11. BÖLÜM
“Buraya aitim, çünkü zamanı burada dondurmayı istedim.”
11
SU
Artık biliyorduk ki, ölüm hepimizi her an herhangi bir sebeple alabilirdi.
Artık ölenlere şaşırmıyor ve hatta kimin öleceğini düşünüyor, belki hepimiz kendi kafamızın içinde tahminler yürütüyorduk. Belki de Melodi haklıydı, başımızda bir lanet vardı ve bu yüzden bir bir ölüyorduk. Artık her şeye inanıyor, hiçbir şeye şaşırmıyordum. Hepimiz ölümü bu kadar yakında hissettiğimiz ve ölebileceğimiz için ölenlere değil kendimize üzülüyorduk. Ceset kokusuna, açlığa, susuzluğa alıştığımız için rahatsız hissetmiyorduk. Bazen bilinç kayıplarımız oluyor, o anda birbirimizin öldüğünü sanıyor ama asla şaşırmıyorduk. Su bir tek bende Oğuz’da ve Selim’de vardı. Biraz bisküvi de yalnızca bende kalmıştı. Herkes birbirinden su dileniyordu ama hayır, kimseye veremezdik.
Ölseler bile onlara su veremezdik, çünkü biz hayatta kalamazdık.
“Bakil hâlâ hıçkırarak ağlıyor.”
Evet, duyabiliyordum. Biz ayrılmış olsak da o hâlâ kardeşinin yanında, cesedini kolları arasında tutarak ağlıyordu. Şüeda aramıza geri dönmüş, bir koltuğa oturmuş ve donuk gözlerle yeri izlemeye başlamıştı. Biz Oğuz ile birlikte hepsinden biraz uzakta, metronun zemininde, karşılıklı oturuyorduk. “Duyabiliyorum,” diyerek onu cevapladım ve hemen ardından korkuyla devam ettim. “Umarım ölerek böyle ağlamama sebep olmazsın.”
“Böyle mi ağlarsın?”
“Ihıh, daha çok.”
Parmaklarımızı birbirine dolayarak birleşen ellerimize baktık ve ikimiz de azıcık gülümsedik. Aptal âşıklar gibiydik. Bilmiyorum, ikimiz de biraz romantiktik ama dert değildi. Romantizmi seviyordum. Tamam, bazen çok öküzce davranabiliyordum ama gerçekten işi şakaya vurmadığımda romantik biri olabiliyordum. “Buradan, şansın olsa ve birkaç kişiyi kurtaracak olsan kimleri kurtarırdın?”
Sorduğum soru karşısında kaşlarını çattı ve biraz ilerimizdeki çocuklara bakarak göz gezdirdi. Yanaklarını şişirdi, ki kirli suratıyla bile olsa bunu yaptığında çok sevimli oluyordu. “Sen,” dedi ilk önce ve çocuklara bakarak devam etti. “Selim ve... Cesur ile Fatih arasında seçim yapamam galiba.”
Beni kurtaracak olması beni gülümsetti. “Yaa beni mi kurtarırsın?”
Cilvelenmeme sırıtarak aniden başparmağımı tuttu ve cimcik attı. “Sen söyle bakayım, kimleri kurtarırsın?”
Cevabım belliydi. “Seni, Melodi’yi, Selim’i?”
“Melodi’yi anlarım da Selim?”
Kıskandı.
Haşin erkeğim.
Kıs kıs gülerek omuzlarımı silktim. “İyi birisi olduğunu düşünüyorum.”
“Zaten öyle,” dedi ve gözlerini tekrardan bana çevirdi. Safir renkli bakışlarına iç çektim. “Peki asla kurtarmayacağın iki kişi?”
Ama bakınız, bu zor bir soruydu. Bilmiyorum, elimde imkân olsa hepsini kurtarırdım. Çocuklara göz attım. Keskin sürünerek de olsa içeriye girmeyi başarmış, metronun yerine yatmış, hâlâ sakızını çiğniyordu. “Esra ve Keskin olurdu sanırım.”
