25. BÖLÜM
"GERÇEKLER."
Kalbinin yanındayken gürültü yaptığı kişiden kaçıp gidiyorsun ya şimdi... Aslında hayır, gidemiyorsun.
Ayakların gidiyor, belki vücudun, belki beynin... Ama kalbinin kaldığı yerden sen ne kadar gidebilirsin ki? Ya kalbini unutursun ya da gidemediğini kabul edersin. Ben kalbimi unutmayı seçtim, o yokmuş gibi davrandım ama bir şeyi de unuttum. Kalbim yokmuş gibi davransam da o vardı ve en çok Duman'ın yanında varlığını hissediyordum. Duman bana demişti ki, ben kalbimin üzerine yatamam, acır. Onun yaralı da olsa acısını hissedebildiği bir kalbi vardı ve bazen bana tıpkı şöyle bakardı: Ben parçalarına ayrılmış bir kalple seni hissedebiliyorum, sen nasıl sağlam bir kalple beni hissedemiyorsun?
Gece onu rüyamda görmüştüm, aslında kâbusumda. Onu daha önce çok kez rüyamda görmüştüm, lise yıllarında da, yollarımızın ayrıldığı o senelerde de rüyalarımda görmüştüm ama hepsi beni utandıracak rüyalar olurdu. Hiçbiri böylesine bir kâbus olmamıştı. Duman... Rüyamda onun kalbini göğsünden çıkarıp bana uzattığını, ne kadar yetişmeye çalışsam da elinin içindeki o kalbi alamadığımı görüyordum. Göğsünün içinden çıkarıp bana uzattığı o kalbin paramparça olduğunu, Duman'ın acı içindeki bakışlarını, hepsini hatırlıyordum. Bu yüzden sabahın ilk saatlerinden sonra tekrar uyumamış, yatağın içinde dönüp durmuştum.
Düşüne düşüne yataktan kalktım ve saçlarımı bileğimdeki lastikle toplayıp odadan çıktım. Hava biraz yumuşamış olduğu için üşümüyordum. Banyoya geçip soyundum ve sıcak suyun altına girip küvetin içinde bir süre oturdum. Aslında kâbusumdan uyandığımda bir delilik haliyle Duman'ı aramıştım ama telefonu açmamıştı. Buna sinirlendiğimi yine hatırlayarak şampuana uzandım. Çok oyalanmak istemiyordum, bu yüzden kısa sürede duşumu aldım ve banyodan çıkarak odaya geçtim.
Siyah bir pantolonla gümüş renginde, göbeğimi açıkta bırakan bir bluz giydim ve zayıf belimi aynada inceledim. Aynadaki aksime bir iki saniye ancak baktım ve hafifçe gülümsediğimde, yüzümün aldığı hali gördüm. Saçlarımı fırçayla taradım ve bağlarken sokak kapısının çaldığını duyarak irkildim.
Duman mıydı?
Odadan çıktım ve çıplak ayaklarla sokak kapısına vardım. Karnımda bir yumruk hissediyordum. Kapıyı ardına kadar açıp gözlerimi kaldırdığımda, beklediğimin aksine Duman'ı değil de Çisem’le Öğünç'ü görerek duraksadım.
"Merhaba buzlar kraliçesi." Çisem yanağıma bir öpücük kondurarak içeriye girdi ve ayakkabılarını çıkararak portmantoya koydu. Ona gözlerimi devirirken, Öğünç de peşi sıra eve girip ayakkabılarını çıkarmaya başladı. "Sabahın köründe niye geldiniz?"
"Çisem'i kahvaltıya götürüyordum," dedi Öğünç, doğrulduğunda. "Mahşer'i de alalım dedi."
"Benim işlerim var," dedim netçe. Kapıyı kapattım ve diğer yeşil koltuğa geçip oturdum. Çisem başını kaldırmış, ellerini beline koymuş bana bakarken oldukça tatsız görünüyordu. "Son zamanlarda hep işin var, farkında mısın? Haftalardır bir araya gelip doğru dürüst konuşmadık. Hep Duman’lasın."
Son zamanlarda onları ihmal ediyor, sadece anneme bakmalarını istediğimde arayıp çağırıyordum. Çıkarcı davranıyordum ama Çisem şimdi bunu sıratıma bile vurmuyordu. "Tamam, annemi doyurayım gidelim kahvaltıya."
Çisem gülümsedi ve hoşlanmadığım şekilde sulu sulu öptü yanağımı. "Beni azarlamanı bile özledim."
Öğünç oturduğu koltuktan kalktı ve Çisem gibi, yanağımı öpmek için bana doğru uzandığında Çisem onun suratını avuçlayarak ittirdi. "Öpme."
Öğünç homurdanarak Çisem'in elini yüzünden yavaşça itti. "Mahşer'i değil ki, seni öpecektim."
İtiraf edeyim, bu beni şaşırttı. Elbette beni öpmesini istediğimden değil ama Öğünç bu gibi durumları hep fırsata çevirirdi. Çisem'in de şaşırarak duraksadığını gördüm, gözlerini kırpıştırarak bir süre Öğünç'ün yüzüne baktı. "Sen... Hep Mahşer'i öperdin."
Öğünç bakışlarını başka yöne çekerek kalktığı koltuğa tekrardan otururken omzunu silkti. Çisem ısrarcı davranmadı, fazlasını sormadı ama dudaklarının zahmetsizce kıvrıldığını gördüm. Aralarındaki bir şey değişmeye devam ediyordu sanırım. İkisi de benim için çok önemliydi ve mutlu olmalarını istiyordum. Elimi atıp Çisem'in mor saçlarını okşadım. "Saçlarının rengi oturmuş, daha güzel görünüyorlar."
"Değil mi? Boyası akıyor, bundan sonra da gri yapacağım."
Yanağından makas aldım. "Bir dahaki sefere boyayı getir, beraber boyayalım."
"Olur sevgilim." Kıkırdadı.
"Yılışma." Kafasını itip onu kendimden uzaklaştırdım.
"Ben de sana ölüyorum aşkım." Yanağımdan bir öpücük daha almaya çalıştığında koltuktan kalktım ve Öğünç’le gülüşmelerini izledim. Pisler, benimle dalga geçiyorlardı resmen. Yakınımdaki koltuktan bir minder kaptım ve Çisem'e attığımda, Öğünç'ün kendini minderin önüne attığını görerek gözlerimi devirdim. Koltuk minderi göğsüne çarparak yere düştüğünde, Öğünç kendini Çisem'in yanına attı. Yüzünü ona döndü.
"Senin için kendimi tehlikeye attım, hadi beni öp."
Çisem gözlerini devirdi.
