ŞAFAĞIN GÖZCÜSÜ
TANITIM.
Tarih 1789'u gösterirken.
Bir iblis doğdu, gece yarısıydı nehirde boğuldu; uyandığında tılsımları teninde buldu.
"Biraz daha ıkın, ayaklarını hissedebiliyorum."
Kadın söyleneni yaptı, gözyaşları terli yüzünden akarken saatlerdir yaptığı gibi bir daha ıkındı. Sonra odayı küçük bir ciyaklama sesi doldurdu, annesi henüz ağlıyorken bebek dünyaya çığlıklar atarak, nefes nefese geldi.
"Kız mı?" diye sordu babası, kapının diğer tarafından. İlk bebekleri kız mı olmuştu, Tanrı onunla alay mı ediyordu? Tanrı'nın bile ciddiyeti kalmamış, diye düşündü adam.
Kadın elleri içinde bağıran, ağlayan, kanlar içindeki bebeğe dehşetle bakmaktan konuşamadı. Bu neydi böyle, bu nasıl bir yaratıktı? Daha önce obada hiç böyle bir bebeğin ebesi olmamıştı, hiç böyle bir bebek doğmamıştı. Bu bebeğin saçları kızıldı ve gözleri de neredeyse saçları kadar kırmızıydı. Daha önce hiç böyle doğmuş, kan kadar kırmızı saçları olan bir bebek görmemişti. Bu ovanın böyle şeyi gördüğü mü vardı, acaba bu kız bebeği hasta mıydı?
Ebe kafasını kaldırıp yataktaki yorgun kadına baktı. Bayılmak üzereydi, ellerini bebeğine uzatmıştı. Ebe başını iki yana salladı, kadınsa sobanın ateşinde kızarmış yüzünü izledi. "Bebeğim," diye inledi.
Kadın bir daha bebeğin kızıl gözlerine bakıp annesine döndü. "Ben hiç böyle bir bebek görmedim."
Adam içeriye girdi, kapıyı açarken bir haydut gibiydi. Uzun, deri çizmelerinin içinde ilerleyip sedir yatağa yaklaştı. Karısıyla aynı anda bebeğe doğru eğildiler, kız çocuğunun kırmızı saçları ve kırmızı gözleriyle şaşkına döndüler. Bebek önce ağlamayı kesti, sonra anne ve babasıyla merhabalaşır gibi elini onlara uzattı. Babasıyla annesi aynı anda geriye kaçtı. Ömürlerinde ilk kez böyle bir şey görüyorlardı, kırmızı saçlı insan mı olurdu yahu! Endişeyle birbirlerine baktılar, ta ki adam kaçar gibi yataktan kalkıp uzaklaşana kadar. "Şuna bak, çektiğin acıya bile değmez bu bebek!"
Kadın başını salladı.
"Nasıl bir şey geldi başınıza," diye yakındı kadın, hâlâ kızın kırmızı saçlarına bakarken. Bu evde hiç iyi bir şeyler yaşanmamış olmalıydı, yoksa Tanrı niye böyle bilinmezlikle cezalandırırdı ki? "Tıpkı ateş gibi."
"Hastalıklı," dedi bebeğin annesi, yüzünü kızından çevirerek. Kendisinin saçları simsiyahtı, kocasının da. Bu bebek hastalığa yakalanmış olmalıydı, bunca acıyı böylesine bir bebek için mi çekmişti? Bacaklarının arasından hâlâ kanlar dökülüyordu. "Ya bize de geçerse bu hastalık?"
"Neler diyorsun kadın!"
Adam odanın içinde dört döndü, kadınsa kendini yatağa bırakıp ağlamaya başladı. Ömründe hiç bunun benzeri bir şey görmemişti, kızıl saçlı insan mı olurdu? Kesin hastalık kapmıştı, kendilerine de bulaşacaktı. Belki de... bu bebek lanetliydi!
"Bir şifacıya görünmesi lazım olabilir."
"Hasta," diye tekrarladı adam, dönüp bir daha bebeğe bakmadan. Bir kez kucağına almadan, doğduğu için sevinmeden karısına döndü hırçın yüzünü. "Sana ormandan topladığın o mantarları yeme demiştim! Kim bilir nasıl bir hastalık kaptı..."
"Bize de bulaşırsa?" diye tekrarladı kadın.
İkisi de dönüp ebenin kucağında duran minicik bebeğe baktılar. Ayın on dördüncü gecesi, bu çarşamba günü doğmuştu ama doğmasa da olurdu! Hayatlarında ilk kez böyle bir şeyle karşı karşıya kalmışlardı, bu küçük oba da daha önce bunun benzerini bile görmemişlerdi! İnsanlar tek tip olurdu, hepsi birbirine benzerdi, farklı olamazlardı! Bu kızıl saçlı, kırmızı gözlü bebek... olsa olsa lanetli, hastalıklı olurdu.
