1. BÖLÜM
Keyifli okumalar. 🤍
1.BÖLÜM
Bazı insanlar istediklerine sahip olamadıklarında bir trajediye sebep olurlar.
Sicilya, İtalya.
Yaşanacakların üç buçuk yıl öncesi.
Ailem, en iyi üniversitelerden diploma almış gangsterlerden oluşuyordu. O akşam hepsi yemek masamızın etrafında toplanmıştı. Otuzlu yaşlarında olan ağabeylerim, o gece sanki tatları hiç kaçmayacakmış gibi neşeli bir ruh haliyle büyükbabama takılıyordu. Büyükbabam yalnızca Noel akşamları evimize gelirdi. Papaz olduğundan, evimiz onun için bir günah yuvasıydı.
Az sonra aklımı kaçırdığımı düşünecek olan aile üyelerimin yüzlerine tek tek baktım. Büyükbabam onu hiç sevmediği için babam o akşam sohbete pek dahil olmuyordu. Babam, büyükbabamın tam karşısındaki çok iyi cilalanmış kaliteli sandalyede oturuyordu. En büyük ağabeyim, kalbini kaptırdığı yengemle beraber yan yana oturmuş, sessizce yemek yiyordu. Ortanca ağabeyim Dante, o akşam bize misafir olan arkadaşıyla konuşuyordu. Yaşı bana en yakın olan ağabeyim Noah ise yumuşak bir gülümsemeyle büyükbabama takılıyordu.
Her gün ahbaplarımızın bazıları öldürür, bazıları öldürülür. Kanla yazılan, kanla silinir. Her ölüm bir başkasının sebebidir. Güven, bizim gibi ailelerde yaşamaya devam etmenin en büyük garantisidir. Bu yüzden ailem birbirine çok güvenir, asla yalan söylemez. Geleneklerine bağlı ve kuralcıyızdır. Hem de her birimiz. Her gün ahbaplarımızın bazılarını da biz öldürürüz. Çünkü masumlardan kazanç sağlanmaz, kurallarla alay etmek ölümü gerçek kılar.
“Artık bir hemşiresin Karmen, ne kadar heyecan verici,” dedi Angel.
Ağabeyime âşık olan ve onunla evlenerek ailemize giren yengem Angel'a baktım. Her zaman nazlıdır ve çekici görünür. Aileme göre fazla duygusal ve neşeli de olsa onu seviyordum. Aileden biriydi.
Ağabeyimin arkadaşı bana bir kez bile dönüp bakmadan, “Evet,” dedi. Masada sanki birisini öldürüp de gelmiş gibi gergin oturuyordu. “Ağabeylerin çok sık yaralanıyor, ama artık bir hemşireleri var.”
Noah yüzünü bu tarafa çevirip bana gururla baktı. “Nasıl bir mezuniyet hediyesi istersin, kardeşim?”
“O her şeye sahip,” dedi en büyük ağabeyim Salvador.
Küstah görünmemeye özen göstererek, “Bir bebek arabası güzel olabilir,” dedim.
Kalbimin gergin atışları, ortaya koyduğum gerçekten bir saniye sonra hızlanmaya başladı. Masadaki çatal bıçak sesleri hızlı biçimde kesilirken babam ve ağabeylerimin bakışları bana doğru yöneldi. Ağabeyimin arkadaşı elindeki çatalı tabağına düşürüp ailemden sadece birkaç saniye sonra bana döndü. “Hamileyim,” dedim.
“Karmen?” dedi büyükbabam hayal kırıklığıyla.
“Üzgünüm, büyükbaba.”
Babam beyaz kumaş peçetesini tabağına fırlatıp ağır sandalyesini iterek ayağa kalktı. Yemek masasından hiçbir şey demeden uzaklaşan babamı gözlerimle takip ederken hemen ayağa kalkıp arkasından gittiğim esnada Noah'ın da korkuyla sandalyesini geri ittiğini gördüm. Ona yaklaştığım esnada şok olmuş, endişeyle dolmuş gözlerini gözlerime çevirip elimi tutmak istedi ama kafamı iki yana sallayarak ağabeyimin yanından geçip gittim.
