SON
SON
Şimdi birimiz buradan çıkacak,
Kurtulacak.
Çekildiğimiz fotoğrafları alıp bir çerçeveye koyacak,
Çerçeveyi bir duvara asacak,
Geçip karşısına bizi izleyecek.
Zaman o anda donacak.
Şimdi birimiz sağ kalacak ama solu ölmüş olacak.
Birimiz, birimizin duvarına asılmış bir çerçevenin içinde yaşlanacağız.
Birimiz için şarkı bitecek,
Fakat her ikimiz de dans etmeyi bırakacağız.
Anlıyor musun?
Anlamıyorsun.
Çünkü beni duymayı bıraktın.
Zaten, ben de konuşmayı...
Konuşmak işe yarasaydı hiç susmazdım Oğuz ama konuşmak işe yaramadı, zaten artık konuşacak halimiz de kalmadı. İkimiz de birbirimizden berbat halde, metronun dışında, yukarıda öylece uzanıyor ve birbirimize sarılmaktan başka bir şey yapmıyorduk. Her şey sanki silikleşmiş, yok olmuştu. Artık bize olanlara yetişemiyordum. Boğazım öyle çok acıyordu ki susuzluktan, sanki yaralar oluşmuştu. Yutkunamıyorum, derim kupkuru kalmıştı ve Oğuz’un da benden farkı yoktu. Biraz güç bulup konuşabildiğimiz anlarda sesinin nasıl zorlukla çıktığını anımsıyorum.
Kabullendik,
Ölüyorduk.
Sesler artık daha yakın, çok yakınımızdaydı. Bizim için gelmişlerdi ama ben birkaç saat daha dayanıp dayanamayacağımızı bilemiyordum. Gözlerimi açık tutamıyor, bilincimin kapanma isteğine karşı duramıyordum. Oğuz’un koluna yapışmış, başımı göğsüne adeta kenetlemiştim. Işıklar bir gidip bir geliyor ve dışarıda, bizi kurtarmak için gelen insanlar bağrışıyordu. Sadece birkaç saat daha dayanabilir miydik bu eziyete? Allah’ım! Lütfen!
“Ölmeden önce söyleyeyim... Melodi’yi bilerek ittiğini düşünmüyorum Bestegül.”
Melodi... Hayal kırıklığım. O öleli ne kadar olmuştu hatırlamıyordum ama Oğuz’a o an, tüm yaşananları anlattığımda yaptığı tek şey dehşetimi dindirmeye çabalamak olmuştu. Onunla yaşadığım şeyi, eğer hayatta kalırsam asla unutmayacaktım. İhanetini, kavgamızı, benim yüzümden ölmüş olmasını... Parmaklarımla Oğuz’un gömleğini kavramaya çalıştım ama güç bulamadım. “Demiştim. Seni öpmeye çalıştığını görünce delirdim... Belki de benim suçumdur.”
“Ya... Yanlış yapan oydu, işlerin böyle sonuçlanacağını bilemezdin.”
Nasıl güçsüzdü ama sesi... İçim parça parça oldu. “Lütfen konuşma Oğuz. Susalım, konuştukça daha kötü oluyoruz. Zaten geldiler, duyuyorsun.”
“Son anlarımı... Sesini duyarak harcamayı istiyorum.”
O da hissediyordu öleceğimizi. Birimizin daha erken belki ama her ikimizin de öleceğini... Birimiz bile kurtulamayacak mıydık? Sahi, birimiz kurtulsa bile gerçekten kurtulmuş mu sayılacaktı? Hiçbir şey düşünemiyordum. Sadece bir karanlık tatlı bir uyku gibi beni içine çekmeye çalışıyordu ama bu uyku değil, ölümdü. Biliyordum. “Birkaç saat daha dayanamayacağız değil mi?” diye fısıldadım. “Tatlı bir uyku seni de çağırıyor?”
“Uzun bir uyku,” diye cevapladı beni, gücünün yettiğince. “Ölüm.”
“Keşke ailemizle vedalaşabilseydik,” dedim gözlerimi sıkıca yumarken. “Annemi, babamı, kardeşimi çok özledim.”
