SON
“AŞK MEKTUBU.”
Güya bir anlamı varmış o rüyanın.
Fakat o saniye beni yataktan kaldıran, hiç anlamı olmayacak duygulardı. Kardeşimi önümden itip doğruldum ve gördüğüm ilk şey açık kapı oldu. Günler sonra ilk kez o kapı sonuna dek açıktı ve koridordan sesler yükseliyordu. Öyle şaşkındım ki, benim yerime başkası düşünüyormuş gibi hissederek cama koştum ve dışarıya baktığımda geminin hareketsiz olduğundan emin oldum. Bir kıyının kenarında duruyordu gemi, günler sonra modern, sonu görünmeyen bir şehre bakıyordum.
“Gitmişler mi?”
“Evet abla!” Kardeşim yanıma koştu, elimden tutup beni çekiştirdi. “Kurtulduğumuza inanamıyorum, rüya gibi geliyor!”
Beni elimden tutup koridora kadar çıkardığında kafamı bir sağa, bir sola çevirdim. Gitmişlerdi, doğru anlıyordum. Elvis ve diğerleri varacakları yere ulaşmış, geceleyin gemiden inmişlerdi. Özgür, serbesttik.
“Uyanınca anahtarı yerde buldum, gözlerime inanamadım! Gitmeden önce kapının altından atmış olmalılar…”
Onu, hiç konuşmadan dinliyordum, kafamı sallayıp söylediklerine eşlik de ediyor olabilirdim. Bakışlarım, sanki bana yardım edecekmiş gibi etrafımda dolaşıyordu ama her yerde Elvis’in yüzü gözlerime çarpıyordu. Kendinden habersiz birisi gibi koridorda birkaç adım attım, gördüğüm insanlara inanamadım.
Acaba dün gece yaşadığımı sandıklarım bir rüya mıydı?
Elimi dudaklarıma koymam yetti her şeyin gerçek olduğunu anlamama.
Hissi hâlâ oradaydı, bir rüyadan kopup gelmiş değildi. Yaşadıklarımız gerçekti, benimle öpüşmüştü, o halde anlamam gereken şey bunun bir veda öpücüğü olduğu muydu? Gideceğini biliyordu, sırf bu yüzden mi benimle böylesine bir yakınlık kurmuştu? Belki üzerine bile düşünmemişti, kendisi için bu kadar çok manası yoktu.
O zaman ben nasıl bir aptalım ki gittiğini düşünüyorum.
Ondan kurtulduğunu değil, onun gittiğini düşünüyorum.
Bu ikisi arasındaki farkın anlamı beni irkiltti, belki de sıçrayıp kendime gelmemi sağladı. Saçlarımı yüzümden çektim ve hâlâ benimle konuşan Layla’ya döndüm. “Annem ve babam… Neredeler?”
“Gittiklerinden emin olmak için gemide dolaşıyorlardı…”
“Gitmemiş olabilirler mi?”
“Hayır abla, korkma; gittiklerine eminim! Yarım saatten fazla oldu, henüz hiçbirisini görmedim, hem gemide durmuş zaten…”
Evet, tüm bunlar gittiklerinin işaretiydi, gemiden inmişlerdi. Konuklar odalarından çıkmıştı, burada olsalar asla izin vermezlerdi. Kaptan farkında mıydı, gece dahi gemiyi kullanan kendisi olduğu için biliyordur. Kalbimin olduğu bölgeyi avuç içimle ovuşturup derin bir nefes aldım ve ardından Layla’ya baktım. Sevinç içinde izliyordu beni. “Şaşkınlıktan tepki veremiyorsun abla…” kıkırdadı.
Başımı bir kez aşağı yukarı salladıktan sonra kaş çatarak arkamı döndüm, karşı cephedeki odaya yürüdüm. Açık kapıdan içeriye bakınca Elena’yı Alvin’e sarılırken buldum, sağlıklı ve iyi görünüyorlardı. Yardımcımız Elena beni gördüğünde kocaman gülümsedi. “Roza… gitmişler, bu doğru mu?”
Kardeşim, “Evet, doğru olduğunu söyledim ya!” dedi ona. “Sen de anahtarını odanda bulmuşsun, odalarımızın anahtarlarını bırakıp gitmişler işte!”
Elena yataktan kalkınca ben de içeriye girdim, ona sarılıp dünyadan o kadar da haberi olmayan küçük çocuğa eğildim. Alvin’i okyanusa düştüğü o günden beri görmemiştim. Yanaklarını okşayıp dalgın şekilde, “Merhaba canım,” dedim. “Nasılsın?”
Dudaklarını ısırıp sırtını annesinin bacaklarına yasladı. “Sen yanıma hiç gelmiyorsun.”
Hiçbirimiz bu olanları ona açıklayamazdık. “Artık daha sık görüşeceğiz.” Onu özlediğim için yanaklarından öptüm ve doğrulup bir daha Elena ile bakıştım. “Şimdilik odada kalmaya devam edin, etrafın ne denli güvenli olduğuna bakacağım.”
“Tamam,” dedi heyecanla.
Ona hafifçe tebessüm ettim ve sonra kardeşim ile odadan çıktım, koridorda kimse yoktu ama merdivenleri kullanan insanları duyuyordum. Layla’yı odamıza doğru çektim ve girdiğimizde, “Ben etrafı kolaçan ederken burada kal,” dedim ona uyarır bir ses tonuyla. “Neler olduğunu öğrenip geleceğim.”
“Abla, her şey yoluna girmiş, korsanlar gitmiş işte! Duymuyor musun, herkes odasından çıkmış…”
“Öyle görünüyor ama emin olayım, annemle babamı bulup geleceğim. Ayrılma odadan, lütfen.”
İsteksizce başını salladı. “Tamam, bekleyeceğim.”
Kapıyı kapatarak odadan çıktım. Sonra nedenini kendimin bile anlamadığı şekilde koşmaya başladım, üstelik ayaklarım bedenimi götüreceği yeri çok iyi biliyordu. Katları soluk soluğa çıktım, yanından geçtiğim heyecanlı insanların yüzüne bile bakamadım. Dilediğim kata ulaştım ve bu kattaki ıssızlık adımlarımı yavaşlattı. Çalışma odasına kadar gittim ve aralık kapıyı iterek odaya baktım.
Bir an gerçekten Elvis’i burada sandım.
Kimse yoktu.
Oda sessizdi, dağınıktı. Ağır ağır yürüdüm ve masaya ulaştım, üstüne doğru baktım, çekmecelerini açtım. Gereksiz bir yığın şey vardı ama Elvis’e, korsanlara ait hiçbir şey kalmamıştı. Kitap… kitabıma bakmak için gözlerimi bir daha dolaştırdım ama yoktu, yanında kitabımı da götürmüştü.
Avuç içlerimi masanın üstüne yaslayarak eğildim ve derin nefesler alırken gözlerimi sıkıca yumdum. Sessizce, artık gitmesi gerektiğini söylemeden gitmişti. Dün geceden sonra… asla düşünmemiştim onun ertesi gün gitmiş olacağını, asla ve asla düşünmemiştim.
Gözlerimin önünde, yüzüme en yakından bakarken ki yüzü duruyordu. Gözlerine son baktığımda kendi gözleri gibi değildi, gecenin ta kendisiydi.
Bu yüzden miydi?
