0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

7. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

 

  “Umut, hayal kırıklığına gebedir.”

7

 İLK ÖLÜM

Buradaki altıncı günümüzdü.[E1]

Konuşacak mecalimiz bile kalmamıştı.

Bu geçen günlerde artık sanırım telefonlarımıza, saatlerimize bakmayı bırakmıştık. Acelesiz, ümitsiz yaşıyorduk. Az konuşuyor, enerji harcamamaya gayret gösteriyorduk. Bazen tartışıyor, sinir krizleri geçiriyor ama bunun fayda etmediğini anladığımızda sakinleşiyorduk. Susuzluk ve açlık en temel sorunumuzdu, bunun dışında tuvalet ihtiyacımızı karşılaşmakta da zorlanıyorduk ve bu bizi epey utandırıyordu. Hepimiz kirlenmiştik, kokuyorduk ve tüm bu olanlarla başa çıkmaya çalışırken ağlıyorduk. Karnım mideme yapışmış gibiydi, vücutlarımız zayıf düşmüştü.

Nasıl oluyor bilmiyorum ama ışıklar artık tamamen sönmüştü ve biz birbirimizin yüzünü zor ayırt edebiliyorduk. Açlık ve susuzluk gücümü epey emmiş, beni halsiz bırakmıştı. Metronun içinde, titreyen ellerimi ovuşturarak oturuyor ve sık sık yutkunarak boğazımdaki kuruluğun önüne geçmeye çalışıyordum. Suya çok ihtiyacım vardı, boğazımın artık tahriş olduğunu hissedebiliyordum. Elimde yiyecek çok az şey kalmıştı çünkü neredeyse hepsini tüketmiştim.

Arkadaşlar, açıkçası aralarından birini öldürüp yemek istiyordum.

Kan, su ihtiyacımı karşılar mıydı?

Kendi düşüncelerime öğürerek yüzümü buruşturduğumda, metronun dışından yükselen kusma sesini duydum. Çocukların birçoğu mide bulantısı geçirerek kusuyordu ve kusmuk kokusuna artık alışmıştık. Kimsenin kimseyle konuşacak mecali kalmamıştı, hepsi neredeyse ölmeyi bekliyordu ama benim hâlâ umudum vardı. Biri bizi bu enkazın altından kurtaracaktı, biliyordum. Kurtulacağımızı hayal ediyor ama kendime bizi hâlâ neden kurtaramadıklarını soruyordum. Muhtemelen tüm televizyonlarda, haberlerde, gazetelerde durumumuz belirtilmişti ve kurtarma ekipleri buraya sevk edilmiş olmalıydı. Acil bir durumdu, ülkenin gündemine oturmuş olmalıydık ama bizi kurtardıklarını gösteren hiçbir işaret yoktu. Henüz hiçbir ses duymuyordum, ne olmuştu da burada hâlâ bekliyorduk anlayamıyordum. Dayanabilirdim[E2] , birkaç gün daha. Hem, benim hâlâ biraz suyum vardı ama öleceğimi hissedene kadar içmeyecektim.

Açtım ama hâlâ zekiydim.

Oğuz’u bulmak için metrodan dışarıya çıktığımda, azıcık ışıkla yolumu buldum ve dönüp raylara baktım. Bu sefer kusan Ümmü Gülsüm’dü. Zaten aramızda en çok kusan kendisi olmuştu ve âdeta ıkınarak kusuyordu. Ağrıyan başımı ovuşturarak kalabalığın arasında Oğuz’a baktım ve onun karnını tutarak kıvrandığını gördüm. Endişe kalbimi ele geçiriyordu. Ne oluyordu? Yanına nasıl gittiğimi bilemedim ama bir an sonra dizlerimin üstünde, onun yanındaydım. “Oğuz?”

“Beste...”

Herkes kendi derdine derman aradığı için kimse bizimle ilgilenmiyordu. Elimi onun terli alnına yasladım ve korkuyla sordum. “Neyin var senin? Ölecek misin?”

Bir an güler gibi oldu. “Seni burada yalnız bırakacağımı da nereden çıkardın?”

“Şey ben... Affedersin!” Fersiz, safir renkli gözleri gözlerimle buluştu. “Oğuz, karnın mı ağrıyor?”

