9. BÖLÜM
“Yenilgiyi bilmek, yenilgiyi bilmeyen biri karşısında seni daha güçlü yapar.”
9
“ASTIM”
Ağlamaktan helâk olmuştum.
İyi değildim, hiç değildim. İnsan nasıl helâk olurmuş, şimdi anlıyordum. Ne gülmeye, ne güldürmeye halim vardı. Mutsuz, daha ümitsiz, daha çıkmazdaydım. Korkuyor, ölümü düşündükçe buz kesiyordum.
Metro o kadar ceset kokuyordu ki, hiçbir şekilde bu kokuyu bastıramayacaktık.
Berfin öleli koca bir gün geçti. Ümmü Gülsüm öleli toplamda üç gün oldu ve biz üç gündür berbat bir kokunun içinde, yaşıyor gibi yapıyorduk. Onlar öldüğünden beri metrodan dışarıya çıkmadık, ikisine de bir daha bakamadık. Berfin’in canice ölümü sonrasında o kadar kusmuş, o kadar üzülmüştüm ki, diğerlerinin tepkilerini görememiştim. Sadece Oğuz ve Selim’in Keskin’i ağzından, burnundan kan getirene kadar dövmüş olduğunu biliyordum. Kimse onları ayırmamıştı. Keskin’i dövmelerine izin vermişti herkes. Zaten kendisi de itirazda bulunmamış, yiyeceği dayağı kabul etmişti. O kadar kusmuş ve ağlamıştım ki, Oğuz dakikalar sonra beni kaldırıp diğer çocukları da metroya girmeye teşvik ettiğinde biraz rahatlamıştım. Metrodan çıkmamıştık, çıkabilecek gibi de değildik açıkçası.
Herkes bir bir ölüyordu.
Ben ölmemek için ne yapacaktım?
Burnumu ovuşturarak uzandığım metro koltuklarında gerindim ve yanağımı Oğuz’un dizine yerleştirdim. Dizlerinde yatıyordum, hepimiz yarı uyuklar vaziyetteydik ve saatimize göre, gece yarısındaydık. Konuşulacak bir şey kalmamış gibi, hiç konuşmuyorduk. Keskin dışarıdaydı. Oğuz onu, dövdüklerinden sonra raylara, Berfin’in ölüsünün önüne atmıştı ve gözlerini ne zaman açsa, Berfin’in parçalanmış yüzünü görecekti. Hak ediyordu, çok daha fazlasını hak ediyordu.
Yaptığı büyük adilikti.
“Böyle mi devam edecek?” Melodi halsizce, umutsuzca sordu. “Hepimiz ölecek miyiz?”
Ellerimi farkında olmadan dizlerimin arasında sıkarken, çocukların da en az benim kadar ürperdiğini belli belirsiz gördüm. Hiçbir şey olmasa açlıktan, susuzluktan ölecektik, biliyordum. “Kimsenin bizim için uğraştığı yok!” Akil bağırdı. “Sikerim böyle işi!”
“Haklısın kardeşim, haklısın.”
Cesur onu hararetle onaylayarak omzunda yatan Arzu’ya pet şişenin dibinde kalan son yudumu içirdi. Arzu gürültülü şekilde öksürüyordu, birkaç kez bu kokunun onu rahatsız ettiğini söylemişti. Onu, hepimizden daha fazla rahatsız ediyordu. Saçlarımın arasında Oğuz’un parmaklarını hissettiğimde uyandığını fark ettim ve rahatlıkla gözlerimi yumdum. Bir ara uykuya dalmıştı. “Uyandın mı?” diye sorduğumda, “Yok, hâlâ uyuyorum,” diyerek beni alaya aldı.
Gözyaşlarım içinde hafifçe güldüm. “Flörtleştiğin kıza iyi davranmalısın.”
“Ne?”
“Ne ne?”
“Flörtleştiğim kız mı?”
Hay aksi, o iç sesimdi. Yani iç sesim sandığım dış sesimmiş! Bazen böyle aptallıklar yapabiliyordum işte. Yanaklarım kıpkırmızı kesildi. “Onu ben demedim.”
Saçlarımı hafifçe çekti. “Kıvırma kıvırma!”
“Dansöz müyüm be, ne kıvıracağım!”
İç çekti, bu iç çekişte biraz gülüş saklıydı. Tam gülemiyordu, haklıydı. Bir an arsızlığımdan utandığımda, Oğuz’un parmakları yanağıma çarptı ve muhtemelen tenimin sıcaklığından, kızardığımı anlayarak fısıldadı. “Keşke o kadar karanlık olmasa da kızardığını görebilseydim. Tatlı oluyorsun.”