Hayır, elbette bu yüzden değildi. Ben şimdi böyleyim diye, o da böyle olacak değildi. O çok başka birisiydi, bu sabah anlamam gerekiyordu hayatımdan bir sanrı gibi geçip gittiğini. Bu kadardı, bir daha hayatımda hiç olmayacaktı. O zaman neyi düşünüyordum? Dün gece ne kadar da kızmıştım kendime, artık pişman olup kızmama gerek kalmamıştı.
Gemi kalkacak, kuzeye gideceğiz, eve varacağız.
Bitti işte, sonu iyi bitti, hüsranla bitmedi.
Herkes iyi. Herkes iyi. Benim iyi olmam gerekmez.
Ben… iyi değil miyim?
Bana benimle gel, dedikten sonra hiçbir şey söylemeden gitmişti. Nasıl bir adamdı bu? Alay mı etmişti benimle? Onunla gitmeyi kabul etsem yüzüme gülecek miydi?
Masanın yanından çekilecekken ismimi görüp durdum. Masanın kenarında, ikiye katlanmış kâğıtta ismim yazıyordu. Üstünde bir kalem vardı. Elim refleksi şekilde uzandı, sararmış kâğıdı alıp göz hizama çektim ve ismimi okudum. “Sevgili Roza’ya…”
Neydi bu? Bir mektup mu? Nefesim kesildi ve ellerim mektubu göğsüme kadar taşıdı. İkiye katlanmış kâğıdı göğsüme doğru bastırıp gözlerimden sakındım. Elvis mi? Elbette o bırakmıştı. Ama neden? Ne yazmıştı? Hayır, açıp bakma cesaretim yoktu, kalbim hızlanmıştı.
Gözlerimi bir daha etrafımda dolaştırdım ve açmayı istediğim o dolabı gördüm, şimdi açıktı. İlerleyip içine baktım, elbette içinde hiçbir şey yoktu. Burada bizden aldıkları varlıklarımızı, silahları ve bıçakları saklıyorlardı. Giderken hepsini yanında götürmüşlerdi.
Doğrusu… gözüm o şeyleri pek görmüyordu.
Başımı önüme çevirip odadan çıktım ve kaptanı görmek için kaptan köşküne ilerledim. Kapıyı açıp baktığımda kimseyi göremedim. Zaten gemi ilerlemiyordu, kaptan belki de arkadaşı Adam ile beraberdi.
Çıkıp arkamı döndüm, sesleri dinleyerek katları inmeye başladım. İnsanların heyecanını duyuyordum, koşturma halindelerdi. Geçtiğim her katın koridoruna baktım, en aşağı inene kadar durmadım. Ailemi henüz görmemiştim, onlar da geminin başka bölgelerinde olmalıydı. Katlardaki odalara baktım ve geminin işletme bölümüne kadar indim, birkaç insanın mutfakta yemek yediğini gördüm. Bir aile gibi görünüyorlardı.
Mutfağın önünden geçip koridorda yürüdüm. Daha önce Layla ile korsanlardan kaçıp saklandığımız gemi ısıtma bölümünü gördüm, önünden geçip yürüdüm ve diğer merdivenden çıktım. Geminin sahibi Adam neredeydi, ailem onunla mıydı?
Odamızın bulunduğu kata gelince gördüm annemle babamı. Kız kardeşimle koridorda karşılıklı duruyorlardı. Yürüdüğüm anlaşıldığında buraya baktılar ve annem beni görür görmez üzerime yürüdü, kolları arasına alırken, “İyi misin?” diye sordu. “Neredeydin?”
“Sizi arıyordum,” dedim, aslında ilk gittiğim yer onları aradığım yer değildi. “Her şey… yolunda mı?”
Annem yüzümü tuttuğunda ona yakından baktım. Solgun ama sevinçliydi, gözleri parlamıştı. Ailemi özlemiştim ama duygularım çok derinimdeydi, ne yaşadığımı anlamadığım için annemi kucaklayamamıştım bile. “Evet Roza, her şey yoluna giriyor kızım, korsanlar gemiden ayrıldı.”
Babam da yanımda yerini aldı ve eğilip beni alnımdan öptü, diğer omzunun altında kardeşim vardı. “İyisiniz değil mi yavrum?”
Layla ile aynı anda, “Evet baba,” dedik.
Babam ikimizi, hatta annemi de omuzlarının altına alıp sarıldığında gözlerimi kapattım. Özgürlüğün tadını çıkarmayı düşledim, ailemin hissettiği duyguları yaşamayı. Fakat durağandım, dünün bugünden iyi olduğuna ailemle birlikte yemin edemezdim. Onlar içinse böyle olduğu kesindi.
“Sizi çok merak ettik,” dedi babam, bize hâlâ sarılırken. “Uyuyakalmadığım her gece kapınızı dinledim, size yaklaşıp zarar vermelerinden delice korktum! Neyse ki o kadar haysiyetleri varmış, sizi incitmedikleri için çok şanslıyız!”
Yanağımı babamın omzuna doğru sürttüm ve Layla ona bir şeyler söylerken sessiz kaldım.
“Baba baktınız mı, her şeyimizi almışlar mı gerçekten?”
Babam uzaklaşınca ben de omzundan kalktım, annem çoktan iç çekmeye başlamıştı. “Hiçbir şey bırakmamışlar Layla,” dedi kız kardeşime. “Bizden aldıkları her şeyi beraberinde götürmüşler.”
Layla’nın gözlerindeki o sevinç kayboldu, babama döndü. “Şimdi n’apacağız?”
Babam hem anneme hem de kardeşime bakıp, “Önceliğimiz bu değil,” dedi. “Üç korsandan, size hiçbir zarar gelmeden kurtulduğuma seviniyorum! Paranın yerini doldururum, sizin asla!” Eğilip Layla’nın alnından öptü.
“Peki kaptan ne söyledi? Ne zaman yolculuğa tekrar başlayacağız?” dedi annem.
Babam, “Biraz dinlenmek istediğini söyledi,” dedi bize.
Doğru, korsanlar ona kötü davranmış olmalıydı. Dinlendikten sonra yola çıkacaktık. Acaba onlar ne zaman gitmişti? Sabaha karşı mı? Yoksa biz… öpüştükten sonra mı?
“Birini kaçırmışlar mı baba? Birine zarar vermişler mi?”
Babam Layla’ya, “Hayır,” dedi. “Her şey yolunda görünüyor, konuklar güverteye çıkmış.”
Günler sonra ilk kez odalarından çıkmışlardı, gemide özgür olmanın tadını çıkarıyorlardı. Layla bunu duyunca, “Ben de güverteye çıkmak istiyorum,” dedi sabırsızca. “Çok çok sıkıldım, biraz nefes almak istiyorum.”
Babam onun saçlarını okşayıp annemle bana baktı. “Kaptan ve Adam’da yukarı, biz de çıkalım.”
Yutkundum. “Siz gidin, bir odama uğrayıp geleyim.”
Babam itiraz edecekmiş gibi göründü ama sonra, “Gecikme,” demekle yetindi.
Başımı salladım ve Layla anne ve babamla onların odalarına giderken ben de kendi odama gittim. Üstüme sakladığım mektubu yastığın altına sakladım. Annem odasından kaban aldı ve beraber yukarıya çıktıklarını kapının kenarından izledim. Onalar gidince de hemen çıkıp aşağıya inmeye başladım, Peter’i görmek istiyordum.