Babamı konuklarını ağırladığı çalışma masasına kadar takip ederken, Salvador'un, babamın onu duymayacağı mesafeden bağırmaya başladığını duydum.
Babamın girmem için kapısını açık bıraktığı büyük çalışma odasından içeriye girdim. Arkamı dönüp avizenin loş ışığını takip ederken doğrudan karşıya bakıyordum. Vücudumu saran siyah triko elbisemin nemini hissediyordum, küt şeklini verdiğim saçlarımın dipleri geçen her saniye daha fazla terliyordu. Kendimi sık sık gergin konuşmaların içinde bulurdum, fakat ailemin karşısında haddimi hiçbir zaman aşmamıştım.
“Otur, kızım.”
Babamın masasının karşısında olan alçak deri kanepeye bakıp iki adım daha attım ve kanepenin ortasına, tam babamın karşısına oturup ellerimle koltuğun iki yanını tuttum. Babam, “Bebek nişanlından mı?” diye sordu.
“Hayır,” dedim.
Babamın yüzü gerildi, başını iki yana salladı. “Bu ne demek, biliyor musun, Karmen?”
“Biliyorum, o adamla evlenmemi istemişt...”
“Hayır,” diye karşı çıktı babam, henüz cümlem bitmeden. Sonra ekledi, “Sen istedin. Geleneksel, düzenli bir evliliğin ailemizin çıkarları için daha iyi olacağını söyledin.”
“Evet,” diyerek söylediklerini kabullendim. “O Rus’la evlenmeyi ben istedim.” Bir de sarışın. Sarışınları sevmem bile.
“Fakat sözünden iki ay sonra gelmiş, hamile olduğunu söylüyorsun.” Sandalyesiyle beraber masaya yaklaşıp çok alçak bir sesle konuştu. “Başkasıyla görüşüyorsan, neden bu evliliği istedin, Karmen? Aldatmak alçaklıktır, ne olursa olsun.”
Kendimi küçük düşürdüğüm için duyduğum utançla vücudum tepeden tırnağa sinirden kızardı. “Bir hata yaptım. Duygularıma yenik düştüm. Nişanı bozabiliriz. Hem bebeğin babasını da hayatımdan çıkaracağım.”
Babamın gözbebekleri büyüdü. Bu kadar güçsüz olduğuma inanamıyormuş gibiydi. “O adamın haberi var mı hamile olduğundan?”
“Evet.”
“Peki, ne dedi?”
“Hiçbir şey.”
Yerinden kalktı ve elini cebine koyarak gösterişten uzak odasını adımlamaya başladı. “Bebeğin babası kim?”
Babamın genelde ilk sorması gereken soruyu neden daha sonra sorduğunu hiçbir zaman anlamamışımdır. “Söylemek istemiyorum.”
“İleriye gidiyorsun, Karmen. Her şeyini hoş karşılayamam. Gerçekleri bilmeliyim ki, duygularını kullanan bu adama karşı önlemimi alabileyim.”
“Ağabeylerim onun kim olduğunu öğrenirlerse hemen öldürürler.” Gözlerim babamın lacivert Armani kazağının sardığı omuzlarındaydı. “Yemin ederim, öldürürler, baba.”
Omzunun üzerinden bana döndü, bu kez gerçekten sinirliydi. “Kendine gel. Seni reddeden birisine acıma.”
“Ona acıyorum, fakat tahmin ettiğin sebeplerden ötürü değil.” Ayağa kalkıp yanına gittim. “Beni geri isteyecek ama artık çok geç olacak. O günü görmek istiyorum.”
Arkasını dönünce onun yanında kısa kalan vücudumu izledi, birkaç saniyenin ardından dümdüz karnıma baktı. Kollarımdan tutarak beni silkeledi. “Sana böyle davranılmasına nasıl izin verdin, Karmen?”
“Onun beni sevdiğini düşündüm.” Bu cümleyi, ne yazık ki ona inandığımı kabullenerek söylemek gururumu paramparça etti. “Duygularıma yenik düştüm. Üzgünüm.”
Babam başımı ağır ağır okşadı. “Kimse senin duygularınla oynayamaz.”