“Eyvallah.” Kalbim pır pır etmişti.
“Eyvallah bizden.”
Ben de iç çektim ve iç çekişe biraz gülüş kattım. Böyle, bu psikolojiyle tam gülemezdim. Onun benimle konuşmasını, kötü düşüncelerimden bir an bile olsa arındırmasını seviyordum. Selim ve Esra kendi aralarında fısıldaşırken, “Esra Selim’i hiç hak etmiyor,” dedi Melodi, beklemediğim şekilde. “Selim çok dürüst, iyi niyetli bir çocuk ama Esra öyle değil. Kalbi kirli.”
“Bazen kötülere de âşık olabilirsin.” Omzumu silktim, onun düşüncesine katılsam da söylediğim gerçeği göz ardı edemezdim. “İçindeki kötülüğe bile.”
“Kötü birine âşık olmuş gibi konuşuyorsun.”
Melodi’nin güzel saçlarına baktım. “Asıl sen birine âşık olacakmış gibi konuşuyorsun.”
Afallayarak bana döndü. “Ne?”
Fısıldadım. “Selim’le neden ilgilendin ki?”
“Öylesine.” Hızlıca yanıt verdi. Omuzlarını silkmişti. “Sonuçta hepimiz bunu görüyoruz.”
Tamam, abartıyor olabilirdim. Sonuçta ben de böyle düşünüyordum ama Selim’e âşık değildim. “Saçmaladım galiba, kusura bakma.”
Oğuz aniden, bir korku filminden çıkmış gibi fısıldadı. “Sizi duyuyorum.”
Melodi’nin gözleri büyüdü ve elimin üstüne bir tane yapıştırdı. “Al işte, utandırdın beni.”
“Kıs kıs kıs.”
“Ne?”
Melodi’nin tepkisiyle duraksadım. Ne yani, bunu da mı dışımdan söylemiştim? Dilimi ısırdım, saçmalıklarım bana kalmalıydı. Melodi hâlâ şaşkınca bana bakarken, “Kıs kıs kıs,” diyerek gülme efektimi söylendi Oğuz, muzip bir sesle. “Onun gülme efekti. Biz ha ha ha diye gülüyoruz, o kıs kıs diye.”
Ooo yiğidim.
Otur, yüz.
Melodi anlamlandırmaya çalışırken, “İlginç,” diyerek mırıldandı. Komik bulmuştu ve zaten komikti. “İçinden kıs kıs kıs naraları atıyorsun demek ki?”
“İç sesimi karıştırma.” Genişçe esnedim. “İç sesimin hızına yetişemezsin.”
Yüzünde komik bir mimikle önüne döndüğünde, bakışlarım tekrardan çocuklara düştü ve Fatih ile Cesur’un karşılarında oturan Akil ile Bakil’le muhabbet ettiğini gördüm. Hayat ve biz insanlar çok gariptik. Bir acıyı, üzüntüyü bile zamanı geçince eskitiyorduk. Az ilerimizde cesetler vardı ama biz neredeyse gülümseyebiliyorduk. İnsanlık yapımızda bu vardı. Psikolojimiz ne kadar hasar almış olsa da yaşamaya devam ediyorduk, çünkü aslında gerçekten ölmüyorduk.
“Bana mı bakıyorsun?” Akil’in sesini duyduğumda irkilerek gözlerimi kırpıştırdım ve hâlâ dalmış, onlara bakıyor olduğumu fark ettim. Elbette ona bakmıyordum ama bu sefer kendisini terslemeyecektim. “Nasılsın? Doğru düzgün hiç konuşamadık.”
“Burada nasıl olunursa öyleyim,” diyerek cevapladım, mesafeli bir şekilde. “Sağ ol.”
Kafasını salladı. Bir şey daha diyecek oldu ama bakışları yanıma kaydığında yüzü gerilerek söyleyeceği şeyden caydı. Oğuz’un ona ters ters baktığına emindim. Üff ne yapsın çocuk, bana âşık olmanın derdini çekiyordu tabii.
Kıs. Kıs. Kıs.
“Biliyor musun, Akil sana baktığında onu durduran bir şeyin olmasını istiyorum. Biraz kaba olacak ama sana yürümeye yeltendiğinde, onu durduracak bir sebep olmalı.” Oğuz fısıltıyla, yalnızca benim duyabileceğim şekilde konuşmuştu. “Şey, anlatabiliyor muyum?”
“Yoo.”
“Off Beste.”
