0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

13. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

 

“Sen bütün olmakla büsbütün olmak arasındaki farksın.”

13

İP VE ÖLÜM

Kaç kişi kaldık biliyor musunuz?

8 kişi.

Ve belki de kısa zaman içinde bu sayı düştükçe düşecekti.

Bazen bunun bir çeşit oyun olduğunu hissediyordum. Sanki bu metronun içindeki düzeneğin bir parçasıydık ve kurallar gereği ölmemiz gerekiyordu. Bir bilim kurgu filminin içinde miydik? Öyle olduğumuzu gösteren hiçbir şey yoktu. İmkânsıza yakın olsa da geçerli sebeplerle ölüyorduk. Müthiş korkunç tesadüfler yaşıyorduk ve hepsi ölümle sonuçlanıyordu.

“Senin de astımın veya kalbin var mı?”

Melodi’nin sorusunu duyduğumda, gözlerimi kırpıştırarak Oğuz’un tavanda gösterdiği, hayali bulutlara alçaklardan bakmaya devam ettim. Herkes bir köşeye çekilmiş, birbiriyle konuşmaya tenezzül bile etmeden oturuyordu. “Benim yok, fakat Oğuz’un var. Genetik hastalıkları çok var onun; kalbi de bunlardan birisi.”

“İlginç.” Melodi uzandığı yerde kılını kıpırdatmaya mecal bile bulamadan yatmaya devam etti. “Kalbi varsa nasıl hâlâ kriz falan geçirmedi? Kendini nasıl sakin tutabiliyor?”

Onun kalbi için hissettiğim endişeyle beraber yüzümü buruştururken, “Ağzını hayra aç,” diyerek huysuzca mırıldandım. “Belki de kalbini bildiği için kendisini her konuda sakin tutabiliyordur. Bir kere laf arasında söylemişti, o zamandan beri benim de aklımı karıştırıyor. Midesi de kötü zaten... Bizim gibi, o da çok yoruldu artık. İyi değil.”

“İyi olması senin için çok önemli değil mi?” Melodi’nin sesinde garip bir tını vardı. “Oğuz’dan sadece hoşlanıyor musun? Ya da hissettiklerin daha fazlası mı?”

“Daha fazlası.”

Hızlıca verdiğim cevaptan sonra duraksayarak iç çekti. “Çok hızlı başladınız?”

Yanağımdaki kiri elimin içiyle silmeye çalıştım. “Çünkü vaktimiz yok.”

“İnsanlar olarak böyleyiz değil mi?” Melodi’nin sesi azaldı ve fersiz gözlerle yüzüme döndü. İkimiz de yan yana, metronun ortasında yatıyorduk. “Vaktimiz olduğunu düşünerek her şeyi erteliyoruz. İyiliği, mutluluğu, sevinci, sevdiğimize onu sevdiğimizi söylemeyi... Fakat zamanımızın az olduğunu bir şekilde öğrendiğimizde o küçücük zamana çaresizce her şeyi sığdırmaya çalışıyoruz. Keşke biraz içimizden geldiği gibi yaşasak.”

Keyifsizce güldüm. “Hangi kitaptandı?”

Bir an anlamayarak duraksadı ve espri yaptığımı fark ettiğinde cansız da olsa kıkırdadı. “Tamam, biraz felsefi konuştum ama neresinden bakarsan bak doğru işte. Hayatı, aceleye alıyoruz ama sevdiğimiz insanları değil.”

“Haklısın.” Kaşlarımı çattım ve bir aydınlanma yaşamış gibi, sırtımı zeminden kaldırarak doğruldum. “Bu yüzden şimdi gidip Oğuz’u öpeceğim.”

“Ha! Ne?”

“Benim aklımı çeldin, günahım senin boynuna haberin olsun.”