“Bestegül, sen çok güzelsin biliyor musun?”

Ona tokat attım.

Gerçekten yaptım.

Bir anlık şaşkınlıkla ne yaptığımı bilemedim ve sert tokadımı yanağına indirdim. “Aniden oluyor mu ama yani?”

Yüzü yana doğru savrulduğunda, dudaklarının arasından halsiz bir kahkaha fırladı ve ben o an yaptığım şeyle yüzleşerek utançla yanağına bakakaldım. Ah, nasıl kıymıştım ben ona? Gerçekten bilinçsizce olmuştu. Pişmanlıkla gözlerimi yumdum. Acı çekerken bir de benim tokat atmam... “Hey, acımadı.” Uzandı, elimi kavradı. “Bestegül, kızmadım.”

“Nasıl oldu anlamadım,” diye açıkça itiraf ettim. Ona doğru eğildiğim için yüzlerimiz yakındı. Fısır fısır konuşuyorduk. “Sen aniden güzelsin dediğin için şaşırdım.”

“İlk kez mi birisi sana güzel olduğunu söyledi?”

“Yoo,” dedim havalı havalı. “Akil de söylerdi bunu, yani biz birlikteyken.”

Bana dik dik baktı. “Sorduk mu?”

Terslendim. “Sordun ya!”

“Doğru!”

Yüzünü koluna yaslayarak karnını ovuşturmaya devam ettiğinde, birkaç kişinin öksürdüğünü duydum. Etraf pis kokuyordu ve zaman, aydınlık, karanlık kavramını yitirmiştik.[E3]  Her şey zifiriydi. Melodi’ye bakındım, Oğuz’un arkasındaydı ve yüzü bembeyaz kesilmiş, gözlerinin feri sönmüştü. Uzanarak elini tuttum. “Melodi, iyi misin?”

“İyiyim canım, asıl sen nasılsın?”

Hepimizin az miktarda yiyeceği olduğu için ölmemize biraz daha zaman vardı. Fakat yiyeceğini tüketmiş olanlar dirençlerini tamamen kaybetmişti. Hâlâ biraz bisküvim vardı ve biraz daha idare edebilirdik. Birileri bizi burada bulana kadar dayanabilirdik. Melodi’nin buz gibi olan elini ovuşturdum. “İyiyim, umudumu kaybetmedim.”

Bakışları yanıma, Oğuz’a düştü. “Onun neyi var?”

Üzüntüyle iç çektim. “Sanırım karnı ağrıyor.”

Tekrar ilgimi Oğuz’a verdiğimde, “Midem,” diyerek düzeltti beni. “Genetik olarak midemde bir rahatsızlık var, çok yediğimde veya tamamen aç kaldığımda ağrıyor.”

“Senin için ne yapabilirim?”

Uzandı ve parmaklarımı tuttu.

“Bunu.”

Bunu elbet yapardım, hem de memnuniyetle. Elimi elinden çekmedim ve onun acı çeken yüzüne bakamayarak bakışlarımı diğerlerine çevirdim. Esra ve Selim beraber ayağa kalkmış, metronun içine yürüyorlardı. İkisinin de yorgun olduğu aşikârdı. Onlar metronun içinde gözden kaybolduğunda bakışlarım diğer çocuklara kaydı. Cesur ile Fatih sıkıldıkları ve oyalanmayı istedikleri için el kızartmaca oynuyor, Arzu ara ara onlara katılmak istiyordu. Fatih benim bakışlarımı fark ederek sordu. “Oynamak ister misin güzellik?”

Aslında olabilirdi. Omuz silktim. “Olur.”

Yanlarına gitmek için elimi Oğuz’un elinden kurtarmam gerektiğini fark ettiğimde, ona dönerek elimi hafifçe çektim ama o elimi daha sıkı tuttuğunda gitmemi istemediğini fark ettim. Kıkırdayarak Fatih’e döndüm. “Olmazmış.”

Cesur halsizce güldü. “Siz şimdi ne oluyorsunuz?”

Evet, biz şimdi neyiz?

Sahiden? Ne oluyorduk? Aslında buna çok takılmazdım. Birbirimize karşı ilgiliydik ve beraber vakit geçirmeyi sevdiğimiz için genelde yan yanaydık. Gülerek karşılık verdim. “O benim namusum.”