“Üstesinden geleceğim,” dedim.
“Nişanlına ihanet etmiş durumdasın. Bunu öğrendiklerinde...”
Onun sözünü keserek, “Bebeği doğuracağım,” dedim. “Bir süre... İtalya'dan uzaklaşsam iyi olur, baba.”
Ben... nasıl anne olunur bilmiyorum. Ya ona bakamazsam? Ben daha önce bebek bile tutmadım, ya onu incitirsem? Ya onu incitirlerse?
Babam başını iki yana sertçe sallayıp, “Senden hiç ayrı kalmadım, asla da kalmam,” dedi.
Bu kelimeleri duyunca sanki vücudumdaki iki kalp de çarptı. Ona eğilip yüzümü göğsüne yasladım. “Bu dünyanın onu incitmesini istemiyorum.”
Babam saçlarımı öptü. “Sen de bu dünyaya doğdun ama asla incinmedin.”
İç geçirdim. “Fakat benim bir babam vardı, onun olmayacak.”
“Bir ailesi olacak. Onu koruruz, Karmen.”
“Ben ihanet ettim, baba. Beni koruman adil olmayacak.” Kollarımı hep sevdiğim gibi babamın beline sarıp ona daha sıkı sarıldım. “Lütfen karşı çıkma. Onu buradan uzakta doğurayım. Silah seslerinin olmadığı bir yerde.”
“Dünyada öyle bir yer yok,” dedi babam ve sonra beni bıraktı, kollarım iki yanıma düşerken o arkasını dönüp ilerledi. Ahşap zeminde ayakkabılarının çıkardığı ses duyuluyordu. Önünde durduğu iki kapaklı dolabı açarak kasasının şifresini girdikten sonra elinde pasaportumla geri dönüp masasına fırlattı. “Özgürsün.”
Masaya doğru yaklaşıp elimi pasaporta uzattığımda, babam pasaportu almama izin vermeden önce elimi yakalayıp gözlerimin içine baktı. “Her anından, aldığın her nefesten beni haberdar edeceğine dair söz ver.”
Düşünmeden, “Söz,” dedim.
Fakat sözümü tutmadım.
Babam elini çektiğinde pasaportu aldım ve yaklaşıp ona bir daha sarıldım. Alnım göğsünü eşeledi ve babamın şefkatli eli başımı okşadı. Babamın bizi sevdiği kalabalık içinde asla görülmezdi ama ailenin, evimizin içinde şefkatli davranırdı.
“Yüklüce nakit paraya ihtiyacın olacak. Ben karşılayacağım.”
Babama başımı salladım ve o beni bıraktığında arkamı dönüp yürüdüm. Annem, ben doğduktan bir sene sonra ölmüş, o yüzden hayatım boyunca yanımda hep ağabeylerimle babam vardı. Güçlü biri olmam için daha beş yaşımdayken yumruk atmayı dahi öğretmişlerdi. Şimdi ise beni bu kadar sahiplenen insanlar olmadan yaşamımı nasıl sürdüreceğimi bilmiyordum.
Babam, “Şimdi çık. Bir telefon görüşmesi yapmam lazım,” dedi.
Az sonra ağabeylerimle yüzleşecek olmanın gerginliğiyle, odadan çıkar çıkmaz omuzlarıma bir ağırlık çöktü adeta. Aile bağlarımız kuvvetli olduğu ve geleneklerine bağlı olduğumuz için birbirimize karşı hesap sorma eğilimimiz fazlasıyla gelişmişti.
Evimizin giriş katında bulunan salona girdiğimde, hâlâ dağınık duran yemek masasını gördüm. Herkesin yemeği yarım kalmıştı. Ensemde peydahlanan bir ağrıyla beraber oturma grubuna döndüğümde, Noah'ın sabırsızca turladığını gördüm. Salvador bej renkli kanepeye oturmuş, Meksika'dan aldığı Tekila’yı kristal shot bardağında içiyordu. Dante onun karşısındaki kanepede yanında arkadaşıyla beraber oturuyordu, yüzlerinde resmi bir ifade vardı. Kafa karışıklığı meydana getirmemin yaşattığı o küçük, şımarıkça hazzı tenimin altına gömüp onlara yaklaştığımda Noah beni gördü. “Söylediklerin ne demek oluyor? Pasaportun neden elinde?”
