1. BÖLÜM
1
YERE NE KADAR YAKIN,
YILDIZLARA O KADAR UZAK
Biri sizden kalbinizi, elini göğsünüze daldırmadan da alabilirdi.
Evin biriken çöplerini atmaktan nefret ediyordum.
Evet gençler, bundan gerçekten nefret ediyordum.
Tabii bu, nefret ettiğim şeylerin başını alıyor değildi. On sekiz yaşında yarı ergen biri olarak çoğu zaman hayatımın büyük kısmından nefret ediyordum. Sabahları erken kalkmaktan, erkek kardeşimin odama izinsizce girip böğürerek konuşmasından, sakladığım abur cuburları bulmasından, ansızın gelen misafirden, birbirine dolaşan kulaklığımdan, çantamda bulamadığım akbilden, son dakika kaçırdığım otobüslerden, regl ağrısından, burnunu karıştıran insanlardan, tuvalette sigara içen tiplerden, yolda yürürken kırmızı kaldırım taşlarına birinin benden önce basmasından, yere tüküren insanlardan... Hepsinden nefret ediyordum!
Ve tabii evin çöpünü atmaktan.
Şu sıralar yalnızca bir şeyi seviyordum.
Kütüphanede kestiğim yakışıklı çocuğu.
Pardon, taşı.
Adı, Oğuz’du.
Eh, tabii benim de bir adım vardı. Bestegül. Yani, adım Bestegül’dü. İsmimle bir sorunum yoktu, kendisini çok sevmesem de babaannemin bana verdiği bir isim olduğu için hep bir samimiyetim olmuştu. On sekiz yaşında, üniversite sınavı için gün sayan, sabahları okula gidip, öğleden sonra etüde kalan ve hafta sonları dershaneye giden, oldukça sıradan bir kızdım. Hakkımda bilinmesi gereken pek bir şey de yoktu aslında. Sonuçta kendinize dönüp baktığınızda beni görürdünüz. Sizler gibiydim işte. Çilekeş yaşıyordum.
“Bestegül, çöpün suyunu akıtma evladım.”
Ayakkabılarımın bağcıklarını aceleyle bağlayarak doğrulduğumda, annemin kapının eşiğinde ah vah ederek söylendiğini gördüm. Beni dershaneye uğurlamak için erken kalkmış, giderken çöp poşetini elime tutuşturmuştu. Bağcıklarımı bağlayıp doğrulurken söylendim. “Poşetin altı delik anne.”
“Sus, annene karşılık verme.”
İşte anneler... Onları bilirsiniz, bu yüzden size annemden bahsetmeyeceğim. Çöp poşetini kendimden uzak tutarak inmek için basamaklara yöneldiğimde annem yünlü pijamaları içinde bana seslendi: “Okuyarak git gel evladım.”
Omzumun üzerinden ona baktığımda içimi tarifsiz bir duygu kapladı ve indiğim basamakları çıkarak annemin yanına vardım. Kızarmış görünen yanağına ıslak, abartılı bir öpücük kondururken sevgiyle ona baktım. Aniden kalbimde bir ağrı hissetmiştim, annemi çok severdim. O da beni yanaklarımdan öperken, “Elbet okuyarak gidip geliyorum,” dedim, okuyarak geçireceğim sürede yakışıklı çocuklar kestiğimi anneme söyleyemezdim tabii. “Hadi içeriye gir de uyumaya devam et.”
Atkımı düzeltti. “Sağ salim gidip gel anneciğim.”
Onu bir kere daha, huzursuz bir şekilde gümbürdeyen kalbime anlam veremeyerek öptüm.
“Bay bay.”