Yerimden fırladım ama aslında fırlamaktan kastım başım dönerek kalkmaktı. Çünkü o kadar enerjim yoktu ki, kalkarken bile zorluk çekiyordum. Doğrulduğumda metronun içine, karanlığa baktım. Ağlama sesleri yüreğime dokunuyordu. Selim kendini kaybetmiş gibiydi, onu uzun zaman sonra sakinleştirmeyi başarmıştık ama hâlâ Esra’yı ayıltmaya çalışıyordu. Metronun dışında, rayların üzerinde, cesetlerin arasındaydı. Yanlarından geçerken Cesur ve Fatih’e baktım ve ikisinin de somurttuğunu gördüm. Aramızdaki en esprili kişi olmasına rağmen Cesur bile artık ağzını açıp konuşmuyordu. Yerde yatan Keskin’i, geçmek için ayakkabımın ucuyla ittirdiğimde homurdandı. “Vurun tabii vurun... Kalkamıyoruz ya ayağa, sıçın ağzıma.”

Kollarımı göğsümün üzerinde kavuştururken, göz ucuyla ona bakındım. “Senin kadar vicdansız olsaydık şu an çoktan ölmüştün biliyor musun?”

“Laf yapma yol yap.”

Gözlerimi devirdim, zaten yanında kalacak halim yoktu. Yürüyüp geçtim ve metro koltuğunda Bakil’i görerek onun da yanında duraksadım. Çok umutsuz ve mutsuzdu, acı çekiyordu. “Bakil?”

“Hı?”

“Bir şeye ihtiyacın var mı?”

Sorumla beraber başını hafif bir açıyla kaldırdı ve solgun, adeta ölü gözlerle bana baktı. Gözlerinin içlerinde, kendisini yaşamaya bağlayan bir damar bile kalmamış; hepsi kesilmişti sanki. “Akil seni seviyordu Beste.”

Vicdanımda rahatsızlık hissettim. Akil’in beni sevdiğini söyleyerek bana rahatsız mı hissettirmek istemişti. Bocalayarak üzüntüyle ellerimi sıktım. “Bakil, ben de Akil’i seviyor olsam şu an yaşayacak değildi. Acına saygı duyuyorum ama lütfen beni bir şeyler için suçlama.”

“Ben neden yaşıyorum ki?” Yumruklarını sıktı ve dizlerinin üzerine bırakırken, yüzünde sahici bir acının bulgularına rastladım. “İkizim, kardeşin öldü. Yok... Ben... Ben yapamayacağım.”

Aniden kalktı ve yorgunluğuna rağmen koşarak metro kapısına koştuğunda, ümitsizlikle arkasından baktım. Herkes ikizliğin çok tuhaf bir bağ olduğunu, diğer insanların bunu anlayamayacağından bahsederdi. Eğer öyleyse, Bakil düşündüğümden de fazla acı çekiyor olabilirdi.

O gözden kaybolduğunda Selim’in kahırlı hıçkırıklarını duymamak için elimi kulaklarıma kapattım ve dönen başımla beraber Oğuz’un yanına yürüdüm ama en son oturduğu koltuğa baktığımda, orada olmadığını görerek endişeye kapıldım. Ben Melodi ile gezmeye başladığımda burada kalmıştı ama şimdi yoktu. Nerede olabileceğini düşünerek etrafıma bakarken, metrodan içeriye girdiğini görerek yanına yaklaştım. “Yanına geldim ama... Neredeydin?”

Ensesini kaşırken bakışlarını kaçırdı. “Hiiç.”

“Aa orası nerede?

Alayıma pek takılmadan yanağımdan bir makas alarak geçti ve dakikalar önce oturduğu yere oturarak eliyle yanındaki koltuğa vurdu. “Gel.”

Hanım hanımcık kız pozları keserek elimde olmadan bir gülümsemeyle beraber yaklaştım ve yanına oturduğumda, elinin belimin etrafına sarılmasını memnuniyetle karşıladım. Bir diğer eliyle sol elimi aldı ve boynuna bıraktığında, yüzünü yüzüme yaklaştırarak alınlarımızı birleştirdi. Madem öyle, elbette bu anın tadını çıkarırdım. Parmaklarımı ensemin etrafına sararak, dudaklarının yanağıma kaymasına izin verirken, “Nereye gittiğini söylesene,” diye ısrarcı davrandım. Yumuşak öpücükleri aklımı bulandırmaya başlamıştı.