Oğuz parmaklarımı daha sıkı tuttu. “Benim de onlar olurdu.” Dönüp Keskin’e tip tip baktı. “Girdi içeri, pislik. Ya hâlâ uyuşturucusu varsa ve aramızdan birine vermeye kalkışırsa?”
“Herkes, Berfin’in nasıl öldüğünü, kendini kaybettiğini gördü. Eğer buna rağmen ondan uyuşturucu alacak olurlarsa bu onların sorunudur. Sen veya ben kalanlarımızı koruyamayız Oğuz.”
“Biliyorum bebeğim.”
Yuh!
Çüş!
Ayı!
Yavaş!
İçimdeki öküzü içimde tutmaya çalışarak üst üste yutkundum ve aniden elimin içindeki parmaklarına vurdum. “Benden önce kaç kıza bunu dedin?”
Gözlerini devirerek elimi tekrardan tuttu ve parmaklarını yine parmaklarımın arasından geçirerek ellerimizi bütünleştirdi. “Saymadım, belki on, belki on beş.”
Dudaklarımı sarkıtarak üzüntüyle ona baktığımda yüzümün haline gülmemek için dudaklarını sıktığını gördüm. Sahiden mi? Çevresi o kadar geniş miydi? Bunları konuşmamın pek hoşuma gitmediğini fark ettiğimde, “Sen beni bad boy falan mı sanıyorsun?” dedi Oğuz, ciddi bir sesle. “Çapkın ya da bir serseri değilim. Sorumluluklarının bilincinde olan, on sekiz yaşındaki bir çocuğum işte.” Aniden, tuttuğu elim sayesinde vücudumu kendisine doğru çekti. “Ve benim ilk sevgilim sensin.”
İlk sevgilisi olmak hoşuma gitmişti. Elbet konuştuğu, benden önce hoşlandığı birileri olmuş olabilirdi ama ilk kız arkadaşı ben olmuştum. Etrafıma bakarak olduğumuz enkaza baktım. Buradan çıkamazsak son sevgilisi de ben olacaktım. “Belki de son.”
“Zaten öyle.”
Birbirimizin parmaklarına bakarak sustuğumuzda yanımıza yaklaşan adım seslerini duyduk ve dönüp baktığımızda bunun Keskin olduğunu anladık. Yüzü dağılmıştı, gömleğinde kurumuş kan lekeleri vardı ve oldukça bitkin, halsizdi. Oğuz çıkıştı. “Bizden uzak dur.”
Keskin içinde bulunduğu duruma rağmen sırıtmayı başararak yanımıza kadar geldi. Bu çocuk ne atıyordu da kafası böyle güzeldi Allah aşkına? “Sen ve Bestegül, ne zamandan beri biz oldunuz?”
“Burada tutsak kaldığımız o günden beri zaten öyleydik,” dedi Oğuz, mesafeli şekilde. “Keskin, bir tane vursam karşılık vermeye halin yok. O yüzden bana bulaşma birader, biraz adam ol.”
Keskin yanımıza vardığında hiçbir utanma göstermeden, riyakârlığını umursamadan yanıma oturdu ve elini rahat bir şekilde omzuma attı. “N’aber kız?”
Bir an Oğuz’un gözlerinin döndüğünü gördüm ve ben şaşkınlıktan tepki veremezken, onun doğrudan omzundaki ele uzandığını gördüm. Keskin’in elini sertçe omzumdan çekti. “Senin o elini müsait bir tarafına sokarım Keskin. Uza şuradan.”
Keskin gözlerini devirerek geriye doğru yaslandığında kalçamın üzerinde kayarak ondan uzaklaştım. “Yılışma be aptal,” diyerek onu azarladığımda, pis pis güldü. “Yılışma hakkı bir tek Oğuz’da mı?”
Oğuz ayakkabısının burnuyla onu ittirdiğinde Keskin hafifçe uzaklaştı ama itilmesine rağmen hâlâ sırıtıyordu. “Senin, haylaz da olsan iyi bir çocuk olduğunu düşünmüştüm,” diyerek üzüntüyle ona baktım. “Bu teorimi çok güzel çürüttün. Bravo doğrusu! Sen gerçekten kötü kalplisin.”