Nerede kaldığını hatırlamaya çalışırken biraz vakit harcadım ve sonra kaldığı odayı buldum. Fakat diğer odaların aksine buranın kapısı kapalıydı. Kattaki diğer odalarda insanlar yoktu, kalabalıkla beraber olmalılardı. Yaklaştığımda içeriden gelen yumruklama seslerini duydum, kapıya vuruluyordu.
“Peter?” diye seslendim.
Ses durdu. “Roza? Sen misin?”
“Evet, benim. Dışarıya çıkamıyor musun?”
“Hayır ama herkesin çıktığını duyuyorum, neler oluyor?”
Titrek bir soluk verdim. “Korsanlar gemiyi terk etmiş.”
“Koridorda, birilerinin bunu söylediğini duydum ama inanamamıştım.” Sesindeki hayreti bir gülme sesi takip etti. “Nasıl, ne zaman?”
“Gece gitmişler,” dedim ve son karanlık gecemde olanlar tekrar gözümün önüne geldi. Yutkunamadım. “Sabah uyandığımda… herkes dışarıdaydı, anahtarlarını odada bulmuşlar, anladığımıza göre anahtarları kapının altından atmışlar.”
Duraksadı, içeriye yürüme sesleri geldi. “Benim odamda anahtar falan yok, yaptıklarımızın bir cezası olarak beni görmezden mi geldiler?”
İçimden bir ses bunun Elvis’in bir fikri olduğunu söylüyordu.
“Bekle Peter, kapını açacak bir şey bulup geleceğim.”
O bir cevap verirken ben arkamı dönüp koşmaya başlamıştım bile. Adresim mutfaktı, bir bıçak ya da benzeri şeyle kapıyı açacağımı tahmin ediyordum. İnerken koridorda kimseyi göremedim, mutfakta da. Herkes güverteye çıkmış olmalıydı, ilk gece olduğu gibi.
Mutfaktaki ahşap bıçaklıktan bir bıçak aldım ve koridora çıktım. Basamakları süratle çıkıp Peter’in odası önüne geldim.
“Peter, döndüm. Bıçakla kapıyı açmaya çalışacağım, dilersen kapının arkasından çekil.”
“Hayır hayır.” Ses yükseltti. “Kapının altından bıçağı at, ben açmaya çalışayım. Kendini yaralamanı istemiyorum.”
Bir saniye bekledikten sonra eğilip bıçağı attım ve bundan sonra Peter kapıyı açmakla uğraştı. Omzumu duvara yasladım ve Peter hırslı, aceleci şekilde kapı kilidini kırmaya çalışırken sessizce bekledim. Bir şeyler yapıyordum, uyandığımdan beri koşturuyordum ama hiç olmadığı kadar ihtiyacım vardı yalnız kalmaya.
Kurtulduğuma sevinen değil, dün geceyi düşünen zihnimi öldürebilsem keşke.
“Ah!”
Bir bağırma sesi gelince irkildim, çoktan dalmıştım dün geceye kadar. Sıçrayıp kafamı çevirdim ve kapının aralandığını gördüm, kapı kilidi kırılmıştı. Peter kapıyı tamamen açtı ve kafasını kaldırıp beni görünce derin bir nefes verdi. “Merhaba.”
Kendimi gülümsemeye zorladım. “Merhaba.”
Dışarıya çıktığında kafasını etrafta dolaştırdı ve sonra tekrar bana döndü. “Beni unutmadığın için teşekkür ederim.”
“Bir arkadaşlığımız var, unutacak değilim.”
Cevap vermeden gözlerime baktığı bir süreden sonra yüzünü ovuşturdu. “Neler olduğunu anlat bakalım.”
Ona bildiğim kadarını anlatırken güverteye doğru yürümeye başladık. Etrafta konuk kalmamıştı, herkes yukarıdaydı. Yaklaştıkça sesleri duydum ve güverteye çıktığımda herkesi masada buldum. Adam ile kaptan, o gecede olduğu gibi ayakta, masanın başındaydı. Gözlerim masada dolaşınca babam ve annemle kesişti, yanlarında bir boşluk vardı. Benimle gelen Peter’e baktıklarında hemen ondan uzaklaşıp ailemin yanına geçtim, sandalyeye yerleştim. Peter’de masada boşluk aradı ve masadaki yerini aldı.
Babam kulağıma doğru alçaldı. “Bu adamı tanıyor musun?”
“Yolda karşılaştık, yeni tanıştık.”
Babam çenesini sıvazlayarak önüne dönünce ben de gözlerimi önüme çevirdim. Bir dejavu hissi yaşıyordum. Zihnim beni o akşama götürmüştü. Aynı yüzleri günler sonra görüyordum. Herkeste bir yorgunluk, dağınıklık vardı. İnsanlar ailesiyle yan yana oturuyor, temkinli şekilde birbirine bakıyordu. Belki de benim gibi gittiklerine inanamıyorlardı ama benden sevinçli gözüküyorlardı. Tanıdıklarıyla sessizce konuşuyor, korsanlardan bahsediyorlardı. Layla annemin diğer yanındaydı, Elena ise çocuğuyla birlikte karşımdaki sandalyedelerdi.
Gözlerim bir daha masa başına uğradı, Adam ile kaptan masa başındaydı, herkesin yüzüne bakıyordu. Elinde bir kâğıt vardı, sanırım ki konuk listesiydi, çünkü gözleri kâğıt ile konuklar arasında dolaşıyordu.
“İki kişi eksik,” dedi Adam ve herkes bir daha birbirine baktı.
İki kişi… Ah İris ve kocasıydı eksik olan. Kocası ölmüştü ama İris neden burada değildi, nasıldı, onu unutmuştum. Refleks şekilde ayağa kalktım ve masadaki gözler beni buldu. “İris ve eşi,” dedim Adam’ın gözlerine bakarak. Çok yorgun, saç sakalı uzamış bir adamın yüzüydü baktığım. “Eşi öldü, korsanlar onu gemiden aşağıya attı ama İris odasında olmalı.”
“Öldü mü?”
“Korsanlar mı öldürdü, nasıl olur?”
“Aman Tanrı’m!”
Birden fazla ses masanın etrafında yayıldı ve konuşmalar iç içe geçip bir kaosa yön verirken gemi sahibi Adam elini kaldırdı. “Sevgili konuklar, lütfen sakinliğinizi koruyun. Hanımefendi… neler olduğunu açıklar mısınız?”
Annem ve babam da şaşkınlıkla bana bakıyorken o gece olanları, hatırlayabildiğim kadarıyla anlattım. Beni dinlerken konukların yüzünü dehşet, ürperti kapladı. Sözcüklerimin sonuna geldiğimde de, “İnanılır gibi değil!” dedi kaptan. “Peki ya şimdi karısı İris nerede? Neden aramızda değil?”
“Odasında olmalı,” dedim. “Ona bakmalıyız.”
Hareket edecektim ki babam elimden tutarak beni durdurdu ve kaptan, “Bekleyin,” dedi bana. “Siz bu olanlara nasıl şahit oldunuz, odanızdan nasıl çıkabildiniz?”
Herkesin gözü üzerimdeyken Layla ve Peter’le kısa bir an bakıştım. “Bu… çok daha uzun ama önemsiz bir mesele.”