Parmakları belimde oyalanırken, “Selim’in yanındaydım,” diyerek mırıldandı, üzüntüyle. “Yasa boğulması beni derinden üzüyor.”

Saçlarını karıştırdım. “Biliyorum canım.”

Yüzünü boynuma yaslayarak bir diğer eliyle de beni sardığında tamamen kollarının arasında, nefes nefese kalmıştım. Bana ilk kez bu kadar fazla temas ediyordu ve bu o kadar hoşuma gidiyordu ki açıkçası itiraz etmiyordum. Akil ile sarıldığımız, birbirimizi yanaktan öptüğümüz olmuştu ama hepsi sanki arkadaşça gibiymiş; şu an anlıyordum. O mesela hiçbir zaman şu an Oğuz’un yaptığı gibi dudaklarını yanağımdan boynuma kaydırmıyor, sakallarını tenime sürtmüyordu. Parmaklarım tutuk bir şekilde saçlarını karıştırmaya devam ederken, “Ölüme alıştım,” diye fısıldadı, kederle. “Artık birisi öldüğünde şaşırmıyorum.”

“Ben de,” diyerek açıkça itiraf ettim. “Artık üzüntü bile hissedemiyorum.”

“İnsanın şu dünyada alışamadığı ne olabilir ki?”

Sensizlik.

Çenemi omzuna yasladım ve kollarımı boynuna sıkıca sardım. Oğuz’un kıpırdayan kalbinin kalbime olan vuruşunu hissediyorum. Bundan daha güzel çok az şey olabilirdi. “Ya da olabilir,” diye fısıldadı, kendi cümlesine kendi itiraz ederek. “Mesela sensizlik?”

Aynı düşünceleri kafamızdan geçiriyor olmamız dünyanın kaçıncı güzel şeyi olabilirdi. Yanaklarım kızarırken gülümsedim. “Öyle deme, utanırım.”

Yanağıma bir öpücük daha kondurarak benden uzaklaştı ama ellerini belimden çekmedi, yalnızca aramıza belli bir mesafe koymuştu. Göz göze geldiğimizde, gözlerine bakarak ensesini okşamak beni utandırdı ve parmaklarım durduğunda, Oğuz fısıldadı. “En sevdiğin renk ne?”

Hımm, birbirimizi mi tanıyacaktık? Olurdu. Alt dudağımı ısırarak bir süre düşündüm. “Kırmızı. Ya senin?”

“Gözlerini gördükten sonra, kahverengi.”

Durdum ve yüzüne doğru kahkaha attım. “Bunu beni düşürmek için yaptın değil mi?”

Omuzlarını silkerken sırıttı. “Tabii ki evet, kahverengiyi sevdiğim falan yok.”

Kafamı iki yana sallayarak başka bir soru sordum. “Doğum tarihin ne?”

“Üç Mayıs. Ya senin?”

“Mayıs ayına kiraz ayı derler... Ben mi? Şey, 7 Şubat.”

“Hımm,” diyerek belimdeki parmaklarını yavaşça sırtıma uzattı. “2000 mi 2001 mi?”

“2001’liyim.”

“Senden bir yaş büyüğüm.”

Onun hakkında bilmediğim şeyler öğrenmek hoşuma gitmişti. Bu yüzden fırsatı kaçırmayarak sormaya devam ettim. “En sevdiğin kitap?”

Bir an düşünmeyerek, “Şeker Portakalı,” dedi. “Ya senin?”

Uçurtma Avcısı.”

İç çekti. “Hüzünlü bir kitaptı.”

“Evet,” diyerek onu onayladıktan sonra aklımdaki bir diğer soruyu sordum. “Peki ya en sevdiğin film?”

Bu soru için düşündüğünden olsa gerek bir süre duraksadı. Düşünürken kırışan alnını sevimli bulduğumu hissettim. Elimde olmadan gülümsedim. Gözleri, gülüşlerinde kaybolurdu, bu da onunla ilgili bildiğim başka şeydi. Az sonra, “Tamam, kararsız kalsam da sanırım buldum,” dedi. “Esaretin Bedeli. Senin ki ne?”