Herkesten aynı anda gür bir kahkaha yükseldiğinde, bir an için hepsinin kötülüğünü unutarak yüzlerine gülümsedim. Güleceklerini bildiğim için saçmalamıştım ve zaten amacım da buydu. Dalga geçerek onları gülümsetmiştim. Allah aşkına, her ne kadar umudumu kaybetmesem de buradan kurtarılmayabilirdik ve son günlerimizi birbirimizi inciterek geçirmektense birbirimizi güldürerek geçirmeyi tercih ederdim.

Tıpkı bir meleğim.

Kahkahalar azalarak bittiğinde, “Aslında çok kafa kızsın,” dedi Keskin ve bana karşı kurduğu ilk olumlu cümlenin bu olduğunu fark ettim. “Hayret, okulda nasıl fark edemedim ben seni.”

Cesur pis pis güldü. “Kafanı kızların göğüslerinden kaldıramadığın için olabilir.”

Gözlerimi devirdim.

Keskin kıs kıs güldü. “Doğru.”

Oğuz elimi yavaşça sıktığında bunu bir işaret olarak algılayarak ona döndüm ve gözlerini açtığını gördüm. Safir hareler parlak ve kristalimsiydi. Tekrar ona doğru eğildiğim için yüzlerimiz yakındı. Neden elimi sıktığını bilmiyordum ama ona döndüğümde, alnının kırıştığını gördüm. İnsanlar bize olan ilgisini kaybedene kadar sessizliğini korudu. Az sonra, “Babamı bıçaklamamla ilgili hiçbir şey söylemedin,” dedi gergin bir sesle. “Bana olan fikirlerin değişti mi?”

“Hayır hayır,” dedim herhangi bir endişeye kapılmasına izin vermeyerek. Gözlerimi kaçırdım. “Tahmin ettim. Bana babandan biraz bahsetmiştin. Çalışmadığını, vaktini kumar oynayarak geçirdiğinden falan. Böyle senaryolar bellidir işte. Kesin annenle tartıştığı bir anda araya girmişsindir ve yanlışlıkla olmuştur. Flash TV’de hep böyle filmler olurdu ben küçükken. Doğru değil mi? Böyle yaşandı bıçaklanma olayı.”

Yüzü bir an için kederlendi. “Evet, epey yaklaştın. Bu tarz bir şeydi, sadece annemi koruyordum Bestegül.”

Elimi alnına dayayarak terli tenini sildim. “Biliyorum Oğuz.”

“Burada hepimize bir kız düşüyor,” dedi Keskin, sakallarını sıvazlayarak gülerken. “Benim kızım hangisi?”

“Öleceksin, hâlâ dalga geçebiliyorsun,” dedi Şüeda, kısık sesiyle. “İnanılmazsın.”

Keskin ayağıyla Şüeda’nın ayağına vurdu. “Seninle metroya gidelim mi?”

“Hani, sen âşık değil miydin?” diye sordum aniden kendime engel olamayarak. “Nasıl bir başkasıyla flörtleşmekten bahsediyorsun?”

“Herkesin aşk anlayışı bir değildir,” dedi, gerilmişe benziyordu ama dudaklarında hâlâ alaycı bir gülümseme sallanıyordu. “Âşıksam sadık olmak zorunda değilim.”

“Bu iğrenç bir düşünce. İnsan âşıksa zaten nasıl bir başkasını isteyebilir ki?”

“Çünkü kime âşık olduğun her şeyi değiştirebilir,” diye yanıtladı beni. “İleride bir zamanda, tabii buradan çıkarsam ve bir mucize olur da başkasıyla evlenirsem bile ona âşık kalmaya devam edeceğim. Anlamadığın işlere burnunu sokma.”

Oğuz hafifçe doğrulurken, “Neden onunla konuşuyorsun ki?” dedi bana. “Seni tersleyip duruyor işte.”

Kıskandı.

KIS. KIS. KIS.

Bu durumda bile iç sesimin lakayt kalmasına şaşırarak omuzlarımı silktim. “Birileriyle konuştuğunda vakit daha çabuk geçiyor.”

“Benimle konuşabilirsin,” dedi, sırtını duvara yaslarken. “Ağrın sızın var mı?”

