40. BÖLÜM
"HİSSEDİLMEYEN ACI."
DUMAN ALANGUVA.
Benim kaderim bile onun siyah saçlarından daha aktı.
Öyle siyah ki saçları bazen kömür karası geliyor, bazen kuzguni siyah. Öyle güzel ki gözleri bazen cennet güneşi gibi geliyor, bazen cehennem eşiği. Ve öyle bir bakıyor ki, cennet güneşinde yanayım mı cehennem eşiğinden mi geçeyim, seçemiyorum.
Karanlık, uçsuz ve bucaksız görünüyordu, neredeyse Mahşer'in saçlarından bile daha siyah bir geceydi. Direksiyon koltuğunda oturuyor, uzun süredir arabayı kullanıyordum. İstanbul'a az önce giriş yapmıştık, saat dördü geçmişti ve Mahşer de benim gibi uyumamıştı. Bacaklarını kendine çekmiş, kollarını bacaklarına dolamış, dik dik ön camdan dışarıya bakıyordu. Saçı kulağının arkasında olduğu için yüzünü görebiliyordum, dudakları her zaman olduğu gibi aşağıya doğru sarkıktı ve dünya umurunda değilmiş gibi kılını kıpırdatmıyordu.
Dünya zaten umurunda değildi, bu akşam bunu bir kez daha anlamıştım.
Mahşer'i tanıyordum, o benim ezberimdi. Durumlara karşı tepkilerini, insanlara karşı öfkesini bilirdim. Adı Duman olan bendim ama her şeyi duman eden oydu.
Bunu nasıl yapmıştı? İyileşmeseydim o silah başkalarının kalplerinde mi patlayacaktı?
Arabayı dar bir sokaktan çıkararak önünden geçtiğimiz benzinliğin önünde durdurdum. Benzin vardı ama sigaram bitmişti, sigara içmeye ihtiyacım vardı. Araba kapısını açarken Mahşer'in kıpırdandığını gördüm ama bana bir şey sormadı. Markete girdiğimde Adam, ondan istediğim üç paket sigarayı önüme bıraktığında cüzdanımı çıkarıp bir yüzlük bıraktım ve torbayı alıp para üstünü bekledim. Artık para üstünü bırakmak yoktu. Paramın kalanını alıp marketten çıktım ve arabaya yürürken paketten bir dal çıkardım. Koltuğa yerleştim ve torbayı torpidoya bıraktım.
"Kapıyı açık bırakma, üşüdüm," diye homurdandı Mahşer, saatler sonraki sessizliğimizi bölerek.
Direksiyonu çalıştırıp gaza yüklenirken, "Uzanıp kapatsaydın," dedim bozuk şekilde.
"Zahmet edemem, sen çıkarken kapatsaydın," diye üsteledi.
Bu kızın kafasının çalışma şekli beni hayran bırakıyordu.
Gözlerimi devirdim ve arabayı çalıştırıp yola koyuldum. Benzinlikten uzaklaşıp Mahşer'in yaşadığı semte girdiğimizde burnundan sertçe soluduğunu duydum. İkinci sigaramı yakıp dumanın çıkması için camı aşağıya indirdim. Mahşer kıpırdandı ve elini torpidoya attı, torpidoya yumruk da atmış olabilirdi. Torbayı açıp iki paket sigarayı da aldı ve ceketinin ceplerine koyarak ceplerinin fermuarını kapattı. Çenesini dikerek bana döndü. "Bana da sigara ver."
Burun kemerimi sıktım ve dikkat çekmek için yaptığı şımarıklıkları görmezden gelerek arabayı sürmeye devam ettim. Mahşer bir kez daha tekrarladı. "Sigara ver diyorum sana!"
"Kes sesini," dedim ürpertici bir sakinlikle.
Burnundan soludu ve başını tekrar önüne koyup çenesini dizlerine yasladı. Kollarını bacaklarına daha sıkı doladığında, gözlerimi asi yüzüne çevirdim. Sivri çenesini dikmiş, dudaklarını sertçe ısırıyordu. Onu izlediğimi hissetti ama bana bakmak yerine dudaklarını serbest bırakıp dilinin ucuyla yaladı. Bilerek yapıyordu, beni yakıp kavurmak için. Tatlı şeytan, diye düşündüm ve arabayı evinin sokağına çevirdim ve müstakil evinin önünde durdum.
"İnebilirsin."
Ellerimi direksiyondan çekerek başımı arkaya yasladım ve üçüncü sigaramın izmaritini atarak inmesini bekledim. Böyle olmasını hayal etmemiştim ama benim duygularımı, öfkelerimi yok sayıp her defasında üste çıkmasına artık çıldırıyordum. Ben onu defalarca idare etmiştim, sevmediğini düşündüğüm zamanlarda bile onu anlamıştım ama her defasında anlayış isteyen oydu.
Mahşer bu kez asilik etmedi, uzanıp arabanın kapısını açtı ama inmeden önce bana döndü. Ben de gözlerimi onun birbirinden farklı renkteki gözlerine diktim. Dişlerini çıkarmıştı, burnundan soluyor ve omuzları hızlı hızlı inip kalkıyordu. Dümdüz saçları yüzünün iki yanından iniyor ve nefesini hızlı üflediği için savruluyordu. Saçlarının şu koyuluğuna hep hayret etmişimdir, o kadar siyahtı ki. Hırçın gözleri, ateş gibi bakışları, çekip öpmelik dudakları... "İneyim mi istiyorsun?"
Gözleri öfke ama telaş doluydu ama belli etmemek için yumruk yapmıştı."Evet," dedim aynı yüz ifadesiyle ona bakarak. Çenemle kapıyı gösterdim. "İn."
"Bir daha binmem ama," diye tehdit etti beni, kaşlarının ortasında bir V harfi oluşmuştu.
Omzumu silktim.
Dilini dişlerinin arasında sertçe ezdi ama gururu daha fazlasına izin vermedi. Kafasını salladı ve çantasını alarak açtığı kapıdan aşağıya atladı. Sinirinden o kadar dikkatsiz davranmıştı ki az daha dizlerinin üzerine düşecekti. "Ah," diye tısladığında refleks olarak, korkuyla ona uzanmak için elimi kaldırdım ama ben ona dokunmadan kendini toparlayıp doğruldu. Hırçınca bana doğru dönüp alev alev gözlerle baktı.
"İnşallah Muhammet’le Ada sevişmiştir!" diye bağırdı ve kapıyı kapatıp yürümeye başladı.
Bu gerçekten küfür gibiydi.
Arabadan inip peşine düşmemek, onu kendime çekip öpmemek için direksiyonu sıkıca kavradım. O gözden kaybolana kadar bekledim, odanın ışığını yakmasını da bekledim ama beş dakika beklememe rağmen ışık yanmadı. Evin hiçbir odası aydınlık değildi, zaten o da aydınlık aramıyordu. Karanlık odasına geçip yere oturduğunu, dizlerini kendine çekip karanlıktaki gölgesini izlediğini düşündüm.
Bu saatten sonra uyumazdı.
"Umarım sevişmemişsinizdir," diyerek arabayı çalıştırıp kendi evime sürdüm.
Yollar bomboştu, gelmem çok sürmemişti. Arabayı kaldırım kenarına çekip sinirle indim ve katları hızlı hızlı çıktım. Muhammet'i Ömer’de kalması için uyarmıştım ama onun fırsatı lehine çevirip kardeşimle kaldığına adım gibi emindim. Dairenin önüne geldiğimde anahtarımı çıkarıp kapıyı açtım. Ceketimi bir hışımda çıkarıp portmantoya fırlattıktan sonra koridorda durup ne yöne gideceğime baktım. Ada, Muhammetl’e beraber uyuyor olabilir miydi? Tamam, ikiyüzlülük yapmayacak, eğer beraber uyuyorlarsa bunu normal karşılaşamaya çalışacaktım. Sonuçta ben de Mahşer’le uyuyordum, anlayış gösterebilirdim.
Ama ben Mahşer konusunda kendime güveniyordum, Ada konusunda Muhammet'e nasıl güvenecektim?