“Ben de özledim.” Parmakları kuvvetsizce belimi okşadı. “En çok da ben olmadığımda bu hayatla nasıl mücadele edeceklerini düşünüyorum. Babam... Rahat bırakmaz onları, çok üzer, çok incitir. Ben varken korkuyor, bir şey yapamıyordu ama ben öldüğümde, onlar kendini nasıl koruyacaklar. Çok savunmasızlar, çok...”
Kirpiklerimin arasından bir damla gözyaşı düştü. “Keşke elimden bir şey gelse Oğuz. Sen şimdi böyle dedin ya... Ben yapamasam bile keşke sen ailenle vedalaşabilseydin. Annen... Seninle gurur duyuyor olmalı.”
“Annemi ve kız kardeşimi çok seviyorum.”
Gülümsedim. “Ihmm, başka kimi seviyorsun?”
“Selim’i severdim, Cesur’u, Fatih’i severdim.”
“Hımm, başka?”
“Basketbol takımından birkaç arkadaşım var, onları severim.”
“Hımm,” dedim gülümsemeye devam ederek. “Başka? Başka kimler?”
“Bilmem,” dedi anlamazdan gelmeyi sürdürerek. Gözlerimi hafifçe yukarıya çevirdim ve gülümsüyor olduğunu gördüm. O gülümsemenin tümünde acı vardı. “Mahallenin bakkalı var, onu severim.”
Hıçkırdım veya güldüm. Doğrusu anlamamıştım pek. “Yaa, başka kimi?”
“Seni.”
Ben de seni.
Sustum, konuşamadım. Ne mecalim ne de isteğim yoktu vardı. Sonuna gelmiştik, yuvarlanarak iniyorduk ve düşmemize az kalmıştı. Ne ailemle vedalaşabilmiştim ne de arkadaşlarımla. Bir anda ölmüş, yok olmuş olacaktım. Ne güneşe son kez bakmıştım ne de yıldızlara. Her şeyin değerini anlayarak ama hiçbirinin değerini bilemeyerek ölüyordum. Yutkundum ve parmağımı pis, çatlakların oluşturduğu tavana kaldırdım. “Bulutu görüyor musun Oğuz?”
“Şu, yağmur yüklü buluttan mı bahsediyorsun?”
O bulutu bana Oğuz göstermişti ve şimdi yalnızca o görebilirdi oradaki bulutu. Kafamı salladığımda yanağım göğsünü eşeledi. “Evet, birazdan yağacak.”
“Biz öldüğümüzde.”
“Biz öldüğümüzde.”
Oğuz da elini yukarıya kaldırdı ve yukarıdaki elimi tuttu. Avuç içi elimin dışına yerleştiğinde kemikli parmakları parmaklarımın arasına dolandı ve ellerimiz, ruhlarımız gibi birbirine karıştı. Kenetlendik, sımsıkıya. “Şimdi ölüyoruz... Çok çok üzücü Oğuz ama düşünüyorum da, burada ölmek güzel. Bizim için çok erken, zamansız bir ölüm ama seninle ölmek güzel. Ölümden çok, seninle beraber tatlı bir uykuya dalıyormuşuz gibi hissediyorum.”
“Garip,” dedi ve cümlesini tamamladı. “Ben de aynı şeyleri düşünüyorum.”
“Üşüyor musun?”
Cevap vermek için geciktiğinde bir an büyük bir endişeye kapıldım ve onu sarstım. “Oğ... Oğuz?”
“Sadece düşünüyorum; üşüyüp üşümediğimi.”
“Üşüyorsan biraz daha sıkı sarılabilirim.”
Parmak uçları sırtıma kenetlendi. “Üşüyorum o halde.”
Ona daha sıkı sarılarak yukarıda tuttuğumuz ellerimize baktım. Onun eli iri, parmakları uzundu. Benim parmaklarımsa onunkinin yanında gerçekten ufak, ince kalıyordu. Avuç içi çizgilerimizi birbirimizin ellerinin tamamlanması çok hoşuma gitmişti. Gözlerimi kapattım ve kendimi sadece bu hisse bıraktım. Felaketin arasında biraz güneş görmek, tenimi ısıtabilmek gibiydi bu his. Mayıştırıcı, güzel, haz verici. Oğuz’un parmak uçları bileğimin içine kaydığında, dışarıdan büyük bir gürültünün koptuğunu hissettim ama buna rağmen gözlerimi açamadım. Artık bize yakınlardı ama biz de ölüme çok yakındık. Öldü, ölecektik.