Birbirlerine yastık fırlatmalarını izlediğim birkaç dakikadan sonra salondan çıktım ve annemin odasına geçerken, su sesinin banyodan geldiğini duydum. Kalkmış, elini yüzünü yıkıyor olmalıydı. Banyonun önünde bekledim. Az sonra su sesi kesildi ve kapı açıldı. Annem kafasını kaldırıp beni gördü.
"Günaydın," dedim ve uzanıp yüzünden akan su damlacıklarını elimle sildim. "Seslere mi uyandın?"
Parmakları hareketlendi. Hayır, zaten uyanmıştım.
Yüzümü ondan uzaklaştırırken annem hiç ummadığım bir şey yaptı ve bu sefer kendisi yanağımı öpmek için bana uzandı. Uzun, sıcak bir öpücüğü yanağıma bıraktığında, kalbimin ezildiğini hissettim ve bunu inkâr bile edemedim. "Öğünç ve Çisem’le kahvaltı yapmaya gideceğiz," dedim ve ekledim. "Dün gece geç geldim, uyuduğun için de seni uyandırmadım. Nasılsın?"
Parmakları az sonra tekrardan havada hareketlendi. O çocukla bir şeylerin peşindesin ama ne zaman bitecek Mahşer?
"Bitmesini istediğimde bitecek anne.”
Mutfağa geçtim ve anneme kahvaltı hazırlamaya başladım. Onun zaten yaptığım şeylerden şüphe duyduğunu, benim için korktuğunu biliyordum ama ben kendim içim korkmuyordum. Korkusuz olmak güzel olduğu kadar tehlikeliydi de, insanın sınırı olmuyordu. Annem için dolu dolu bir kahvaltı tabağı hazırladıktan sonra kaynattığım suyu kapattım. Sıcak suyu büyük bir bardağa boşaltıp sallama çayı içine attım ve tek şekeri bardağın içine bırakıp erimesini bekledim. Dönüşte eve bir şeyler alsam iyi olurdu, dolapta az şey kalmıştı ama neyse ki anneme iyi bir kahvaltı hazırlamama yetmişti. Tabağı, birkaç dilim ekmeği ve çayı masaya bıraktıktan sonra, "Anne," diye seslendim içeriye doğru. "Gel de kahvaltını yap lütfen."
Lütfen mi?
Neyse, nazik olmak insanı öldürmezdi. Annem çok oyalanmadan mutfaktan içeriye girdiğinde ne giydiğini görme fırsatım olmuştu. Üzerinde kırmızı, düz bir kazak ile yünlü bir eşofman vardı. "Çayını iç, soğumasın," dedim ve üzerine bir hırka almak için odadan çıktım.
Birkaç dakika sonra bir hırkayla mutfaktan içeriye girdiğimde, annemin dalgın halde çayını içtiğini gördüm. Yanına yaklaştım. Hırkayı omuzlarından aşağıya bırakırken, hiç irkilmeden aynı noktaya bakmaya devam ettiğini gördüm. Kaşlarımı hafifçe çattım ve bakışlarını takip ettim. Annem... Masanın ucundaki bıçağa bakıyordu. Zaten ölmek isteyen biri neden bıçağa bakardı? Bir anda bütün vücudumun buz kestiğini hissettim ve ayaklarım yere nasıl çakıldıysa bedenimi kıpırdatamadım. Kaskatı kesilmiştim. Annemle birlikte o bıçağa bakıyorduk.
Ben o bıçakta birini öldürmenin hayalini görüyorken annem kendini öldürmenin hayalini görüyordu.
Hareket edip masanın diğer tarafına ilerledim. Bıçağı aldım ve sapını elimde sıkarak tezgâha yürüdüm. Bir rafı açarak içindeki bıçaklara baktım ve tüm bıçakları çıkardım. Etrafıma bakıp gazete aradım ve bulduğumda tüm bıçakları gazeteye sarıp torbanın içine koydum. Annemin bakmadığına emin olduğumda tüm bıçakları tezgâhın altındaki dolaba koydum ve üzerine birkaç ambalajlı ürün koyarak onları sakladım. Tüm bunları yaparken ellerim titriyordu.
Çocuklarla beraber evden ayrılmadan önce annemin ilaçlarını da yanıma almıştım, sonuçta insanlar haplarla da intihar edebiliyordu. Ayrıca gazı tamamen kapatmış, makas gibi diğer kesici aletleri de saklamıştım. O bıçağa olan bakışı tüm bu tedbirleri almamı yetmişti işte. Kaptan'ın yerine gidene kadar ağzımı hiç açmadım. Sadece başımı cama yaslayıp annemi, gözümün önünden silemediğim o bakışını düşündüm.
Araba Kaptan'ın kafesinin önünde durduğunda, yine liseli gençlerin kafenin kapısında küçük bir kalabalık oluşturduğunu gördüm. Arabadan inip kafenin merdivenlerini çıkarken, dalgınca başımı önüme eğdim ve telefonu ceketimin cebinden çıkarıp ekrana bakındım. Saat öğleye geliyordu, Duman muhakkak uyanmış, mesajımı görmüş olmalıydı ama buna rağmen beni aramamıştı. Bıktı benden, diye düşündüm ve telefonu tutan parmaklarım katılaştı.
İçeriye girdik. Öğünç bizi daha tenha olan masaya götürdü. Sandalyeleri çekip oturduğumuzda Kaptan'a selam verdi. Kaptan kasanın arkasında, huysuzca Öğünç'e bakıyordu. Öğünç ona sırıttığında Kaptan abartılı bir el hareketiyle onu savuşturdu. Ben ve Çisem gülerken, Öğünç bozuldu ama bunu çaktırmadı.
"Kaptan bayılıyor bana ya, sevgisini göstermemek için çıldırıyor şu an."
"Adam seni ne zaman görse yüzünü buruşturuyor," dedim ve ardından gözlerimi devirdim. "Gıcığına gidiyorsun onun."
"Kızım." Öğünç hemen yanımdaki sandalyede oturuyordu, Çisem ise karşımızda oturmuş, huysuzca bize bakıyordu. Bana yakın olduğu için Öğünç kolunu omzuma doğru attı ve yüzünü başıma doğru eğdi. "Hayda," dedi aynı sırada, dik dik başımın üzerinden arkaya bakarken. "Bunun burada ne işi var?"
Çisem’le aynı anda ona sorgulayan bakışlar atıyorduk ki, çok geçmeden Öğünç'ün omzumdaki eli kalktı ve yerine daha sıcak, iri bir el yerleşti. İrkilmedim bile, sanki bunu bekliyormuş gibi vücudum onu hemen tanıdı ve omzum elinin altında gevşedi. Çisem'in ve Öğünç'ün bakışları doğrudan onu hedef alırken, Duman eğildi ve yüzünü saçlarıma sürterek başımın üstüne öpücük kondurdu. "Merhaba bebeğim."