"Kırmızı saçlı insan mı olur? Siz hiç gördünüz mü, ben görmedim!"
Karısı başını salladı, bebeğinden tarafa hiç bakmadı, feri kalmamıştı. "Obadakiler görürse, bizi kovarlarsa? Geçen bir geyiği öldürmüşler!"
"Al bu bebeği git kadın!" Adam bir koşuda ebenin yanına vardı, onu kolundan tuttuğu gibi kaldırdı. Ebe düşecek gibi oldu ve minicik bebek tekrardan ağlamaya başladı. Yataktaki kadın toparlanmaya çalıştı ama vücudu hâlâ ağrıyordu. Adam kadını odadan çıkarıp alçak tavanı olan holden geçirdi, kolundan tutup ahşap kapıdan dışarıya attı. Ebe, elinde yeni doğmuş bebekle beraber toprağın üzerine düştü. "Hasta, lanetli bir bebek doğurttun! Oba da kimse yüzümüze bakmayacak, herkes bizden kaçacak! Sen ömrü hayatında böyle bir bebek mi gördün ebe kadın! Al, kimse görmeden bu bebeği götür."
Ebe şaşkına uğrayıp toprağın üzerinden kalktı, bebeği göğsüne bastırıp ürkekçe geriye çekildi. "Ben... Ne yapayım bu yavrucağızı? Anası sizsiniz atası sizsiniz. Alın, gün doğduğunda şifacıya götürün."
"Kim ne yapabilir buna, şifacı kilometrelerce uzakta!" Adam bebeğin yüzüne bir kez olsun bakmadı. Biz kez olsun. Doğru ya, o annesinin onu doğururken çektiği acıya bile değmeyen bir bebekti. "Götür, kaybet bu bebeği! Belki bunun yüzünden... karım bile ölebilir!"
"Nasıl kaybederim, ne yaparım ben bu bebekle..."
"Git... Obanın aşağısındaki nehre at, hastalığı kimseye bulaşmasın!"
Adam, yeni doğan kızına bir daha bakmadı, kapıyı ebenin suratına kapatıp karısının yanına döndü. Karısı acıyla yatakta kıvranıyor, ağlıyordu. Hiç değmeyecek bir bebek için karısını da kaybedebilirdi, koşup onun yanına eğildi, bu lanetten kurtuldularını söyledi.
Ebe yola düştü, gün doğumundan önce nehre koştu. Başındaki siyah örgüsünü alıp ağlayan bebeğe sardı, vücudunu ve kırmızı kafasını örttü. Çocuk çığlık çığlığa ağlıyordu, yakınlardaki kimseler duyarsa ne derdi? Etraf ıssızdı, çok öteden at nallarının sesini duyuyordu; yoldan at arabası geçiyor olabilirdi. Perşembe günleri pazarın kurulduğu ıssız yoldan geçti, civarda hiç ışık yoktu. Taşranın içinden yürüyüp nehre doğru koştu, o gece hiçbir evde mum yanmıyordu.
Farklı doğmuştu, öyleyse lanetliydi.
Farklı doğmuştu, öyleyse ölmeliydi.
Kadın nehre vardı, bebek kan ter içinde ağlarken dizlerinin üzerinde eğildi. Nehri göremiyordu ama sesini duyuyordu, hemen önünde akıyordu. Lastik ayakkabılarının altındaki yosunları hissediyordu, geyiklerin sesini ve kelebeklerin kanat çırpışını da. Orman az ilerideydi, hayvanlar alemi de oradaydı. Kadın başını eğdi, nehrin sesini duyunca ağlamayı bırakan bebeğin yüzüne baktı. Gözleri karanlığa biraz alıştığında bebeğin gülümsediğini gördü, aslında son derece sıhhatli bir bebeğe benziyordu. Lakin hastaysa ve hastalığı tüm obaya bulaşırsa?
Ya hastalıklı değil de yalnızca farklıysa?
O zaman da ölmesi gerekir mi?
Bebek onun gözlerinin içine baktı, sanki celladını aklına kazınmak için. Sesler çıkardı, salyaları ağzından aktı ve bir turuncu kelebek bebeğin etrafında döndü. Kızılın gözleri kelebeği takip etti, nehirdeki sular kayaya çarpıp sıçradı. Ebe çaresizce bebeği yosunların üzerine bıraktı, ağlayarak kalktı. "Oba korkar senden, öldürmek ister, çünkü sen farklısın; senin gibisini hiç görmemiştim." Bebek yosunların içinden nehire doğru kaymaya başladı. "Bir geyik doğmuştu, rengi bambaşkaydı; onu öldürdüler."