“Bestegül, bana bir masal anlatır mısın?”
Hayır.
“İnsanlar masal dinlerse uyurlar, ben senin uyumanı istemiyorum.”
Parmaklarının birkaçı az önce sıkıca kenetlendiği sırtımdan aşağıya düştü. “Bestegül, bana bir masal anlat.”
Bunu yapmak istemiyordum ama Oğuz masal dinlemekte ısrarcı görünüyordu. Masalı anlatırsam uyur muydu? Masalı anlatırsam ölür müydü? Parmaklarının yaydığı yaşama sevincine tutunmaya çalışarak, “Çok eskilerde, bir ülkenin sevilen bir padişahı, bu padişahın da Zühre adında güzeller güzeli bir kızı varmış,” diyerek başladım gücümün yettiğince anlatmaya. “Bu padişahın yıllarca evladı olmuyormuş. Ancak çok yıllar sonrasında, çocuğu olmayan padişaha Allah yaşlanma döneminde nur topu gibi bir kız evlat armağan edince, ona Zühre adını koymuş. Zühre’nin anlamını biliyor musun Oğuz?”
“Yıldız ya da ay demekti sanırım.”
“Yıldız demek sevgilim.”
İç çekerek, babamın bana anlattığı gibi anlatmaya devam ettim. “Zühre altı yaşına geldiğinde yüzündeki sağlık ve güzellik parıltılarıyla gerçek bir yıldız gibi görenlerin gözlerini kamaştırır olmuş. Ne var ki, sarayın gül bahçesinde oynarken sonbaharın serin rüzgârlarından üşümüş, hastalanmış Zühre. O gece ağrılarla girdiği yatağından bir daha kalkamamış ve günlerce ateşler içinde yatmış.”
Oğuz’un sesi varla yok arasındaydı. “Üzücü.”
Kafamı sallayarak sürdürdüm masalımı. “Padişah deliye dönmüş biricik kızının hastalığından. Ülkenin en bilge hekimleri bir bir gelerek bu güzel kızı eski sağlığına kavuşturmak için ellerinden geleni yapmışlar. Ama bir düzelme, iyileşme yokmuş küçük kızda. Tüm saray, tam ülke çaresizlik içinde derin bir kedere boğulurken umutlar da gün gün erimeye başlamış...” Soluklandım. “Göklerin gürlediği, şimşeklerin çaktığı ve delice rüzgârların estiği bir gece Zühre iyice kötüleşmiş. Solukları zor fark ediliyormuş artık. Derin uykularda arada bir inliyor, her iniltiyle yaşam bağlarından birini koparıyormuş sanki. Padişah ağlıyor, dualar ediyormuş başında. Ve Zühre bir yıldız gibi kayıyormuş bu hayattan. Padişah son bir kez eğilmiş, omuzlarından tutarak sarsmış yavrusunu. Zühre’m! Yıldızım! Güneşim! Daha başındasın yavrum demiş. Böyle tez bırakıp gitme ne olur. Gitme! Bu iç paralayıcı yakarışlar karşısında derin uykularından sıyrılarak, gözlerini açmış Zühre. Dudakları zorlukla kıpırdamış, fısıldamış inleyerek. Benim suçum yok baba demiş. Adımı sen Zühre koymadın mı? Bana yıldızım demedin mi? Yıldızlar doğar da söner de babacığım. Bak, tek yıldız yok gökyüzünde bu gece... Ben de onlardan biriyim ve onlar gibi kararıyorum... Padişah ölüm acılarıyla kıvranmış bu sözlerden. Doğrulmuş, pencereye yürüyüp kocaman camları açmış. Gökyüzünün zifir karanlığına başını dikip olanca sesiyle haykırmış: Züühree! Zühreee! Zühreeeeee...”
Duraksadım. “Oğuz?”
Ses gelmedi.
“Oğuz?”
“Hı...”