Bozuk asansöre ters ters bakıp merdivenleri koşarak indim ve az sonra sokak kapısından dışarıya fırladım. Çöp poşeti hâlâ su damlatıyordu. Onu en yakınımdaki çöp konteynerine atarak metro durağına doğru yürümeye başladım. Hava serindi. Bahar mevsiminin başındaydık, cemre yakın zamanda düşmüştü. Kaldırım kenarında koştururken, bir yandan da düşmemesi için atkımı tutuyordum. Üzerimde yüksek bel kot pantolonumla kırmızı renkli, içi yünlü sweat vardı. Siyah, şişme montumu giyinmiş, kızıl kahvesi saçlarımı örmüştüm. Koşarken birkaç tutam örgüden sıyrılarak yanağıma düşmüştü ama dert değildi. Metroya vardığımda yürüyen merdivenlerde kulaklığımı taktım ve telefonumdan şarkı seçerken merdiven bitti.
Az sonra metroya binmek için alt kattaydım.
Birikmiş bir yığın insan kalabalığına karışırken bir Duman şarkısı dinliyor, dudaklarımla da şarkının nakaratına eşlik ediyordum. Metro istasyonuna indiğimden beri içimde garip bir his vardı. Kapalı, basık alanlardan korkmazdım ama ilk kez kendimi burada rahatsız hissetmiştim. Rengini saçlarımdan alan kızıl kahvesi gözlerimi metronun geçtiği demir zemine indirerek olduğum yerde ürperdim ve az sonra metro demirlerinin titrediğini gördüm. Metro uğultuyla yaklaşıyordu. Oturacak yer olması umuduyla iç geçirirken metro göründü ve birkaç saniye sonra durarak kapılarını açtı. Birkaç koltuk boştu, en azından onlardan birini kapabileceğimi düşünerek insanları nazikçe ittirdim ve metronun içine girdim.
Ama maalesef, hepsini doldurmuşlardı.
Yüzümü asarak kalabalıktan uzaklaştım ve daha az tenha olan kısma geçerek başımın üstündeki demirden tutunmaya başladım. Kısa sürede herkes binmiş, inecekler inmiş ve metro tekrar hareket etmeye başlamıştı. Başımı yanımdaki demire yaslayarak ve yine başımın üstündeki demire tutunarak yerimi sağlamlaştırdıktan sonra çantamın askılarını biraz daha sıkılaştırdım. Arkamda, yanımda, sağımda ve solumda birçok insan vardı. İç çekerek elimi çantamın askısından uzaklaştırdım ama bu sırada da çok hareketlendiğim için kulaklığımın biri kulağımdan çıkmıştı. Durdum ve omzumun üzerindeki kulaklığıma bakarken ona uzanmak için parmaklarımı kaldırdım. Fakat o anda bir şey oldu.
Birkaç uzun parmak, omzuma düşmüş kulaklığı aldı ve kulağıma taktı.
Kulağıma!
Taktı!
İrkilerek, hiç beklemediğim bu davranışa tepki vermek için omzumun üzerinden arkama döndüğümde, aralanmış dudaklarım konuşamadan hemen kapandı ve kalbim, ilk kez göğsüme bu kadar sert çarptı. Gümbürdeyişinin sesi bir an beni sağır etmişti. Etrafımdaki sesler ve olaylar bir sis perdesinin ardında kalmış gibiydi. Zorlukla yutkundum. O... Ona ilk kez yakından bakıyordum.
Oğuz, safir rengi gözleriyle bana bakıyordu.
Gözlerinin rengini o an fark etmiştim.
Gülümsüyordu. İki yanağındaki gamzelerini âdeta gözüme sokarak dudaklarını kıvırmış, tutunduğu yerde sallanarak bana bakıyordu. Kıvırcık saçından bir tutam alnına dökülmüştü ve kızarmış yanakları, gamzelerinin üstündeki kurdele gibiydi. Çünkü gamzeleri ona gerçekten hediye olmalıydı. Gözünün altında bir çizik vardı, kırmızıydı. Burnunun üstünde bir ben vardı, fakat gerçekten ona yakışıyordu. Buğday tenli, iri gözlü, kalın dudaklı, gamzeli bir hediye paketi gibi karşımdaydı. Konuşmayı çok sonra akıl ettim.
“Teşekkür ederim.”
