18. BÖLÜM
Keyifli okumalar. 🤍
18.BÖLÜM
VİCTOR MARTİN.
"Dediklerimi aklın kazıdın mı Elvis?"
"Kazıdım kazımasına ama..." Elvis ağaca yaslanıp elindeki Alman sigarasını içti. "Emin misin?"
"Evet," dedim gözümü kırpmadan ileriye bakarken. "Vazgeçtim."
"Çok saçma, çok!" Bana yaklaşıp yakamdan tuttu, beni sanki kendime gelmem için sarstı. "Sen bunu aylarca planlamadın mı? Bak, buradaki tüm itlerden daha güçlüsün, bir bakışınla hepsini susturuyorsun. Az daha sabredersen baştaki adamla da tanışırsın, ailemi öldürdü, onu öldüreceğim demiyor muy..."
"Vazgeçtim," diye yineledim öfkeyle ve yakamdaki ellerini tutup onu sertçe geriye ittim. "Öldürmeyeceğim, ya da bunu şimdi yapmayacağım... Artık başka önceliklerim var."
"O kız yüzünden mi? Ne kızmış be?"
Bir anda az önce yere bıraktığım kılıcıma uzandım ve doğrulup kılıcın ucunu onun boynuna uzattım. "Kadınımdan bahsetme, sana düşmez." Kendisini gece karanlığında parlayan kılıçtan uzaklaştırarak ellerini yukarıya kaldırdı. "Ayrıca adam olsaydın da sen sevdiğini söylediğin o kadını alıp gitme cesareti gösterseydin."
Gözleri tekrar çakmak çakmak oldu. "Ben senin için burada kaldım!"
Kılıcımı yanıma indirerek omzumu ağaca yasladım, ona yandan bir bakış atarak tekrar ileriye baktım. "Uzatma işte Elvis, ikimizi de hür bırakıyorum. Bu gece defolup gidiyoruz."
Volta atmaya, etrafında daireler oluşturarak dönmeye başladı. "Kaçtığımızı anlayacaklar, bizi bulacaklar, öldürecekler!"
"Bulamazlar, başlarına bir bela açıp gideceğiz, bize vakit ayıramazlar."
Bana bakma ihtiyacı duydu. "Öldürecek miyiz onları?"
Uzanıp elindeki sigarayı aldım, bir fırt çekip sessiz olması için uyardıktan sonra, "Şu öldürüp atmak için bir torbaya koyduğumuz fareleri etrafa yay," dedim. "Sabaha kadar sayısız kedi basar burayı, leş bir yere döner zaten! Hepsi daha iyi bir yerde sığınmak için dağın öteki eteğine gider, telaş sırasında bizim yokluğumuzu fark etmezler. Zaten fark ettiklerinde de o kadar yol arşınlayıp dağın öteki tarafına geçmiş olacaklar, anlayacağın bizim için geri dönmeye zahmet etmeyecekler."
"Vay şerefsiz, bunlar nasıl sinsi planlar..."
Sigaradan bir fırt daha çekip külünü silkmek için müsait bir yer aradım ve sonra aynı sakinlikle, "Gidecek bir yer düşünmen lazım," dedim. "Ben nereye gideceğimi biliyorum, bir süre sessizce saklanırız, onlar bizi unutunca da hayatımıza bakarız."
Kaygıları olduğu açıktı, çenesini kaşırken bir omzunu benim gibi ağaca yaslayıp az ötede yakılan ateşe baktı. Eşkıyalar ateşin etrafını çerçevelemiş, avladıkları hayvanları o ateşte pişirip yiyorlardı. Onların yanındaki hatunlara baktım, pek keyifli görünüyorlardı. "Tamam, ben de Misli'yi alıp gidebildiğim kadar uzağa giderim," dedi sonunda ikna olarak. "Ne kadar zaman sonra görüşeceğiz?"