Ona cevap vermek yerine, “Büyükbabam gitti mi?” diye sordum.
Noah, “Manastıra gitmek istedi, kapıdan çıkarken ‘Yüce İsa, Yüce İsa!’ diye ah ediyordu,” dedi ve ben büyükbabamı düşünürken, sözlerine devam etti; “Pasaport neden elinde, diye sordum.”
“Noah,” derken, gitme kararımı kabullenmekte en zorlanacak kişinin o olduğunu da biliyordum. “Hamile olduğumun öğrenilmemesi için gitmeliyim.”
“Zaten evleneceksiniz, Karmen! Düğün tarihini öne çekersiniz, olur biter! Babam ne düşünerek bunu söyledi?”
“Mesele şu ki, bebek Mark'tan değil.”
“Peki, ya kimden?” diyerek ayağa fırladı Salvador, bir sonraki hamlesi bana doğru yürümek oldu. “Karmen, sen nişanlısın! Başkasının çocuğunu taşıdığını nasıl söylersin?”
“Yoksa biri sana bir şey mi yaptı?” diye sordu Noah, gözbebekleri bu varsayıma duyduğu öfkeyle büyürken.
“Hayır,” dedim onun elini tutarak. “Kimse beni bir şeye zorlamadı, ağabey.”
“Bir sevgilin yok, görüştüğün biri yok,” dedi Dante, sesindeki derin huzursuzluk ile şüphe bakışlarımın ona kaymasına neden olurken, o sözlerine devam etti. "Kutsal Meryem misin, kızım sen? Gökten mi indi bu bebek?”
Bakışlarımı kısa bir süreliğine yanında sessizce oturan arkadaşına yönelttim.
“Dante, arkadaşını yolcu et,” dedi Salvador, hemen hemen aynı saniyelerde. Bakışlarını omuz hizasından ağabeyime ve onun arkadaşına yönelttiler. “Bu, özel ve ailevi bir konudur. Yalnız aileden olanları ilgilendirir.”
Dante tartışmasız bir şekilde kabul ederek kanepeden kalktığında, arkadaşı Carlos da Salvador'a anlayışla gülümseyip ayağa kalkarak Dante’yi takip etti. Pek fazla uzaklaşmamışlardı ki Noah, “Carlos!” diye seslendi uyarıcı bir tonla. “Bu gece kardeşimle ve olanlarla ilgili hiçbir yerde konuşmayacaksın!”
Carlos adeta havada yüzen tehdidi duyup, “İyi sır tutarım,” dedi ve Dante'nin arkasından çıktı. Evet, o akşam onun iyi sır tutabildiğini ben de öğrenmiş oldum.
O an beni bu durumun içinde yapayalnız bırakışına duyduğum öfkeyi dindirecek hiçbir şeye sahip değildim. Onlar salonu terk ettiklerinde Noah, “Nereye gideceksin?” diye sordu. Gözleri endişeyle hareket ediyordu. “Gitmen şart değil. Nişanı atarız.”
Salvador ona, “Bizim yöntemlerimiz böyle değil,” dedi. “Sıradan insanlarmışız gibi konuşma.”
“Kardeşim ne yapmış olursa olsun, onun gitmesini istemiyorum.” Noah elimdeki pasaportu almak için hamle yaptığında kendimi geriye çekerek pasaportu arkama sakladım. Hiddetle nefes alıp verirken dişlerini sıktı. “Karmen, aileni bırakacak mısın?”
Yanımıza geri dönen Dante, “Kaç haftalık?” diye sordu. Konuyu farklı bir bakış açısıyla ele aldığı için onu takdir ettim.
“Karnı dümdüz. Çok yeni olmalı,” dedi yengem.
“Dört haftalık,” derken ellerimi karnıma koymamak için çabaladım. Hayır, onun varlığına hemen alışmış olamazdım.