“Seni tanıyorum,” dedi aniden, bana küçük çaplı kalp krizi geçirterek. “Pileli kırmızı eteğinle yanımdan geçmiştin.”
Ah, beni tanıyordu sahiden. Evet, bundan iki hafta önce kırmızı bir etekle onun önünden geçmiştim ama beni gördüğüne ihtimal vermemiştim. Ben onu tanıyordum ama onun beni tanıdığını düşünmüyordum. Aynı okulda okuyorduk, ikimiz de lise son sınıf öğrencisiydik fakat farklı sınıflardaydık. Tabii onu tanıyordum. Bilirsiniz, okulun popüler çocuklarını herkes tanır. Üstelik o çocuk basketbol takımının kaptanıysa ve yanaklarında herkesin iç geçirerek baktığı iki gamzesi varsa...
Hafifçe kızardım. “Ama ismimi bilmiyorsun, değil mi?” diye sordum, ona heyecanlı bir karşılık verirken.
Gülümsedi. “Galiba sen benimkini biliyorsun?”
Bundan daha çok utandığım anlar sayılıydı. İnlememek için yanağımın içini ısırdım. “Basketbol takımındaki herkesi tanırım,” diyerek durumu kurtardım. Aferin kızım Beste!
“Hımm,” dedi hâlâ gülümsemeye devam ederek. Lüle lüle saçları kaşlarına kadar serpilmişti. Dilini dudaklarında gezdirdi. “Demek basketbol seversin?”
En sevdiğim basketçi sensin, demedim. “Evet, öyle.”
“En son hangi maçı izledin?”
Senin maçını? “Ihmm...”
“Evladım, bir çık!”
Bastonlu bir teyzenin Oğuz’u ittirerek aramıza girdiğini anladığımda, tutunduğum yere daha sağlam tutunarak birkaç adım geriledim. Aynı şekilde Oğuz da birkaç adım gerilemiş ve göz temasımız bozulmuştu. Bastonlu tombul teyze ikimize de sinsi sinsi bakarak önüne döndüğünde, aptallaşmış vaziyette bakışlarımı kaçırdım. Artık uzağımdaydı, teyze yüzünden birbirimizi göremiyorduk ve dönüp kendisine baksam utanacağımı biliyordum. Telaşla ve fazla heyecana kapılmış halde, âdeta önümdeki demire sarılarak ondan başka her yere baktım. Okulda onu birçok kez görmüştüm ama ilk defa konuşma fırsatımız olmuştu. Yakınımda durmuştu, gülümsemişti, kendini kalbimle tanıştırmıştı, benimle konuşmuştu. Kulaklığımda çalan şarkıya asla odaklanamayıp daha fazla dayanamayarak parmak uçlarımda, onu görmek için yükseldim.
Bana bakıyordu.
İkimiz de bakışlarımızı kaçırdık.
Aptal aptal gülmemek için yanaklarımın içini ısırdım ve başımı asla kaldırmadan yere baktım. Bir sürü ayak vardı ve benim başım dönüyordu. Metro istasyonuna girdiğimden beri hissettiğim gerginlik artmış, bunun yanında kalbim hiç vermediği tepkiler vermeye başlamıştı. Terleyen avuçlarımdan birini kotuma silerken, birkaç gencin gülüşme sesini duydum. Lise ve dershane bu metronun gittiği son durakta olduğu için çoğu zaman öğrenciler olurdu ve son durağa gidene dek metroda yalnızca öğrenciler kalırdı. Liseye başladığımdan beri bu böyleydi.
Metro durdu.
İnsanlar indi.
Ve metro yoluna devam etti.
Bu böyle devam etti. Durak sayısı oldukça fazlaydı ve insanlar sürekli binip iniyordu. Bakışlarımı kontrol etmekte zorlanıyor, sürekli yere bakıyor ve ayakkabıları sayıyordum. Oğuz yalnızca birkaç adım gerideydi. Tamam, ona çaresiz bir şekilde âşık değildim ama kütüphanede, başımı test kitabımdan kaldırıp onu gördüğümden bu yana ondan çok hoşlanıyordum. Bir eli kıvırcık saçlarını karıştırırken, gamzelerini göstererek gülümserken, kravatını elinde çevirerek arkadaşlarına takılırken... Güneş teninde parlarken...