Sigaranın çöpünü atıp beyaz atıma baktım ve sonra kılıcımı elimde döndürerek ateşin yanına ilerlemeye başlarken, "En az otuz gün etrafta dolanmayalım," dedim. "Zaten onlar dağın öteki tarafına geçince bir daha bu obayı dağıtmazlar, çok uzak, geri gelmezler."
"Küçücük kadının sana yaptırdıklarına bak," dedi, arkamdan gelirken.
Benim başımı çevirmem, onun da gözlerimi görmesi yetti susması için. Yüzüme düşüncelerimi yansıtmadan, bağrımdan içeriye giren rüzgâra doğru yürüdüm ve ateşin başındaki boş kütüklerden birisine oturunca haydutlar dönüp bana baktı. "Eee," dedim gür bir sesle. "Anlatın bakalım, obayı bir daha ne zaman basıyoruz?"
Adamlar bunu duyunca mutlu olup şerbetlerini içerken, Elvis yanımdaki yere oturup bana güldü. Onunla göz göze gelip anlaştıktan sonra önüme dönüp ateşe ilerledim, üzerindeki etlerden alıp yemeye başladım. Gece boyu at üzerinde olacaktım, halimin vaktimin yerinde olması lazımdı. Haydutlar karınları doyunca, şerbetleri içince ağırlaştılar, biraz sonra bir bir çadırlarına çekmeye başladılar. Kimse ateşin kızışması için odun atmadı, ateş yavaşladı ve söndü. Elvisle bakıştık, bir adam hatunları alıp çadırına çekildi ve etrafta Elvisle benden başka kimse kalmadı.
"Hadi," dedi Elvis, heyecanla.
"Acemi iş yapma, bekle. Uyusunlar."
Gergin şekilde ellerini birleştirip kafasını salladığında gözlerimi ateşin közlerine dikip dakikaların geçmesini bekledim. Çadırdan yükselen inleme seslerine yüzümü buruşturup biraz et daha yedim. Ben oyuna getirebilirdim ama bunlar hayduttu nihayetinde, dikkatli olmamak içten değildi. Herkes uyuduktan sonra işimizi halledip gidecektik.
Gece yarısını geçince inleme sesleri de, o iğrenç soluk alıp verme sesleri de tamamen kesildi. Hayvanların, ateş böceklerin sesini duymaya başlayınca neredeyse hepsinin uyuduğuna emin oldum. Ses çıkarmaması için ayağımdaki ayakkabıları çıkarıp doğruldum, Elvis'de beni takip edip kalktı ve arkamdan geldi. Çıt çıkarmadık, az ileride çöpleri biriktirdiğimiz torbaların yanına ilerledik. Torbanın ağzını açarken sessiz olmam gerekti. Dağ başı olduğu için yılanı da faresi de çoktu, fare ölülerini seçip kuyruklarından tuttuğum gibi etrafa fırlattı . Ağır koku midemi bulandırınca yüzümü ekşittim.
"Kusacağım," dedi Elvis, fare ölülerine bakarak.
Bir şey demeden fareleri etrafa saçtım, kediler kokularını hemen alılardı. İşim bitince Elvis'e bir bakış attım ve kirli ellerimle çadırımıza yürüdüm. O da heyecanla arkamdan gelip, "Kokuya uyanırlarsa?" diye sordu.
"Şerbetlerini alkolle karıştırdım," deyince sessizleşip ardından, "Sen de az sinsi değilsin hakikaten," dedi inanamayarak.
Çadırdan içediye girip eşyalarımı koyduğum bez torbaya ilerledim, alıp omzuma astıktan sonra, "Çabuk ol," dedim fazla konuştuğu için.
"Bekle, sigaraları da alayım dedi."
Orospu çoçuğu benden bile sakladığı paket paket sigaralarını çıkarınca ona öfkeli baktım ama pek de alakadar olmadan kendi hazırladığı bez torbasını kucakladı. Sessizce homurdanı çadırın bezini kenara çektim, kimsenin olmadığını görünce dışarıya çıktım. Elvis beni takiben ilerledi, bir aygır gibi soluyordu; çok endişeliydi.