Esneyerek sıcak ellerimi kızarmış yanaklarımla buluşturdum ve o esnada Keskin’in bağırtısını duydum. Yediği dayak ve açlığın sebep olduğu halsizlik yüzünden onu attıkları yerden kalkamıyor, ara ara inliyordu. “Alsanıza lan beni içeriye.”
“Bok girersin.” Selim sanki onu görebilirmiş gibi omzunun üzerinden arkaya baktı. Artık iyiden iyiye uzayan sakalları onu olduğundan daha olgun gösteriyordu. “Ne bileceğiz lan bir başkasına da uyuşturucu vermeyeceğini. Allahsızsın oğlum sen, şu kadar adam değilsin. Niye verdin lan?”
“Çok kötüydü.” Keskin öksürdü, hâlâ kan kusuyor olmalıydı. “Rahatlaması için verdim. Bünyesinin bu kadar zayıf olacağını bilemedim.”
“Kızın gözü çıktı lan!” Bakil, kükredi. “Yüzü paramparça oldu. Şimdi o yüze bakman sana müstahak. Sanmıyorum ama varsa, umarım vicdan azabından geberip gidersin.”
“Böyle olmasını istememiştim,” dedi, sesi bu sefer daha kısık, uzaklardan seslenir gibi boğuktu. Zaten bir an sonra konuşmayı kesti, tekrardan sızmış olmalıydı.
“Bu sefer ben bile bunu savunamayacağım,” dedi Esra, ağzında bir sakızı patlatmadan hemen önce. Eh, bir zahmet. “Yaptığın çok pislikçeydi. Bizlerin de psikolojisini bozdun!”
Senin psikolojin zaten bozuk, tatlım.
Ona gözlerimi devirdim ve o bunu fark ettiğinde kaşlarını yukarıya kaldırdı. Fark etmesinde sorun yoktu, birbirimize gıcık olduğumuzu açıkça gösteriyorduk zaten. Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturdu. “Seninle hiç anlaşamayacağız galiba Bestegül.”
“Belli bir IQ’nun altında olan insanlarla anlaşamıyorum zaten.”
Beste, aferin kızım sana. Düşmanına acıma.
Duraksadı, gözlerini kırpıştırdı. “Kötü bir şey mi dedin?”
Selim ikimize de ters ters baktı. “Sizin sorununuz ne?”
Aynı çocuğa yürüyor olmamız?
Yani sana değil, Oğuz’a.
Gerçi Esra bu aralar pek yürümüyordu ama sonuçta bu zamana kadar yürümüştü. Üstelik karakterinin seviyesizliği beni rahatsız ediyordu. Esra omzunu silkerek Selim’i geçiştirirken, “Ne olduğu belli,” dedim iğneleyici bir tavırla. “Esra bu karakteriyle değil arkadaş, birilerinin kapısına paspas bile olamaz.”
Oğuz’un başımdaki eli duraksarken, Selim öylece bana bakakaldı. Bu onu biraz sinirlendirmiş olmalı ki, yerinden doğruldu ve ben ona şaşkınca bakarken, uzandığım koltuğun önüne kadar yürüdü. Gözlerimi büyüttüm. “Dövecek misin beni?”
“O biraz sıkar.” Oğuz anlamlandırmaya çalışarak Selim’e baktı. “Ne yürüyorsun oğlum kızın üstüne?”
Selim Oğuz’un hiddetinden biraz ürkerek, “Konuşacağım sadece,” dedi ve izin istermiş gibi bana baktı. “Biraz konuşalım mı Bestegül? Yalnız?”
Esra’nın rahatsızca kıpırdandığını gördüm ama ağzını açıp bir şey demedi. Oğuz Selim’den şüphe etmemiş olmalı ki yatışarak sırtını tekrardan arkaya yasladı. Ne konuşacaktık ki? “Olur,” dedim başımı Oğuz’un dizinden kaldırırken. “Konuşalım.”
“Çok da uzun sürmesin yani.” Oğuz, ensesini kaşıdı. “Gerek yok, ondan.”
Selim kıs kıs güldü. “Yemedim oğlum kızı.”
Oğuz Selim’e el hareketi çekerken pis pis güldü.
Serseriliği de yok değil yani.
Ayaklarımı yere basarak doğruldum ve Selim’in yanında yürümeye başladım. Çocuklardan, bizi duymayacakları kadar uzaklaştığımızda yan yana koltuklara oturduk ve ikimiz de bir süre sustuk. Konuşmak isteyen kendisiydi, susup dinleyecektim. Selim iyi bir çocuktu, sadece biraz saftı. En azından sağlam bir duruşu, karakteri vardı. Burada kurtarma hakkım olsa kurtaracağım birkaç kişiden birisiydi. “Esra’nın nasıl birisi olduğunu biliyorum.” Selim sessizce konuştuğunda omzumun üzerinden ona çevirdim kafamı. “Beni aldattığını, Oğuz’a yaklaştığını, birçok kişiyle flörtleştiğini, sadakatsizliğini, Keskin itinin kuca... İşte o haltı... Hepsini biliyorum Bestegül.”