Adil bir abi olmak için kendimi telkin ederek Ada'nın odasına doğru yürüdüm. Kapının önünde durup bir süre bekledikten sonra kulpu indirip kapıyı açtım. Onu, en kötü ihtimalle Muhammet’le görmeyi bekliyordum ama yatak bomboştu, örtüsü bile bozulmamıştı. Korkuya kapılmam bir saniyemi aldı. Dehşetle arkamı dönüp önce tuvalete, sonra kendi odama baktım. Yoktu. Salona doğru koştum ve kapıya hücum edip içeriye baktığımda şükürler olsun ki onu koltukta buldum. Elim alışkanlıktan kalbimi tutarken, omuzlarımı düşürüp nefesimi verdim. Şükürler olsun iyiydi, koltukta uyuyordu. Gözlerimi odada gezdirdim, Muhammet de diğer koltukta uyuyordu. Güvende olmalarından memnuniyet duyarak uyuduğu koltuğa kadar ilerledim ve kenarına oturup açıkta kalan omzunu örttüm. "Abin seni çok özledi Ada."
Huzur içindeydi, çoğu zaman uyurken kaşları çatık olurdu ama bu gece hiçbir şey güzelliğini ve huzurunu gölgeleyememişti. Geri çekildim ve huzurla uyumasını izleyip Muhammet'e döndüm. Fakat beklemediğim şekilde onun gözleri açıktı. Karanlık olduğu için ne hissettiğini gözlerinden göremiyordum ama yüzündeki tereddüttü seçebiliyordum. Göz göze geldiğimizde gözlerini tekrardan kapattı. "Uyuyakalmışım ben, yoksa normalde Ömer abiyle kalıyorum."
Gözlerimi devirerek koltuktan kalktım ve hiçbir şey demeden odanın çıkışına ilerledim. Tam çıkarken "Kızmıyor musun?" dedi Muhammet, fısıltıyla. Şaşkındı. "Beni evden kovmayacak mısın? Niye arkanı döndün bana? Mutfaktan bıçak falan almaya mı gidiyorsun?"
Nefesimi üfleyip omzumun üzerinden ona döndüğümde, gözlerini tekrardan hızlıca kapattı. Aslında benden korkan bir çocuk değildi, ben de bu huyunu takdir etmiştim ama gecenin bir yarısı beni karşısında görünce öcü falan sanmıştı herhalde. Gözlerimi devirerek alçak sesle konuştum. "Cinim ben, Duman değil. Yat da zıbar..."
"Bismillahirrahmanirrahim!" Gözlerini sımsıkı kapatıp çarşafı kafasına doğru çekti ve fısır fısır konuştu. "Üç kulhu, bir elham. Üç kulhu bir elham. Üç kulhu..."
Kapıyı çekip çıkarken kardeşimin bir salağa âşık olmasının yasına boğuldum.
Odama geçip kapıyı çarptım ve önce dolabıma ilerledim. Pantolonumu çıkartırken dolaptaki viski şişesini arka taraftan alarak kapıyı kapattım. Tişörtümü de başımdan çekip çıkarttım ve bir köşeye fırlatarak camın önündeki koltuğuma doğru ilerledim. Bu koltuğa oturduğumda Galata Kulesi’nin ucu göründü; yine ışıkları yanıyordu. Cam viski şişesinin kapağını kaldırdım ve genzimi yakan etkisini hissederek kana kana içtim. Gevşemenin, rahatlığın birkaç dakika içinde bedenimi bulacağını biliyordum. Kafamı arkaya yasladım ve elimin tersiyle çenemdeki damlaları sildim. Yakıcı his, viskinin baskı tadıyla beraber azaldı ama yok olup gitmedi, boğazıma dört elle yapışmıştı sanki. Bir dakika içinde viski şişesini yarıladım ve Galata Köprüsü’nün görünen köşesine baktım.
Telefonun bildirim sesini duyduğumda kafam bozuk olduğu için umursamadım aslında ama gecenin bu saatinde bana mesaj atan tek manyak Mahşer olabilirdi. Elimde değildi, bakmadan duramazdım; ona karşı çelik gibi bir dayanıklılığa sahip değildim. Viski şişesini yere bırakıp doğruldum ve yatağa ilerleyip pantolon cebimden telefonunu çıkardım. Bildirim elbette Mahşer'den, benim aksi cadımdandı. Dokunup bildirimi açtım ve gördüğüm şeyle beraber elim sanki taş gibi ağırlaştı.
Bana göndermemesi gereken bir fotoğrafını göndermişti.
Birkaç derin nefesten sonra tekrar fotoğrafa baktım ve aynadan çektiğini gördüm. Aynaya düşen yansımasını çekmişti ve telefon yüzünü saklıyordu. Fotoğrafı silip mesajlara girdim ve ona cevap yazdım.
Gönderilen: Gül Dikeni.
Uyu Mahşer.
Bir süre cevap vermesini bekledim, geri cevap yazmayacağıma rağmen. Fakat hiçbir şey yazmadı. Bu fotoğrafı da çıkıp ona gideyim diye atmıştı, zaaflarımı çok iyi biliyordu. Telefonu kapattım ve sırtımı yatağa bırakıp karanlık tavana baktım. Hayatımda tanıdığım en gururlu insandı, bunun yanında çok da cesurdu; istediğini istediği zaman yapardı. Onu tanıdığım yıllarda görmüştüm cesaretinin sınırsız olduğunu. Her şeyin o yıllardaki gibi kalmasını çok isterdim ama olmadı. O günlerin üzerinde bir yığın hatıranın cesedi vardı. Yanağımı yatağa gömdüm ve tırnaklarımın kenarlarındaki etleri çekiştirirken, o günlerden birini anımsadım.
Uzun Yıllar Önce.
Simsiyah, bugün dalgalı olan saçlarının havada süzülen kokusunu takip ederek birkaç adım arkasından yürüyordum. Normalde saçları dümdüzdü ama bugün farklı bir şeyler yapmıştı, dalgalı görünüyorlardı. Saçlarının düz olmasına o kadar alışmıştım ki, dalgalarını görünce onu neredeyse tanıyamamıştım. Ama yanımdan yavaşça geçerken kokusu havada süzülüp burnuma kadar gelmişti. Hep aynı parfümü kullanıyordu, pahalı bir şey olmalıydı ama bir türlü öğrenememiştim ne olduğunu. Okuldan çıktığından beri onu takip ediyordum, çünkü bugün bir karar vermiştim; kendimi belli edecek, duygularımı açıklayacaktım.
Onu kendime çekip sana âşığım kızım, diyecektim.
Bunun için çok düşünmemiştim. Bir anlık heyecana kapılarak hareket ediyordum ama bir her gün onu daha şiddetli şekilde sevmeye başlamıştım; bunu tek başıma taşıyamıyordum. Evet, hastaydım, uzun bir hayatım olmayacaktı ama okul bitene kadar onunla olabilirdim. Karşısına geçip duygularımı açtığımda o da beni beğenirdi, sonuçta fena çocuk değildim. Hastalığımı bilmezdi, zaten okullar bitince ilişkimiz de biterdi; ben hayatımın son günlerini onunla yaşamış olurdum, o da benimle takılmış olurdu.
Ona âşık olduğum gibi bana âşık olacak hali yoktu ya.
Okul gömleğimin düğmesini açarak elimdeki defteri dürdüm ve onun girdiği sokaktan girerken, Mahşer'in adımlarının duraksadığını gördüm. Başını yavaşça omzunun üzerinden bana çevirdiğinde saklanacak bir yerim olmadığı için başımı önüme eğdim ve yoldan geçen herhangi bir öğrenci gibi davrandım. Onu takip etmiyor, kendi evime yürüyor gibiydim. Başım önümde olduğu için yüzünü göremiyordum ama biraz sonra onun da kaldığı yerden yürümeye devam ettiğini adım seslerinden anladım. Hemen bir adım kadar arkamdaydı, şüphelenmiş olamazdı. Aynı sokakta yürüyen iki öğrenciydik sadece, dışarıdan böyle görünüyordu.
Fakat görünenin arkasında, deli gibi çarpan bir kalp vardı.
Elim ayağıma dolaşmıştı, şimdi arkamda kaldığı için konuşmaya nasıl gireceğimi, yolunu nasıl keseceğimi bilemiyordum. Daha cesur olmalıydım ama reddedilmekten korkuyordum. Kalbimi tutmak istedim, heyecanlanınca hep öyle yapardım ama ellerim iki yanımda taşlaşmıştı sanki. Adım seslerini duyuyordum, benim gibi yavaş yürüyordu. Yüzüm kızarmıştı, her yerime sıcak basıyordu. Gömleğim serin bahar havasının içinde vücuduma çarparken, onun sertçe aldığı soluğu duydum.