Ona bakıp, "Sakin ol," dedikten sonra atıma ilerledim, kişnememesi için onun başını sakince okşadım. Elvis kendi atına bindiğinde ben de atımı korkutmadan üstüne çıktım, bir elimle atın dizginini tutarken diğer elimle de kılıçla bez torbamı tuttum. At yavaşça ilerlemeye başladığındaysa dönüp arkama baktım, ağır koku çoktan dağ başını sarmıştı. Saat muhtemelen dörde geliyordu, şafağın ilk ışıklarında Hare'nin yanında olacaktım.
Yol ayrımına kadar atlarımızı sürdük ve beraber asmalı köprüden geçerken durup atımızdan indik. Küçük bir derenin kenarında ellerimizi yıkadık, dinlenirken de gökyüzünün renginin açtığını gördüm.
"Peşimize düşmeyeceklerine emin misin?"
"Kediler çoktan farelerin kokusunu alıp oraya akın etmiştir, öyle pis yerde kalmazlar."
"Bizim yaptığımızı anlayacaklar."
Ellerimi nehrin serin suyundan çekerek terleyen göğsümü ıslattım. "Anlayacaklardır ama oturup düşündükleri zaman. O an değil." Biraz rahatlayıp geriye çekildim, kalçamın üstüne oturup, "Sigara ver bana," dedim.
Oflayıp keten pantolonun içinden mendile sardığı sigaraları çıkardı, bir tanesini bana verip dinlemek için oturdu. "Obaya geçelim, kestirmeden devam edelim."
Sigaralarımızı içerken dinlendik, ara ara planladığım şeyler de bir açık, eksiklik var mı diye düşünüyordum. Gökyüzünde iyice kızıllık olana kadar oturduk, sonra kalkıp yola devam ettik. Gece karanlığı bitip gün tamamen aydınlanınca bir yol ayrımına daha girdik, atlarımızın üzerinde soluk soluğa dönüp birbirimize döndük. Elvis gözlerimin içine çok dikkatle bakıp başını salladı. "Otuz gün sonra, burada, bu noktada buluşalım."
Başımı sallayıp dostuma gülümsedim. "Eğer gelemezsem... Bil ki ölmüşümdür."
Ölüm biz evsizler için üzücü bir kelime değil, has gerçeklik ve edebi hayatı kabulleniş. Başını sallayıp, "Yine de ölme," dedi.
"Haydi, sağ salim git."
Atını ileriye sürdü ve atın nalları yere vurarak uzaklaştı. Etrafa dağılan sesi dinleyip ben de kendi yoluma baktım ve sevdiğim kadına ilerlerken, obanın içinden geçmek zorunda kaldım. Dün ona mektebe gitmemesini söylemiştim, köylünün ebeyi öldürüp kapılarına bırakmaları çok açık bir tehditti. Laf arsızıydı bu kız da, gider mi giderdi. İnadına giderdi, aksiydi bir kere. Atın dizginlerini daha sıkı tutup dar bir geçitten geçtim, biraz yokuşu tırmanınca atın solukları hızlandı. Onu sakinleştirmek için başını okşarken yokuşun bitiminden, sağ taraftaki ağaçların oradan geçerken, obanın oradan bir ses geldiğini duyup başımı çevirdim.
Dikkatli bakınca orada bir kalabalığın olduğunu gördüm, oysa ki epey de erken vakitti ama obadakiler güne erken başlıyordu. Kara kirpiklerimin altından bakmaya devam edince o kalabalığın öfkeli de olduğunu görüp neler olduğunu anlamaya çalıştım. Bağrış çağrışları duydum, aynı esnada bir adamın elindeki odunun yandığını gördüm. Yine bir hayvanı mı yakıyorlardı? Haydutlara kızıyordum ama bu obadakiler de her boku hak ediyordu.
Atımdan inip bez torbamı atın üzerine bıraktım, kılıcımla beraber öfkeli adımlar attım.
