına baktı. "Hare'yle mi ilgili?"
Sigarayı dudaklarımdan çektim. "Sana, onun adını olur olmadık yerlerde anma dedim."
"Tamam, kızma," diyerek yüzünü benden tarafa dönerken göz kırptı. "Bu gece onunla kalsaydın, gelmeseydin."
Öyle şanssız bir heriftim ki, bu dediği imkansızdı. O büyücü dediği, çok sevdiğini anladığım yaşlı bir kadınla yaşıyordu ve ondan korkuyordu. Bana kalsa o kadınla da tanışırdım ama Hare buna pek sıcak bakmazdı. Bu konu hakkında daha fazla bir şey demesini istemediğim için sustum. Başımı çevirip ona suratsızca bakınca sırıttı ve civarını süzerek, "Misli'nin yanına gideceğim," dedi kısıkça. "Şafak vakti dönerim herhalde."
Onu her konuda durdurabilirim ama Misli'nin yanına gitmek söz konusu olduğunda durduramazdım.
Başımı eğip bir daha ateşe baktım. "Kestirmeden gidip gel. Rahat dur, orada da olay çıkarma."
"Misli iyiyse çıkarmam olay falan."
Omzumu sıkıp yanımdan geçtiğinde zahmet edip başımı çevirmedim. Önümde yanan ateşe bakarak sigaramı tüttürdüm. Haydutların birçoğu çadırdaydı, uyuyorlardı, diğer kısmı da ileride içip uygunsuz şeylerden konuşuyorlardı. Kadınlardan konuşmaya bayılıyorlardı, bazen muhabbetleri uygunsuzlaşıyordu ama bundan hoşlanmayan yalnızca ben olduğum için onları engelleyemiyordum. Dilimi dişlerim arasında sıkıp sigaranın olduğu elimle şakağımı kaşırken, dağın öteki eteğinden gelen herifi gördüm. Bu, geçen gece gördüğüm adamdı. Bir ağacın yanından çıkmış, etrafını kontrol ederek çadırına yürüyordu. Ölmeyi istediklerini anladım. Çünkü ondan saniyeler sonra daha küçük ve toy olan on yedi yaşındaki çocukta aynı ağacın arkasından çıktı, ürkek şekilde etrafına bakıp çadırının yolunu tuttu.
Bir sikişiniz eksikti.
Umarım benden başkası görmezdi.
Kontrol etmek amaçlı etrafıma baktım ama onları izleyen kimseyi görmedim. İkisi de kendi kaldığı çadıra girip gözden kaybolduğunda oturduğum kütükten kalktım. O esnada, geçen ki reddettiğim kadının utanmadan bana gülümsediğini gördüm; üstelik yanında, onu okşayan bir haydut varken. İnsanın şehvet duygusuyla, böylesine pervasız hareket edişi bazen beni düşündürüyordu.
Kendi çadırıma gidiyordum ki durdum.
Evini öğrendiğime göre gizlice girebilir miydim? Bu şekilde Hare ile uyuyabilirdim.
Pek tabi yapabilirdim. Cadısının ruhu bile duymazdı. Zaten bunak birisi olduğu için muhtemelen erkenden uyuyordur, bunu kendi lehime çevirebilirdim. Sırıtmaya başlayıp haydutlara bir daha baktım, hepsinin keyfi çok yerindeydi. Çok içip başlarına iş açtıkları zamanlarda oluyordu doğrusu, bu gece dermanları olamazdım dertlerinin.
Birbirlerini, içip içip çadırları yakmasınlar, başka şey istemiyordum.
Önüme dönüp rüzgârda dağılan saçlarımı düzelttim ve beyaz incimin yanına gittim. Otlanmıştı, nallarını yere vuruyordu. Başını, özenle temiz tuttuğum tüylerini okşayıp sırtına atladım ve sakin kalması için tembihleyip pabucumu karnına hafifçe vurdum. "Hare'nin yanına gidelim seninle."
Omzumun üzerinden son kez arkama, dağın başına baktım. Adamların yarısı sarhoştu, diğer yarısı kahkahalar savurup eğleniyordu. Eğlenecek bunca şeyi nereden bulduklarını merak edip yoluma baktım, atımla bayır aşağıya indim. Epey yol gitmem gerekiyordu, gittim. Geçen gün dağıtılan obanın içinden geçerken yavaşlayıp etrafıma baktım, bazı çadırlardan sesler yükselirken bazıları oldukça suskundu. İlerideki, derme çatma evin önünden geçerken bir ses duydum ve başımı çevirip o sesi aradım.