"Bizim okuldansın galiba?" diye konuştu ansızın, kalbimi göğsümün içinde bir pervane gibi çevirmişti. Adımlarım yavaşladı ama bir aptallık etmemek için durmadım, başımı yerden bile kaldıramıyordum. "Sen de mi buralarda oturuyorsun?"
Aptal gibi sadece başımı salladım, bu kadar heyecanlanacağımı düşünmemiştim. Kalbim o kadar hızlandı ki beni endişeye boğdu. Benimle ikinci kez konuşmuştu, ilki sınıfımda olmuştu. Onu sınıfımdan çıkarken gördüğümde konuşmuştum ama görünen o ki benimle konuştuğunu unutmuştu. Dikkatini çekmemiş olmalıydım, oysa benim gözlerim ondan başkasını görmüyordu. Genzimi temizleyip sesimi aradım.
"Evet, son sınıftayım."
Arkamda derin nefesler aldığını duyuyordum, cesaretini takdir etmiştim; benimle öylece konuşabilmişti, benim yapamadığımı yapmıştı. Yüzümü görüyor muydu? Beni beğenmiş miydi? Ona ne demeliydim, yüzüne bakıp duygularımı itiraf etmeli miydim? Aklım darmaduman olmuştu, böyle hesap etmemiştim. İlk ben konuşacaktım ama o beni çok hazırlıksız yakalamıştı. Göz ucuyla baktığımda Mahşer'in gömleğini düzelttiğini gördüm. "Ben de ikinci sınıfım," dedi, sesi yumuşaktı. Arkadaşlarıyla konuşurken asabi olurdu, benimle yeni tanıştığı için bu ses tınısını kullanıyor olmalıydı. Hadi ya, buna da tutulmuştum. "Peki... Adın ne senin? Benimki Mahşer. Ailem neden böyle bir ismi koymuş, hiç bilmiyorum."
BENİMLE KONUŞUYOR!
Benimle cidden konuşuyordu, bir arkadaşı gibi. Evet, tam da ona cevap vermenin, açılmanın tam zamanıydı. Yapabilirdim, dönüp yüzüne bakar, gülümser, göz kırpar ve tanışmak için elimi uzatırdım. Elimi gevşetip avucuma baktım, eli buraya ne güzel olurdu. Terli avucumu okul pantolonuma silerek genzimi temizledim ve kafamı kaldırıp onun birbirinden renkli gözlerine bakıyordum ki, ikimize de ait olmayan bir ses duyuldu.
"Mahşer?"
Zihnim bu sesi süzgeçten geçirirken, kaşlarım çoktan çatılmıştı. Mahşer'in adım sesleri durmuştu, başını kaldırıp sokağın sonuna baktığında ben de onun gözlerini takip ettim. Kahretsin, bu çocuk neden her yerden çıkıyordu! Öğünç müdür dövünç müdür her ne haltsa, sürekli Mahşer'in etrafındaydı. Üstelik... Mahşer onunla takılıyor, gülüşüyor, eğleniyordu. Öpüştüklerini, sarmaş dolaş olduklarını görmemiştim ama belki de... Belki de sevgiliydiler. Ağzım zehirle dolarken, refleks haliyle kalbimi tuttum ve çocuğun bir daha seslendiğini duydum.
"Bebeğim, gelsene."
Ben daha dönüp yüzüne bakamıyorum, adını ağzıma alamıyorum, o bebeğim diyor.
Bu adil miydi? Biraz bile değildi.
Yumruğumu arkama saklarken çocuğun üzerine hücum etmemek, ya da Mahşer'i kendime çekip götürmemek için direndim. Başı yavaşça bana döndüğünde, hâlâ gri asfalta bakıyor ve ufak adımlarla yürüyordum. Mahşer de kaldığı yerden yürümeye devam ederken, "Adını da söylemedin," dedi, sesi bu kez yumuşak değildi. Duman diyebilmeyi isterdim. Adım Duman, ailem neden böyle bir isim koymuş, hiç bilmiyorum. Çünkü onlarla konuşmuyorum ama seninle konuşmak istiyorum. Kalbim çok sıcaktı, elini tutup kalbime bastırsam parmakları sızlardı. Mahşer sessizliğimle beraber tekrar önüme geçip ileriye, Öğünç'ün yanına doğru yürümeye başladı.
"Neyse... Görüşürüz… Belki."
Hayallerimin kızı öylece önümden yürüyüp giderken başımı yerden kaldıramadan, açıp avucumun içine baktım. Parmaklarımı avucuma batırırken, uzaklaşan bir çift adım sesine kulak verip gözlerimi onlara kaldırdım. Öğünç Mahşer'i kolunun altına almış, sokağın köşesinden dönüyordu. Uzanıp gömleğimin bir düğmesini daha çözdüm ve onlar gözden kaybolana kadar Mahşer'in kömür karası saçlarını izledim. Sonra arkamı dönüp onların ters istikametine doğru yürürken, elimdeki defteri yere fırlatıp yumruklarımı yanından geçtiğim duvara vurdum. Kahretsin, onun kadar cesur olamıyordum, kafamı çevirip duygularıma bile sahip çıkamıyordum! Ölmekten korkuyordum, onu hiç kazanamadan kaybetmekten. Fakat belki de çoktan kaybetmiştim, çünkü ellerim boştu.
"Aptal," dedim kendime. Ellerimin içini duvara daha sert vurarak kafamı da duvara gömdüm. Ellerim de aptaldı, boyundan büyük istekleri vardı; sanki hangi acısına yarardı? Ben, elini kalbinden ayıramayan bir çocuktum, bugün varsam yarın yoktum.
"Aptalsın sen, aptal! Bir de onun ellerinden tutmayı hayal ediyorsun! Aptal!"
•
Hatırladığım o günü, kafamı iki yana sallayarak savuşturdum ve yüzümü yastığa gömerek gözlerimi kapattım. Ona ulaşmak için kurduğum hayallerin hiçbirini gerçekleştirememiştim. Denemiştim ama olmamıştı. Kader midir artık izin vermeyen, ben miyim korkularımı kaderin üzerine atan, bilmiyorum ama olmadı işte. O yıllarda elinden tutmamıştım, şimdiyse ellerimiz kavuşsa bile bir arada kalmıyordu.
Onun eli tutmak istediğim eldi, göğsümdeki aşk hâlâ diriydi ama zaman çok zalimdi.
Zaman, ikimizin de masumiyetini alıp götürmüştü.
Gözlerimi daha sıkı yumarak bu gece olanları değil de bu gecenin öncesini, yazlıkta geçirdiğimiz sıcak günleri düşündüm. O an tasasız görünüyordu, tatilin keyfini çıkarıyor, hep yaptığı gibi benimle uğraşıyordu. Çok mu üzerine gitmiştim, ona kendini savunma hakkı bırakmamış mıydım? Ama bunun neresi savunulurdu ki? Üstelik o daha da üste çıkmış, bağırmış, kalbi beni gösterirken eli kapıyı göstermişti.
Homurdanıp onun görüntüsünü gözlerimin önünden çektim ama uykuya dalmadan önce hatırladığım son şey, koynuma düşen saçları ve kalbimdeki ağırlığı oldu.
Saatler sonra gözlerimi kamaştıran gün ışığıyla uyandığımda bir süre yatakta dönüp durdum ve sabah siftahımı bir sigarayla yaptım. Duş almak için odamdan çıktığımda Ada ile Muhammet'i mutfakta gördüm. Duşun altına girip ruhsuz bir şekilde suyun vücudumdan akıp gitmesini bekledim. Hastanede geçirdiğim günlerde vücudum erimişti, zayıflığımı hissedebiliyordum. Fakat tişört giyindiğimde o kadar zayıf görünmüyordum. Durulandıktan sonra küvetten çıktım ve havluya sarınırken, aynadaki yansımamdan, vücudumdaki tırnak izlerine baktım. Sırtımda bunun iki misli vardı, vahşinin tekiydi ama felaket hoşuma gidiyordu. Sırıttığımı fark ettiğimde, Mahşer'e olan dayanıklılığımın sabun gibi hemen eriyebildiğini bir daha anladım.