Kalabalığa yaklaştıkça ortalarına alıp, üzerine yüklendikleri şeyin ne olduğunu daha çok merak ettim. Oradan bir adam, "Yakın, ölsün," deyince başımı çevirip ona baktım ve biraz arkada, olan biteni izlediğini gördüm.
"Korkaklar! Keşke gerçekten lanetli olsam da hepinizin canını okusam!"
Duyduğum bu ses canımı okudu, sanki birisi sırtıma vurdu ve beni ileriye itti. Başımı çevirdim ve boğazımdan bir kükreme çıkarken, koşmaya başlayıp ellerimle bu kalpsizleri ittirdim. Piçin elindeki ateşi aşağıya indirip onu yakmaya çalıştığını görünce ilk müdahale etmem gerekenin o olduğunu fark ettim. Koşup arkasından yaklaştım, yükselip kılıcımı kaldırdım. Kılıcımı, onun Hare'yi yakmak için kaldırdığı eline bileğinden indirdim ve etrafta haydutlar geldi, diye bağrışlar koparken, adamın eli havada dönüp aşağıya düştü. Vücudu da sarsılıp önüme yıkıldı, insanlar koşarak geriye kaçışırken gözlerim Hare ile buluştu.
Yerde, yüzü kanlar içindeydi.
Ben böyle birisiyim ama o değil. Bağırmayı bilse de, kendini her şeyi yapabilecek kadar güçlü görse de dünya onun yaşamasına izin vermeyecekleri kadar kötü bir yer. Kontrolümü sağlayabilmek için öncelikle başımı çevirip korkuyla bana bakan oba halkına baktım, ardından kılıcımla beraber dizlerimin üzerinde eğilip Hare'nin yırtılan elbisesini kapatmaya çalıştım. Ağlamıyordu ama çok titriyordu ve gözleri bana çok ihtiyacı varmış gibi bakıyordu. "Kim yırttı elbiseni?" Diye sordum.
Başını kaldırdı, burnunu çekip gözlerini etrafta dolaştırınca birkaç kişi kaçıştı. Sonra Hare gözlerini kocaman açıp parmağıyla az ileriyi gösterdi. "Bu adam."
Kafamı oynatıp gösterdiği yere baktım ve on sekiz yaşındaki bir genci gördüm. Tir tir titreyerek geriye yürüyordu. Ağırca dizlerimin üzerinden kalktım, soluğu yanında aldım ve o arkasını dönüp koşarken, kolumu boynunun etrafına kendime bastırdım. Kılıcı kaldırıp boynuna usulca yasladığımda ağlamaya başladı. "Birine yeni bir şans vermek, seni öldürmesi için de ikinci bir fırsatı vermektir bir yerde." Kılıcı az indirip kalbinden içeriye soktum.
Etrafta öyle bir bağrış oldu ki, ben bıçağı geriye çekene kadar etraftaki insanlar koşup uzaklaştı. Çocuk boğazından hırıltılı sesler çıkararak önüme düştüğünde bıçağımdaki kana bakıp arkama döndüm. Hare kollarını etrafına sarmış, korkusuz gözleriyle bana bakıyordu. O iyi değildi ama kötü de değildi. Hare bir insanın en ham haliydi.
Kılıcımla tekrar ona yürürken gözlerimi it sürüsü gibi kaçan soysuzlara çevirdim. Hepsi çadırına doğru koşuyordu, çünkü kalplerinin yerinden sökülmesini istemiyorlardı. "Bir dahası olursa bu obayı, içinde siz varken yakarım," diye bağırdım ve kafamı çevirip kalbini parçaladığım çocuğa baktım. "Yapamam sanmayın, yaparım."
Burası çakallar sürüsü, hayatta kalmak için öldürmen gerek.