İç çektim.
Metro durdu.
İnsanlar indi.
Ve metro yoluna devam etti.
Ona bakmamayı başararak dakikalar geçirdim, zaten artık onun da bana baktığını düşünmüyordum. İnsanlar azaldıkça metro içindeki gürültü artmıştı çünkü bir tek öğrenciler kalmaya başlamıştı. Lise öğrencilerini bilirsiniz, hiç susmadan konuşma becerilerine sahiplerdir ve metroda birtakım arkadaşları bulunuyorsa asla susmazlar. Basketbol takımındaki birkaç çocuğun da metroya bindiğini ve Oğuz’u selamladığını göz ucuyla görmüştüm. Üçünü de uzaktan tanıyordum. Selim, Cesur, Fatih ve Selim’in sevgilisi Esra buradaydı. Esra’dan hoşlanmazdım, okulda yiyişmediği çocuk kalmamıştı ve bunun yanında Selim’le birlikte olmasına rağmen Oğuz’a kur yapıyordu. Bunu, Selim’den başka okuldaki herkes görüyor ve biliyordu.
Kulaklığımdan bana seslenen şarkıyı değiştirmek üzere telefonumu elime aldığımda metro bir durakta daha durmuş ve bir yığın insan inmişti. Sonunda oturacak yer bulduğuma sevinerek az önce kalkan bir kadının yerine oturdum ve telefonumdaki şarkıyı değiştirdim. Kahretsin, oturduğum yerden Oğuz’un ayaklarını, doğrusu ayakkabılarını görüyordum. Yanında duran, bahsettiğim arkadaşlarıyla konuşuyordu. Tatlı, çekici sesini hafiften duyuyordum. Metrodaki koltukların büyük kısmı boşalmasına rağmen ne o ne de arkadaşları oturmuştu. Duman grubunun diğer bir şarkısı kulağımda çalarken Oğuz’un ayakkabılarının kıpırdadığını gördüm ve az sonra bana doğru geldi. Hâlâ ayakkabılarını izliyor, bana yaklaştığını görüyordum.
“Ne yani?” diyen Esra’yı duydum. Cilveliydi. “Kalçalarım bu kadar güzelse onları saklamak saçma olmaz mı?”
Cesur ve Fatih’in arsızca güldüğünü, Selim’in onlara sövdüğünü duydum. Oğuz bir tepki vermemişti ama adımları milim milim bana yaklaşıyordu. Stresle ellerimi ovalarken, “Bu kadar cesurca giyinmene de gerek yok,” dedi Selim. “Sadece dershaneye gidiyorsun.”
“Gözlerine sahip çıksınlar, bakmasınlar,” dedi Esra, kırmızı spor ayakkabılarını görüyordum. Ve uzun, tüysüz bacaklarını. “Doğru, güzel kalçaya herkes bakar ama mesela bence Oğuz öyle biri değil...”
Yine Oğuz’a iş atıyordu. Kendimi, onu boğarken düşünüp rahatladım.
“Oğuz, hadi dürüst ol. Sen hiç kalçalarıma baktın mı? Selim, Oğuz senin arkadaşın ve o baktıysa, haklısın, herkes bakar. Söylesene Oğuz, baktın mı?”
Selim ağzının içinde söylenirken, Cesur ve Fatih kıs kıs güldü. Oğuz’un metro demirine tutunarak sallandığını gördüm. “Kalçalarına bakmış olsaydım, okul köşelerinde Selim’le değil, benimle öpüşüyor olurdun,” dedi, sesi alaycıydı. “Şu kadar bile ilgimi çekmiyorsun Esra.”