Babam beni aşağıya doğru çektiğinde oturmamı istediğini anladım ve daha fazla göze batmamak için sandalyeme çöktüm. Gözlerimi önüme indirdim, insanların bakışlarını üzerimde hissediyordum. Fısıldaşmalar sürüyordu, herkes yaşadıklarımıza hayret etmeye devam ediyordu.
“Sanıyorum İris hanımın ruh hali iyi değildir,” dedi Adam, düşünceli şekilde. “Doktorumuz onunla ilgilenir fakat önceliğimiz bir durum kritiğidir sevgili konuklarım.”
Gözlerim masada dolaşınca revir doktorunu gördüm, yüzünde hâlâ şiddet izleri vardı. Onu revir odasında, Elvis yaralıyken tanımıştım. Şimdi yanında bir kadın ile küçük çocuk vardı, ailesi olmalıydı.
Doktor konuşmaya katılarak, “Buradan uzaklaşmamız gerekmez mi?” diye sordu. “Hâlâ kıyıdayız, korsanlar geri dönebilir.”
İnsanlar bu fikre katılıyormuş gibi baş salladı ve onaylayan birkaç sözcük sarfettiler. O gecede gördüğümü hatırladığım bir başka konuk, “Bu yaptıkları yanlarına mı kalacak?” dedi daha hırslı bir şekilde. “Tüm varlığımızı aldılar! Bize hiçbir şey bırakmadılar! Bu geminin sahibi sensin Adam, bizi yeterince korumayarak hayal kırıklığına uğrattın!”
Diğer konuklar da buna katılıyordu, yüz ifadelerinden okunuyordu. Hepsi yönünü Adam’a dönmüş, bir açıklama ister gibi bakıyordu. Adam bu bakışlardan huzursuz olarak, “Lütfen sakin olun,” dedi. “Bu yaşanılanlar hiçbirimizin dilemediği şeyler, emin olun! Fakat sizler de bu seyahatin en güvenli şartlar içinde gerçekleşmeyeceğini biliyordunuz. Sizlerle konuşurken bunu bizzat söylemiştim, farklı bir rota çizeceğimiz için bazı sorunlar yaşayacağımızdan bahsetmiştim. Biriniz reddedebilir mi? Yüzleriniz burada? Elbette bunları söylerken bir korsan saldırısına uğrayacağımızı düşünmemiştim ama ne yazık ki karşı koyamadık. Fakat önemli olan hepimizin şimdi sağ olması, artık güvende olması.”
Herkes tekrar birbirine baktı. Buradaki insanları uzun uzun gözlemleme, onlarla tanışma fırsatım olmamıştı ama yeterince cesur olmadıklarını biliyordum. Belki de her şeyin çok yolunda gittikleri hayatları vardı, karşı koymayı öğrenmedikleri hayatları. Korsanlara yeterince itirazda bulunmamışlardı, korkmuşlardı, odalarında hapsolup en azından hayatta kalmayı tercih etmişlerdi.
Bu kez kadın konuklardan birisi, “Polise şikâyette bulunamayız değil mi?” diye sordu, sesi umutsuzdu.
Kaptan, “Elbette hayır,” dedi. “Bu seyahatimiz gizli, yalnızca buradaki insanlar arasında kalacak. Yaşanılanları unutmaktan başka çaremiz yok.”
Annemin babama yaklaşıp bir şeyler fısıldadığını duydum. Masadaki küçük çocuklar olayların pek farkında olmayarak sandalyelerinden kalkmak istiyor, yetişkinler onlara müdahale ediyordu. Kimsenin giysisinde özen yoktu, erkeklerin saç ve sakalları uzamıştı. Kaptan ve Adam’ın söylediği her şeyden sonra konuklar birbirine bakıyor, sessiz bir iletişim kuruyordu.
Babam bu düşünceli sessizliği bölerek, “Peki bundan sonra ne yapacağız?” diye sordu. “Hedefimizden uzaklaştık, yolumuz daha da uzadı. Daha ne kadar bu gemide yaşam süreceğiz?”
Adam yanındaki kaptana doğru bakınca, “Evet, hedeften uzaklaştık,” diye onayladı kaptan. “Bundan sonra yolculuğa yeniden başladığımızı düşünelim, bu sabah gemiye ilk kez bindiğimizi. Seyahatimiz daha uzun sürecek fakat bu kez gemi tamamen sizlerin olacak, eskisi gibi odalarınızda hapsolmayacaksınız. Daha keyifli günler geçirecek, birbirinizle iletişim halinde olacaksınız. Tanışıklığınız, yakınlığınız gemide geçireceğiniz günleri daha çekilir kılacaktır.”
Hiç kimse birbiriyle resmi olarak tanışmış değildi, belki de dediği doğru olur, seyahatimiz bundan sonra hoş geçerdi. Konuklar birbirine bakarken daha sıcakkanlı göründü, demek kaptanın söylediklerine katılıyorlardı. Korsanlara hiçbir şey yapamazdık, alacaklarını alıp gemiyi terk etmişlerdi. Yolumuza devam etmekten başka çare yoktu, çünkü bizler de bu yolculuğu yaparken suç işliyorduk.
“Bu kıyıda fazla kalmayacağız,” dedi kaptan konukların dikkatini tekrar üstüne çekerek. “Aşçımız mutfakta, sizler için kahvaltı hazırlıyor. Kahvaltımızı yaptıktan sonra yola koyulacağız.”
Artık her zaman ve akşam yemeğimizi esir olarak yemeyecektik, sırf bunun için mutluluk duymalıydım. Konuklar anladığını ifade edip birbirlerine dönünce ben de önüme eğildim, yumuşak rüzgâr saçlarım arasına karışırken parmaklarımla oynamaya başladım. Bu akışa, düzene uyum sağlayacaktık . Korsanların oluşturduğu korku birkaç gün içinde dinecekti, hayatlarına kaldıkları yerden devam edeceklerdi.
Neden kendimi bu varsayımların içine katmadığımı bilmiyordum.
Konuklar ve Adam arasında bazı konuşmalar daha gerçekleşti. Bu sırada yalnız okyanusa bakıyor, sudaki dinginliği izliyordum. Çok geçmeden yukarıya bir aşçı, geniş bir tepsi ile çıktı ve ardından ikinci bir kişi geldi, yardımcısı görünüyordu. Tepsiyi masaya dizmeye başladıklarında insanların aç gözlerini fark ettim, kendim de öyle bir açlık hissetmiyordum. Yiyecekler, bardaklar, çatal bıçak ve peçeteler… Hepsi nizami şekilde yerleşti ve kahvaltıya başlandı. Babam ve annem kardeşimle benim tabaklarımızı epey doldurdular fakat çatalı elime alıp yemeye başladığım ilk dakikada bile midem bulandı.
Ailemin dikkatini çekmemek için fincanımdan çayımı içip tabağımı yarılamaya çalıştım. Bu sırada kaptan ile Adam uzaklaşmış, geminin güvertesinde konuşuyorlardı. Sinirli, sıkkın görünmeleri şaşırtıcı değildi. Gözlerimi üzerlerinde fazla tutmadım ve kahvaltı sonlanana kadar sessiz kaldım.