“İnanamıyorum sana,” dedi Salvador ve hızlı adımlarla konsola ilerleyip üzerinde duran Tekila şişesini kaptığı gibi kristal shot bardağı öfkeyle doldurdu. Angel onun arkasından gidip bardağı elinden aldığında ağabeyim ona sinirli bir bakış atıp bana döndü. “Kırk yıl düşünsem kendini böyle bir durumun içine düşüreceğin aklıma gelmezdi,” dedi adeta kükreyerek. “Nasıl bu kadar kolay kanabildin!”
Noah, Salvador'a yaklaştı. “Ona bağırma, ağabey. Acı çekiyor, görmüyor musun?”
“O bir hemşire, buna rağmen korunmayı bile becerememiş! Üstelik doğurmak istiyor ki bize söyledi bunu!”
Dante doğrudan ikisinin yanına yürüyüp aralarına girdi ve ağabeylerimi birbirinden uzaklaştırdı. “Belli ki bir hata yapmış. Noah haklı, acı çekiyor, şu an bundan daha önemli hiçbir şey yok.”
Gururumun daha fazla kırılmaması ve onların gözünde daha fazla alçalmamak için gözlerimin dolmasına izin vermedim, gözyaşımı kirpiklerimde hissedince başımı kısa bir anlığına önüme eğdim ve gözlerimin nemini silip tekrardan onlara baktım. Angel üzgün, anlayışlı bir ifadeyle yanıma gelip kollarını bana sardığında, “Bir hataydı,” diye yineledim. “Sanırım benim erkek seçimlerim, sizin arkadaş seçimleriniz kadar kötü. Fakat bir erkek için aynı hatalara yeniden düşmeyeceğim.”
Çok sevdiğim ağabeylerime son bir kez bakıp arkamı döndüm. Ellerimi yumruk yapıp, eşyalarımı toplamak için malikanenin en üst katında bulunan odama çıktım.
Bu itirafı neden özellikle o gece, masada Carlos da otururken yaptığımı hangisi en önce anlayacaktı, doğrusu merak ediyordum.
Belki anladıklarında ben burada olmayacaktım.
Odamın sessizliğinde bir soluklanmadan önce kapısını sertçe kapattım. Bahçedeki lambaların ışıkları odamı bir nebze aydınlatmıştı. O kadar dikkat kesildim ki, korumaların evin etrafını turlarken çıkardıkları ayak seslerini neredeyse duyacaktım. Banyoma girdim ve içerideki vanilya kokusunu takip ederek lavabonun önüne ilerledim. Aynadaki yansımamı görünce gözlerimdeki o mağduriyet ifadesi midemi bulandırdı. Elime geçen ilk şeyi, sanki aynayı parçalarsam duygularım da silinebilirmiş gibi hayali bir düşünceyle aynaya fırlattım ve etrafta gürültü oluşurken, ellerimin heyecanlı bir refleksle karnımı sardığını fark ettim. Karnımı korumak için vücudumu geriye attığımı gördüğümdeyse, gururumun izin vermediği gözyaşları dehşet hissiyle beraber yanaklarımı ıslatmaya başladı.
Aman Tanrım.
Korktum.
Bir kalenin içinde adeta bir kralın kızıymışçasına yaşadığım ve saygı görerek büyüdüğüm için korku duygusunu nadiren tatmıştım. Bu yüzden de böylesine büyük bir korkuya kapılışıma inanamadım.
Belli ki sevgisi kalbimde çoktan tomurcuklanmaya başladığı için bebeğimi kaybetmekten korktuğumu anladım.
***
Fakat onu kaybetmişsin. Kimilerinin sana dediğine göre, bir canavara dönüşünün öyküsü de böyle başlamış.
İstanbul, Türkiye.
Üç yıl sonra.
Gitmek, ama nereye? Bir saniye olsun acıyı unutabildiğin bir yere. Kalmak, ama nerede? Bir saniye olsun canının acımadığı bir yerde. Gitmeyi, kalmayı istediğinle aynı sebepten istiyorsun. Ölmeyi bu yüzden deniyorsun. Fakat ölmeyi arzulamana rağmen bilincin hâlâ yerinde ve aslında senin acı çekmeni sağlayan da bu; hâlâ her şeyin farkında oluşun.