“Midem bulanıyor.”

“Doğal,” dedi, koluyla alnını silerken. Hepimizin yüzü biraz kirlenmişti ama buna rağmen yakışıklı görünüyordu. “Bizi yakın zamanda kurtaracaklardır. Yol rayların üzerine düştü ve enkaz metronun arkasına kadar uzanıyor. Uzun bir yolun taş yığınını kaldırmak kolay değil. O yığıntıyı biz geçemiyoruz ama onlar geçerek bizi bulacaklardır.”

Fısıldadım. “Seslerini duyamıyorum.”

“Ben de,” dedi ve hemen sonra buna mantıklı bir açıklama getirdi. “Yolun nereden itibaren yıkıldığını bilemiyoruz. Belki kilometrelerce bir yol yıkılmıştır ve o yolun enkazını kaldırdıkları için bize yavaşça yaklaşıyorlardır.”

“Belki de.”

“Belki öleceğim ama hâlâ yeterince mutsuz hissetmiyorum,” dedi ansızın. Gözlerinde kararsızlık arasında kalmış koyu bir gizem vardı. “Acaba bunun seninle bir alakası olabilir mi Bestegül?”

Ayy tansiyonum düşünüyor!

Katya, tansiyon cihazım...

“Garip ama ben de böyle hissediyorum. Şu an deli gibi ağlamam lazım belki ama yeterince mutsuz değilim. Korkuyorum belki ama...”

“Yalnız olmadığını biliyorsun,” diyerek tamamladı beni.

“Evet.” Sırıttım. “Keskin var.”

Burnuma sıktı. “Şakası bile hoş değil taş bebek.”

Yanaklarım kızardı. “Taş bebek mi?”

“Hıhı.”

Utançla dudağımı dişleyerek bakışlarımı kaçırdığımda onun da yanakları hafifçe kızardı. Bahsettiği şeyde o kadar haklıydı ki. Normal şartlarda çok daha fazla fiziksel ve ruhsal acı çekmem gerekirken biraz olsun iyiydim ve bu doğrudan Oğuz’la ilgiliydi. Onun da benimle aynı şeyleri hissediyor olması mutluluk vericiydi. “Telefonlarınız hâlâ çekmiyor değil mi?” diye sordu Berfin, öylesine sorulmuş, ümitsiz bir soruydu bu. “Birkaç dakika bile çekse keşke. Onlara hangi durakta kaldığımızı söyleyebilsek.”

“Söylesek ne olacak sanki?” diyerek kahırlı bir yüzle ona döndü Arzu. “Bu tarafa gelmeleri için bir yığın betonu, belki tonlarcasını kaldırmaları gerek. Günlerce sürebilir bu.”

“Ama en azından bütün ülke yokluğumuzun farkındadır ve günlerdir bizi enkazdan çıkarmaya uğraşıyorlardır. Sadece birkaç gün daha...”

“Nefes alamıyorum artık,” dedi Melodi. “Gün kavramını yitirdim. Karanlığı, aydınlığı, açlığı, tokluğu hissedemiyorum. Kavramları yitiriyorum. Beynim uyuştu, kaslarım sızlıyor, göğsüm ağrıyor...”

“Hepsi bizde de oluyor,” diyerek ona yalnız olmadığını hissettirmeye çalıştım. “Ama bak, hâlâ yaşıyoruz!”

“Buraya bakın!”

Cümlemin hemen ardından duyduğumuz bu sesle beraber kısa bir duraksama yaşayarak hepimiz başımızı metroya çevirdiğimizde, Selim’in metro kapısının ağzında heyecan ve mutlulukla bize baktığını gördük. Buna bir anlam verememiştim. Gülümsemesi için hiçbir sebep bulamamıştım. Esra’nın sesi metronun içinden yükseldi. “Selim, onlara haber vermemeliydin!”

Selim eliyle bizi çağırdı. “Çabuk gelin, gördüğünüze bayılacaksınız!”

Hemen ardından metronun içine doğru koşmaya başladığında bir an birbirimize bakarak bunu sorguladık ama hemen sonra kalkarak halsizce metronun içine yürüdük. Kapıdan içeriye bir grup halinde girdiğimizde, Selim ve Esra’yı ileride gördük. Bu, Oğuz’la birlikte girdiğimiz kapı değildi. Başka kapıydı. Keskin homurdandı. “Cilveleşmelerini izleyelim diye mi çağırdılar bizi?”