“Siz iyi kalplisiniz de ne oluyor?” Sırıtması eridi ve dudaklarının ucundaki küstah bir ifadeyle bize dik dik baktı. “Burada, aynı yerdeyiz. Siz de ben de ölüme gidiyoruz. İyiliğin size kazandırdığı hiçbir şey yok.”
Oğuz dirseğimden nazikçe tutarak beni kendine çekti ve Keskin’le aramızdaki mesafeyi açmış oldu. “Sen kötülükle ne kazanıyorsun ki?” diye sordu Oğuz, onaylamaz gözlerle onu süzerken. “Cehennemden başka?”
“Eğlence.” Keskin rahat rahat omuz silkti. “Eğleniyorum. Ben her şeyle her durumla eğlenirim. Mesela Beste ile eğlenmek de hoşuma giderdi, çok kafa kız.”
Oğuz ona orta parmağını kaldırdı.
Gözlerimi devirdiğimde, “Bir git şuradan,” dedi Oğuz, sıkıldığı her halinden belli oluyordu. “Adam sanıp karşıma almış, konuşuyorum bir de seninle.”
Keskin hiç alınmadan güldü ve yaralı kaşından akan kanı silerek yere uzandı. Yine sızacakmış gibi görünüyordu ama Keskin umulmadık anlarda umulmadık şeyler yaptığı için emin olamazdım. “Biliyor musunuz, ben gayim.”
Ha? Ne? Gay mi? Bildiğimiz gaylikten mi bahsediyordu? İkimiz de bariz bir şaşkınlıkla Keskin’in suratına bakakaldığımızda gözlerini bize çevirerek kafasını salladı. “Âşık olduğum adam da evli, karısı bizi biliyor.”
Yok artık? Cidden mi? Nasıl ya? Gerçekten eşcinsel miydi? Cinsel kimliği beni ilgilendirmezdi tabii ama Keskin de hiç o havayı sezmemiştim. Oğuz kafasını kaşıdı. “Hadi ya.”
Keskin kederli kederli kafasını salladığında ne diyeceğimi bilemeyerek sustum. Ne diyebilirdim ki? Baya şaşırmıştım. Yadırgamıyordum ama birisi yüzüme bakıp gayim ve evli bir adama âşığım dediğinde şaşırıyordum haliyle. Oğuz’la bakıştık ve ikimiz de kafamızın karışmış olduğunu görerek sustuğumuzda, Keskin’in ani kahkahası patlayarak etrafa dağıldı. “Allah iyiliğinizi versin, nasıl da inandınız.” Keskin böğürerek kahkahalar attı. “Ne gayi oğlum? Gay olsam Oğuz’u çoktan çıplak bırakmıştım. İnandınız ya! Çok safsınız lan.” Kahkahaları küçük kıkırtılara yerini bıraktı. “Bakınız, eğlence böyle olur. Ben gülüyorum, siz aptal aptal bana bakıyorsunuz.”
Bir daha bu çocuk ölüyorum dese inanmayacaktım. Gerçekten mi yahu? Bizimle dalga geçerek eğleniyor, biz de inanıyorduk. Pes vallahi! Gerçekten iticiydi bu çocuk! Oğuz sinirinden kıpkırmızı kesildi ve elinden bir kaza çıkmaması için yumruklarını yere yasladı. Uzanarak yumruğunu tuttum. “Bırak, kendi halinde kalsın. Biz gidelim mi?”
Yerinden doğruldu. “Kalk.”