Arkasını döndü, eteğine tutunup ilerledi. Ama sonra durdu, yapamadı. Döndü ve nehri azıcık aydınlatan ateş böceklerinin ışığında bebeğe ilerledi. Onu yosunların üzerinden aldı, ormanın içine doğru koşmaya başlarken kelebek peşlerine takıldı. "Tamam, herkes öldüğünü bilirse de ölmüş sayılırsın. Seni, bir daha kimsenin görmeyeceği bir yere götüreceğim."
Farklı olsa da hastalıklı olsa da yapamazdı, birini öldüremezdi. Ormanın içine daldı, karanlıkta koştu. Bebek bir ağlarken bir sustu, ateş böcekleri ağaçların kovuklarında onları karşıladı. Ebe korktu, ya bir geyik görürsem diye ürktü. Ormanın en ücralarına karıştı, o ıssız şatoya durmadan koştu. Sonunda ormanın derinliğine vardı, etrafında bir düzine sarmaşık olan karanlık şatoya ulaştı. Ne şanstı, bebek ağlamayı kesmişti. Şatonun eski, örümcek ağları olan kapısına yaklaşıp dizlerinin üzerine eğildi. Bebeği, örgünün içine koyup kapının önüne bıraktı. Ve ayrılmadan önce son kez yüzüne baktı, bebeğin kızıl gözlerini ve gözünün kenarındaki doğum lekesini aklına kazıdı.
"İnşallah doğru bir şey yapıyorumdur..."
Doğruldu, arkasını dönüp koşmadan önce şatonun kapısına üç kez hızlıca vurdu ve sonra eteklerini tutarak karanlıkta kayboldu. Ellerinde hâlâ kan vardı ve göğsünde yeni doğmuş bebek kokusu.
O karanlıkta kaybolunca bebek tekrar ağlamaya başladı, sonra kapı yavaşça açıldı. Bir yaşlı kadın, elinde mumla beraber dışarıya çıktı. Sesleri takip etti ve kaşları çatıldı, bebeği görünce etrafına bakıp başka birisini aradı. "Hayır mı şer mi," diye eğilip bebeğe yakından baktı, mum ışığını da bebeğin yüzüne tuttu. Bebek kendisine gülümsüyordu. Hayret bir şey, gözleri nasıl renkti öyle? Şeytan gibi gözleri vardı, şunca insan görmüştü de böyle gözleri görmemişti.
Mumu kenara koyup uzandı, iki eliyle birden bebeği kavradı. Çırılçıplaktı, nereden çıkmıştı bu sabi? Derhal içeriye girdi, kapısını kapatıp bebekle birlikte şatonun içine ilerledi. Bebeği, yerdeki, kendi diktiği minderin üzerine koydu ve mumu alıp geriye döndü. Mumu, oyma şöminenin yanına bırakıp bebeğin yüzüne daha yakından baktı. Uzanıp parmağıyla dokundu. Teni buz gibiydi.
"Ne kadar güzel bir göz rengi," dedi yaşlı, herkesin cadı dediği o kadın. Ne kadar ölümcül bir göz rengi.
Bebeğin üzerindeki hırkaya sardı, üşümesin odunlarını yaktığı şöminenin önüne koydu. Başını iki yana sallayıp kalktı, söylenerek mutfağa döndü. Tezgâha geçip fokurdayan kazanına baktı, Tanrı korusun, ya büyüde bir hata yaparsa? Bu bebek her kiminse o kişi birazdan gelip alırdı, o zamana kadar bakmasında bir sakınca yoktu.
Kadın büyüyü karıştı, diğerleri tutmamıştı ama artık bu tutacaktı. Gün doğumuna kadar uyumadı, bir gözü pencerede, bir kulağı kapıda kaldı. Günün ilk ışıkları görününce kazanın altını söndürdü, salona dönüp bebeğin yanına ilerledi. Vakit tanyeriydi. Bu bebeğin banyo yapması lazımdı, bu ne haldi. Ama şimdi uyumuştu, eli çenesinin altında kalmıştı. Uzanıp tenine baktı, biraz ısınmıştı. Elini geriye çekip kafasını salladı, en nihayetinde birisi bebeği almak için dönecekti. Geçip küçük camdan dışarıya baktı, birinin gelmesini bekledi. Lakin ne o gün doğumunda ne de sonrasında kızılı almak için kimse dönmedi.
Obada küçük bir kız doğduğunu söylediler,
Annesiyle atası o kız için öldü dediler.
Çünkü iblis sandılar,
Gece yarısı nehirde boğmayı istediler.
Ateş böcekleri her şeyi duydular,
Dilden dile ağıt yaktılar.
Bunu öğrenen kelebekler toplanıp bir günlük ömürlerini verdiler,
Aynı gece de öldüler,
Yaşasın diye bebekler.
Yorumlar yükleniyor...