Kahvaltı bittiğinde aşçılar tepsiler ile yukarıya çıktı ve Adam her birimize dikkatle baktı. “Kaptanımız kaptan köşküne inecek, yolculuğa başlayacağız. Gemi sizlerin, dilediğiniz gibi keyfini çıkarın. Fakat tek kötü haberim, yiyecek ve içecek konusundaki sınırımız. O alçaklar burada geçirdiği sürede çok fazla yiyecek ve içeceğimizi tükettiler, bu yüzden gemideki son günümüze yetecek kadar düzenli bir yemek yeme düzenimiz olması gerekecek. Bu mağduriyet için üzgün olduğumu belirtiyorum, fakat kıtlığın, susuzluğun olmadığı o adaya vardığımızda her şey sizin için daha kolay olacaktır.”
Yaklaşan kıtlıktan, susuzluktan, ülkemizden kaçmıştık. Elvis birkaç konuşmamızda adil bir insan olmadığımı ifade etmişti, acaba hâlâ aynı mı düşünüyordu. Bencil, yalnız kendisini düşünen bir insandım onun için. Hatta tüm konuklar böyleydi, belki de haklıydı. Onun yaptığı suçsa, bizimki de suçtu.
Bir insan kalbini nasıl mutlu edebilirdi?
Kalbimi mutlu etmek istiyordum. O gittiği için kalbimi mutlu etmek istiyordum.
Konuklar masadan kalkmaya başladı, kimisi ailesi ile güvertenin kenarına yaklaştı, kimisi aşağıya inmeye başladı. Annem omuzlarıma dokununca ben de doğruldum, ailemle beraber aşağıya indim. Zihnimi bir sis perdelemiş gibiydi, o öpücükten sonra yaşanılan her şey bir rüyada gerçekleşiyor gibiydi.
Kata indiğimizde, “Artık odama geçebileceğim,” diyerek beraber kaldığımız odaya koştu Layla. “Sonuçta kimseden korkmama gerek olmadı.”
Annem de kardeşimin peşinden ilerlerken omzumda babamın ağır elini hissettim. “Senin neyin var böyle?”
Hızlı şekilde, “Hiç,” dedim. “Yorgunum ve şaşkınım.”
Bana düşünceli gözlerle bakarak, “Biraz dinlen,” dedi ve alnımdan öptü. “Artık korkmanıza gerek yok, hep sizinleyim.”
“Biliyorum babacığım.”
Odam girerken Elena ve oğlunu da odalarına girerken gördüm. Annem bu dakikadan sonra Elena’yı rahat bırakmayacaktı, belki ben de Alvin ile vakit geçirirdim. Layla eşyalarını bavula doğru atarken annem de ona yardımcı oldu ve ben bu sırada yatağımın ucuna oturdum, omuzlarımı düşürüp camdan dışarıyı izledim.
Annem ve kardeşim kendilerinden alınan varlıklarımız hakkında konuşuyordu; altın yüzüklerinden, pırlanta kolyelerinden, dedemden yadigâr kalan mücevherlerden… Bunlara yakınsalar da mutlu görünüyorlardı, birbirlerine gülüyorlardı. Layla valizini götürmek için odamdan ayrıldığında bile cama bakıyor, onlara katılamıyordum.
Her şey düzeliyor muydu?
Hiçbir sorun kalmamış mıydı?
Yastığımın altına koyduğum mektuba baktım. Önce arzum onu almaktı ama yapamadım, orada bırakıp doğruldum. Odamdan, anahtarımı alarak çıktım ve koridordaki kapalı kapılara baktım. Ailem ve Elana odasındaydı.
Karşıya yürüdüm ve önünde durduğum aralık kapıyı izinsizce ittirdim. İris’in odasına attığım ilk bakışta da kendisini gördüm. Camın kenarında duruyor, dışarıyı izliyordu. Uyumuyorsa neler olduğunun farkında mıydı? Kapıyı açtığına göre elbette farkındaydı.
“Girebilir miyim?” diyerek seslendim.
Bana bakmadan başını sallayınca ağır adımlarla yanına yürüdüm. Üzerinde kırmızı, geniş kolları olan bir elbise vardı. Saçları dağınık, özensiz duruyordu. Ne konuşacağımı bilemeden birkaç dakika onu izledim ve sonra, “Duydun mu olanları?” dedim biraz heyecanlı görünmeye çalışarak. “Korsanlar gitti, artık özgürüz.”
Başını bana çevirdi. Gözlerinde aynı hüzün, boşluk vardı. Omuzlarını silkip gözlerini yere doğru kaydırınca ben de istemsizce oraya baktım. Kocasının kan lekeleri hâlâ ahşap zeminde duruyordu, yeterince temizlenmemişti. İkimiz de sessizlik içinde o anı gözlerimizin önünde canlandırdık.
“İndiğimizde ne yapacağımı bilmiyorum,” diye fısıldadı, o günden beri her konuştuğumuzda sesi titremişti. “Kimsem, hiçbir şeyim yok.”
Merhamet ve üzüntü duyguları içinde elimi onun koluna koyup hafifçe okşadım. “İsterim ki… gemiden indiğimizde arkadaşlık edelim, görüşelim. Hepimiz küçük bir bölgede, aynı yerde yaşayacağız.”
Sanki bir an için umutlu göründü, neredeyse gözlerine ışıltı düşmüştü. Fakat sonra yine iç çekti. “Kocamı öl… öldürdüğümü unutamıyorum.”
Ruh halinin geçeceğini düşündüğüm zamanlar olmuştu ama bu kadın, yaşadıklarının üstesinden gelemiyordu. Haklı, nasıl başa çıkılırdı böyle bir trajediyle? “Bunu aklından çıkaramıyorsan şunu hatırla; sen onu isteyerek değil, kendini korumak için kazayla öldürdün. Yoksa o sana aynısını yapacaktı.”
“Doğru, beni hep incitiyordu, buradaki günlerde de çıldırdı…” boşluğa doğru bakarken gözbebekleri kocaman oldu, telaşla bana döndü. “Gemiden indiğimizde polisler beni aramaya başlarsa, ya o zaman n’olacak! Kocaman ahbapları, tanıdıkları var, peşine düşerseler…”
“Kocan seninle bu gemiye binerken hayatının değişeceğini biliyordu, kimsenin peşine düşmemesi için yapması gerekeni yapmıştır.” İhtiyacı olduğunu yüreğimde hissederek elinden tuttum. “Buradaki kimse olanları polise anlatmayacak, kimse kocanı ve seni aramayacak. Bu gemide olan her şey bu gemide kalacak.”
Bir sürü şey. Bir sürü şey.
Emin görünmese de rahatladı ve elimi sıkıp bıraktı, tekrar camdan dışarıyı izledi. Onu kendisiyle bırakıp odasından ayrıldım ve koridorda yürürken Alvin ile annesinin sesini duydum, gülüyorlardı. Ailem, tanıdıklarım için bu sabah beklenmedik şekilde güzel geçiyordu. Alt ve üst kattan konukların sesini anlıyordum.
Odama geçip kapımı kilitledim, yatağıma uzanıp yastığı başımın altına koydum ve o an hissettim gemideki hareketliliği. Titreşim ahşap zeminde görülüyordu, camdan dışarıdaki su dalgalanmaya başlamıştı. Bir kez daha gemi yolculuğa başlıyordu, rotamız bu kez kuzeydi ve artık korsanlar yoktu.
Elvis yoktu.
Bir gece ansızın girdiği hayatımdan bir sabah, ansızın çıkmıştı.