"Me... Merhaba." Kekelemiştim! Kendime duyduğum hayretle beraber dudaklarım aralıklı kalırken, Duman'ın kısıkça güldüğünü duydum. Kulaklarımın arkası, boynumun tümü sıcacık olmuştu. "Çok mu heyecanlandın sen?" diyerek benimle açıkça alay etti. Nefesi saçlarımın arasından akıp ensemde kayboluyordu. Şakağıma son defa, daha sert bir öpücük kondurarak benden uzaklaştığında, tırnaklarımı avuçiçlerime batırıyor olduğumu fark ettim. Burada olduğumu nereden biliyordu?
Doğrularak yana kaydı ve Öğünç'ün sandalyenin kolundan tutarak kenara doğru itti. "Uzaklaş Dövünç."
Öğünç sandalyesini sürükleyerek Çisem'in yanına taşırken, "Öğünç," diyerek onu düzeltti. "Öğünç, közcüğüm."
İkisi de birbirine, ilkelce homurdanarak önlerine döndüklerinde, bugün yüzünü ilk kez görmek için başımı omzumun üzerinden ona kaldırdım. Onu en son dün gece, beni evime bıraktığında görmüştüm. Şimdi güneşin öptüğü teninden dün gece benim dudaklarım geçiyordu. Uzanıp yanağına bir öpücük kondurdum. "Merhaba."
Başımı yumuşakça omzuna yerleştirdi. "Bugün çok sakinsin," derken sesi yalnızca benim duyabileceğim kadar kısıktı. "Bir sorun yok değil mi?"
"Yok," dedim. Aslında vardı. "Sadece..." dilimi ısırdım. "Seni böyle aniden görmek güzel oldu."
Bu uysallığımın onu şaşırttığını, belki de dehşete sürüklediğini hissediyordum. Haklılık payı vardı elbette, ben de kendime şaşırıyordum. "Güzel şeyler hep aniden olur zaten," dedi ve ekledi. "Seni ilk görüşüm gibi."
Beni ilk nerede, ne zaman görmüştü?
Kendime birkaç saniye daha verdim. Onunla temasta olmak, sarılmak için yalnızca birkaç saniye daha... Burnumu boynuna, esmer tenine doğru sürttüm ve aynı ritimde atan nabzının birkaç saniye sonra hızlandığını hissettim. Kokusunu içime çekerek ondan yavaşça uzaklaştım. Başımı önüme çevirirken, ellerimi de alıp dizlerimin üzerine yerleştirdim ve göz ucuyla Çisem'e baktım. Bizimle alakasız görünüyor, Öğünç'ün telefonda gösterdiği bir şeye bakıyordu. Öğünç'ün artık beni Duman'dan kıskandığını sanmıyordum, çünkü bizden tarafa bakmıyordu bile. Sadece Duman'a gıcık olduğu için onunla eğleniyordu.
Duman ondan uzaklaşmama ses etmedi ama elini omzuma daha sıkı yerleştirerek, benimle olan temasının devamlılığını sağladı.
"Ee," dedim sessizliği bozarak. "Bir şeyler içmeyecek miyiz?"
"Ne alayım sana?"
"Açım," dedim karnımın gurultusuna ses vererek. "Aslında buranın kruvasanları güzel olur."
"Tatlı şeyler sevmiyordun?"
"Çikolatalı tatlıları sevebilirim."
Omzunun üzerinden arkasına döndüğünde, kasanın arkasındaki Kaptan'ı gördü ve başını sallayarak ona selam verdi. Kaptan aynı Öğünç'e takındığı suratsız tavrı Duman'a da gösterdiğinde Duman ağzının içinde homurdanarak önüne döndü. "Huysuz ihtiyar...”
Çisem etrafta dolaşan bir erkek garsonu çağırdığında hepimiz birkaç şey istedik ve garson istediklerimizi not alarak yanımızdan ayrıldı. "Biliyor musun, Duman," dedi Çisem, sesi meraklı çıkmış ve kafamı kaldırıp ona bakmama neden olmuştu. “Ben seni uzun zamandır tanıyorum."
Ne? Kahretsin! Bundan mı bahsedecekti? Parmaklarım sertçe masanın kenarına yapışırken, öfkeli gözlerimi ona doğrulttum ama onun bunu gördüğü yoktu. Duman'ın şaşırmasını, garip bir tepki vermesini bekledim ama bunun yerine sadece gözlerini kırptı. "Ben de seni uzun süredir tanıyorum," dedi ve gözlerini aheste bir tavırla Öğünç'e çevirdi. "Seni de."
"Nasıl?" Öğünç kaş göz yaptı. "İn misin cin misin? Nereden tanıyorsun?"
"Aynı koridorlardan geçmişliğimiz var," dedi Duman ve benim gözlerim ona doğru dönerken, masaya gelen garsonla beraber sessizliğe gömüldük. Son zamanlarda aklımı bu konuyla ilgili çok karıştırıyordu. Sürekli geçmişten, uzun senelerdir tanıştığımızdan bahsediyor, böyle imalar yapıyordu. Zaten o defter mevzusunu da hâlâ unutabilmiş değildim. Kafam çok karışmıştı. Geçip karşısına, beni tanıyor muydun, diye sorabilir miydim? Seni okul koridorlarında arayan o gözlerin sahibini tanıyor muydun?
Garson tepsideki tabakları ahşap masaya dizdi ve içeceklerimizi de bırakıp uzaklaştı. Damağımda bir sürü harf birikmiş, yan yana gelip anlamlı bir kelime oluşturmak istiyordu ama dilim sanki boğazımı tıkıyordu. Yakasından tutup “Ben de senin eski âşığın mıyım?” diye sormak istiyordum.
Öğünç Duman'ın bu tavrını tıpkı Çisem ve benim gibi garip karşıladı. Kollarıyla beraber masaya abanarak daha dikkatli şekilde onun suratına baktı. "Senin de yüzünde tanıdık bir şeyler var," dedi ve boynunu sol tarafa doğru yatırarak gözlerini kıstı. "Aaa, şerefsizlikmiş."
Duman boş boş bakarken, Öğünç onu sinir etmenin keyfiyle bana göz kırptı. Duman'a laf edildiğinde bir yılan gibi dilimi çıkarıp düşmanın suratına tıslamak istiyordum ama Öğünç benim düşmanım değildi. Bu yüzden ona sadece göz devirmekle yetindiğimde, "Mahşer, sana göz kırpıp duruyor," diye sızlandı Duman, kulağımın dibinde. "Sen de ona gözlerini deviriyorsun. İnanamıyorum ya! Resmen gözlerinizle anlaşıyorsunuz... Bana göz devir tamam mı? Bakma şuna.”