Tamam, sadece hâlâ yaşayıp yaşamadığına bakmak istediğim için ona seslenmiştim. Gözyaşlarımla gömleğini ıslattım ve masalıma devam ettim. “Sonra o ses dalga dalga akarak derin kış uykularında olan ateşböceklerinin yurduna ulaşmış. Yüzlerce, binlerce ateşböceği yuvalarından havalanıp sesin geldiği yöne uçmuşlar ve gelip saray bahçesindeki o büyük çınar ağacının çıplak dallarına konmuşlar. Ve yakmışlar tüm ışıklarını. Koca çınar ağacı, gökteki yıldızlar gibi parlak ışık noktacıklarıyla dolmuş. Birden soluğu kesilmiş padişahın. Ağlayan gözleri ağaçtaki binlerce yıldızı görmüş de donup kalmış. Sonra yatağa koşup küçük kızını kucaklamış, pencere kenarına getirmiş. Bak Zührem. Gökyüzü yıldızla dolu, bak! Yanıldın yavrum, benim yıldızım da parlayacak onlar gibi. Hadi Zührem aç gözlerini! diye veryansın etmiş.
“Zühre gözlerini açmış, uzak yıldızlar gibi yanıp sönen binlerce ateşböceğinin ışıkları dolmuş gözlerine. İçi sıcaklanmış birden. Damarlarında kan yerinde ateş yürüdüğünü sanmış. Ve küçücük yüreği bir ürkek kuş gibi çırpınmış göğüs kafesinde. Evet babacığım, demiş. Ben de o yıldızlar gibi parlayacağım. Ben Zühren, senin yıldızın... Sönmeyeceğim babacığım...” Gözlerimi açtım. Birkaç kere yutkunup öyle devam ettim. “Sarılıp ağlaşmışlar gece boyu mutluluktan. Ve yağmurlu, soğuk bir gecenin ardından pırıl pırıl bir sabah doğmuş. Sessiz, ılık, aydınlık. Zühre günler boyu tutsak kaldığı yatağından ilk kez kalkmış o sabah. Pencereye yürümüş, çamların gerisindeki çınar ağacına dikmiş gözlerini. Bu kuru ağacın adı ne babacığım? diye sormuş. Babası kızının güzel yüzüne dönüp cevap vermiş: O, yıldız ağacıdır yavrum. Bu mevsimde gün boyu kurur gider ama gece oldu mu yıldız çiçekleri açar dallarında. Benim yıldızıma hayat ışıkları gönderir... Yaşlı padişah, gece ayazında ölen binlerce ateşböceğinin kara noktacıklar gibi asılı kaldığı kuru dallara bakıp kızını kucaklamış, sımsıcak göğsüne bastırmış. Bir ömür sağlıklı ve mutlu yaşamışlar.”
Bizim yaşayamayacağımız gibi.
Gözyaşları içinde başımı Oğuz’un göğsünden kaldırdım ve yorgunca doğrularak bağdaş kurdum. Oğuz’un gözleri kapalıydı ve eli sırtımdan yere düşmüştü. Gözyaşlarımdan ve açlıktan neredeyse göremiyor gibiydim. Uzandım ve Oğuz’un başını dizime çekerken, “Biraz daha dayan,” diye inledim. “Masal bitti diye mi uyudun?”
“Bestegül,” derken gözlerini bile açamadı. Kir içindeki suratına rağmen neden gördüğüm en güzel şeymiş gibi hissediyordum?
“Söyle,” dedim, dışarıdan, enkazın üstünden, çok yakınımızdan bir ses daha geldiğinde. “Bak, geldiler, yetiştiler.”
“Öp beni.”
Göz kapaklarının kalkışı, uzaktan birilerinin bana seslenmesiyle aynı anda oldu ve onun baygın, safir gözlerindeki ışığa kapıldığımda, boğazımdan güçlü bir hıçkırık döküldü. Kazma kürek seslerini, birtakım bağrışları duydum ama kafamı kaldırıp bakamadım. Uzandım, güçsüzce Oğuz’un ellerini alıp yanaklarıma yasladım ve kendi ellerimi de onun güzel yüzüne yerleştirdim. Aman Allah’ım! Ölüm de usulca yerleşiyordu bu güzel yüze. Anbean ona yaklaşarak alnımı alnına yasladım ve dudaklarımı dudaklarına bastırmadan hemen önce, “Seni seviyorum,” dediğini duydum. Tüm bu karmaşanın içindeki en doğru cümleyi duymuş gibi hissettim ve dudaklarına doğru fısıldadım: “Seni seviyorum.”