“Evet, o filmi izlemiştim. Güzel bir en sevdiğim film seçimi.” Onunla aynı kitapları okuyup aynı filmleri izlemiş olmak beni aptal bir sevince boğdu. Tamam, bunlar hemen hemen herkesin okuduğu, izlediği filmlerdi ama... Kendimi avutuyorum, pattislerim. “Benim en sevdiğim film Not Defteri. Bilmiyorum neden ama çok severim.”

Omuzumdaki saçları özenle aldı sırtıma yerleştirdi. “Demek romantik filmlerden hoşlanıyorsun?”

Heyecanla sordum. “İzlemiş miydin?”

“Evet, duyguların yüzeysel olmadığı filmleri severim.” Omzunu silkti ve elim saçlarımın uçlarından kayarak tekrardan belime yerleşti. “Peki bakalım, söyle; en sevdiğin yemek ne?”

Bunu tam insanına soruyordu.

Benim gibi göbekli bir pattise...

Cazgırlaştım. “Göbeğim var diye mi bu soruyu soruyorsun!”

“Yok artık!”

Yüzünde gerçekten hayret vardı, sanırım yine saçmalamıştım. Emin olmak istercesine sordum. “Öylesine mi sordun?”

“Elbette.” Oldukça dürüst görünüyordu. “Ayrıca şu an belini okşuyorum, hiç de fazlan yok gibi.”

Kızararak gözlerimi kaçırdım. “Eyvallah.”

“Eyvallah bizden.” Pis pis güldü.

“Her neyse.” Sorduğu soruya odaklanıp büyüsünden kurtulmaya çalıştım. “En sevdiğim yemek içli köfte. Çok severim. Sen?”

“Lezzetli bir tercih.” Kirli yüzünü kaşıdı. “Ben makarnayı çok severim, her çeşidini. Ruhumuz fakir işte.”

Dudağımın içini ısırarak sesli gülüşümün önüne geçtim. “Ben de çok severim makarnayı.”

“Ben çok güzel yaparım.” Uzun uzun soluklanarak safir gözlerindeki küçük bir umutla bana baktı. “Belki buradan çıkarsak sana da yaparım.”

Allah’ım lütfen!

Hüzünle doldum. “Çok mutlu olurum.”

“Sizi mutlu etmekten onur duyarım hanımefendi.”

Yuh arkadaşım, kalp böyle çalınır mı?

Tatlı tatlı gülümseyerek gözlerimi ondan aldım ve soracak bir başka soru düşündüm. Ona birçok şey sorabilirdim. Hakkında öğrenmek istediğim sayısız şey vardı. Benim için o kadar önemliydi ki, saatlerce soru sorabilirdim. “Peki, bir koleksiyonun var mı?”

Bu sorum üzerine duraksadı. “Koleksiyon?”

“Hıhı.”

Bu soru onu gülümsetmişti. “Var aslında,” diye beni cevapladı, bu an mutlu gibiydi. “Ne kadar koleksiyon sayılır bilemem ama forma koleksiyonum var. Gittiğim basketbol maçlarında, tanınan ya da tanınmayan oyunculardan forma isterim. Takıntım da olabilir, bilemiyorum ama o formalara bakıp içlerinde kendimi gördüğüm için hoşuma gidiyor.”

Çocuk, seni yerim.

Cidden, o kadar tatlıydı ki! Basketbol onu mutlu ediyordu, bariz belliydi. İçtenlikle gülümsedim. “Olur da buradan çıkarsak, ben senin harika bir basketbol oyuncusu olacağını biliyorum.”

“Senin bir koleksiyonun var mı?”

“Var!” Ani bir cevapla, heyecanlanarak sesimi yükseltmiştim. “Ben plak koleksiyonu yapıyorum. Gider kendime plaklar satın alır, onları biriktiririm. O kadar hoşuma gidiyor ki...”

“Peki ya bir pikabın var mı?”

“Maalesef,” dedim, ellerim sanki normal bir alışkanlıkmış gibi ensesini okşamaya devam ederken. “Henüz harçlıklarımı o kadar biriktiremedim.”