Bunların ne tür bir arkadaşlıkları vardı Allah aşkına! Fatih ve Cesur yine kıs kıs gülerken, Selim’in küfrederek Oğuz’u ittirdiğini gördüm. İşte her şey tam o sırada oldu. Oğuz bu ittirilmeye sırıtarak karşılık verirken ayakları dolandı ve kontrolünü sağlayamayarak yanımdaki boş koltuğa düştü. İrkilerek koltuğumda geriye sıçrarken, gözlerim mecburi şekilde ona kaydı. Esra dâhil olmak üzere hepsi Oğuz’a gülerken, Oğuz da omzunun üzerinden bana bakmıştı. Bakışı, göğsümü yakıyordu. Gamzelerini gösterdi. “Selam.”
Ağzım kurudu. “Selam.”
Hemen önüme dönmek üzere kıpırdandığımda onun rahat bir şekilde kulağımdaki kulaklığa uzandığını gördüm ve gözlerimi büyütmeme fırsat vermeden kulaklığı kulağımdan çıkardı. “Ne dinliyorsun?”
Arkadaşları bizi izleyerek pis pis gülümsedi, elbette Esra hoşnut olmamıştı. Onların bakışlarından rahatsız olarak kıpırdandım. “Duman.”
“Bakalım.” Kulaklığın sol tarafını hiç tiksinti duymadan kendi kulağına taktığında, ben hâlâ alık alık ona bakıyordum. Tatlı gamzelerinden gözlerini ayırırsam Allah affetmezdi. İri, uzun boylu, sporla beraber gelişmiş bir vücuda sahipti. Kıvırcık saçlarını üfleyerek alnından uzaklaştırırken, gözlerini kısarak kulağını şarkıya verdi ve biraz sonra gözlerimin içine bakarak şarkıdan bir sözü mırıldandı. “Ölmeden son bir defa, belini kavrasam yeter...”
Bütün vücudum karıncalandı.
Bakışlarımı önüme düşürerek titreyen ellerimdeki telefonu kucağımda sabitledim ve bir daha asla ona bakmadım. Yan yanaydık, bacağı bacağıma hafifçe temas halindeydi. Terlemiş, kızarmıştım. Aynı telefondan, aynı kulaklıktan, aynı şarkıyı söylüyorduk. İçimizi aynı şey okşuyordu. Ona ilk kez bu kadar yakındım.
Metro durdu.
İnsanlar indi.
Ve metro yoluna devam etti.
Artık sona yaklaşıyorduk, son durağa. Metroda çok az insan kalmıştı ve yanılmıyorsam hepsi dershane öğrencisiydi ve dershaneye gidiyor olmalılardı. Birkaç dakika sonra inecektik, onunla paylaştığım bu an belki de ilk ve son olacaktı. Bu yüzden gözlerimi kapattım. Bu anı en derinden hissederek tadını çıkardım. Platoniği olduğum çocukla son zamanlarımın en güzel anını geçirdim.
Ta ki, o ana dek.
Bir gürültüye kadar.
Önce anlamadık. Metroda on kişiden fazlaydık ve gürültüyü hepimiz duymuş, susmuş, birbirimize bakmıştık ama ses bu kez daha yüksek çıktığında, hepimiz o sesi takip ederek metro camlarından dışarıya baktık. Gördüğüm ilk şey, sarsılan tavan oldu. Metronun üzerindeki yüksek tavan sarsılıyor, duvarlarından taşlar dökülüyordu. Ağzım bir karış açıldı ve korku kalbimi yaktı. O andan sonra yaşananlar da, bu ana kadar yaşananlardan daha korkutucu oldu.