"Senin burada ne işin var?" diye sertçe sordu, evin kenarındaki bir delikanlı. Bana sert sert bakmaktaydı.
Atı kendimle beraber döndürdüm ve yukarıdan ona dik dik baktım. "Beni tanıyor musun sen?"
Derme çatma evinin kenarından çıkıp atıma doğru yaklaşça cesareti gösterdi. Elinde bir gaz lambası tutuyordu. "Haydutsun sen! O gün seni diğerlerinin yanında görmüştüm. Ben birini bir defa görürüm, aklıma kazırsam daha da unutmam."
Elimin tersiyle alnımdan akan teri silip bu şuursuz genç adama baktım. On beş veya birkaç yaş büyüğünden bir gençti. Yapılı, yağız bir delikanlıydı görebildiğim kadarıyla. Civarıma baktım, herhangi başka birisini göremedim. İyi cesaret etmişti bana seslenmeye. "Git yoluna," dedim, kaşlarımı çatarak.
"Asıl sen yoluna git," dedi, hiç korkmadan. Beni baştan aşağıya süzdü. "Bir daha ne sen ne de diğerleri gelip bu obayı yıkamazsınız!"
Derdi belliydi. Obasını yıkmamıza çok öfkelenmişti. Ne denirdi, haklıydı. Bu genç çocuğun cesaretine hayran kaldığım için ona kızmadan, "Benim amacım hiçbir yeri yakıp yıkmak değil," dedim soğuk bir sesle.
"Haydut değil misin sen? Neyini inkâr ediyorsun! Şeref yoksunusun sen!"
Burun delikleri hızlı hızlı açılıp kapanıyordu, konuşurken sesi öfkeden çatlıyordu. "Beni tanımıyorsun genç adam, hiç tanımıyorsun. Laflarını seçerek kullan, ya da geç git gözümün önünden."
Gözü kara bir delikanlıydı, besbelliydi. Bir adım daha ileriye çıkıp, "Seni bir daha burada görmeyeceğim," dedi her kelimenin üzerine basarak. "Obamdan uzak dur!"
Ona bir daha dönüp gitmesini söyleyecek oldum ama bir başka ses benden önce davranıp, "Dora," diye bağırdı. "Kiminle konuşuyorsun, buraya gel!"
Atım huzursuz şekilde kişnedi, herhalde bağıran adamdan haz etmemişti. Adının Dora olduğunu öğrendiğim delikanlıyla beraber başımızı aynı anda çevirip ileriye baktığımızda evin tahta kapısı önünde dikilen gölge gördüm. Geniş omuzlarını seçebilmiştim ama yüzünü değil. "Geliyorum baba," diyerek bana tekrar döndü Dora ve konuştu. "Obamdan uzak dur haydut, yoksa gözümü kırpmam, atlarım üstüne."
Arkasını dönüp, sırtlandığı cesaretiyle beraber ona seslenen atasına ilerledi, çok sürmeden o tahta kapıdan girip evinin içinde kayboldu. Cesaretine hayran kalmıştım, haydut olduğumu bildiği halde karşıma çıkmış, bana kafa tutmuştu. Dudaklarımı kıvırıp atımı çevirdim ve asmalı köprüye ilerledim. "Bu aralar tanıştığımız herkes çok cesur, farkında mısın Beyaz İnci'm?"
Atım kişnedi.
"Seni saklayacağım, gece boyunca çıtın çıkmasın."
Hare'mi beklediğim bu tahta, altından nehir suyu akan asmalı köprüden geçtim ve ormanın içine karışıp ateş böceklerinin sesini takip ettim. Kapkaranlıktı, yolu bulmam zaman alacaktı. Kırmızı işaretli bir ağaca denk geldim, o gün hatırladığım gibi ağacın yönünde ilerledim. Biraz sonra geniş bir alana çıktığımda atım kişnedi, nehrin gürültüsü epey geride kalmıştı.
Başımı çevirip civarıma baktığımda o cadı köşkünü gördüm.
"Hare uyuyor mudur dersin?"