Dudaklarımız birbirine kenetlendi ve gözyaşları içinde birbirimizin yüzünü tutarken, her şey silikleşti. Hayatımın ilk öpücüğünü şimdi ölümsüz aşkıma veriyordum. Kollarımın arasında ölen aşkıma... Dudaklarımız güçsüzce, yumuşakça hareket etti ve her ikimiz de bu doyumsuz, tarifsiz duygunun içerisindeyken her şeyi unuttuk. Her yer siyahtı da tek beyaz biz kalmıştık sanki. Aklım başımdan gitmişti. Onu öperken, dudaklarının tadına varırken aynı zamanda gözyaşlarının da tadını alıyordum. Dudaklarımız minicik hareketlerle birbirini öptü ve ellerim uzanarak onun güzel saçlarını kavradı. Gözlerimin ardındaki sığınaktan boşalıyordu tüm yaşananlar. Hıçkırdım ve onun dudakları hareketi kestiğinde, gürültülü bir ses duydum.
Birileri sesleniyordu.
“Orada kimse var mı? Çocuklar! Buradayız! Buradayız! Ses verin!”
Kafamı kaldırıp oraya baktığımda önce cılız bir ışık karanlığın içinde parladı ve gözlerimi adeta yaktı. Bu ışığa hazırlıksız yakalanarak gözlerimi kırpıştırdığımda, yığınla ses o delikten içeriye sızdı ve birden fazla kafa gördüm. Başlarında kaskları vardı, ellerinde fenerleri ve gözlerinde umutları. Ses metro istasyonunun içinde yankılanmıştı. Adamın biri feneri tam yüzümün ortasına doğrulttu ve arkaya doğru seslendi. “Burada biri var!”
Gelmişlerdi, bulmuşlardı! “Buradayız,” diye bağırdım ve kafamı hızlıca önümde eğerek Oğuz’u omuzlarından sarstım. “Uyan hadi! Geldiler! Bizim için!”
Uyanmadı.
Bana seslenen insanların içinde ben de ona, ilk ve ölümsüz aşkıma seslendim ama beni duymadı, gözlerini açmadı, gülümsemedi. Önce gözlerini kaybettim, sonra gülümsemesini, sonra ellerini, vücudunu, sonra nefesini... Herkes bana bağırdı ben ona. Herkes beni kurtarmayı istedi, ben onu. Gözkapakları sonsuza kadar kapandı ve ben titreyen ellerimle onun nabzına uzandığımda, parmaklarımın üstünde hiçbir canlılık hissetmedim.
Oğuz öldü.
Ve bu dünyanın en acı cümlesi.
Oğuz öldü.
Ve bu dünyanın en acı şeyi.
Onu haykırarak uğurlamadım, susarak uğurladım. Sesli ağlamadım, aksine çok sessiz ağladım. Uzandım ve yanaklarını, alnını, göz kapaklarını, burnunu, çenesini, yüzünü bir araya getiren her şeyini öptüm. Hıçkırıklarla sarsılarak, metanetimi koruyamadan ona sarılarak, her şeyimi kaybettiğimi bilerek... Bana seslendiler ama bana ulaşamadılar. Gözlerimi kapattım ve beni kurtarmaya gelmiş olan bunca insanın sesinin arasında Oğuz’un seni seviyorum diyen sesini seçtim. Şimdi herkes kurtulduğumu, kazandığımı, her şeyin yoluna girdiğini düşünüyor ama aslında hiçbir şey öyle olmuyor. Ben, bu istasyonda solumu bırakıyorum ve çıktığımda, artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak, biliyorum. Buradan çıkacağım ama beni ben yapan her şeyi burada bırakacağım. Sadece çıkmış, nefes almış olacağım ama bu yaşayacağım anlamına gelmeyecek.
İlk ve sonsuz aşkımın yüzüne kapandım ve ağladım.
Şarkı Oğuz için bitti,
Fakat ikimiz de dans etmeyi bıraktık.
SON.
Yorumlar yükleniyor...