Bir şaşkınlık yaşadım. Bunları bilmesine mi yoksa bana bildiğini söylemesine mi daha çok şaşırdım, seçemedim. Yüzünde, karanlık sebebiyle tam göremesem de kederli bir ifade olduğunu anlamıştım. Zaten konuşurken sesi de titremiş, elleri yumruk olmuştu. Ona demek için aklımdan birçok şey geçti. “O zaman...”
“O zaman neden mi görmezden geliyorum?” Soracağım soruyu anlayarak, öylesine bir gülüşle konuştu. “Ona âşığım. Bestegül, Esra’yı gerçekten seviyorum. Diyeceksin, böylesi sevilir mi ama seviliyor işte. Görmezden geliyorum, çünkü gördüğümü, bildiğimi belli etsem ayrılmak zorunda kalacağız. Ben görmezden geliyorum, o da bazen bazı erkeklerle flört etmeye devam ediyor. Biliyorum, çok iğrenç ama ondan ayrılamıyorum. Hem... Hiç sevmiyor da değil beni. Bak, düştüğümüz bu çaresizlikte bile Esra benim için hâlâ çok önemli. Benim görmezden gelmek için sebeplerim var. Biliyorum, bilmediğimi sandığın için Esra’ya düşmanca davranıyorsun ama gerek yok. Ben onu öyle kabullendim, sen de benim bilmediğimi düşünerek saflığıma üzülme yani.”
Onunla ilk kez bu kadar uzun konuşmuştuk. Açıkçası baya şaşırmıştım. Bana ters bir düşünce yapısı vardı ama Esra’dan ayrılmak istemediği de çok açıktı. Ne diyebilirdim ki? En azından onun için üzülmeyecektim, çünkü bilmediği şeyler değildi. Kırgınca omzumu silktim. “Sana, Keskin’in Esra ile olan dans muhabbetinden bahsettiğimde bana inanmamış gibi yaptın! Herkes bana yalancı gözüyle bakmıştı.”
İç çekti. “Kabahatimin farkındayım, affet.”
“No af, yes kırgınlık.”
“Ne?”
Omzuna vurdum. “Şaka şaka.”
Güldü. Omzuna daha sert vurdum. “Gülme hemen öyle! Unutacak değilim.”
Ağzını açıp bir şey diyecek gibi oldu ama bir çığlık, metronun içinde yankılandığında ikimiz de sıçrayarak omzumun üzerinden kalanlarımıza döndük. Arzu’yu metronun üzerinde, ayakta gördüğümde çığlığı atanın da o olduğunu anladım. Çocukların tümü kafasını ona çevirmişti. Çantasını kucağına yaslamış, hızlı hızlı soluyordu. Hepimizin soru işareti dolu bakışlarını gördüğünde, “Böcek vardı, ayağıma dokundu,” dedi, korku dolu bir sesle. Selim’le beraber kalkarak yanlarına doğru yürümeye başladığımızda, Arzu hararetle konuşmaya devam etti. “Ben çok çok korkarım böcekten.”
Cesur başını yukarıya kaldırarak ona baktı. “Sakin ol, alt tarafı küçücük bir böcek.”
Biz de Cesur’u onaylayan birkaç şey söylediğimizde, sakinleşmeye çalışarak ayakta durmaya son verdi ve tekrardan oturarak çantasını kucağına koydu. Ben Oğuz’un yanına, olmayı istediğim yere geçerken Selim de sevgilisinin yanına geçti. Arzu’nun ellerinin titrediğini görerek onun için üzüldüm. Böceklerden inanılmaz korkuyor olmalıydı, üstelik hâlâ kesik kesik nefesler alıyordu. Oğuz’a döndüğümde ve sanki birbirimizin gözlerini görmemiz, birbirimize verdiğimiz bir sözmüş gibi sözümüzü yerine getirdiğimizde, “Yüzüne ne yaptın böyle?” dedi, tatlı bir yüz ifadesiyle. İzin ister gibi bana baktıktan sonra işaret parmağının ucuyla burnumu hafifçe sildi. “Siyah olmuştu, bir şey bulaştırdın galiba?”
Utanarak ellerimle yüzümü silmeye çalıştım. “Çok çirkin mi görünüyorum?”
İç çekti. “Yoo....”