Ansız, onun hayatımdaki yeri bu olmalıydı. Ansız, anlık bir sızı.
Yastığımı parmaklarımın arasında sıkarak gözlerime batan kirpiklerimi ovuşturdum. Adını bile hatırlamamalıydım, yüzünü çok çabuk unutmalıydım. Neden yapmıştı? Benimle günlerce uğraşmış, beni öpüp sarılmıştı. Madem bu sabah gidecekti, dün gece neden…
Kalpsiz olduğu hakkında yanılmamıştım.
Yanıldığım şey, onun kalbini kıracakken kendimi kalbimi kırmış olmaktı.
“Gitmesi ne kadar iyi oldu, onu bir daha görmeyecek olmanın mutluluğu ağır geldi belki de, hâlâ bu mutluluğa alışamadığım için hissedemiyorum. Yarına kalmadan düzelirim, bu özgürlüğün tadını çıkarırım, güvertede okyanusa bakarım, sonraki gün de adını unutmuş olurum…”
Kim hatırlar böyle birisini…
Benim gibi bir aptaldan başka!
Beni kandırdığı için bu haldeydim, sırf bunun için bile aklımdan çıkarmalıydım bu korsanı. Onun hakkında hiç düşünmeden diğer konuklar kadar mutlu olacaktım. Belki şimdi değil ama kesin yarın, ya da sonraki gün ama en geç diğer gün aklımdan çıkarmış olacaktım onu!
O akşama kadar odamdan hiç ayrılmadan, hem de ilk kez ayrılabilecekken. Gemideki neşeli sesleri, insanları duyarken bile yatağımdan kalkmadım. Akşam vakti bir anons yapıldı gemide, ailem yemeğe giderken annem beni çağırdı ve onlarla yukarıya çıktım. Akşam yemeğinde konuklarla bir araya geldiğimde bu kez kaptan ve Adam’da masaya oturmuştu.
Konuklar o akşam birbirleriyle konuşmaya, tanışmaya başlamıştı. Bu sefer İris’te çıkmıştı, sandalyesinde, etrafına ürkerek bakıyordu. Çocukların sesi kalabalığın sesine karışıyor, yemek kokuları burnumu dolduruyordu. Alvin annesi ile hemen yanımdaydı, bazen onun başını okşuyordum ve gülümsüyordu.
Ailemin dikkatini çekmemek için tabağımı yarıladım ve aşçı kadehime biraz su eklerken gözlerim masada dolaştı. O sırada Peter’i fark ettim, yanında genç bir başka adam otururken çaprazında duran İris’e doğru bakıyordu. Sanıyorum bu masaya olan yabancılığı, sessizliği, belki de yaşadıkları Peter’in dikkatini çekmişti.
Aşçılar masayı toparlarken erkeklerin bir grup halinde uzaklaştığını gördüm, masada kadın ve gençler, çocuklar kalmıştı. Layla, gemiye geldiğimiz ilk gece gördüğü genç çocukla konuşmaya başlamıştı, yaşıt görünüyorlardı. Kadınların sohbeti korsanların etrafında dönmeye başladığında Elvis’in adını duymamak için masadan kalktım, biraz yürüyüp güverteye ulaştım ve gece karanlığındaki okyanusu izledim.
Yarın sabah her şey güzelleşecekti.
O aslında… iyi bir adam mıydı? Bizden aldıkları her şeyi gerçekten Moğala’daki yoksul insanlara mı götürecekti? Kendini neden buna adamıştı? Böylesine tehlikeli, yanlış bir hayatı neden seçmişti? Seçmese ne olacaktı ki, onunla başka şekilde mi tanışacağımı hayal ediyordum?
Acaba… kitabın devamını okuyacak mıydı?
Ne çok soru soruyordum kendime. Artık düşünmek istemediğimi bilirken bile düşünüyordum. Serin havada uçuşan saçlarımı sol omzumda topladım ve dakikalarca, kıpırdamadan orada kaldım.
O geceyi sabah etmek çok zor oldu. Yastığımın altında mektupla, gözlerimin önünde sayısız anla tavana bakıp durdum. Odamda gece lambası yanıyor, gemi usulca ilerliyordu. Gökyüzüne ancak çok iyi bakarsam birkaç yıldız görebiliyordum, derince bir karanlık ve ıssızlık havayı esir almıştı. İçimde o kadar kırık, yarım bir his vardı ki, her nefes alışımda göğüs kafesim sıkışıyordu.
Bir sebebi vardı parmaklarımın gece boyunca dudaklarımın üstünde kalmasının.
O sebep kalbimin yarım kalmışlığıyla sonuçlanmıştı.
Ona merhamet mi ettim? Anlattıklarına mı üzüldüm? Hayat amacını mı takdir ettim? Ne beni bu kadar etkilemişti acaba? Farkında olmadan cesaretine mi hayran kalmıştım? Gördüğüm tek içten bakışlarıyla gözlerime bakması belki de kafamı karıştırmıştı. Ona kitap okuduğum sırada hissettiğim dinginlik miydi sebebi?
Her neyse… artık hiçbir şey. Hepsi artık hiçbir şeydi.
Kısa sürecek bir kafa karışıklığının ardından bitecekti bendeki izi, etkisi.
Bunları düşünerek sabahı getirdim, dünden farklı olan hiçbir şey yapmadım. Bu kez geminin yemekhanesinde ailemle yemeğimi yedim, ailemin sorularına istedikleri cevapları veremedim. İnsanlar kahvaltıdan sonra gemide dolaşmaya başlarken ben Alvin ile güverteye çıktım, onu sudan uzak tutarak dışarıyı seyretmesine yardım ettim.
Onunla konuşmak gemideki diğer konuklarla bir arada olup tanışmaktan daha iyi geliyordu bana. Bu yüzden uzun süreyi kendisiyle geçirdim, o sırada güvertede tek değildim. Layla yeni arkadaşlık kurduğu genç çocukla konuşuyor, beyler puro içiyordu. Bazıları güvertenin etrafını yürüyor, kişisel hayatları hakkında konuşuyordu.
Aşağıya inip Alvin’i annesine götürmeye karar verirken gözlerim tesadüf eseri Peter’i buldu. İleride, güvertenin diğer kısmında durmuş yalnızlıkla dışarıyı seyreden İris’e yaklaşıyordu. Acaba… tanışmışlar mıydı? Belki de yeni tanışacaklardı. Gemide geçireceğim günlerde ben de onlarla arkadaşlık edebilirdim.
Alvin’i annesine götürdüm ve gece devam ederken odama kapandım, yarının bugünden bir farkı olmayacağını bilerek geceliklerimi giyindim, babam yanıma uğradığında yüzüne gülümseyerek onunla konuşmaya çalıştım. Yatağımda, dizlerimi kendime çekerek oturduğum gece yarısında ise yalnız kalmıştım.
O mektubu hâlâ açamamıştım.
Yarınların bugünden bir farkı olmadı, gemideki yolculuğumuz bir rutine oturdu. Yeni insanlarla tanıştım, ailemle sık sık bir araya geldim, bir kez elimde olmadan o kata çıkıp çalışma odasına gittim. Ve gittiğimde şok oldum, Adam’ı orada, o masada otururken buldum. Elvis yoktu, korsanlar yoktu, o odada artık Eros’un sahibi Adam vardı.