Yerden kalktığımızda Keskin yüzünü metro zeminine yaslayarak gülmeye devam etti. Sırtımızı ona çevirerek yan yana çocukların yanına geri dönmeye başladığımızda, onların da Keskin’in kahkahalarını duyarak bizden tarafa baktıklarını gördüm. Parmaklarımla şakaklarımı ovuşturarak ağrıyı def etmeye çalıştım ve az sonra Oğuz’un oturduğu koltuğun yanına oturdum. Gücüm gün geçtikçe tükeniyordu. Susuzluktan boğazım o kadar acıyordu ki, her yutkunduğumda derim kalkıyordu sanki. Hepsinin de benimle bu duyguyu paylaştığını biliyordum.
“Buradan çıkarsak üniversite sınavına girecek psikolojim kalmayacak galiba.”
Melodi’nin büyük bir üzüntüyle dile getirdiği şeye kesinlikle hak veriyordum. Burada psikolojimiz ağır darbeler almıştı ve ölümler artarak giderse daha beter olacağımız belliydi. Evime gitmek, aileme kavuşmak, yatağıma girmek, günlerce uyumak istiyordum. Esra ona gözlerini devirdi. “Demeyeyim diyorum ama cidden geri zekâlısın! Öleceğiz, sen gelmiş üniversite diyorsun!”
Cesur kollarını iki yana açtı. “Vallahi bu sefer haklı.”
Belki biraz haklılığı vardı ama bu kadar kaba olmayabilirdi. Onun burnunun büyüklüğünden nefret ediyordum. Melodi kızardı ve bunu kirli suratında bile görebildim. “Kendinizi doğrudan ölüme endekslemeyin.”
Şüeda oturduğu metro koltuğundan ruhsuz bir cevap verdi. “Nefes bile alamıyorum, nefesim susuzluktan boğazıma yapışıyor. Öleceğiz ve hepiniz bunu biliyorsunuz. Bir bir, sırayla.”
Korkunçtu. Tüylerimi ürpertiyordu. Ölüm anı nasıl olurdu? İnsan gerçekten o beyaz ışığı görebilir miydi? Ya da açlıktan bilinç kaybı yaşayarak öldüğümüz için acıyı hissetmez miydik? Hepsi ürkütücü düşüncelerdi. Oğuz ne kadar korktuğumu görmüş olmalı ki, titreyen elime yumuşakça dokundu. “Umudunu hâlâ görebiliyorum, onu kaybetme. En çıkmazda olduğumuz anlarda, bize yol gösterebilir.”
“Ölümden korkuyorum,” diye itiraf ettim, üzüntüyle.
“Ben de Bestegül, ben de.”
Elbette ölümden korkuyordum, kim korkmazdı ki? Daha on sekiz yaşındaydım ve kısa zaman öncesine kadar tek gayem üniversiteden yüksek bir puan alıp iyi bir üniversiteye gitmekti. Oysa şimdi enkazın altında, hoşlandığım çocukla ölümü konuşuyordum. Hayatımda her şey, bu metroya binene kadar yolundaydı.
“Ya aramızdan birkaçı kurtulursa?” dedi Esra. Düşünceli görünüyordu. Başı Selim’in omzundaydı ve ona sıkıca sarılmıştı. “Ya da yalnızca bir kişi kurtulursa? Hepimizin ölümünü izleyip burada yalnız kalsa, kafayı yerdi herhalde. Kendine gelmesi çok zaman alırdı.”
“Veya hiç kendine gelemezdi. Düşünsene on üç cesetle bir arada yaşıyorsun. Korkunç.”
Mırıldandım. “Hepimiz, o bir kişi olabiliriz.”
Oğuz iç çekti. “Yaşama pahasına da olsa kim o bir kişi olmayı ister ki?”
Ben isterdim.
Psikolojime savaş açabilirdim.
Tamam, çok beter bir durumdu. On üç ölü arasında kalmak ve onların bir kısmını seviyor olmak... Düşündüm de Oğuz ölecekse o bir kişi olmayı istemezdim. Eğer onu ölü olarak görürsem psikolojimle olan savaşımı gerçekten kaybederdim. Güçsüz değil, aksine güçlü birisiydim ama bu kadar da güçlü değildim. “Benim psikolojim çok zayıftır,” dedi Melodi, bundan şikâyetçi görünüyordu. “Dünyanın en hassas kızı falan olabilirim. Hep regl dönemindeymiş gibi yaşıyorum.”