Söylenerek banyodan çıktım ve odama geçip kendime temiz kıyafet baktım. Hayır, bugün kesinlikle Mahşer'i görmeye gitmeyecektim, o gelene kadar bekleyecektim. Bir kere, sadece bir kere gururundan ödün vermesini istiyordum. Ben gururumun üzerinde defalarca tepinmiştim, o neden yapamıyordu? Sinirle pantolonumu bacaklarıma çekip beyaz bir tişört kaptım. Dikişlerimi görmek bana almam gereken ilaçları hatırlatmıştı.
Dün gece ilacımı almak aklımdan çıkmıştı, umarım sorun yaratmazdı. Birkaç kez öksürerek çıplak ayaklarımla koridora çıktım ve sesleri takip ederek mutfağa girdim. Ada ve Muhammet de başlarını çevirip şaşkınca bana baktıklarında, evde olduğumdan haberleri olmadığını anladım.
Birbirlerine ne kadar daldılarsa suyun sesini bile duymamışlardı.
"Abi!" Ada gülümseye çalışıp Muhammet'in yanından uzaklaştı ve tekerlekli sandalyesini yanıma doğru sürdü. "Sen ne zaman geldin? Biz... hiçbir şey yapmıyorduk! Kahvaltı hazırlıyorduk, sen nereden çıktın bir anda?"
"Yumurtadan," dedim dik dik bakarak.
Ada sanki gülmesi için komik bir espri yapmışım gibi gülmeye başlayarak Muhammet'e döndü. Muhammet de onun gibi saflığa vurarak güldü, elini salladı.
"Tabii canım, biz de tavuktan çıktık."
"Geri zekâlılar," dedim yanlarından geçip tezgâha yürürken. İkisi de gülmeyi kesip endişeyle bana bakarken cam sürahideki suyu bardağa döktüm.
"Sen... Gece gelen cin değildi o zaman," dedi Muhammet, onunla dalga geçtiğimi yeni anlayarak. Bu çocuğun da kafası pırıl pırıl, zekâ fışkırıyor.
Gözlerimi devirirken, "Gece mi gelmiştin?" dedi Ada, yanıma yaklaşarak. "Seni çok özlemiştim, iyi ki döndün."
Su bardağını tezgâha bıraktıktan sonra tek dizimin üzerine eğilip onun ellerinden tuttum. Ada tanıdığım en saf, en kırılgan kişiydi. Bir şey söylemeye bile korkardım bazen, olur da alınır, içine dert eder diye. Cam bir kalpti sanki ondaki, bu yüzden söz konusu o olduğunda kimseye güvenemiyordum işte. Kaldırıp ellerinden öptüm.
"Ben de seni özledim abiciğim. Gece döndüm, seni de uyandırmak istemedim. Banyo yaptım, ses duyarsınız sanmıştım ama pek bir meşguldünüz birbirinizle herhalde."
"Ada bana dokunmak istedi, ben evlenmeden olmaz dedim." Muhammet kollarını kendine sararak konuştuğunda Ada gözlerini ona çevirdi. "Ne?"
"Salak," dedim Muhammet'e, ayarımı bozmaya başlamıştı. Normalde benden korkmazdı, karşıma geçip çatır çutur konuşurdu ama bugün nedense epey korkmuş görünüyordu. Neden ki? Bilmediğim bir şey mi olmuştu? Suçlu gibi, şüpheci davranıyordu.
Yoksa...
Aniden yerimden doğrulup bağırdım. "Siz öpüştünüz mü?"
Ada elini ağzına kapatırken kıpkırmızı kesildi ve Muhammet başını başka tarafa çevirip parmaklarıyla oynamaya başladı. Resmen öpüşmüşlerdi. Ellerimi belimin iki yanına koydum. "Ya da söylemeyin, duymak istemiyorum." Aslında öpüşemezsiniz diye zıplayıp bağırmak istiyordum ama adil bir abi olacaktım. Adil, hakkaniyetli bir abi... Bir anda Muhammet'in üzerine doğru hücum ettiğimde Ada bağırarak beni tişörtümden tuttu. Kocaman açılmış gözlerine bakarak Muhammet'i yakasından tuttum ve gözlerinin içine bakarak onu uyardım.
"Ada'nın gözlerinden, senin yüzünden tek bir damla gözyaşı dökülürse seni doğrarım, parçalarını paketler, kargoyla Bursa'ya geri yollarım. Bilmem anlatabildin mi?"
"Çok güzel anlatıyorsun, öğretmen ol bence," dedi Muhammet, hipnoz olmuş gibi gözlerime bakarken.
"Matematikçiyim ben zaten, mal," diyerek onu sertçe bıraktım ve gerileyip Ada'ya döndüm. Hâlâ utanmış görünüyordu, oysa onu utandırmak istememiştim. Kafasını kaldırıp bana bakamıyordu. Daha sakin şekilde uzanıp kız kardeşimin yanağından makas aldım ve saçlarını karıştırıp mutfağın çıkışına ilerledim. Her ikisinin de rahatladığını hissederek kapıdan çıktım ve aynı hızla geri dönüp onlara baktım.
"Çok öpüşünce kanser olma riski artıyormuş," diye bir yalan uydurdum, gayet ciddi bir şekilde. "Ben çok adil, hakkaniyetli bir abiyim ama kanser olmanızı istemem. Tamamen iyi niyetimden."
"Kanser mi?"
Muhammet bana gözlerini devirirken, Ada bu yalanıma inanmış görünüyordu. Kafamı sallayarak kapıdan bir daha çıktım, en azından bu yalan Ada'yı Muhammet’ten bir süre uzak tutabilirdi. İnternette çok öpüşmek kanser eder başlıklı bir yazı mı paylaşsaydım acaba? Bunu Ada'ya gösterirdim, o zaman kesin inanırdı.
Odama geri dönüp dün gece yanımda getirdiğim spor çantayı açtım ve içerisinde ilaç aradım. Eşyalarımızı Mahşer toplamıştı, çantamın bir tarafına koymuş olmalıydı. Zor bulayım diye dibe köşeye koymuştur kesin. Sırıtmakla kızmak arasında gidip geldim ve çantayı didik didik edip haplarımı aradım. Hay aksi, neredeydi bunlar.
Yoksa...
Kendi çantasına mı koymuştu?
Bilerek yapmış bile olabilirdi, tekrar bir araya gelmemiz için sebep oluşsun diye. Bu kısacık anda bunu planlamış olabilir miydi? Cadıydı o, ondan beklerdim. İlaçlarım ondaysa ne yapacaktım? Almazsam işler ters gidebilirdi. Eczaneye gidip almalıydım belki de. O cadı da planı bir halta yaramadığı için deliye dönerdi.
Bizim aşkımız böyleydi işte. Etrafında alevden bir çember vardı.
Gitmeyecektim, onunki gurursa benimki de gururdu. O gelecekti, bir kez de onun gelmesini istiyordum. Çantayı ayağımın ucuyla duvara doğru fırlatarak yerimden doğruldum. Eczaneye gider yenilerini alırdım, ona gidip almam şart değildi. Ayaklarıma çorap geçirip cüzdanımla araba anahtarımı cebime attım ve odamdan çıktım.
"Bir yere mi gidiyorsun abi? Yeni geldin?"
Sokak kapısına yürürken Ada yanıma gelip önümü kesti ve merakla bana baktı. Ayakkabılarımı giyerken ona göz kırptım. "İlaçlarım bitmiş, eczaneye gidiyorum."
"Hı." Nefesini rahatlayarak bıraktı ve belli belirsiz gülümsedi. "Erken döndün, şimdi de sabah vakti dışarı çıkıyorsun. Bir problem olduğunu düşündüm."
Her zamanki aşk acım.
Hayatımda kalp acımdan daha çok çektiğim şey varsa o da aşk acısıydı.
Ona doğru eğilip beyaz tenindeki kızarmış yanaklarını sıktım.
"Abinin yeni bir kalbi, önünde de uzun ömrü var. Neler yaşadık biz seninle, ufak can sıkıntılarım seni mutsuz etmesin. Bunlar gelip geçici şeyler, sağlıklı olduğumu biliyorsun; bu saatten sonra mutsuz olmak yok."
Sağlıklı olduğumu, yeni bir kalbe sahip olduğumu hatırlamak onu mutlu etti ve başını hızlıca salladı. "Ağrın falan yok değil mi?"
"Yok," dedim dürüstçe. Doğruldum. "Bana söz vermiştin, seni fizik tedaviye götüreceğim. Hemen yarın için randevu alacağım."