Yüzümü bir nebze sildikten sonra uzandım ve çekingen bir şekilde yanağındaki tozları temizledim. “Eyvallah. Ben hep güzelim zaten.”
Elinin içini alnına vurarak gülmemeye çalıştığında, acı dolu bir şekilde kırışan göz kenarlarına baktım ve o sırada bir çığlık daha duydum. İrkilerek tekrardan Arzu’ya döndüğümüzde elindeki çantayı ileriye fırlattığını, bacaklarını kendine çekerek metro koltuğunda, Cesur’un koluna yapıştığını gördüm. Soluk soluğa kalmış, beti benzi atmıştı. Cesur ve Fatih onu sakinleştirmeye çalışıyordu ama Arzu doğrudan ileriye bakarak muhtemelen gördüğü böceği arıyordu. Melodi doğruldu. “Canım yaa, çok korktu. Su verelim mi?”
Esra homurdandı. “Suyumuz mu var aptal!”
Melodi Esra’nın haklılığının farkına vararak sustuğunda, Esra’ya terslenmemek için dilimi ısırdım. Cesur Arzu’yu yatıştırmaya çalışıyordu ama kız o kadar hızlı solumaya başlamıştı ki, açıkçası korkmuştum. Hepimiz yerimizde dikilerek anlamaya çalışırken, Arzu titreyen elini yakasına götürerek çekiştirdi. Hareleri, gözlerinin içinde dönüyordu. Cesur küfür etti. “Siktir! Astım!”
“Hii.”
Hepimiz korkarak nefesimizi tuttuğumuzda, Cesur Arzu’nun üstündeki hırkayı çıkarmaya çalıştı ama kızın nefesleri sakinleşmiyordu. Elleri titriyor, başı arkaya düşüyor, ağzının içinde sayıklıyordu. Çaresizce, ne yapacağımızı bilemeyerek birbirimize bakarken, “Ça... Çantamda,” diyebildi Arzu, nefesi sesine yetemiyordu. “Ha... hava ci...”
“Çantanda!” Cesur nefes nefese hararetle indi ve yerde, az önce Arzu’nun fırlattığı çantaya uzandı. “Arzu astım hastası, yıllardır! Ben burada atak geçirmediğine dua ediyordum ama krize girdi işte! Ama dur, ilacı çantasında taşır...”
Çantanın içerisini hararetle kurcalarken, hepimizin dizleri korku ve heyecandan titriyordu. Cesur bir an duraksadı ve elini çantanın içerisinden çıkardığında, hayrete düştük. Hava cihazı, astım ilacı, inhaler kırılmıştı. Parçaları, Cesur’un avuç içindeydi.
Az önce çantayı böceğe fırlatarak içerisindeki astım ilacını kırmıştı!
Aman Allah’ım!
Kendi sonunu mu getirmişti?
Hepimiz hissettik, o duyguyu. Çaresizliği. Sanki ete kemiğe bürünerek bir siluet oldu ve aramızda, keyifli naralar atarak gezmeye başladı. Hepimiz buz gibi kesilerek korkunç bir ifadeyle Arzu’ya döndüğümüzde, aslında yapabilecek hiçbir şeyimizin olmadığını biliyorduk. Krizdeydi, astım krizindeydi ve ihtiyacı olan ilacı alamadığı için derdine derman olamıyordu. Kahretsin, elimizden hiçbir şey gelmiyordu. Cesur elindekileri fırlatarak endişeyle koltuğa çıktı ve Arzu’yu sakinleştirmek, krizini durdurmak için çırpındı. Suni teneffüs yaptı, yakasını açtı, nefes alsın diye bizi uzaklaştırdı. Astım krizine biz bir şey yapamazdık. İlacını alamazsa, nefesini içine çekemezse kimse bir şey yapamazdı.
Yapamıyorduk.
Şunca insan sadece izliyorduk.
Yaşlar yanaklarımdan bir bir düşerken, Cesur’un çaresizce çırpınmasına Fatih de katıldı ama Arzu’nun nefesi asla düzelmedi. Çırpındı, titredi, yüzünde renk kalmadı. Gözleri arkaya kaymış, gözünün içleri tamamen beyaz olmuştu. Kimsenin elinden bir şey gelmiyordu. Kilitlenmişti. Elinde değil, yapamıyor, artık çırpınamıyordu bile. Ölüyordu. Ki az sonra öyle oldu. Arzu Cesur’un kollarının arasına yığıldı.
Belki öldü.
Belki birazdan ölecek.
Nefessizlikten.
Bir anda,
Öylece.
Ellerimizin arasından kayıp gitti.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...