Yanlarına yürürken metro koltuğunun üzerindeki market poşetlerini gördük ve hepimiz bir an inanamayarak duraksadık. Market poşeti? Evet, öyleydi. Hem de içleri dolu görünen market poşetleriydi. Ama nasıl, burada... Hayretimizi gören Selim, “Sanırım o gün, birisi market alışverişi yapmış ve poşetlerin ikisini burada unutmuş!” Heyecan ve umutla konuşuyordu. “Abur cubur dolu lan! Hepsi hazır yiyecekler, bir de ekmek var! Tamam, bayağı bayatlamış, taş gibi olmuş ama açlığımızı bastırır.”

Duyduklarıma inanamadım. Bu bir sanrı mıydı? Ellerimle gözlerimi ovuşturarak kirpiklerimi defalarca kırptığımda Oğuz’un yanımda halsiz bir kahkaha patlattığını gördüm. Onun kahkahasını diğerlerinin halsiz ama umutlu gülüşleri takip etti. Cesur ve Fatih heyecanla dönüp birbirlerine sarılırken, kızlar da dönüp birbirini kucakladı. Melodi beni kolumdan tutarak sarstı. “Oha! Yemek!”

Selim, muhtemelen içindekileri bize göstermek için poşete uzandığı sırada Esra durduğu yerden ileriye atılarak koltuktaki poşeti kucakladı ve şaşkınlığımızı fırsat bilerek hızla geriye doğru kaçtı. “Aptal! Bunları onlardan gizleyerek beraber yiyecektik! Şu gereksiz iyi niyetinden nefret ediyorum Selim!”

“Açlıktan böyle konuşuyorsun, yoksa kötü birisi olmadığını biliyorum Esra.” Selim ona gülümseyerek yanına yürüdü ve Esra onunla aynı anda geriledi. “Onlar hepimize birkaç gün yeter.”

Esra’nın gözleri aniden bana döndü. Lekeli yüzüne rağmen güzeldi ama gözlerinin hiç güzel baktığını görmemiştim. “Bestegül bizimle bir şeyini paylaşıyor muydu sanki? Cesur bir krakerini aldı diye cimrilik yapan o değil miydi?”

Bir an herkes bana baktı. Durarak kendimi sorguladım, haklı olabilir miydi? Evet, ben de abur cuburlarımı onlarla paylaşmamıştım ama o zaman onların da az biraz yiyeceği vardı ve onlar da benimle paylaşmamışlardı. Üstelik bir poşet yiyeceğim yoktu, birkaç paket yiyeceğim vardı. Bilmiyorum, belki haklıydı. Belki ben cimri birisi olabilirdim. Çok iyi bir insan değildim belki ama bir poşet yiyeceği onlarla paylaşırdım.

Paylaşır mıydım?

“Şartlar o zaman aynı değildi,” diyerek beni savundu Selim. “Ya da öyle olmasa bile, Bestegül paylaşmamış olmasa bile ben paylaşırım. Herkes kendi vicdanından sorunlu. Ver şimdi o poşeti!”

Esra, Selim’in sert çıkışından ürkerek poşeti ona verirken, “Tamam,” dedi. Fakat sadece ürkek değil kırgın gibi de görünmüştü gözüme. “Kızma, beraber yiyelim.”

Bazen Esra’nın Selim’i sevdiğini hissediyordum ama sonra geçiyordu.

Keskin pis pis güldü. “Ben bulsaydım hiçbirinizle paylaşmazdım.”

“Merhameti eksik biri olduğunu zaten biliyorduk,” diye homurdandı Oğuz.

Kıvırcık salatam.

Sakin ol.

Onu içimden severken, Selim halsiz gözlerini bize çevirerek, “Hadi oturun, paylaşalım bunları,” dedi ve o an onun iyiliğinden hiçbir şüphe duymadım. “Meyve suyu da var. Su yerine geçmez tabii ama yine de boğazımızdaki kuruluğu dindirir. Birkaç tane var, meyve sularını paylaşarak içeceğiz yani; bir kutuyu, birkaç kişi içecek.”