Elini, sırtımın ortasına bastırarak beni kendine daha çok çekti. “İmkânımız olursa sana pikap almayı çok isterim.”

“Ben de sana forma alırım.”

“Olur.”

“Beste.” Bakışları bütün yüzümde uzun uzadıya, ilgiyle gezdi ve burnumdan aşağıya dudaklarıma indi. Bir an kalbimin kafeste kalmış bir kuş gibi çırpınıp, çıkışı bulmak için boğazımdan yukarıya doğru attığını hissettim. Birbirimizle yakın temasta olmamız yetmiyormuş gibi bir de yakıcı gözleriyle dudaklarıma bakması... “Seni öpebilir miyim?”

ÖLÜYORUM.

HEM DE BÜYÜK HARFLERLE.

Nefesim kesilmesine rağmen nasıl yaptım bilmiyorum ama cevap verdim. “O... olur.”

Oğuz bir an inanmayan gözlerle bana bakakaldı ama evet, öpmesine izin vermiştim. Belki ölmeden önce daha yararlı şeyler yapmalıydım ama bunu yapmaktan alıkoyamıyordum kendimi. Buradaydı, karşımda beni öpmek istiyordu. Zamanımız bu kadar kısıtlıyken, hayat böyle ansız yaşanırken, ben neden bir şeyleri erteleyecektim? Oğuz nefesini tutarak bana yaklaşmaya başladı. “Bu benim için ilk olacak, nasıl olur bilemiyorum.”

Zorla yutkundum. “Benim için de.”

“Güzel.”

“Güzel.”

Oğuz bana biraz daha yaklaşacak oldu ki, Keskin aniden seslendi. “Sizi görüyor ve duyuyorum.”

Oğuz’un yüzü anlık sinirle kasıldı ve omzumun üzerinden Keskin’e baktı. İkimiz de bunu beklemediğimiz için utanmış, özel anımıza böyle müdahale olduğu için sinirlenmiştik. Oğuz tısladı. “Bu anı izlemene izin vereceğimi mi sanıyorsun?”

“Niye lan, eğleniyordum.”

Oğuz sakin kalabilmek için dudaklarını sıktı ve hemen sonra elimi tutarak beni kaldırdı. Ona itiraz etmedim, kimsenin beni o vaziyette izlemesini zaten istemedim. Oğuz elimden tutarak beni yavaşça metronun kapılarından dışarıya çekiştirirken, Keskin arkamızdan kahkahalar attı.

Keskin, abv.

Metro’dan dışarıya çıktığımızda onlardan uzaklaştık ve buraya ilk geldiğimizde durduğumuz duvarın önüne, el ele yürüdük. Tamam, utanç vericiydi ama kaybedecek canımdan başka bir şeyim kalmamıştı; üstelik istiyordum. Düşüncesi bile beni kıpkırmızı etse de bunu istiyordum. Utançla dudağımın içini kemirirken, Oğuz’un bir an sendeleyerek durduğunu gördüm ve başını kaldırıp heyecanla yüzüne baktım. O doğrudan raya bakıyordu. Onun gözlerini takip ederken, aşinası olduğum beter his beni çoktan etkisi altına almıştı aslında. Gözlerimi çevirip bakmama gerek yoktu ama...

Baktım.

Önce aşağıya doğru, boşlukta sallanan ayakları gördüm ve bakışlarımı o ayakların doğrultusunda yukarıya çıkararak, bir çift bacağı, bir gövdeyi ve bir yüzü gördüm. Boğazımda bir çığlık çırpındı ve zihnim yanmaya başladı. Karanlığın içinde o yüzü seçtim ve gözlerim yaşarmaya başladığında, az daha yukarıya baktım. Metronun tavanında bulunan demirlere bağlanmış bir ip ve o ipi kullanarak intihar eden Bakil... Boşlukta sallanan bedeni... Kapalı gözleri, muhtemelen mosmor olan yüzü, boynundan geçen kalın ip ve...

Elinde Akil’in hırkası.

  BÖLÜM SONU.