Sallanan, taşları dökülen yüksek tavan uzaktan yakına doğru, gürültüyle yıkılmaya başladı ve kulakları sağır edecek sesler çıkardı. Hepimiz çığlık atarak, hâlâ ilerleyen metronun diğer ucuna doğru koşmaya başladık ama ne yaptığımızın çok da bilincinde değildik. Tavan yıkılıyordu ve metro ilerledikçe, yıkılan tavan rayların üzerine düşerek arkamızda bir yığın oluşturuyordu. Her şey o kadar hızlı ve ani gelişmişti ki, çığlık atarak kaçışmaktan başka şey yapamıyorduk. Yol çöküyor, taş yığınları ardımızda kalan rayların üzerine düşüyor ve metronun arkasında birikiyordu. Boğazım düğümlenmişti. Sanki içime korku yağmurları yağıyormuş gibi korku seline kapılmıştım. Ne yaptığımı, nereye gittiğimi bilmiyordum.
Yol çöküyor, yığılan taşlar üst üste biriktiği için bir duvar gibi metronun arkasında engel oluşturuyordu. Bir an sonra ışıkların gidip geldiğini gördüm ve birkaçının ilkyardım düğmesine basarak bağırdığını duydum. Karanlıkta kaldığımızda çığlıklar biraz daha çoğaldı, Metro durdu ve son durağa geldiğimizi anladığımda çaresizce etrafımda döndüm. Göremiyordum ama bağırtılardan anlıyordum ki herkes kapılara koşturuyordu. Dizlerim titrediği için hareket edemedim ve birisi karanlığın içinde titreyen elimi bulup beni kendisiyle beraber dışarı çektiğinde onun kim olduğunu kalbimin derininde hissettim.
Oğuz’du.
Çünkü esas oğlanlar daima kurtarıcıdırlar.
Herkes aynı anda aralanan kapıdan dışarıya âdeta birbirini ittirerek fırladığında ben Oğuz’un eline sıkıca yapıştım. Karanlığın içinde biri telefonunun fenerini yaktı ve metrodan düzlüğe çıkarak korkuyla birbirimizin suratına baktık. Ter, kan, korku, dehşet, şok içindeydik. Sonra dönüp raylara ve etrafımıza baktık; bir yığın taşın ve betonun yıkılarak üst üste bindiğini ve çıkış yolunu kapattığını gördük. Taşlar öyle birikmiş ve üst üste gelmişti ki, âdeta bir tavan oluşturmuş ve gökyüzünü görmemize engellemişti. Yol metro istasyonuna çökmüş, ışıklar arızalanmış, istasyonun tüm iyimser imkânları devre dışı kalmıştı. Önümüzde ve arkamızda koskocaman, büyük bir duvar vardı ve hepimiz o duvarın önünde küçücük kalmış, manzaraya bakıyorduk. Kesif korku, konuşmamıza hatta ağzımızı açmamıza izin vermiyordu. Elimin içindeki el hâlâ sıcaktı ama benim ciğerlerimdeki hava boşalmış, tenim buz kesmişti. Herkes galeyana geldi, bağırdı, küfretti.
“Neler oluyor?”
“Ne boklar dönüyor?”
“Hassiktir!”
“Kamera nerede amına koyayım? Bu nasıl şaka!”
“Bu hayatın seni siktim lan deme şekli falan mı?”
Çıkış yoktu. Her şey önümüze yığılmış, yığılmaya da devam ediyordu. Yalnızca, başımızın üzerindeki tavan sallansa da hâlâ yıkılmadan duruyor, bir mucize bizi ölümden kurtarıyordu. Sanki deprem olmuş, biz enkazın altında kalmıştık. Metro durmuş ama inen bir şoför olmamıştı çünkü yeni metroların şoförsüz olduğunu biliyordum. Yol şatafatlı şekilde, gürültüyle ama her an azalarak önümüzde birikti ve bizim tüm çıkışlarımızı kapattı. Burada, tam bu noktada kapana kısılmıştık ve önümüzdeki taşları kaldırıp atmamızın imkânı yoktu. Âdeta bir enkazın altındaydık. Bir felaketin, çıkmazın, çıkışı kayıp bir istasyonun içindeydik.
Yere ne kadar yakınsak yıldızlara o kadar uzaktık.
Ve çıkışı bulmak için insanlığımızı kaybedeceğimizden henüz habersizdik.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...