Atımı geniş gövdeli ağacın yanına çekip sessizce aşağıya indim, terleyen alnımı elimin tersiyle silip atımın başına doğru eğildim. "Buradan biraz bile öteye gidersen seni vururum."
Atım kişnediğinde irkilerek geriye çıktım. Bu da nereden çıkmıştı? Onu hiç böyle korkutmazdım. Kafamı iki yana sallayıp önüme döndüm ve kalbimdeki izi okşayarak cadı köşküne ilerledim. Lazım olur diye sürekli yanımda taşıdığım bıçağı cebimden çıkardım ve kulağımı kapıya dayayıp ses geliyor mu diye dinledim.
Çıt çıkmıyordu.
Bıçağın ucunu tahta kapının kenarına yavaşça yerleştirdim, zaten tahtadan olduğu için açılması hiç vakit almadı. Kapı hafifçe gıcırdadığında küfür savurdum, başımı aralıktan içeriye uzattım. Bir gaz lambası yanıyordu, etrafı o ışık aydınlatıyordu. Bakışlarım ilerideki sedirde uzanan gölgeyi seçmişti, ya Hare'ye ya da cadıya ait bir gölge olmalıydı.
İçeriye sızıp tahta kapıyı yavaşça örttüm ve sessizce karşılıklı duran sedirlere baktım. Önce sağ taraftaki sedire baktım, yüzü buruş buruş bir kadın uzanıyordu; demek büyücü buydu. Hare'nin dediği gibi oldukça yaşlı bir kadındı. Başımı bu kez, Hare'nin yattığını düşünerek diğer sedire çevirdim ama yanıldığımı anladım. Burada da başka bir kadın uzanıyordu, gençti. Hare yalnızca büyücüyle yaşadığını söylemişti, bu kadın nereden çıkmıştı?
"Neyse, beni pek alakadar etmez..."
Dudaklarım arasından fısıldayarak ardıma döndüm, üst kata çıkan merdivenleri gördüm. Hare yukarıda olmalıydı. Basamaklara yönelip oldukça sessiz şekilde yukarıya çıktım, gıcırdayan basamaklara küfür savurdum. Basamaklar beni üst kata çıkarınca gözüme iki kapı çarptı. Önce sol taraftakine ilerledim, buranın boş oda olduğunu fark edince diğer tahta kapıya yöneldim. Yavaşça geriye iterken artık Hare'nin burada olduğunu düşünerek içeriye girdim.
İçeride bir mum yanıyordu. Oda da böyle aydınlıktı. Alçak, küçük yatağa yaklaşırken önce yastıktan aşağıya dökülen saçları tanıdım. Dudaklarıma bir gülümseme kurulurken, başımı eğip de yüzüne baktım. Elini yanağının altına koymuş, hayal ettiğimden de masum şekilde uyuyordu. Onu görünce içim yerine geri döndü, taşan ne varsa dinginleşip duruldu. Sakince alçak yatağının kenarına oturup elimin içini omzuna koydum. "Uyuyorsun demek güzel kız."
Üzerinde incecik, tül gibi bir şey vardı. Omzuna dokunduğum an sıcaklığını farkına varmıştım. Dudaklarından besbelliydi zaten ne kadar sıcak olduğu. "Hare," diye fısıldadım onu korkutmadan. Omzunu hafifçe sarstım. "Aç gözlerini."
İsmini ikinci kez söylememe gerek kalmadı. Yüzündeki yumuşaklık kayboldu ve kaşlarının çatıldığı vakit gözleri de kırpışarak aralandı. Beni gören gözleri önce kocaman oldu, ardından, "Rüya," deyip gözünü ovuşturdu.
"Hare, rüya falan değilim. Essahtan buradayım."
Ellerini gözlerinden çekip bir daha baktı çehreme. "Essahtan mı?"
Burada olduğumdan emin olması için şekerden şerbetten tatlı yanağını okşadım.
Gözlerini elime çevirdi ve göz kapakları hafifçe aşağıya düşerken, "Victor," diye fısıldadı. Doğrulmaya yeltendi. "Essahtan buradasın."
Doğrulduğunda yüzüme bir tokat bekledim ama o bana sarılmayı seçti. Toplanıp dizleri üzerine oturdu ve kollarını bana dolayıp başını da omzuma yasladı. Daha sabahleyin görüşmüştük, böyle sarıldığına göre demek o da beni özlemişti. Veyahut uyku sersemliğiyle ne yaptığının farkında değildi. Elimi sıcak, dağınık saçlarının üstüne koyup, "Uykunu böldüğüm için kusuruma bakma," dedim.