Regl... Regl dönemim yaklaşıyordu. Eğer tarih hesaplamamda bir yanlış yoksa birkaç gün içinde regl olacaktım. Bilmiyorum, belki yaşadığım stres ve açlık yüzünden gecikebilirdim. Diğer kızlar da benimle aynı şeyi düşünmüş olmalı ki, birbirimize bakarak durumun vahametinden ürktüğümüzü belli ettik. Cesur halsizce güldü. “Orada burada kanamazsınız değil mi?”
Esra yanaklarını şişirerek sıkkın bir nefes verdi. “Bende biraz ped olacaktı.” Eh, regl olduğumuzda onlarla idare edebilirdik herhalde. Ya karın ağrısı? “Fakat sizinle paylaşmam. Hiçbir şeyi hiçbirinizle paylaşmam.” Bize ters ters bakarak Selim’e döndü ve ona gülümsedi. “Sen hariç tabii ki hayatım.”
Selim biraz gülümseyerek ona karşılık verdikten sonra mırıldandı. “Kötü kız.”
Esra şımarıkça ona sarıldığında pis pis baktım. “Hoçboronozla hoçborşoyo poyloşmom,” diyerek onu ağzımın içinde taklit ettiğimde, Oğuz gamzelerini göstererek güldü. “Ah Beste, karşılaşmak için o kadar çok vakit kaybetmişiz ki.”
Evet, bunu ben de düşünüyordum. Özel arkadaşlığımız daha önce başlamış olsaydı onunla birçok anı biriktirebilirdik. Birbirimize geç kalmıştık ama eğer buradan çıkabilirsek, önümüzde yaşanacak çok fazla şeyin olduğunu biliyordum. Omzumun üstünden ona dönerek kirli yüzünde parlayan safir renkli, ihtişamlı gözlerine baktım. Titrek bir iç çekerken, “Saçlarına dokunmayı çok istiyorum,” diye itiraf ettim ve hemen ardından kızardım. “Ölmeden önce yapılacak listesinin en başında.”
Kıvırcık saçlarını başının arkasına doğru ittirdi ve arsız tutamlar tekrardan alnına düştü. “İstediğin zaman dokunabilirsin,” dedi omzunu silkerek. “Benim ölmeden önce yapılacaklar listemden bir şeyi duymak ister misin?”
Kalbim hızlandı. “Evet! Evet! Evet!”
Bestegül sakin ol, bu bir evlenme teklifi değil.
Oğuz yüzünü yüzüme yaklaştırdı. “Seni öpmek.”
Ha?
Gözlerimi kocaman pörtlettim ve duyduğum cümle kulaklarımda uğuldarken heyecanlanarak elimi kaldırdığım gibi onun yanağına bir tokat patlattım. “Sapık!”
Bu tamamen heyecandan verilmiş çok YANLIŞ bir tepkiydi.
Oğuz elini yanağına götürerek şaşkınca bana baktığı bir andan sonra gülmeye başladı ve yüzüme baktıkça gülmesinin dozu arttı. Kızması, hatta sinirlenmesi gerekmiyor muydu? Ben tokat yesem çok sinirlenirdim şahsen. Fakat o gülüyor, bir yandan da tokadım için sızlanıyordu. Alt dudağımı dişleyerek ellerimi yanaklarıma yasladım. “Özür dilerim.”
Eliyle yanağını ovaladı. “Harika tepkilerin var.”
Hadi öpüşek?
Dilimi ısırdım ve gözlerimi kocaman açarak yüzüne baktım. Bir kaza daha yapıp bunu dışımdan dememiştim değil mi? Evet, neyse ki dememiştim. Ona makul bir cevap vermek için dudaklarımı araladığımda, “Buraya bakın,” dedi Selim, heyecanlı bir çıkışla. “Su buldum!”