Hepimizin enerjisi bir anda yükselmiş, umudu artmıştı. Ben zaten hepsinden umutlu olandım ama şimdi diğerlerinin de burada yaşama tutunabilmeye olan inancı benimkine yetişmişti. Herkes metronun koltuklarına oturmaya başladığında, Oğuz benim için yer tuttu ve geçip yanına oturduğumda bana gülümsedi. Gamze Bey. Kızarık yanaklarındaki iki çukura iç geçirerek bakarken, “Ümmü Gülsüm yok,” dedi Şüeda, aniden oturduğu yerden doğrulurken. “En son rayların üzerinde kusuyordu, şimdi öğürme sesi gelmiyor ama yorgunluktan oraya düşmüş olabilir. Onu alıp geleyim.”

Sorma gereği duydum. “Yardıma ihtiyacın var mı?”

“Ben hallederim.”

O Ümmü Gülsüm’ü almak için metrodan dışarıya çıktığında, herkes koltuklara oturmuş ve Selim’in elindeki torbalara bakıyordu. Birkaçı gülümsüyordu. Açlığın ve susuzluğun dibini görüp bir lokmaya muhtaç olmanın ne olduğunu artık hepimiz biliyorduk ve eğer yaşarsak, unutmayacağımıza emindim. Oğuz sıcak parmaklarımın üzerine hafiften dokunurken ve beni utandırırken bir şey oldu.

Şüeda’nın çığlığı metro istasyonunda yankılandı.

Çığlık, acı ve hayret doluydu.

Bir an duyduğumuza inanamayarak hepimiz birbirimize baktığımızda, Şüeda’dan kor bir çığlık daha yükseldi ve bunu yüksek sesli haykırışlar takip etti. Ne olduğunu anlayamayarak büyük bir şaşkınlıkla yerimizden fırladık ve Oğuz her tehlikeye karşı elimden tutarak, benimle beraber metrodan dışarıya çıktığında, diğerleri de peşimizden geldi. Haykırış ve çığlıkları takip ederek koşuşturduk ve metronun arkasında kalan kısımda, rayların üzerinde çığlık çığlığa kalan Şüeda’yı gördük. Hepimizin ayak sesleri kesildi ve sessizliğin içinde duyulan tek ses onun çığlığı oldu.

Şüeda, Ümmü Gülsüm’ün arkadaşıydı.

Ümmü Gülsüm... Bakışlarım, başı Şüeda’nın kucağında olan Ümmü Gülsüm’ü buldu. Ağzının çevresinde hâlâ kusmuk vardı ve dudakları kıpırtısızdı. Kızarık olan teni, onu tanıdığımdan bu yana ilk kez böylesine solgundu ve yüzünde, hiç tanımadığım bir şey vardı. Hissediyordum. Hissetmiştim. Gözleri kapalıydı, elleri rayların üzerine düşmüştü ve bunca haykırışa rağmen kirpiğini bile kırpmıyordu. Çünkü kırpamazdı. Yüzündeki yabancı şey, ölümdü.

Çığlık atarak geriye kaçtım. “Aman Allah’ım!”

Çocuklar bu haykırışları anlayamayarak donmuş vaziyette arkamızda dikilirken, kendine gelen ilk kişi Oğuz oldu ve yukarıdan aşağıya, rayların üzerine atladı. Düşmüştü, inlemedi bile. Dizlerinin üzerinde Şüeda ve Ümmü Gülsüm’ün yanına vardığında, boğazımda bir çığlık büyüdü. Buz gibi olmuş, kendimi kaybetmiştim. Dünyanın ve içinde olduğumuz durumun altında kalmaya başladığımızı net olarak hissettiğim ilk andı ve benim çığlık atmaya mecalim bile yoktu.

Oğuz’un titreyen eli uzandı ve Ümmü Gülsüm’ün boynuna yerleşti.

Nabzını yokladı.

“Na... nabız yok.” Şüeda bir çığlık daha attığında kendimi dizlerimin üstünde, yerde buldum ve kafamı iki yana salladım. “Kız, ölmüş.”

Aynı anda birkaç çığlık ve hayret dolu bir bağrış koptu.

Sonra, çok sonra uzunca bir sessizlik oldu.

Sustuk ve ilk kaybımızı izledik.

BÖLÜM SONU.