O günden sonra bir daha gitmedim oraya.
Sonraki gece, gizli yolculuğumuz kuzeye doğru devam saat üç sularıydı, herkes odasına çekilmişti. Günlerce sakladığım mektup yastığımın altındaydı ve diğer gecelerde olduğu gibi yine uyuyamıyordum. Neden açmadığımı bilmiyordum, orada yazılanları okumazsam Elvis’i daha kolay şekilde unutacağımı düşünüyordum belki de.
Dakikalar geçerken kendimi tuttum, kalbimden geçenlere engel oldum. Aslında bunu yapmak yerine, her gece o mektupla uyumak yerine ondan kurtulmalıydım. Böylelikle Elvis’in hayatıma bıraktığı tek izde kaybolmuş olurdu.
Bu düşüncelerle yataktan kalktım, yastığımın altındaki mektubu aldım ve sonra geceliğimin üstüne köşeden duran erkek ceketini alarak odadan çıktım. Elvis’in ceketiydi ve kolonyayla karışık erkek kokusu ceketin astarına sinmişti. Parmak uçlarımda sessiz koridorlarda yürüdüm ve en yukarıya, geminin güvertesine kadar çıktım. Gecenin serinliğine attığım ilk adımda saçlarım rüzgâra kapıldı ve çenem titredi. Geminin kenarına kadar yaklaştım ve mektubu elimle beraber göğsümden kaldırdım, ses gelen dalgalara bakıp yutkundum. Yalnızca bir saniyemi alacaktı, parmaklarımı serbest bırakacaktım ve adıma yazılmış bu mektup okyanusa düşüp sonsuzluğa hapsolacaktı.
O halde parmaklarım neden bu kadar sıkı davranıyordu?
Elimi ileriye uzattım ve parmaklarımın açılması için hareket ettim. Olmadığında inledim, mektubu kendime çekip yenilgiyle omuzlarımı düşürdüm. Gece karanlığında yalnızlığın verdiği özgürlük hissiyle inleyip mektubu göğsüme bastırdım.
Okumak istiyordum.
Bana yazdıklarını bilmek istiyordum.
“Tanrı’m, neden aklımın dediğini yapamıyorum…”
Mektubu göğsümden kaldırdım ve geminin ışıkları ellerime düşerken gözlerimi bir daha ismime kaydırdım. Kalbim kıyafetlerimin altında çarpıyordu, tüm hücrelerim bir sonraki an için sabırsızlık duyuyordu. Kimse bilmeyecekti, Elvis bile bu mektubu okuduğumdan emin olamayacaktı.
Titreyen ellerim arasındaki mektubu ortadan ikiye açtım.
Okumaya başladım.
Sevgili Roza… Nereden, nasıl başlayacağımı bilmiyorum. Sanıyorum bunun sebebi bir romantik mektup yazacağımdan kaynaklı, çünkü ilk kez bunu yapmaktayım. Sana bir romantik mektup yazmaktayım.
Aptal olmayan herkes, gemiye geldiğim ilk geceden bu geceye kadar sana ne kadar müsamaha gösterdiğimi görmüştür. Doğrusu, seninle ilgili hiçbir şeyi planlamadım, üstüne düşünmedim, kapını kilitleyip seni odana hapsetmek kolayken yapmadım. Niyetim senin inandığın gibi… gönül eğlendirmek, seninle alay etmek değildi. Bir niyetim var mıydı, onu da yakın zamana kadar anlayamadım. Ben yalnızca… sana bakmak istedim, karşımda durmanı ve korkutucu derecede kızgın olsan da bu odada kalmanı.
Bu arada aslında kızdığında korkutucu görünmüyorsun… O zaman bile güzel görünüyorsun, bence bir büyü yapıyorsun…
Az önce günlerce aklımdan geçirdiğim o şeyi yaptım; seni öptüm. Belki de cümlelerimin tutarsızlığı bu duygu yoğunluğuna bağlı. Karşımda olsaydın söylemesi daha kolay olurdu ama hiçbirini dinlemek istemezdin; bize karşı çıkma cesaretin olsa da bunları duyma cesaretin yok.
Keşke olsa, keşke benimle gelme cesaretin olsa.
Ama nasıl gelirsin bir suçluyla, aileni de bırakıp?
Bekle, bu mektubun asıl niyetini anlatmaya gelmek istiyorum. Sabah uyandığında beni ve arkadaşlarımı gemide bulamayacaksınız. Gün ağarmadan kıyıya varacağımızı tahmin ediyoruz. Sizden aldığımız her şeyi beraberimizde götüreceğiz, aslında buna çok üzülmeyeceğini biliyorum ama kitabı götürmeme öfke duyacaksındır, üzüleceksindir.
Yapamam, o kitabı bırakamam, onu hep saklamak istiyorum.
Roza… Ben kalbini isteyerek vereceğin birisi değilim, yalnız öylesine birisiyim. Kendimle alakalı bir utancım hiç olmadı fakat… son günlerde farklı hayatlardan kopup gelmiş iki ayrı insan olmamızı dilerken buldum kendimi. Fakat ben korsanım, amaçlarım doğrultusunda seni hapsettim. Sen de gururlu bir kadınsın, bana karşı çıktın. Keşke tüm bu yaşanılanları bundan ibaret sayabilseydim, kafam bu kadar karışık olmasaydı.
Gitmek üzereyken kalmayı bu kadar istemeseydim.
Acaba bunları okurken benimle alay mı ediyorsun, ya da benim kadar üzülüyor musun? Beni bu yolculuktan kaç gün sonra unutacaksın? Üç, beş? Unutmaman için ne yapmam gerek, sana, beni aklından çıkaracak bir şey mi bırakmam gerek? Ne bırakırım kalbimden başka…
Sevgili Roza, bu mektubun sonuna yaklaşırken sana demek istediğim son bir şey var. Sen böyle, olduğun gibiyken, kusursuzken ama buna rağmen gün gelecek insanlar sende bir kusur aramak için çabalayacakken bu gemideki kimsenin senin yaptıklarını yapma cesareti olmadığını hatırla. Sen kusursuzdun, benim aksime. Cesur ruhun ve saf kalbin için seni kutlarım. Bir daha görüşene dek, aşksız ve sevgisiz kalman dileğiyle.
Aşk ve sevgilerle,
Senin korsanın, Elvis.
∞
1986,
Kuzeyde Bir Ada.
Kalbinin istemediği bir şeyi yapıyorsun; yaşıyorsun.
Bu cümleyi duyduğumdan beri hakkımda düşünüyordum. Kalbimin hakkında, kendimin hakkında. Gerçekten böyle olduğunu hissediyordum, duyduğumun doğru olduğunu. Çünkü bunu bizzat kendisinden duydum, kalbimden.
Günlerim trajik olmaktan çok uzakta olsa da beni yaşama tutkuyla bağlı kılan hiçbir şey yoktu. Kalbimin hevessizliğini, hayatımdaki bu sıradanlığa yoruyordum. Yaşam şartlarımızın iyileşmesi için kendimizi hapsettiğimiz bu ada, her günü aynı geçen bir döngü olmuştu.