Kafamı ona doğru çevirip göz devirdim. "Oldu mu?"
Dudağımın kenarını ısırarak önüme döndüm ve bardağa uzanarak çayımı içmeye başladım. Taze kruvasanların görüntüsü iştahımı açtı. Uzanıp bir tanesini aldım ve yemeye başladım. Çisem önündeki kahvaltı tabağına rağmen uzanıp kruvasanlarımdan aldı. "Çok iyi bir arkadaşsın Mahşer, beraber yiyelim diye daha fazla kruvasan almış."
"Aptal," diyerek azarı bastım ona. "Tabii ki öyle değil."
Taze kruvasanı ağzına attı ve kırıntılarını dökerek yemeye başladı.
Ona dil çıkardım. Çisem ve Öğünç bunu çocukça bularak söylenmeye başladıklarında, kaşlarımı çatarak bakışlarımı onlardan çektim. Bu kafeyi seviyordum, camları denizle birdi ve dalgalar bazen cama kadar ulaşıyor, ilginç sesler çıkarıyordu. Denizin köpürmesini izleyerek kalan kruvasanımı yedim ve çayımı içtim. Sonra uzandım, elimde bir parça kalan kruvasanımı onun ağzına atarken, "Sen yiyebilirsin," diye mırıldandım ve tekrar pencereye dönüp uzaklara baktım.
"Kalp hastasıyım ben kızım, böyle ani şeyler yapma bana."
Gülüşünü duyuyorum.
İnsan hayret ediyor, bunun dünyanın en güzel seslerinden biri olduğunu düşünen kalbine.
"Bunların arasında farklı bir şey var." Birkaç dakika sonra Duman'ın sesini duyduğumda irkildim ve ona döndüm. Öğünç ve Çisem'e bakıyor, bir eliyle de salatalık dilimini kemiriyordu. Çehresini böyle düşünceli bir ifade sardığında, göz kenarlarındaki çizgiler kırışıyor ve bakışları beni bile görmüyordu. Onun gibi Çisem ve Öğünç'e baktım. Çisem elinde tuttuğu Öğünç'ün telefonundan bir şeyler izlerken kıkırdıyor, Öğünç de onun arsız saçlarını kulaklarının arkasına itip duruyordu. Çisem'in saçları yanağına düştüğünde Öğünç kıkırdıyor ve tekrar o saç tutamını kulağının arkasına itiyordu. Bunu kendisi için oyuna çevirmiş, aptalca bir mutlulukla yapıyordu.
"Gördüğün gibi Duman, daha fazlası olmak istiyorlar ama buna ne Öğünç'ün babası izin verir ne de Çisem'in annesi."
Oturduğum sandalyede ona doğru dönüp yüzümü kaldırdım ve onun yeniden önündeki tabağa döndüğünü gördüm. Bana bakmasını istiyordum, istediğim şeyleri gerçekleştirirdim. Parmaklarımı köşeli çenesinin etrafına sararak yüzünü yüzüme doğru çevirirken, parmak uçlarımın bir toprağın altından değerli bir hazineyi çıkardığını hissediyordum. Duman sorarcasına kaşlarını çattığında çenesinde daha sert bir baskı uygulayarak yüzünü yüzüme çektim ve dudaklarımı açıkta kalan çenesine bastırdım.
Simasındaki tüm gergin kaslar gevşedi ve dudakları, benim dudaklarım onun çenesine yaslı dururken kaygısızca kıvrıldı. Dudaklarının dokunuşu hafifçe burnuma sürtünmüştü. Kendimi geriye çekmedim, fakat onun yaptığı gibi gülümsemedim de. Kendime bu an için izin verdim. Delik de olsa onun bir kalbi var ve atışları hemen sağ göğsümün üstüne vuruyor. Delik de olsa onun bir kalbi var ve duruyor, gözünü kırpmadan elimi o kalbe uzatışımı izliyor. Onun bir kalbi var... Ve o kalbi benimle paylaşıyor. Sana yetmeyen kalp ikimize nasıl yeter, söylesene. Baksana Duman, sevgilisi ölen kardelenler kışı görmüyor.
"Ah Mahşer! Ah Mahşer. Seni o kadar, o kadar çok se..." durdu, biraz sustu. Bu kışı görecek miyim? Sevgilisi ölürse görür mü kışı kardelen? "Ah Mahşer..."
🥀
İnsan kendini sevemedikçe kimseyi sevemiyor.
Çünkü sevgi, kendini sevmekle başlıyor.
Kendimi sevmediğim gibi aynaya bakmayı da sevmiyordum.
Bu yüzden torpido aynasına yüz çevirip benden daha güzel görünen bir şeye, Duman'a baktım. Arabayı kullanıyor, odağını yola vermiş görünüyordu. Saat akşam altıyı geçmişti, mekânda biraz takıldıktan sonra ayrılmıştık ve Duman beni götürmek istediği bir yer olduğunu söylediği için oraya gidiyorduk. Yanağımı deri koltuğa daha sert bastırıp hafifçe kavisli olan burnuna baktım. Trafik akmıyordu. Buna duyduğu sıkıntı yüzünde şekillenmişti. Hangi servet, yüzünün güzelliği kadar zengindir ki?
"Duman, Melih Han'ı gidip konuşturmamız gerekiyordu. Beni nereye götürüyorsun?"
"Onu konuşturacağız," diyerek beni onayladı. "Havanın iyice kararmasını bekledim dikkat çekmemek için, gündüz gözüyle yapılacak iş değil. O zamana kadar da seninle vakit geçirmek istedim."
Range Rover kırmızı ışıkta durduğunda, "Bugün kötü bir şey oldu," dedim sessizce. Duman hızlı bir manevrayla bana döndü. "Ne oldu? Biri mi bir şey yaptı?"
"Yoo," dedim ondan daha sakin şekilde. "Öyle bir şey değil."
"Sana bir şey olmadıysa benim için çok kötü bir şey değildir." Omzunu silkti.
Dilimin ucunu ısırdım. Annem ölmek istiyor, demek çok zordu. Durumu nasıl izah edeceğimi bilemediğim için bir müddet sustum.