Yüzü anında düştüğünde kaşlarımı çattım. Dışarıya çıkmak, kalabalığa karışmakla alakalı ciddi korkuları vardı. Bir tane arkadaşı olmaz mıydı insanın? Benim kardeşimin yoktu. Kalabalığa karıştığında herkesin ona bakacağını, kendisiyle alay edeceğini sanıyordu. Doğru, alay edebilirlerdi ama bununla başa çıkmayı öğrenmesi gerekiyordu. Kendine güvenmesi şarttı, böyle yaşanmazdı.
"Ada," dedim kızmaya başladığımı hissederek. "Bana söz verdin."
Yanaklarını şişirip nefesini üfledi. "Tamam."
Bir kez daha eğilip çenesinin altından tuttum ve dudaklarımı her iki yanağına da bastırıp canım kadar sevdiğim kardeşimi öptüm. "Ada, sen çok güzel ve iyi bir kızsın. İçindeki gücün farkına var, artık hayatının iplerini eline almanın vakti geldi."
Ada da beni yanaklarımdan öperek gözlerime baktı. "Korkuyorum."
"Sırf korktuğun için hayatı hep böyle kaçırarak mı yaşayacaksın? Beş dakika mesafende sahil var, gidip denizi izlemiyorsun. Dünyanın en güzel şehirlerinden birinde yaşıyorsun, çıkıp bir kere bu şehri gezmiyorsun. İki salak bakar sana, belki üç tane aptal yanında fısıldaşır ama sen engelinin farkında birisisin, onlarsa zihinsel engellerini farkında olmayan budalalar."
"Keşke senin kadar özgüvenli olsaydım," diyerek başını önüne eğdiğinde. Daha fazla ikna olmaya ihtiyacı olduğunu fark ettim.
Saçlarından bir kez daha öpüp bu meseleyi daha uzun konuşmayı zihnime yazdıktan sonra doğruldum. Muhammet ellerini ceplerine koymuş, şimdi onda hep gördüğüm cesaretle bana bakıyordu. Onun cesaretini takdir ediyordum, sonuçta kim kız kardeşinin korkak bir adamla bir hayat paylaşmasını isterdi ki?
Kapıyı çekip evden çıktım ve apartmandan ayrıldım. Eczane yakınlarda olduğu için yürümeye karar verdim. Ellerimi pantolonumun ceplerine koyarak kaldırıma çıktım ve sokağın sonuna doğru yürüdüm. İki sokak ötede eczane vardı, semtteki çoğu eczanenin yerini ezbere biliyordum.
Ne de olsa hastane ve eczanelerde çok vakit geçirmiştim.
Sokağın köşesinden döndüm. Duvarın yanından yürürken Mahşer'i düşünmemek için kafamı başka şeylerle oyalamaya çalıştım. Babamla amcam ne yapmıştı, bilmiyordum. Babam olanı duyduğunda amcamı temizlerdi, buna emindim. Babamın karşısına geçip bunu anlatmam gerekiyordu, birbirlerini yiyip durabilirlerdi. Benim umurumda olmazdı. Ada'yla Mahşer'i tüm bunlardan uzak tutayım, başkası umurumda değildi.
"Duman..."
Kendi adımı duymaya hazırlıksız yakalandığım için yürümeyi kesip başımı sesi geldiği yöne kaldırdım ve Mahşer'i gördüm. Köşeyi yeni dönmüştü, beni gördüğünde de durmuş olmalıydı. Baştan aşağıya siyahlar içindeydi. Üzerinde şapkalı bir sweat vardı, şapkasını koyu saçlarına örtmüştü. Altına da siyah bir pantolon giymişti, yanında sırt çantalarından birisi yoktu. Bana gelmiş olmalıydı, burada gidecek başka yeri yoktu.
Bana gelmişti, gururunu hiçe sayarak.
Omzunu duvara yaslayıp olduğu yerde hiç kıpırdamadan bana bakmaya başladığında durmayı keserek sakince yanına ilerledim. Elleri sweatinin cebindeydi, yaz günü neden uzun kollu, kalın bir şey giydiğini merak ederken buldum kendimi. Yanına kadar yürüyüp karşısında durduğumda, donuk gözlerle ve aynı donuk ifadeyle bakarak dudaklarını araladı. "Nereye gidiyorsun?"
Rahatsız edici derecede duygusuz sesini duymasam konuştuğuna inanmazdım, yüzünde bir tane mimik bile yoktu. Solgun, bitkin ama ilginç şekilde aynı zamanda yıkılmaz görünüyordu. Onu çekip göğsümde yatıştırmamak için ellerimi yumruk yaptım.
"Eczaneye.”
Yeşil ve mavi renkte olan hareler yüzümdeki gezintisini tamamladı ve ellerini ceplerinden çıkarıp bana uzattı. Avuçlarında ilaçlarım vardı. "Getirdim," dedi aynı donuk, ruhsuz sesiyle. Elleri sararmış görünmüştü gözüme. "Dün akşam da içmedin. Ben o acelede çantama atmışım yanlışlıkla."
Yumruklarımı çözüp ceplerimden çıkardım. Uzanıp ilaçları alırken teninin buz gibi olduğunu hissedip kaşlarımı sertçe çattım. Güneşli havaya rağmen yüzünde bir sıcaklık, canlılık yoktu. "Bilerek aldığını düşünmüştüm," diye itiraf ettim mahcubiyetle.
Yüzünde mimik oynamadı, gücenmesini beklesem de olmadı. Başını bile sallamadı. "Normal. Ben de kendimden bunu beklerdim."
Benim kafamda Mahşer'in bir resmi vardı ama acaba Mahşer kendi kafasının içinde nasıl biriydi?
Bazen onun herkesi yaralı bırakıp kendini öldürdüğünü düşünüyordum.
O zamanlar her şeyi edip sadece onu kendime çekip sarılmak istiyordum.
"Neden bu havada sweat giyiyorsun?" diye sordum. Dudakları morarmıştı, sanki soğukta kalmış gibiydi.
"Üşüyorum," dedi yalnızca, başka hiçbir şey demeden, yüzünde mimik oynamadan.
Çenem seğirdi. "Tepende güneş var, hava yirmi yedi derece."
Boş, ruhsuz bakışları istikrarını korudu. Bana elini uzattı. "Bak, ellerim soğuk ama..."
Elini yumuşakça tutup avucumun içine aldım. Daha önceki temasımda da fark ettiğim gibi elleri buza kesmişti. "Bu kadar üşümen normal değil."
İlk kez insancıl bir tepki vererek eliyle sol elime sıkıca yapıştığında, diğer elimi kaldırıp yüzüne götürdüm. Ateşi olduğunu düşünmüştüm ama ne yanakları ne de alnı sıcak değildi. Aksine teni soğuktu. Alnını, boynunu okşayarak sıkkın şekilde konuştum. "Nasıl hissediyorsun?"
"Bununla ilgileniyorsan iyiyim..."
Elimi boynundan, diğer elimi de elinden çekerek ondan uzaklaştım ve düşmesi için ilk adımı atarak geriledim. "Doktora git, iç hastalığın olabilir."
İlk düşüşü gördüm. Benim tarafımdan umursanmamak onu irkiltti. Fakat çok kısa sürdü ve o boş bakışlar geri döndü. "Lüzumu yok," dedi hırçınca. "Yıllardır kendi başımın çaresine bakıyorum."
"İyi o zaman, görüşürüz," diyerek omzunu sıktım ve umursamazlığımı sürdürerek arkamı döndüm.
Ellerimde ilaçları tutarak geldiğim yöne doğru ilerlemeye başladığımda onu epey dumura uğrattığımın farkındaydım. Bana hep davrandığı gibi ona onu umursamıyormuş gibi davranacak, içini dökmesi için kışkırtacaktım. Bana öfkesinden, nefretinden, kızdığı şeylerden bahsederdi ama açık açık hislerinden bahsetmezdi. Belki biraz hassasiyet kazanması, bu kadar kızgın olmaması için kendimi geri plana atmak fayda sağlardı. En azından denerdim.
Sonuçta o gururunu bir kenara bırakmasa da ben eninde sonunda yine Mahşer'e gidecektim.
Hiç ses çıkarmadığını, itiraz etmediğini fark ettiğimde içgüdülerime engel olamayıp başımı omzumun üzerinden arkaya çevirdim. İşte, arkasını dönmüş gidiyordu. Dişlerimi sıktım ve ağız dolusu küfretmemek için sonuna kadar direndim. Adımları hırçındı, ellerini tekrar cebine koymuştu. Onu umursamadığım için hakaret edeceğini, inatçılık edip peşimden geleceğini düşünmüştüm ama gidiyordu.