221 numaralı odadaki kadının yaşadığı acı duygular hastanenin beyaz badanalı dar koridorlarına musallat olmuşçasına, koridora adımını atan yeni hemşirenin ruhunu birden bire bir karanlık kapladı. Kendisi için şaşılacak şey değildi. Daha o sabah evden çıkarken bile yeni iş yeri olan ruh ve sinir hastalıkları hastanesinde çalışmaya başlayacağı için tedirgindi. Hastaneyi gezmeye başladığı dakikalardan beri de ellerini, her an birisi çıkıp ona tedbirsizce yaklaşacakmış gibi vücuduna yakın tutuyordu.
Ona eşlik eden ve oranın on yıllık çalışanı olan hantal hemşire ona bakıp gülümserken, “Bu katta özellikle dikkat etmeni istediğim birkaç hastamız var, canım,” dedi ve işaret parmağıyla sol taraftaki 214 numaralı odaya gösterdi. “Bak, bu hastamız pek zarar vermeye eğilimli değildir, fakat çok sık sanrı görüyor. Odasına girdiğinde seni bir başkası sanabilir, hazırlıklı ol.”
“Evet, 214 numaralı odaya ayrı bir hassasiyet göstereceğim. Bunu not alabilir miyim? Çok unutkanım ben, unutmak istemem.”
“İlahi canım, beni güldürdün,” dedi tecrübeli hemşire.
“Nasıl sanrılar görüyor, acaba?”
Kadın 214 numaralı odaya bir bakış attıktan sonra koridorda yürümeye devam etti. “Kendisini gerçekte var olmayan birinin sevgilisi zannediyor.”
“Paronoid şifozreni mi?”
“Sahi ya, hekimin dosyasında öyle mi yazıyordu?” Tecrübeli hemşire yanındaki genç hemşireye dönüp başını salladı. “Kız bir kitap okumuş, o günden beri tutturmuş o karakter gerçek, o benim sevgilim, diye. Birkaç kez doktora gitmiş, ailesi önceleri çok ciddiye almamış, ama kız büyülenmiş gibi o karakteri hayatında yaşatıyormuş. Onunla buluşuyormuş, karakter kıza âşık olduğunu söylüyormuş, tabii ailesi iyice endişelenmiş... Gel zaman git zaman yolu buralara kadar düşmüş, artık tedavi altında.”
Genç hemşire o hastaya duyduğu merakla, “Esrarengiz,” dedi. Onunla tanışmak istediği geçti içinden. Kendisi de bazı kitap karakterlerine çok bağlanırdı, ama böylesi...
“Bak canım, 216 numaralı odaya girdiğinde hastayı sık sık uyurken görebilirsin.”
“Neden? Özel bir sebebi mi var?”
Tecrübeli hemşire ellerini beyaz önlüğünün ceplerinden çıkardı. “Kadın buraya geldiği ilk günlerde durmadan dans ediyordu. Bir şarkı duyuyormuş gibi, sanki kendisine bir çağrı geliyormuş gibi dans etmeye başlıyor; ta ki ayakları dolanana, baygın düşene kadar devam ediyordu. Bunu önlemek için onu sakinleştiriyoruz.”
Genç hemşirenin içinden Friedrick Nietzsche'nin şu sözleri geçti: Müziği duymayanlar dans edenleri deli sanırlar.
Genç hemşire, “Kim bilir ayakları ne durumdadır, düşünmek bile istemiyorum,” dedi üzüntüyle. Yine de profesyonelliğini korumaya çalıştı.
Tecrübeli hemşirenin ardından ilerleyip düşüncelerini silkelemek ister gibi başını iki yana sallarken, gözleri aralık duran bir kapının arkasındaki dört duvar odaya takıldı. Kendi bir anda koridorda ilerlemesi engellenmiş gibi hissetti. Kapı aralığından gördüğü kadının hali içinde onu merakla inceleme hissini uyandırdı ve gözlerini kısarak bakmaya devam etti.