"Bu sabah evden çıkmadan önce anneme kahvaltı hazırladım..." Yüzüne bakamıyordum. "O sırada... gördüm ki bıçağa bakıyordu. Masada bir bıçak vardı ve annem o bıçağa öyle bir bakıyordu ki, sanki alıp bir yerine saplamak istiyordu. İnanmayacaksın belki ama bu beni korkuttu. Evdeki tüm bıçakları, kesici aletleri sakladım..." Elimi hızla ceketimin cebine götürdüm ve ilaç kutularını çıkardım. "Bak, bir sürü ilaç! Yanıma aldım, içer, kendine bir şey yapar diye."
İlaçları avucumun içinde sıkarken, arabanın gürültülü bir frenle durdu ama kafamı kaldırmadan ellerime bakmaya devam ettim. Kendimi berbat hissediyordum. Sabahtan beri böyleydi, annemin bakışları gözümün önünden gitmiyordu.
"Şu çırpınışın," diye soludu Duman ve ardından güçlü bir şekilde yutkundu. "Sen bir şeyler için gözlerimin önünde harap olduğunda tüm uzuvlarım acı çekiyor sanki. Ki, sen kendini çok az şey için harap edersin." İlaç kutularının üzerine sıkıca kapanan parmaklarımı avucunun içine doğru çekti. El bu sadece. Neden elini alıp yüzüme götürmek istiyorum ki?
"Çırpınma gözlerimin önünde. Annenin iyi olmadığını biliyorum Mahşer, intiharı düşündüğünü de inkâr edemeyiz ama seni bırakmaya gücü yetmez. Ben annenden daha güçlüyüm, benim yetmedi, annenin nasıl yetsin?"
Doğru mu söylüyordu? Yoksa bunlar avuntu muydu? "Sandığın gibi değil Duman, annem beni umursamıyor, yıllardır böyle. Gözünün beni gördüğü yok. Yıllar oldu, bir kere bile gelip bana sarıldığı yok; yıllar oldu, gelip bir kere üstümü örttüğü yok..." Durdum, belki tüm bunları anlatmam gereksizdi.
"Saçmalık," diyecek oldum ki, "Hayır," diyerek karşı çıktı bana. Parmak boğumlarımı, yaralarıma dokunmadan okşadı. "Anlatmaya devam et. Seni böyle açıkça dinlemek istiyorum.”
Duman uzanıp kısık şekilde çalan radyoyu kapattığında, bunu beni daha iyi duymak için yaptığını anlamıştım. Neden konuşacak bir şeyi olmayan birini ısrarla dinlemek istiyorsun?
"Ne anlatayım ki?" dedim.
Hemen, "İçinden geçeni," diye cevap verdi.
İçimden geçen... "Kardeşini seçtiğinde beni orada öylece bırakıp gider miydin?"
Bir dakika kadar süren sessizliği Duman'ın kısık gülüşü kesti ve bu sakin bedenimi anında sinirlendirdi. Kaşlarımı çatarak kafamı sertçe yukarıya kaldırdığımda, başını deri şoför koltuğunun arkasına yasladığını gördüm. Yanağı hafifçe koltuğa yerleşmişti ve gülüşünün izleri yüzündeydi. İşte, biriyle duygularınızı paylaştığınızda bu oluyordu. Er ya da geç sizinle alay ediyorlardı. Ruhsuzca nefes alıp verirken, "Hâlâ kafanı kurcalıyor değil mi?" diye sordu küstah şekilde. "İllaki, seni seçerdim Mahşer dememi istiyorsun değil mi?"
Dişlerimi birbirine o kadar sert bastırdım ki, kaslarım anlık olarak sızladı. "Öyle bir şey duymayı istediğim yok."
"İkiyüzlü arsız şeytan." Bunu yavaşça ve gözlerimin içine bakarak söyledi. "Yapma, itiraf et."
"Kardeşini kurtarırdın, biliyorum." Eli hâlâ parmak boğumlarımı okşuyordu, ona kızgın olmama rağmen elini itememiştim. "Zaten ortada cevabını bildiğim bir şey varken neden aksi olsun diye umut edeyim? Cevabını biliyorum. Sadece kardeşini seçtikten sonra ne yapacağını merak etmiştim."
Başını iki yana doğru sallarken, hafifçe dalgalı görünen saçları da başının üzerinde sallandı. "Dün de söyledim. Ada'ya onu seçeceğimi söyledim, çünkü sen bizi dinlerken sana acı çektirmek istedim. Bazen bunu istiyorum Mahşer. Çünkü tam karşımda durup kalbimi göğsümün içinde söküp aldın ve avucunun içinde sıktıkça sıktın. Duygularımı çok kez hırpaladın. Bir kez olsun sana aynısını yaşatmak istedim ama umduğum gibi olmadı, çekebileceğini düşündüğüm acı beni tatmin etmedi."
Güçlükle yutkundum. “Ama ben bilerek kötü davranmadım ki sana. Böyle birisi olduğum için davranışlarım böyle oldu. Sense… Bile isteye bana acı çektirdiğini söylüyorsun.”
“Gerçekten… Sana acıdığım dediğinde canımı istemsiz mi yaktın Mahşer?”
Sessizliğe gömüldük.
Onun yüreğine elimde bombalarla girmiş, orayı çok kez patlatıp sağ şekilde çıkmış, onu ise defalarca kez yaralamıştım. İçten içe bunun onda bana karşı bir nefret duygusu uyandırdığını biliyordum. İnkâr edemezdi, Duman'ın bir tarafı benden nefret ediyordu. Uzun bir süre sustum ve ilaçları cebime koyarak camdan dışarıyı izledim. Sessizlik devam ederken gözlerim tesadüfen önünde durduğumuz yere çevrildi ve buranın bir sinema salonu olduğunu görerek duraksadım.
"Beni sinemaya mı getirdin?"
Dönüp camdan dışarıya, bir anlığına sinema salonuna bakıp omuzlarını silkti. "Film izleriz diye düşünmüştüm."
Dudağımın kenarını ısırdım. "Birçok işimiz var. Bunun yerine film mi izleyeceğiz?"
Gözlerini yukarıya kaldırıp kıvrımlı kirpiklerinin ardından bana çekimser bir bakış attı. "İzlemeyelim mi?"
"Peki, izleyelim."
"Anlasana kızım," dedi ansızın. "Az vaktim var benim, yapmadığımız şey kalmasın istiyorum."
Bakışlarımı kaçırmamak için direnirken, "Bana artık bunu deme," diyerek onu azarladım. "Bana az vaktim var deyip durma tamam mı?"
Bana ruhsuz gözlerle bakmaktan başka türlüsünü yapmadığında, aslında girip patlattığım o yürekten çok da sağlam çıkamadığımı anladım. "Seansı kaçırmayalım, hadi."