Aslında dövüşmeyi de çok iyi biliyordu ama ilk atağı hep benden bekliyordu.
"Korkak," diye fısıldadım ve köşeyi dönüp gözden kaybolmasını izledim. Kokusunu da beraberinde götürerek uzaklaştığında sırtımı gri duvara yaslayarak kaybolduğu sokağı izledim. O hissetmiyor olabilirdi ama ben kalbimin kırıldığını hissedebiliyordum. Beni sevdiğini, bana âşık olduğunu biliyordum ama bana hiç değerliymişim gibi hissettirmiyordu.
Bir dal sigarayı paketinden çıkardım ve yakarak onun peşine düştüm. Evime gitmek istemiyordum, onun karşısına da çıkmayacaktım ama nereye gittiğini görmek istiyordum. Zaten bir işim yoktu; ondan başka.
Sigaramı dudaklarım arasına koyup epey uzak mesafeden onu takip ettim. Ellerini cebinden hiç çıkarmadı, kaldırımdan inmeden yürüdü. Fark edilmek istemiyordum, bu yüzden dikkatli davrandım. O sweatin şapkasını bile indirmemişti, o kadar mı üşüyordu? Ne yapmıştı kendine?
İkinci sigarama geçerken Mahşer'in eve değil de sahile doğru indiğini fark ettim. Caddenin karşısına, sahile geçerken dalgın olmalı ki ışık yanmadan sokağa atladı. Bunun farkına vardığım an koşmak için atağa geçtim ama kaldırımdaki bir kız geçmemesi için Mahşer'i kolundan tutup geriye çekti.
"Araba çarpacak hanımefendi," dediğini duydum.
Mahşer'in sadece sol profilini görüyordum, kolunu kızdan hışımla çekip "İşine bak," diye tersledi.
Benim duygularımı bile nadiren umursayan bir kızın başkasının duygularını umursayacağını zaten düşünmemiştim.
Önüne dönene kadar ışık yandı ve şükürler olsun başına bir iş açmadan karşıya geçti. Diğer kızın arkasından söylendiğini duydum ama Mahşer dönüp bir şey demedi. Onun peşinden karşıya geçtim ve deniz karşısındaki bir banka ilerlemesini izledim. Bacaklarını yukarıya çıkardı ve üşümeye devam ediyormuş gibi kollarını etrafına sarıp yüzünü dizlerine gömdü.
Uzağında durup yalnızca onu seyre daldım. Hiç kıpırdamadı, hareket etmedi, uyuduğunu düşünmeme yetecek kadar sabit kaldı. Öğle oldu, ikindi oldu. Yere oturup sırtımı ağaca verdim ve gözümü hep üstünde tutarak dalgalanan saçlarını izledim. Bir ara bankın diğer tarafına, onun uzağına genç bir çocuk oturdu ama Mahşer buna rağmen kafasını kaldırmadı. Neyse ki genç adam birkaç dakika sonra kalktı.
Akşam vakti olana kadar onu izledim, bir ara Ada aradığında ona sahilde olduğumu söyleyerek telefonu kapatmıştım. Az sonraysa Mahşer'in kalktığını gördüğümde ben de doğrulup yüzümü ağacın arkasına gizledim. Kafasını kaldırıp kararmaya başlayan gökyüzüne, denize, açıp avuçlarına baktı. Banktan doğrulurken sweatinin şapkasını başına geçirdi.
Bir kez daha yolunu değiştirip gözden kaybolana kadar onu izledim.
Kendimi, onun kalktığı banka attım ve ellerimi önümde birleştirip dalgalanan denize baktım. Birazdan ay görünürdü, neden uzun saatlerce burada oturduğunu anlamamıştım; eve gidince mutsuz mu oluyordu? Onun normal duygularla bir yaşam sürmesi için her türlü yolu deniyor ama bir türlü başaramıyordum.
Telefonumun bildirim sesini duyduğumda elimi cebime atıp telefonumu çıkardım ve ekranda onun adını görünce içime ansızın, müthiş hızda bir rahatlama çöktü. Bana mesaj atmıştı, ekrana tıklayıp mesajı heyecanla açtım.
Gönderen: Gül Dikeni.
Sen beni kovduktan sonra kulübe gittim, yeni bir erkekle tanıştım.
Akşama kadar sahilde oturmamış gibi kulübe gittim diyerek beni kışkırtmaya çalışıyordu. Ekranda beliren, adının yanındaki fotoğrafını okşadım ve herhangi bir cevap yazmadan telefonu cebine attım.
"Abi?"
Ada'nın sesini duyduğumda başımı sesin geldiği yöne çevirdim. Tekerlekli sandalyesini buraya doğru sürüyordu, Muhammet de onunlaydı. Tekerlekli sandalyesi yaklaştığında, sandalyenin kenarlarından tutarak onu önüme doğru çektim. "Bu yüzden mi nerede olduğumu sordun? Yanıma gelmek için mi?"
"Hiç sahile inmediğimden şikâyet eden sendin," dedi tatlı bir şekilde. Saçlarını çoğu zaman salardı ama bugün tepesinde bağlamış, güzel görünmek için uğraşmış gibiydi. Üzerindeki yazlık elbisenin şirinliğine dudak kıvırarak, "İyi yapmışsın," dedim. "Seni yanıma, banka almamı ister misin?"
"Böyle iyiyim," diyerek başını erkek arkadaşına çevirdi. "Muhammet de burada, ona da bir selam versene."
"Göremiyorum," diye geçiştirdim ve onun sandalyesini yanıma kadar çekerek Muhammet'ten uzaklaştırdım. Ada bana gözlerini devirirken, Muhammet bankın yanındaki boş kısma oturdu. "Burada ne yapıyorsun?" diye sordu.
Karanlık vaktinin süzüldüğü dalga dalga denizi izlerken, zihnimin içinde zehirli hava gibi gezinen düşünceleri savuşturmaya çalıştım. "Mahşer buradaydı, az önce gitti," dedim detaya girmeden.
"Abi, bir şey soracağım," dedi düşünceli şekilde. Muhammet yanımda sigara yaktığında, Ada'ya dönüp nefesimi üfledim. "Kafam yerinde değil abiciğim, Mahşer’le ilgili bir şey sorma."
Bir anda gözleri kocaman açıldı. "Ayrıldınız mı?" diye sordu.
"Tövbe de, tükür o kelimeyi," diyerek ona homurdandım. Ayrılmak değildi bu, sevginin iyi halini bir türlü bulamayışımızdı. Kötü haliyle yaşarken mahvoluşumuzdu.
"Beraberiz."
"Ama sen..." Duraksadı, devamını getirip getirmemekte kararsız kalmıştı. Bakışlarını kaçırarak devam etti. "Lisede başka kıza âşıktın, onun hasta olduğunu söylemiştin, yoğun bakımdan uyanmasını bekliyordun?"
"Oha." Muhammet yanımda bağırdı. "Mahşer yengemin haberi var mı bundan? Umarım yoktur da bunu sana karşı koz olarak kullanırım Duman Abi."
"Ben seni hiç dövmedim galiba," dedim cani bakışlarımı gözlerine dikerek.
Muhammet'in anlık sevinci kayboldu. Başını önüne eğerek sigarasını içmeye devam etti. Suratına bir tane çaksam rahatlardım ama Ada'yı kıracak halim yoktu. Kollarımı göğsümde kavuşturdum ve sertçe yutkunup denizin kenarındaki yosunları izledim.
"Evet, çok hasta olmuştu, ruhu ölmüştü, duyguları yoğun bakımdaydı..." Gözlerimi kapatarak o günü, yaşananlardan sonra Mahşer'in yanına gittiğim zamanı hatırladım. Bomboş bakışlarını renkli gözlerinde ilk kez görmüştüm. Buz gibiydi, ağzını bıçak açmıyordu, bir yoğun bakım hastası gibiydi; kalbi atıyordu ama hiçbir canlılık belirtisi göstermiyordu. Ada bana o günden sonraki günlerde sen birine âşıktın, o kıza ne oldu diye sorduğunda lafın gelişiyle çok hasta olduğunu, yoğun bakımda olduğunu söylemiştim. Ciddiye almış, bir de bunu Mahşer'e söylemişti. Aslında duygularının öldüğünden, ruhunun yoğun bakımda olduğundan söz etmiştim.