Ne? Hepimiz büyük bir sevinç şaşkınlığıyla yüzümüzü ona çevirdiğimizde, onun ayağa kalkmış ve büyümüş gözlerle metrodan dışarıya baktığını gördük. Hepimiz onun gibi ayağa fırlayarak baktığı yere bakmaya başladığımızda, gördüğüm şeye inanamadım. Tavandaki delikten aşağıya, su akıyordu. Yol çökmesi esnasında açılan minik delikten aşağıya, muhtemelen yağmur suyu akıyor ve rayların üzerinde birikiyordu. Su vardı, yağmur suyu ve kirli suydu ama sonuçta suydu. Çok az, kesik kesikti ama o akmaya devam ederken su ihtiyacımızı karşılayabilirdik. Oğuz elimden tutarak metronun dışına koşmaya başladı. “Gel, bunu kaçıramayız.”
Bizim arkamızdan çocukların tümü de dışarıya fırlayarak yerden aşağıya, sırasıyla raylara atladığında, bir an Ümmü Gülsüm’ün cesedini görerek duraksadık. O cesede bir andan daha fazla bakarsak gece gündüz bu görüntüyle yaşayacağımızdan, bakmadan geçtik ve sızıntı halinde, delikten akan suyun yanına vardık. Metronun tavanında, çökme sonucu oluşan çok ufak bir delikti ve su oradan kesik kesik akıyordu. İnce bir ip misali, aşağıya süzülmekteydi. Hepimiz avuçlarımızı suyun akış yönüne hizaladık ve kirli suyun avuçlarımızı doldurmasını izledik. Hepimiz aynı anda yaptığımız için küçük çaplı bir kaos oluşmuştu ama neyse ki avuçlarımıza az da olsa su doldurabilmiştik. Su her an bitebilirdi, acele etmeliydik. Oğuz avucuna doldurduğu suyu ağzıma dayadı. “İç hadi!”
Büyük bir sevinçle ona bakarken avucundaki suyu içtim ve bu sırada Melodi’nin metronun içine baktığını gördüm. Az miktarda su içmişti. Hepimizin yüzünde bir mest ifadesi vardı. “Ben Şüeda ve Bakil’i de çağıracağım,” dedi Melodi, hızla yanımızdan uzaklaşırken. “Hemen dönerim.”
Biz gayretle, kana kana olmasa da ihtiyacımızı karşılayacak kadar su içmeye çalışırken, adeta sevinç dolu ve heyecanlıydık. Sanki üzerimize fener tutulmuş da yolumuz aydınlanmıştı. Bir yudum su insana neler yapabilir, görüyorduk. Artık her şeyin değerini daha iyi anlıyorduk. Belki evimizde, gürültülü şekilde akan ve kısmaya zahmet etmediğimiz o musluk suyuna, kimi zaman bardağın dibinde kalarak döktüğümüz o suya şimdi deli gibi muhtaçtık. Hayatımızın şirazesi bir anda kaymıştı ve hiç aklımıza gelmeyecek bir şey olmuş, bir enkazın altında kalmıştık. Ve su diye inliyorduk.
Anlayacağınız hayat bize götüyle gülerken biz ağlıyorduk.
Biz avuçlarımızı akan suyun altında tutmaya devam ederken, Melodi’nin geldiğini gürültülü ayak seslerinden duydum ve dönüp baktığımda, sarsak bir şekilde metrodan dışarıya çıktığını gördüm. Titreyerek, doğrudan, bilincini kaybetmiş gözlerle bize bakarak yanımıza yürüyor ve çok derin nefesler alıyordu. Çocuklar da başını ona çevirdiğinde Melodi’nin yüzünde katre katre hüzün çöktü. “Bakil gelmiyor,” diye fısıldayabildi, titreyen dudaklarıyla. “Şüeda, Şüeda’ysa...”
Öldü.
ÖLDÜ.
Nefes bile alamıyorum demişti, kederle. Nefesim susuzluktan boğazıma yapışıyor. Öleceğiz ve hepiniz bunu biliyorsunuz. Bir bir, sırayla.
Peki ya şimdi sıra kimindi?
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...