Dışarıya çıktığımızda Duman çok geçmeden bana yetişti ve yanımda duran elimi yakalayarak parmaklarını parmaklarımın arasından geçirdi. Bir ağacın kalın gövdesinden yukarıya doğru uzanan iki ayrı dal gibiydi ellerimiz ve sanki ellerimizin üzerinden zehirli sarmaşıklar geçiyordu. Avucumun içi anında terlemeye başlarken üçüncü kez el ele tutuştuğumuzu fark ettim ve zehirli sarmaşıklara rağmen onun parmaklarına daha sıkı kenetlendim.
İçeriye girdiğimizde gişeye yürüdük. Kalabalık sırada bir süre bekledik. Film başlayana kadar hangi filme girdiğimizi bilmiyordum. Duman iyi bir yerden koltuk almıştı, geçip yan yana oturduğumuzda üzerimdeki ceketi çıkarıp kucağıma koydum ve sırtımı tamamen koltuğa yaslayarak gözlerimi ekrana diktim. Çok kalabalık değildi ama salon sıcaktı. Duman da benim gibi ceketini çıkarırken, "Kolayı açsana," dedi. Hızlı hareket etmesinin etkisiyle nefes nefese kalmıştı. Kalbi için endişe ederek kola yerine aldığımız soğuk suyu açtım ve içmesi için ona uzattım. "Bir anda içme, genzine kaçmasın."
Bana sahiden mi bakışları attı. "Gözlerimi yaşartacaksın Mahşer."
Hah, onu düşünende kabahatti. Suyu sertçe kucağına attım. "Umarım genzine kaçar."
"Senin bedduan tutuyor."
Omuz silkerek önüme döndüğümde, Duman bana bakarak şişeyi açtı ve ağzına dayayarak içmeye başladı. Tam o sırada, onun yanındaki koltuğa oturmakta olan bir adam dirseğini yanlışlıkla onun sırtına çarptı ve Duman irkilerek öksürmeye başladı. Sırıttım ve elimi ağzıma kapatırken, onun suyunu kendinden uzaklaştırmasını izledim. Bedduam gerçekten de tutuyordu galiba. Duman dehşetle bana baktı. "Nasıl olabilir ya…”
İçten içe daha çok sırıttım ve Duman'ın gözleri gözlerimde asılı kaldığında, elimi dudaklarımdan indirerek önüme döndüm. Fragmanlar bitmiş, film jeneriği ekranda akmaya başlamıştı. Duman orada durup gözleriyle adeta beni yerken nefes almak bile zorlaştı ve bakışlarım mecburi şekilde yeniden onu buldu. Başı hâlâ benden yana çevriliydi. Salondaki karanlığa rağmen beni izleyen kehribar gözlerini seçebiliyordum. "Ne bakıyorsun?" diye fısıldadığımda, "Gülünce çıkardığın o küçük ses," dedi benim kadar sessiz şekilde. "O sesi öpesim geldi."
Bakışlarının sesi kadar ciddi olduğunu gördüğümde, imkânı olsa bunu yapabileceğini fark ettim ve gözlerimi ondan çektim. Fakat kırdığım yüreği için ona bir iyilik borçluydum. Kalbim sol göğsümün altında kuş gibi çırpınıp dururken, başımı eğdim ve yavaşça sol göğsünün üstüne bıraktım. Duman'ın kasıldığını hissetmemle beraber gevşemesi için parmaklarımı kalbinin altına yasladım ve düzensiz kalp atışlarını dinleyerek gözlerimi ekrana diktim.
Bir süre hiç konuşmadık. Zaten salondaydık ve saygısızlık etmemek için konuşmamamız gerekirdi. Duman beni bir dram filmine getirmişti. Anne ile kızlarının sancılı hayatını anlatan, melankolik bir filmdi. Duygularımın bir kısmı donuktu ve bu yüzden filmin içimi kolay kolay acıtmasını zaten beklemiyordum.
Devasa ekranda akan sahneleri izlediğim bir zamandan sonra filmin beni içine çektiğini hissettim. İtiraf etmeliyim, güzel filmdi.
"Sana mısır alalım demiştim Duman. Al işte, şimdi filmi izlerken ne güzel yer..."
Cümlem henüz bitmemişti ki Duman'ın kıpırdanması son buldu ve hemen sonra göğsüne dizili duran parmaklarıma sıcak bir şey çarptı. İrkildim ve filmden kopan bakışlarımı elime çevirdiğimde, yutkunamadan kalakaldım. Elimin üzerinde bir kestane kesesi vardı. "Kestane almışsın."
"Hem de her birinin kabuklarını soyup kesenin içine tekrardan koydum. Hadi, soğumadan ye."
Kalbinin düzensiz atışları daha belirgin şekilde kulağımın altında yükselirken, kesenin ağzını açıp içinden bir kestane çıkardım. "Beraber yiyelim," dedim, hemen ardından bir başka kestaneyi yemesi için ona uzattım. Yüzüne bakmıyor olsam da dudakları parmaklarıma değdiğinde, kestaneyi almak için eğildiğini anladım. Kestaneyi parmaklarımın arasından aldığında parmak uçlarım dudaklarına çarptı ve o, kestaneyi yerken ben dudaklarının sıcak nabzını hissettim.
"Sen neyi seversin?" diye sordum ona, parmaklarım dudağından aşağıya, çenesi boyunca kaydı ve tekrardan göğsüne yerleşti. "Hani ben kestaneyi çok seviyorum ya, senin özellikle çok sevdiğin bir şey var mı?"
"Sen."
"Hımm," derken tekrardan gözlerimi ekrana çevirmiştim.
"Çikolatalı kek," diye yanıtladı beni ve kolunun birini belimden geçirdi. "Ne zaman olsa yerim. Aç tok fark etmez. Genelde pastaneden alır yerim, hem de deli gibi. O halimi görsen inanamazsın."
İnanırım. Çünkü anımsayabiliyordum. Lisenin o günlerinde kantinden sürekli çikolatalı kekler aldığını biliyordum ama bunun favorisi olduğunu düşünmezdim. "Sahiden mi?" diye sordum göğsüne doğru. "Mesela kaç dilim yersin?"
"Hani o içi çikolatalı cupcakeler var ya, sekiz dokuz tane yiyorum."
"Oha," dedim elimde olmadan. "Ben iki tane ancak yiyorum sen nasıl o kadar yiyorsun?"
"Ben senin iki katın kadarım, bıraksan seni bile yerim."
Birkaç kişinin konuşmamızdan rahatsızlık duyarak söylendiğini duydum ama ekrana bakmaya devam ettim.