"Mühim değil," diyerek başını kaldırıp yüzünü görebileceğim kadar geriye çekildi. Gözlerini kocaman açtı. "Eve nasıl girdin ki?"
"Benim giremeyeceğim delik, açamayacağım kapı yok."
Ansızın kıkırdadı. "Evin civarında yaşlı bir ağaç var. Onun gövdesinde de bir delik. Oraya girebilir misin? Hiç sanmam Victor."
Kafası zehir gibi çalışıyordu, hayranlık verici bir kurnazlığı vardı. Bir yandan da ölesiye saftı. Kızarmış, sıcak yüzünü avuçlarımın içine alıp, "Sen girdin herhalde?" diye sordum.
Esneyip nazlı şekilde güldü, çehremi etraflıca izleyip, "Bir kerecik," diye kabul etti. "Girmeye çalıştım o deliğe ama küçüktü! Giremedim tabi, o yüzden geyiğimi soktum. O da boynuzlarıyla bana vurdu."
"İyi yapmış," dedim.
Sinirlenmesini çok yakınından izledim. Kıvrık dudakları asabi bir hal aldı, ellerini benden çekti ve yüzünü asıp öfkeyle konuştu. "İnsan hiç aşkına öyle der mi Victor!"
Beni azarlamasına bıyık altı güldüm. Ona aşk kelimesini biraz yanlış öğretmiştim sanırım ama vakit geçtikçe ne anlama geldiğini zaten kendisi fark ederdi. Mumun yansıdığı kirpiklerini izlerken, "Aşkı pek sevdin herhalde?" diye sordum.
Bir daha esneyip gözünün birini kırpıştırdı, bununla eğlenesim geldi. Beni güldürüyordu. "Seninle gelince sevdim," dedi, sesi incelmeye başladığında.
Onu göğsümün üstüne bastırma duygusuyla baş etmeye çalışarak yutkundum. Ona bakarken boğazım sık sık kuruyor, avuçlarımın içinde karıncalanma hissi başlıyordu. Kızıl saçlarının karanlıktaki gölgesine, kaşının az üstündeki minik bene yakından bakarak kan rengindeki gözlerini ihmal etmeden inceledim. "Güzelim benim," diyerek elimi saçlarına koyup okşarken bakışlarımı da küçük odasında dolaştırdım.
Dalgalı, biraz bakımsız kalmış saçlarını okşarken küçük masanın üzerindeki mürekkep ve parşömen kâğıdığını gördüm. "Yazı mı yazıyorsun sen?"
"Bazen," dedi tatlı, uykulu bir sesle. "Senin adını yazmayı biliyorum, bu yüzden bir sayfaya hep senin adını yazdım."
Bunu duymamla beraber ona dönüp gülümsedim. "Cadına benden bahsettin mi?"
"Hayır Victor," dedi, korkunç bir şey söylemişim gibi gözlerini iri iri açtı. "Bir daha dışarıya çıkmama izin vermez! O zaman seni nasıl göreceğim? Bir daha da buraya gelme, cadı fark eder."
"Geleceğim," dedim, çünkü muhtemelen gelecektim.
"Haydut," diye çemkirdi bana.
Bana çemkirmeye çok meraklıydı. Asi bir kızdı çünkü, elden ne gelirdi. Hem bir şey gelmesi de gerekmiyordu, ne olmuştu yani öyleyse, ben de öyleydim. Gözlerimi az alçaltıp üzerindeki giysiye baktım. Kollarını, ay gibi parlağından gerdanını açıkta bırakan bir kıyafeti vardı. Beyazlar içindeydi, boynunda da biraz ter damlacıkları vardı. Uzanıp onu kaşındıran kızıl saçlarını çekerken, "Sürekli bana dokunuyorsun," dediğini işittim.
Elimi durdurdum. "İstemiyorsan söylemelisin. İnsanlar konuşarak anlaşır. İstemediğin bir şey olduysa bunu söylemelisin ki karşındaki bir daha yapmasın."
"Biliyoruz herhalde! Sen bana bilgisiz mi demek istiyorsun!"
Gözlerimi baydım.