Omuz hizasının üzerinde kesilmiş kısa siyah saçları yüzünü kapatıyor, ama burnunu açıkta bırakıyordu. İçeride bir hemşire vardı, kadınla alçak sesle konuşuyordu, ama görünen o ki kadın o hemşireyle pek alakadar olmuyordu. Üzerine beyaz bir askılı penye bluz ile siyah eşofman altı giymişti. Belki de orada gördüğü ilk hasta olduğu için merakla kadının yüzüne bakmak istedi. Hemşire kadına yaklaşıp elindeki ilacı uzattığında, kadın yüzünü hafifçe kaldırdı ve genç hemşire, kadının yüzüyle beraber gözlerini de gördü. Ansızın içini depderin bir hüzün kapladı. Kadının gözlerinden okunan derin ıstırap, konuşmasına gerek olmadan ne kadar acı çektiğini öyle net ifade ediyordu ki genç hemşirenin hastalara duyduğu ilgi, yüreğinde yankı bulan acının altında ufalanıyordu. Böylelikle, az önce onların insan olduklarını unutarak sadece hastalıklarına duyduğu merakla yaklaştığı insanların nasıl acılar çekmiş olabileceklerini düşündü.
“O kim?” diye sordu yanındaki başhemşireye.
“Ah, o mu?” Onun gibi tecrübeli hemşire de aralık kapıdan içeriye baktı. “O da dikkat etmen gereken bir hasta. Bilinci yerinde, fakat tehlikeli.”
“Neden? Bana zarar verebilir mi?”
“Hayır, kendisine zarar verebilir.”
“Yaa,” diye bir ses içinden kopup dudaklarının arasından çıktı genç hemşirenin. “Niçin? Neden burada?”
“Ah, hatırlatma. Yıllardır buradayım, hâlâ çok duyarlıyım böyle hikâyelere.” Tecrübeli hemşire genç hemşireye üst kata çıkan merdivenleri gösterdi, fakat genç hemşire hâlâ 221 numaralı odadaki kısa saçlı hastaya doğru ağlamaklı bir ifadeyle bakıyordu. “Kızını kaybetmiş. Öldürmüşler kızını. Dile ne kolay geliyor, ama yaşaması ne zordur, tabii... Zor olduğundan burada ya zaten...” Tecrübeli hemşirenin kelimeleri ölümle kaplanınca sustu ve söylediklerinden rahatsız olmuş gibi genç hemşireye kendisini takip etmesini işaret etti. “Bilinci yerinde, fakat bazen yaptıklarını, söylediklerini, yaşadıklarını unutuyor. Gerçekle sanrıyı karıştırıyor. Bakışları ne kadar kahredici, değil mi? Onun gözlerine bakınca insanın varsa da yaşama hevesi kayboluyor. Gel, gel yukarıya çıkalım, sarsılma bu kadar.”
Odadaki kadın hasta kendisinden bahsedildiğini sezmiş veyahut duymuş gibi başını kaldırınca, genç hemşire ister istemez muhtemelen ileriki günlerde de göz göze geleceği bu kadına karşı bir sempati duydu. Gözlerindeki ıstırap, onu izleyen birilerinin olduğunu görünce yırtıcı bir bakışa dönüştü ve huzursuzluğun hâkim olduğu yüzünde kaşları çatıldı. Genç hemşire kollarını kavuşturup ürpermiş bir vaziyette tecrübeli hemşireyi takip etti. Fakat sormadan da edemedi. “Adı ne, peki?”
“O hastanın mı? Leila.” Tecrübeli hemşire merdivenleri çıktı ve koridorda dolaşırken bileğindeki gümüş kaplama saate bakıp çay vaktinin gelip gelmediğini kontrol etti. Daha sonra peşinden gelen yeni hemşireye döndü. Yüzünün kâğıt gibi bembeyaz olduğunu görünce, Alışması gerekecek, diye düşündü. “Fakat kendi kendine konuştuğunda hep Karmen diyor kendisine. Fakat ben Leila diyorum. Hekim dosyasında öyle yazıyor. Sen Karmen de, bakalım nasıl tepki verecek.”
Karmen, diye tekrar etti genç hemşire içinden. Demek bakışlarıyla ruhuna kadar tesir eden o hüzünlü kadının adı, “Karmen”di.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...