"Beni de yiyorsun zaten," dedim ve gözlerimi devirerek kesenin içinden bir kestane daha aldım. Duman beni bildiği için dediğime şaşırmadı ve sessizliğe gömülerek filmi izlemeye devam etti. Ben de öyle yapmak için gözlerimi ekrana çevirdim ve başroldeki kadının ağladığını gördüm. Birkaç dakika sonra başımı tekrardan Duman'ın göğsüne yasladım. Film bitene kadar hiç konuşmadık ve birbirimize sıcak kestanelerden ikram ettik.
Film bittiğinde kalabalığın azalmasını bekleyerek salonda kaldık. Koridora çıktığımızda ellerimiz, sanki hep yaptığımız şeymiş gibi birleşti ve birbirine kenetlendi. Salondan ayrılarak merdivenleri indik ve dışarıya çıktığımızda arabaya binmek için ellerimizi ayırdık. Hüzünlü film ikimizin de içine oturmuş olmalı ki, sessizce hareket ediyor ve sakin davranıyorduk.
Arabaya bindiğimizde Duman vakit kaybetmeden arabayı çalıştırdı ve olduğumuz yerden uzaklaşarak caddeye çıkardı. İki saat sonrasında hava tamamen kararmıştı, gerçekleri gizlemeye hazır gibi. Nereye gittiğimizi sormama gerek yoktu, Çünkü Melih Han'ın yanına gittiğimizi biliyordum.
Bu gece ondan ne öğrenecektik?
Kafamı cama yaslarken, "Baban mı?" diye sordum, onun duyabileceği bir sesle. "Annenle babam arasında bir il... ilişki varsa, baban bunu onlara canıyla ödetmiş midir?"
Bu kafamı sıkça kurcalayan bir soruydu ve Duman'ın da kendine bunu çok kez sorduğuna emindim. "Yapamaz diyemem, babam ürkütücü bir adamdır... Fakat annem de babam da zaten birbirini aldatıyordu, sürekli. İkisi de farkındaydı, annemi onu aldattığında öldürecek olsa ilk seferinde yapardı."
Tamam, iyi biri olduğumu öne sürmüyordum ama asla eşimi aldatmazdım. Ya babam? Bunun bir payı olmuş muydu? Allah aşkına, anneme ve bana olan sevgisi sahte miydi? Kalbim kıyameti yaşıyor gibi hissederken, "Belki bu sefer gözleriyle görmüştür," dedim. "Ya da anneni hep öldürmek istemiştir ve bu kez canına tak etti?"
"O zaman sadece annemi öldürtürdü?"
"Her gün bir katilin yüzüne nasıl bakıyorsun?" diye sordum babasını kastederek.
"Onun yüzüne bakmıyorum.”
Araba yarım saatin sonunda geçen gece geldiğimiz o yere ulaştı ve karanlığın içinde deponun yanına kadar ilerledi. Birkaç saniye sonra sarsılarak durduğunda Duman anahtarı çıkarıp bana doğru döndü. “Sabahtan beri söyleyeceğim, söyleyemedim… Bugün çok güzelsin.”
Ona dil çıkararak kapıyı açtım. Kendimi dışarıya attığımda hissettiğim soğuk havadan korunmak için ceketime sarındım. Kalbi kırık birisi benim ardımdan indi ve araba kapılarını kilitleyerek depoya doğru yürüdü. Cebinden bir anahtar çıkararak kilide yerleştirdi ve deponun kapısı tok bir sesin beraberinde açıldığında, karanlığa alışmak için gözlerimi kırpıştırdım. Duman ilerlerken telefon flaşını açıp içeriye doğrulttum ve yerde, sefalet içinde uzanan Melih'i gördüm. Duman da görmüş olmalı ki duraksadı ve tamamen içeriye girdi. Melih Han sızdığı yerde hafifçe kıpırdandı ve kafasını zorlukla kaldırarak fersiz gözlerle bize baktı. İlk söylediği kelime, "Su," oldu.
Duman keyifle gerinerek ona yaklaştı. "Su mu?" dedi eğlenerek. Eğleniyor olsa da sesi buz gibiydi. "Çoktan idrarını içtiğini düşünmüştüm."
"Duman," dedim sahte bir tiksintiyle. "Çok iğrençsin."
Duman kıkırdadı ama ben bunun kalbime neler ektiğini hissedemeden gülüşüne son verdi. "Görüyor musun Melih Han, bana neler söyletiyorsun?"
"Su," dedi Melih Han, bir daha.
Duman tek dizinin üzerinde eğildi ve mesafesini kapatarak Melih'in suratının aşağısından tuttu. "Su içmeyi çok istiyorsan birkaç sorumuza cevap vermelisin," dedi doğrudan. "O gece emri kim verdi?"
"Söyleyeyim de benimle işini bitir değil mi?" dedi Melih Han, kısık ama öfkeli bir sesle. "Önce bana su ve yaşam garantisi ver, sonra konuşayım."
"Sen bizimle pazarlığa oturacak durumda mısın?" dedi Duman, sanki inanamayarak.
Melih Han gevrek gevrek güldü. "Gayette.”
Böyle güler gülmez alnına bir silah yaslandı.
Silahı belinden ne ara çıkarıp Melih'in kafasına yasladığını anlamamıştım ama yüzünden kusan öfkeyi canlı canlı izliyordum. İleriye doğru bir adım atarken, "Duman," dedim ve tamamen onlara yaklaştığımda, tıpkı onun gibi tek dizimin üzerinde eğildim. Elimi, vücudunu ve kaskatı kesilen kalbini yatıştırmak için omzuna yasladım. "Sakin ol. Gerçekleri öğrenmeliyiz, öfkemizin kurbanı olamayız."
Geçip sırtımı tekrardan deponun duvarına yasladığımda, Duman silahı Melih'in alnından çekti ve emniyetini kapatarak tekrar beline koydu. "Umarım ciddiyetimin farkına varmışsındır," dedi Melih Han'ın uzun saçlarını sertçe kavrayarak kafasını yerden kaldırdığında. "İkimiz de sana işkence etmek için fırsat kolluyoruz. Mahşer'i serbest bıraksam gözlerinin içine bakarak kalbini yerinden söker. İşkencesiz bir sorgu olsun istiyorsan dökül..."
"Olmaz." Melih Han birkaç kere öksürdü ve ağzından akan salyalar pis depo zeminiyle buluştu. Duman saçlarını çok sert çekiyordu, kafasının derisi yanmış olmalıydı. "Beni öldürürler, yapamam."
"Öyle mi?"
"Öyle..."
"Peki." Duman elini ceketinin cebine attığında gözlerim merak içinde kısıldı. Flaşımı o tarafa doğrulttum ve az sonra Duman'ın cebinden çıkarttığı şeyin bir kerpeten olduğunu gördüm. "Mahşer," dedi Duman, sertçe. "Gel, al bunu."