"Ne haddime."
"Bak şimdi doğru dedin sersem, ne haddine!"
Diktiği çenesini tutup güzel yüzünü kendime çevirdim. "Çemkirmen bitti mi?"
Gülümseyip cilvelendi. "Bitti."
"O zaman seninle uyuyabilir miyim?"
Ağzı bir karış açık kaldı, dilinin ucunu bile görebildim. O ıslak, şaşkın ağzından öpmek için başımı ileriye uzattım ama geriye kaçtığında sırıttım. Tek gözünü kısıp önce yatağına, sonra da suratıma baktı. Onun sayesinde bir gülümsemenin olduğu suratıma. "Benimle mi uyumak istiyorsun?" Diye sordu, biraz şaşırmış vaziyette.
Başımıs sallayıp parmaklarımı üzerimdeki gömleğe götürdüm, bir düğmesini açtım. "Pek sıcak odan."
Gözlerini üzerime kaydırıp baktı, sonrasında başını sallayıp parmağıyla çenesine vurdu. "Kandıracak mısın beni? Eğer beni kandırmazsan beraber uyuyabiliriz."
Hay siksinler ya, bir türlü unutmuyordu bu kandırma mevzusunu. Demek o kadar gücenmiş ve korkmuş, sürekli yinelememden kaygı duyuyordu. Ona da dediğim gibi, sıhhati söz konusu olmadıkça o lekesiz kalbini bir daha kandırmazdım. İlkinde de onun için yapmıştım, bir daha yaparsam yine sıhhatini düşündüğümden olurdu. "Kandırmam tabi," dedim. "Söz verdim ya sana."
"Doğru." Düşünceli şekilde mumu izledi.
Yüzüne vuran aydınlığı, omuzlarından dalga dalga dökülen saçlarını, başımı sol tarafıma yatırarak izledim. Her şeye soktuğu minik bir burnu vardı. Gözlerinin ve saçlarının bu derece kışkırtıcı renkte olması hoşuma gidiyordu. Yukarıya diktiği zarif çenesinden sonra, yutkunurken boğazında oluşan çıkıntıyı izledim. Sonra zaten küçük olan yatağında kenara kaydı. "Tamam, yatabilirsin, izin verdim."
Müsaade edeceğini biliyordum. Kalbi beni yanında istiyordu. Gülümseyip üzerindeki örtüyü hafifçe kaldırdım ve uzanıp çizmelerimi çıkardım. Gömleğimi de çıkarasım vardı ama minik ceylanı ürkütmek olmazdı. Yatağın kenarına yerleşmeye çalıştım ve başımı yastığına koyup bana onun bedenini kollarım arasına çektim. Ses etse bırakırdım, zorla sarılacak adam değildim ben ama ses etmedi, kollarım arasında kıvrıldı. Sırtını göğsüme yaslayıp çenemi de saçlarının üzerine koyunca sıcaklığına eriştim. Aradığım ne varsa bulmuşum da nihayetinde mutlu olmuşum gibi hissedip ellerimi pek de olmayan karnında birleştirdim.
"Rahat mısın?" diye sordum.
"Hı hı çok rahatım! Yapıştın sırtıma, nasıl rahat olayım! Bu mümkün mü?"
O konuşan ağzını öperek susturmamak için kendime mani olup yatağın içine iyice gömüldüm. "Hadi, kaldığın yerden uyu."
"Rica ederim bak, şafak vakti olmadan kalkıp git Victor. Büyücü bana büyü karıştırır, göremem bir daha seni."
Korkularına anlayışsız olmak ne mümkündü. Dilediği buysa tabi şafaktan önce kalkıp giderdim. O uyusun diye ben sustum. Kollarım arasındaki yerini keskinleştirir gibi iyice bana yanaştığını hissedip ben de gözlerimi kapattım. Nehirde yıkandığından yine yosun kokuyordu ama dert etmedim. Uyuduğundan emin olana kadar da çıt çıkarmadım. Yüzümü kırmızı saçlarına gömüp, "Sen uyurken ben de bir şeyler anlatayım," dedim, sonra neresinden başlayacağımı bilemeyip durdum. Bariz olan güzelliğini kana kana içip dudaklarımı kulağının arkasına koydum. "Biliyor musun, çok eskiden benim annemle atamı haydutlar öldürdü."
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...