"Ama artık iyileşmeye başladı, ya da ben öyle sanıyordum..."
🥀
Bazı insanların hiç fark edilmeyen acıları olduğunu görmüştüm. Üzerini kapattıkları, başka renge boyadıkları, yokmuş gibi davrandıkları... Siyahın üzerini beyazla kapatmaya çalışan insanlar tanımıştım ama boyayı kaç kat vurursan vur siyahın üzerini beyazla kapatamayacaksın, çünkü bir kere siyaha bulaştıysan öyle kolay temizlenemeyeceksin.
Her sabah uyanıp aynanın karşısına geçtiğimde suratımda kocaman bir korku görürdüm. Hiçbir halta yaramadığımı düşünür, beni yaşatan şeyden beni öldürmemesini isterdim. Belirsizliklerle geçen uzun bir hayat yaşamıştım, ameliyattan uyandıktan sonraysa hayata baktığım pencere değişmişti ama o yanımda olmayınca baktığım pencere değişmiş olsa da ardında gördüğüm şeyler siyahtan ibaretti.
Mahşer gelmemişti, üç gün geçmesine rağmen arayıp sormamıştı. Ben de onu aramamış, mesaj atmamış, her ne kadar merak etsem de evine gitmemiştim. Aslında kararlıydım, ne olursa olsun gururunu hiçe sayıp onun gelmesini bekleyecektim ama artık dayanamıyordum; bugün de gelmezse ben gidecektim artık.
Evden dışarıya pek çıkmamıştım, sadece bir kere özel bir dershaneye öğretmenlik başvurusu yapmak için gitmiştim. Babamın yanına gidip amcamın annemle olan yasak aşkını söylemeyi düşünmüştüm ama Mahşer olmadan yapmak istemiyordum. Bunun Mahşer’le beraber yaptığımız son aksiyon olmasını istiyordum, beraber son kez bir halt yiyip bu intikam olaylarını sonsuza kadar kapatacaktım ama Mahşer bana gelmemişti.
Viski bardağını tepeme dikerek kalanını tek seferde içtim. Ada bugün benim için makarna yapmıştı, açıkçası çok piştiği için sevememiştim ama iki tabak yemiştim. Gıcık Muhammet de beni geçmek için üç tabak yemişti. Puşt.
"Evimizden de gitmiyor," diyerek homurdandım ve gözlerimi kaldırıp gökyüzüne baktım. Akşam yemeğinden sonra içmeye başlamıştım, bu aralar epey içiyordum; sanırım hastayken içemediğim günlerin acısını çıkarıyordum.
Ada'yla Muhammet'in açtıkları komedi filmine güldüklerini buradan bile duyabiliyordum. Dışarıda yağmur vardı, böyle havaları daha çok severdim. Geniş yapraklı ağaçların yağmura karıştığında oluşan hoş kokusunu severdim. Doğrulup viski şişesiyle bardağı aldım ve balkondan mutfağa geçerek elimdekileri tezgâha bıraktım.
Gidip zıbarsam iyi olurdu, yoksa bu kafayla Mahşer'e giderdim.
Mutfaktan çıktım ve odama geçmeden önce salon kapısından Ada'ya baktım. Kafasını arkaya atmış, kahkahalarla gülüyordu. İçeriye girdiğimde gözlerini bana çevirerek, "Sen de izlesene," dedi heyecanla. "Abi biliyor musun, artık yabancı filmleri neredeyse altyazısız izleyebiliyorum. Evde durmak, dizi film izlemek en azından İngilizceme yaramış."
"Sevindim fıstık," diyerek onun yanaklarını sıktım. Saçlarına eğilip iyi geceler öpücüğü bıraktım. "Çok geçe kalma, uykunu al."
"Tamam abiciğim."
Muhammet'e döndüm ve köşedeki minderi kafasına fırlatıp homurdandım. "Burada uyu, Ada da odasında kalsın."
"Bence rahibe okuluna götür, rahibe yap Ada'yı. Ancak o zaman rahatlarsın."
"Git," diyerek üzerine doğru hırladığımda, ağzının içinde homurdanarak sabır dilendi.
Salondan çıktım. Odama geçip kapıyı kapattım. Odanın içi ıssızdı, karanlığa alışmak için gözlerimi birkaç kez kırpıştırdım. Kemerimi çıkarıp yere fırlattım. Üzerimdeki tişörtü ensesinden çekip çıkardım ve dolabımı açıp temiz bir tişört alırken odanın içinde bir ses duydum.
Birisi nefes alıyor gibiydi.
Beynimle vücudum tehlike riskini onaylayıp korunma içgüdüsüyle davrandı ve parmaklarım dolaptaki silahıma uzandı. Silahı avucumun içiyle kavrayıp başımı arkaya çevirdiğimde, karanlıkta seçmek zor oldu ama duvarın dibindeki gölgeyi fark ettim. Tuttuğum nefesi üfleyip dolaba yaslandım ve Mahşer kafasını dizlerinden kaldırıp bana baktığında, duygularım bir kalp masajıyla kendine geldi.
Odanın köşesine, duvarın dibine, dizlerini kendine çekip oturmuş ne yapıyordu böyle?
Silahı çıkarmadan dolapta bıraktım ve ellerimi indirerek onun yanına yürüdüm. Kollarını kendine sarmıştı, üzerinde yine bir sweat vardı ve saçları yüzünü iki yandan da saklıyordu. Sessiz, kıpırtısızdı. Gelmişti ama gelişinin böyle sakin, sessiz, gizlice olacağını düşünmemiştim. Yanına kadar yürüyüp dizimi kırdım ve önünde eğildim. Şimdi yüzlerimiz hemen hemen aynı hizadaydı ve gözleri gözlerime kilitlenmişti.
"Eve nasıl girdin?" diye sordum fısıltıyla. "Burada ne yapıyorsun?"
"Yedek anahtarınızı çalmıştım," dedi kuru bir sesle.
Kalçamı yere yaslayarak oturdum ve düşünceli şekilde ona baktım. Yedek anahtarı yürüttüğünden haberim yoktu, sorun değildi. Üzerinde geçen günkü sweat vardı, hep aynı şeyle yatıp kalkamazdı herhalde. Suratında bir donukluk vardı ama bundan başka bir de hüzünlü görünüyordu. Dudakları küskün gibi bükülüydü. Elimi uzatıp kömür karası saçlarını kulağının arkasına koydum. "Neden kapıyı çalmadın ki?"
"Açmazsın diye." Omzunu silkerek elini yere yasladı ve tırnaklarıyla parkeye çizgi çekerek sitemli şekilde bana baktı. "Kovdun beni, üstelik bağırdın da."
"Sen de bana hep bağırıyorsun," dedim, nasıl hissettiğimden haberdar olsun diye.
"Evet ama..." Maviyle yeşil renkteki, tüm doğayı içine sığdırmış gözleri kızgınca baktı ve konuşmaya devam etti. "Ben zaten oyum ama sen bu değilsin."
"O kişi olman beni her terslediğinde üzülmediğim anlamına gelmiyor. Çok üzülüyorum."
Üzüntü kelimesinin anlamını bile bilmiyormuş gibi, bu kelime onda hiçbir çağrışım yapmamışçasına, "Elimde değil," dedi çatlayan bir sesle. Sanki denizin altında konuşuyordu. "Birinin üzülmesi bende bir duygu oluşturmuyor."
"Benim üzülmem de mi?"
Oysa bu bir kanundur, karanlık olduğunda saatler on ikiyi, maskelerini çıkardığındaysa Mahşer'in kalbi hep beni gösterir.
"Seni bilerek üzmüyorum," dedi, tırnaklarını bu kez avuçlarına batırmaya başladı. Kapatılmayan, üstüne bir örtü çekilen yaralarla büyüdüğü için kendinde yaralar açmakta sakınca görmüyordu; çünkü kapatılmasa da olurdu. Acının geçmesine ihtiyaç duymadığın bir hayat gerçek özgürlük müdür? "Hatta senin yanındayken sadece kendimizle ilgileniyorum, başkalarıyla uğraşmak ilgimi çekmiyor, öfkeden ziyade aşkı hissediyorum. Ama sen yanımda olmadığında, isterse annem olsun... Bir şey dersem üzülür mü diye düşünemiyorum. Elimde değil, bu hassasiyeti gösteremiyorum."