Melih Han olayı kavramaya çalışarak bize bakarken, elimdeki telefonu duvarına yasladım ve ışık yardımıyla oraya doğru yürüdüm. Duman elinin içindeki kerpeteni bana uzattı. Kerpeteni aldığımda, "Ben kıpırdamaması için onu tutacağım," dedi ve bana göz kırparak devam etti. "Sen de hangi tırnağından başlamak istersen başla."
Bunu benim değil kendisinin yapmasını isterdi ama Melih Han'ı benim tutamayacağımı biliyordu. Her ne kadar şu an zayıf olsa da iri bir adamdı ve ben onunla baş edemezdim. Duman yer değiştirerek onun bacaklarına oturduğunda, Melih Han kendisi için bir şeylerin yolunda gitmediğini fark ederek kıpırdanmaya başladı. "Ne yapıyorsunuz lan?"
"Lütfen bağırıp çığlık atmaya ara verme," dedim ve ona göz kırparak dizlerimin üzerine indim. Melih Han hangimize bakacağına şaşırmış bir şekilde gözlerini hızlı hızlı ikimiz arasında çevirirken, sakince eline uzandım. Duman ağırlığını onun bacaklarına verirken, güçlü elleriyle diğer elini sertçe yere bastırdı ve onu tamamen savunmasız bırakmış oldu. Eline tiksintiyle bakarak sertçe tuttum ve diğer elimdeki kerpetenin makaslarını açtım. "Melih Han, biliyor musun bunun nasıl yapıldığını çok merak ediyordum. Tırnağını çekip çıkarabilir miyim? Sence kaç saniye sürer?"
"Ne?" O kadar dehşete düşmüştü ki, sesi bir soluk olarak çıktı. "Sen onunla ne ya... yapıyorsun sen?"
Elini can havliyle çekmek istedi ama tüm gücümle eline asılarak bir diğer elimdeki kerpeteni parmak uçlarına yaklaştırdım. "Hep size bunu yapmanın hayalini kurdum biliyor musun?"
Melih Han, "Psikopat," diyerek yüzüme doğru kükredi. Duman onun parmaklarını bükerek "Ona bağırma,” dedi.
"Bakın, yapmayın." Melih Han çırpındı ve bir kez daha kurtulma girişiminde bulundu. "Ol... olacak iş değil."
"Annemin dilini kestiniz," dedim aniden, onun parmaklarına bakarken. "Sesini soluğunu kestiniz. Bir kere kızım demesi için neler vermezdim... Siz anneme acımamışken ben neden sana acıyayım?"
"Ma... Mahşer..."
"Uzatma," dedi Duman, onun cümlesini keserek. "Söyle ve kurtul. Annemin ve onun babasının öldürülmesinin nedeni neydi? Bu işin başında kim vardı?"
"Söyle..."
Söylemiyordu madem, cezasını keserdim. Ona ve kendime vakit tanımadan kerpetenin keskin uçlarını işaretparmağının tırnağı üzerine yerleştirdim ve Melih daha bunu kavrayamamışken, kerpeteni bastırdım. Tırnağı kerpetenin uçları arasında kaldığında, suratı buz gibi oldu ve ağzı bana itiraz etmek için açılırken, gözlerinin içine bakarak kerpeteni son sürat bir hızla çekerek tırnağını söktüm.
Çığlığı o kadar yüksek olmuştu ki benim bile tüylerimi ürpertmişti.
Duman onun tırnağını çektiğimi görmediği için çığlığına tamamen hazırlıksız yakalandı ve çığlığı duyar duymaz kendini Melih'i üzerinden attı. Bir küfür savurarak uzaklaştığında, Melih Han'ın elini ittim. Kerpetenin ucundaki kanlı, uzun, kirli tırnağa baktım. Melih Han acı dolu çığlıklar atarak yerde kıvranırken, "İnsan önceden haber verir," dedi Duman, soluk soluğa. Kafamı çevirip ona baktığımda hâlâ biraz şaşkın göründüğünü fark ettim. Göz göze geldiğimizde omuzlarımı silktim ve bununla eş zamanlı olarak gülümsediğini gördüm. Mırıldandı. "Manyak.”
Alt dudağımı ısırarak ona göz kırptım ve kerpeteni elimden fırlatarak ayağa kalktım. Duman tekrar dizinin üstüne, Melih'in önünde eğildiğinde geçip bir sigara yaktım ve onları izlemeye başladım. Melih hâlâ çığlıklar atıyor, küfrediyor, hatta neredeyse ağlıyordu. Duman onun sızlanmasından sıkılmış olmalı ki uzanıp fevrice çenesinden tuttu ve gözyaşları içindeki suratına ruhsuzca baktı.
"Söyle ve kurtul," dedi aynı donuk sesle. "Aksi halde Mahşer tüm tırnaklarını zevkle sökecek."
Melih Han gözlerini bana çevirdi ama sanki ona acı veren bu surata bakamayarak nefret içinde tekrardan Duman'a döndü. Sigarayı dudaklarımın arasından çıkarıp parmaklarımda dengeledim ve külünü bizzat onun üstüne silkeledim. Duman kafasını kaldırıp bana baktı ve gözlerini kırıştı.
Yapmacık şekilde gülümseyerek sigarayı tekrar dudaklarımla buluşturduğumda, Duman beni uzunca süzerek önüne döndü ve tekrardan onun gözleriyle karşı karşıya geldi. "Son kez soruyorum Melih Han," dedi, sabrını korumakta güçlük çekiyordu. "O gece annem ve Mahşer'in babası neden öldürüldü?"
Melih Han'ın gözleri gölgelendi ve alnı, düşüncelerinin vermiş olduğu karmaşayla kırıştı.
"Yanlış anlaşılmaydı," dedi. Ciğerim sıkıştı ve sigara seğiren parmaklarımın arasından yavaşça aşağıya düştü. Yıllardır o geceki katliamın sebebini öğrenmek için deliye dönmüştüm ve gerçekler şimdi, karşımdaki adamın dudaklarından bir bir kopup yüreğime düşüyordu. "Sanıyorduk ki Mahşer'in babasıyla annen arasında bir şeyler var... Öyle sandık, o gece bu yüzden yaşandı ama olayın üstünden kısa bir zaman geçtikten sonra görünenin öyle olmadığını anladık..." Tekrar sustu. Gerçekler o kadar yakınımdaydı ki, ölümüm olabilirlerdi.
"... aslında Mahşer'in babasıyla senin annen kardeşti."
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...