Tekrar Hare'nin yanına ilerleyip kılıcımı kenara bıraktım, uzanıp üzerimdeki gömleği çıkardım ve kötü hissetmemesi için onun üzerine giydirdim. Etrafta kimse kalmamış olsa da göğüsleri açıktı. Öfkeyle soluyup gömleğin düğmelerini iliklerken, Hare'nin kıpkırmızı saçları yüzüme uçuştu. "Vic... Victor," diye adımı kekeleyen Hare'nin sesini duyunca başımı kaldırıp baktım. Başını göğsüme doğru koydu, yüzünden hâlâ kanlar akıyordu. "Yakacaklardı beni. Hepsi bir anda etrafımı sardı, beni tutup yere savurdular. Yüzüme, bir de... karnıma tekme attılar. Keşke hepsi ölse! Ben bir şey mi yaptım sanki de yakıyorlar beni! Lanetliymişim... Lanetli olsam onların belasını çoktan verirdim, anlamıyorlar mı?"
Ellerim sinirden titriyordu, kalkıp bir ateş yakmamak, burayı yok etmemek için Hare'nin gözlerine baktım ama onun çektiği daha da teşvik ediciydi. Saçlarını düzeltip yüzünü göğsüme doğru sürttüm. "Haydi, buradan gidelim."
Kalkmaya çalıştığında ona yardımcı oldum, kucaklayıp göğsüme yasladım. Minicik bir kızdı, yalnız ormandan yemek yiyordu; hayvan da avlamadıkları için yeterince kilo almamıştı. Zayıf kollarını boynuma dolayıp, "Elbisem de yırtıldı," dedi.
"Yenisini dikersin, dikiş yapmayı öğrendin mi?"
Etrafıma bakıp kontrol ettim ve herkesin yok olduğunu görünce yokuş aşağıya yürümeye başladım. Atımın yanına varınca onu bir dakikalığına bıraktım. "Bunak akşam öğretmek için yanına çağırdı ama seni düşündüm, o yüzden öğrenemedim."
Atın üzerine çıkıp kollarına uzandığımda dönüp obaya, kalbini deldiğim çocuğa nefret dolu bir bakış attı ve kollarını bana uzattı. Onu yukarıya nazikçe çekip yönünü bana çevirdim, kollarımı belime dolayıp yüzünü göğsüme sürttüğünde, "Artık beni düşünüp merak etmene gerek kalmayacak," dedim ve atın dizginine uzandım. "Bundan sonra hep beraberiz. Artık gitmeyeceğim."
Bu benden hep istediği bir şeydi. Başını hızlıca kaldırıp kocaman açtığı gözleriyle bana baktı, dudağının kenarından akan kanı gördüğümde eğilip yanağından öptüm. "Essahtan mı diyorsun Victor?"
Dudağımı geriye çekip başımı salladım ve onun başını tekrar göğsüme koyup atı sürmeye başladım. Bana dediğinde o kadar da ciddiye almamıştım ama az önce gözlerimle görmüştüm, bu obadakiler farklı olan şeyleri sevmiyorlardı. Kadınımı onlara bırakamazdım, yedirmezdim. Atın nalları yere sertçe vururken obanın karşısına, ormana giden yolu kestirmeden girdim. "Essahtan diyorum tabii ki," dedim o yüzünü boynuma bastırıp canı acıdığı için ağlamaya başladığında. Dudaklarımı saçlarına bastırıp, "Başka bir şey daha diyeyim mi?" dedim.
At ilerledikçe Hare'nin zarif omuzları sarsılıyor, gözyaşları çıplak tenime damlıyordu. "Hoşuma gidecekse de! Zaten sinirliyim."
Dudaklarım saçlarının üzerinde kıvrılırken elimin hâlâ öfke yüzünden yumruk olduğunu fark ettim. Hare'nin bir daha acı çekecek olması, varsayımların arasından şu saniye çıkardığım bir ihtimaldi. Atı, bir daha dönmemek üzere o dağın uzaklarına, ormana doğru sürerken Hare'nin kulağına eğildim. "Eve gidip seni yıkayalım, yarın ki nikahımız için hazırlanalım."
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...