Ben sormadan uzun uzun anlatması hoşuma gitmişti. Elimi saçından çekemedim, yıllardır kesmediği saçlarını hafifçe okşadım.
"Birini öldürmeyi normal bulman akıl işi değil Mahşer."
Sanki ona bir suçlama yöneltmişim gibi harlandı gözleri. "Normal bulmuyorum, doğru olmadığını biliyorum! Ama ölürse de bir şey hissetmem! Mesela annemi de sevdiğimi biliyorum!" Sesini yükseltmeye başlamıştı. "Çisem'i ya da Öğünç'ü de! Ama bu sevgiyi hissetmiyorum. Ne yapayım ya, ne yapayım! Kendimi mi paralayayım hissetmek için!"
Kontrolden çıkmaya başlıyordu, belki de çıkması ve içini dökmesi gerekiyordu. Elleri titremeye başlamıştı, gözkapakları daha yukarıda ve gözleri daha büyüktü. Karanlıktaki nefesinin süzülüşünü hissediyordum.
"İnsan öldürmenin doğru olmadığını biliyorsan o zaman üste çıkmayacaksın, hatanı kabul edeceksin."
"Ettim!" diye bağırdı, elimi saçlarının arasından iterek. Dizlerinin üzerinde hafifçe yükselip yüzüme yaklaştı ve soluyarak tısladı. "Buraya geldiğime göre hatamı kabul etmişim değil mi? Neden uzatıyorsun, sürekli beni sorguluyorsun! Neden sizler gibi olamadığım gerçeğiyle yüzleştiriyorsun beni sürekli? Neden!"
"Aynaya bakmayı sevmediğin gibi kendinle yüzleşmeyi de sevmiyorsun," dedim. "Aslında o kadar acın var ki acıdan ölmeye başlasan hangi bir yerine pansuman yapacağını bulamazsın; bir sürü var, yaralarına yetişemezsin. Ama evet, bu acıları hissetmiyorsun, acılarının geçmesine ihtiyaç duymayacak kadar özgürsün."
"Hissetmiyorum!" diye tekrarlarken avazı çıkana kadar bağırdı. Yüzüme az öncekinden daha yakındı ve sanki paralanıyor, parçalanıyordu. "Hissizliğimin cezası sensizlik mi?"
Değil.
"Eğer öyleyse elimi, kolumu, bileğimi keseyim; fiziksel acıları hissedebiliyorum! O zaman hisli olur muyum, ister misin beni?"
Bazı sevgiler, insanlığımızı öldürme potansiyeli taşıyordu.
Ona duyduğum sevgi gibi.
"Sen nasıl acılarının bitmesine ihtiyaç duymuyorsan ben de senin değişmene ihtiyaç duymuyorum.”
"Ama öyle davranıyorsun," diye bağırmaya devam etti ve hışımla ayağa fırlayıp kendi etrafında dönmeye başladı. Evet, tamamen kontrolden çıkmıştı. "Gözümün önünde bir çocuğa araba çarpsa gider ona yardım ederim tamam mı? Hâlâ insanım! Ama o çocuğa araba çarptı diye de üzülmem! İçim boş bir teneke tamam mı? Duygu muygu yok, zorlama artık!"
"Öfkeyi hissedebiliyorsun ama!" diye bağırarak ben de yerimden fırladım ve karşısına dikilerek onu kollarından tuttum. Fakat gördüğüm şeye hazırlıksız yakalandım. Mavi ve yeşil renkteki, cehennem eşiği ve cennet aydınlığı olan gözleri dolu dolu bakıyordu. Şaşkına döndüm ve ellerimi çekip bir adım geriledim.
"Neden buraya geldin Mahşer, neden?"
Gözlerindeki öfke yerini siteme bıraktı. Bana arkasını dönüp cama doğru ilerlemeye başladı. Bir anda camın önündeki koltuğa tekme attığında zaten hafif olan koltuk sallandı. Geriye doğru düşerek yerde tok bir ses bıraktı. Elleriyle camdaki perdeleri çekiştirip öfke harpıyla bana döndü. "Çünkü insan olmayı, hissetmeyi hatırladığım tek yer senin yanın!"
"Buraya gel." Kahrolmasına dayanamayarak üzerine doğru yürümeye başladığımda, ellerini kaldırarak beni durdurdu ve ayağımı yere sertçe vurdu. "Mahşer..."
"Ne? Görmeyi istediğin bu değil miydi? Neden şimdi bana sarılmak istiyorsun? Bana fayda mı sağlayacağını düşünüyorsun? Sen bile beni iyi birisi olmaya teşvik edemedin, neden hâlâ aynı şeyleri söyleyip duruyorsun!" Ellerini kulaklarına vurdu ve az öncekinden daha yüksek sesle bağırdı, hatta çığlık attı. "Her gün uyanıyorum, göğsümde bomboş bir hisle. Yataktan kalkıyorum ama sanki kalkmasam da olur gibi geliyor! Yüzümü yıkamak için banyoya gidiyorum, aynaya bir kez olsun bakmıyorum! Kahvaltıya oturuyorum ama yemesem de olurmuş gibi hissediyorum. Sadece sen... sen olduğunda yemeğin tadını alıyorum, senin yanında uyanınca farklı hissediyorum, sana baktığımda gürültü çıkaran bir teneke değil de gerçek bir insan gibi hissediyorum!"
Artık sadece konuşmuyordu, hıçkırarak ağlıyordu. Çok dolmuştu ve ilk kez gerçekten sahip olamadığı şeye ağlıyordu.
Gözlerimin yanmaya başladığını hissederek ıslak yüzüne uzanırken, "Abi?" diyen endişeli sesi duyarak başımı kapıya çevirdim. Ada sesleri duymuş, kapıma gelmişti. "Neler oluyor?"
"Yok bir şey," dedim, sesim çatlamıştı. Mahşer kesik kesik hıçkırıyordu. "İçeriye dön Ada."
Tekrar konuşmadığında dediğimi yaptığını anlayarak Mahşer'e döndüm. Elinin tersiyle ağzını kapatmış, hıçkırıklarını tutmaya çalışıyor ve başını önüne eğmiş, titriyordu. Ona bir kez daha adım attığımda başını kaldırdı ve üzerime doğru adeta koşup yumruklarını göğsüme vurdu.
"Caniyim işte, caniyim ben!" Gözyaşları yüzünden süzülüp boynunda kayboluyordu. "İnsanların hayatları boyunca rastlamayı istemediği bir insan olmayı ben mi seçtim!"
"Mahşer," dedim, çorak kalbimi gözyaşlarıyla ıslatmasına dayanamayarak.
Beni itti ve yüzündeki yaşları elinin tersiyle silip bana arkasını döndü. Elini sağa sola savurup tekrar pencereye kadar yürüdü ama birkaç adım sonrasında kendini bırakıp dizlerinin üzerine düştü. Düşüşü o kadar ani olmuştu ki tutmaya yetişememiştim. Kalkmak için hiçbir çaba göstermeden başını önüne eğdi ve saçları yerde dalgalanırken aslında duyguları varmış gibi hıçkırıklara boğuldu. Taş kesildim ve onu sıyıran okun benim kalbimi yarıp geçtiğini hissettim.
"Aslında hayat sana hissizlik vererek özgürlük tanımamış, özgürlüğünü almış," dedim, ona doğru bir adım atarken.
"Kalbimin kırılmasına, canımın yanma pahasına rağmen keşke ben de hissedebilseydim. Keşke annem bana ölmek istiyorum, dediğinde kahrolsaydım ama ölümünün acı vermeyeceğini bilmeseydim! Acılarımın geçmesine ihtiyaç duymayacak kadar özgürüm ama özgürlük bana sandığından daha pahalıya patlıyor! Bir gün öleceğim ama bunu da hissetmeyeceğim."
Ve sonra kollarını kendine dolayarak, bağırarak, hıçkırıklarla sarsılarak, tıpkı bir çocuk gibi ağladı. İnsan olduğunu hatırladı ama insan gibi hissedemeyişine ağladı. Acılarının bitmesine ihtiyaç duymamak bir özgürlük gibi görünebilirdi ama bizden çalınan duygularımızın ta kendisiydi. Yarın uyandığımda bu geceden dün diye bahsedeceğim, üç ay sonra o gece diye bahsedeceğim ama Mahşer'in hıçkırıkları hep şimdimde kalacaktı. Yarın da üç ay sonra da.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...