Ailem, adaya ulaştığımız günlerden sonra buraya uyum sağlamıştı. Az insanın yaşadığı, gürültüsüz, sakin bir yaşam alanıydı. Bu adaya birçok şeyimizi kaybederek geldiğimiz için eskisi gibi hayat kurmak zaman almıştı, babam dostları ve yakınlarından borç para edinmişti. Eski evimize benzeyen ama daha küçük, bahçeli bir evde konaklamaya başlamıştık. Annemi ve Layla’yı çok memnun etmeyen bu ev, çatı katındaki odasıyla beni mutlu etmişti.
Bizim gelişimizden sonra adaya zaman zaman gemiler yaklaşmıştı, yeni konuklar gelmişti. Anladığım üzere onlar da bizim gibi, başka bölge ve ülkelerden gelen saygın insanlardı. Burası bir burjuva sınıfı olmaya başlamıştı, bu yüzden de annem ve Layla arkadaşlık etme konusunda sıkıntı yaşamamıştı.
Babam bazı tüccarlarla tanışmıştı, kurduğu yakınlık sonrası da çalışmaya başlamıştı. Ada çok gelişmiş olmadığı için para harcayacak çok fazla şey de yoktu, babamın çoğu kazancı yemek ve şöminemiz için aldığı odunlara gidiyordu. Kuzeyde havalar soğuktu ve kış altı ay sürüyordu.
O gün artık bu kışı atlatmak için bir kürke ihtiyacım olduğuna emin olmuştum. Kabanım beni yeterince ısıtmıyordu, yürümeye çıktığım zamanlarda çok fazla üşüyerek eve erken dönüyordum. Babamdan aldığım bir miktar para ile caddedeki dükkândan bir kürk alacaktım, bir çift de eldiven.
Fakat öncesinde görüşeceğim birileri vardı.
Şömine önünde dikilirken kabanımı üstüme geçirdim ve kâğıdı boyayan Alvin’e baktım. O ve annesi hâlâ bizimle beraberdi, Elena evdeki yardımcılığımıza devam ederken Alvin bizimle büyüyordu. Annem yardımcısı olmadan yaşamaya hazır hissetmiyordu, zaten Elena’nın da gidebilecek bir yeri yoktu. Evin bodrum katında, küçük odada oğlu ile kalıyordu.
Kabanımın önünü ilikleyip gözlerimi şömine alevlerinden çektim ve yerdeki Alvin’e baktım. “Resmin bitti mi artık? Çıkacağım, seni bekliyorum.”
Başını önündeki kâğıttan kaldırdı, gözleri biraz heyecanlı bakıyordu. Boyu uzuyordu, daha çok konuşmaya başlamıştı. “Gösteremem…”
Hüsrana uğrayarak, “Neden?” dedim.
Dudağını ısırdı. “Anneme gösterince bana kızmıştı, sen de kızacaksın.”
Meraklandığımı hissederek eğildim, o sırada kâğıdı elleriyle kapatıyordu. “Kızmayacağıma söz versem?”
Açıkçası kararsız göründü ama sonra kendisine gönderdiğim sevimli bakışlar onu gülümsetti. Ellerini çekip resim kâğıdını bana uzatınca parmaklarım birkaç saniye hareketsiz kaldı, resmi tutamadım. Başım yana eğilirken gözlerim resme dalıp gitti. Alvin bir geminin güvertesinde dikilen korsan çizmişti, bunu neyin ve kimin etkisinde kalarak çizdiği çok belliydi.
Çizdiği Elvis’ti.
Çizdiği resmi ilk bakışta anlamamı sağlayan şey bu anıyı beraber yaşamış olmamızdı. Demek daha önce de çizmişti, Elena haklı sebepten kendisine kızmıştı. Parmaklarım kâğıdı tuttu ve daha yakınıma çekti. Anlıyordum ki yalnız ben değildim olanları unutamayan.
“Kızdın mı?”
Alvin’in masum sorusuyla beraber yutkunup kendisine baktım. “Hayır canım, kızmadım ama… annene hak verdim. Neden bunu çiziyorsun?”
Doğruldu. “Ben de büyünce onun gibi olacağım! Korsan!”
Çizimi gözlerimin hizasından indirdim. “Korsan mı? Alvin, bunu bir daha duymayayım. Korsanlar… suçlu insanlardır, onlar gibi olmayı istememelisin.”
Omuzlarını silktiğinde ardımdaki kapının açıldığını duydum ve Elena’nın geldiğini anlayınca çizimi saklayıp kabanımın cebine koydum. Şömine önünden çekilip odadan ayrılırken elim kâğıdı sımsıkı tutuyordu. Evden ayrılırken çizmelerimi giydim ve bahçeden çıkıp cadde boyu yürümeye başladım.
Gökyüzü sisli bir maviydi, bu soğuk renk tonu bana hiç istemediğim bir şeyi hatırlatıyordu. Kaymamak için çizmelerimi yere sağlam basarak yürüdüm ve sarı saçlarım beyaz beremin altında uçuşurken etrafımı izledim. Bir kadın eşinin kolunda yürüyordu, önlerinde de pembe kabanıyla küçük kız çocuğu vardı. Gökyüzündeki sis alçağa inmişti, gözlerimi yakıyordu.
Adanın merkezine yaklaştığımda dudaklarım soğuktan kızarmaya başladı, dükkâna ulaşmak için biraz daha hızlandım. Köşeden dönüp karşıya geçerken de neredeyse koştum ve dükkânın kapısını açtığım an İris’i gördüm.
Burası birçok çeşit kıyafetin bulunduğu bir dükkândı. Cam kapısından içeriye girerken içerideki koku hemen etrafımı sardı. İris aynanın önünde, elinde iki elbise tutuyordu. Dükkân çalışanı hanımefendi geldiğimi görüp başıyla selam verince karşılığını verdim ve İris’e arkasından yaklaştım. Beni aynaya düşen yansımamdan görüp arkasını döndü, bir gülümseme eşliğinde elindeki elbiseleri gösterdi. “Bu ikisi arasında kaldım, sence hangisi?”
Başımdan berimi çıkarıp boynumdaki saçlarımı çekerken elbiseleri inceledim. İkisi de mütevazı, şık ve beyazdı. Yaklaşınca sağ taraftakinin kış için daha uygun olacağı görüşüne kapıldım. “Bence bu,” diyerek gösterdim. “Gerçi ikisi de çok güzel ama bu mevsime daha uygun bence, sen hangisini beğendin?”
“İkisi arasında kararsız kalmıştım ama senin zevkine güveniyorum.” Sol elindeki elbiseyi gold renkli askıya bıraktı ve elinde kalan elbiseyle yanıma geldi. Onunla en son iki ay kadar önce görüşmüştük, çünkü o buraya daha uzakta oturuyordu. “Nikah için uygun mu?”
“Hem de çok,” diyerek ona kollarımı açtım ve sarılıp uzaklaşırken ellerinden tutum. “Görüşmeyeli nasılsın, her şey yolunda mı?”
“Evet, yolunda,” derken ruh hali gerçekten de iyi görünüyordu. “Yalnızca… nikâh için heyecanlıyım.”
“Elbette olacaksın,” dedim ona göz kırparak. “Ne zamandı? Cuma günü mü?”
“Aşk olsun, unuttun mu?”
“Hayır hayır, sadece kafam dalgın, cuma olduğunu biliyordum.”
Bir gülümsemeyle elimi sıktı. “Ne zaman bir araya gelsek dalgın zaten, yolunda gitmeyen bir şeyler mi var?”
Kafamı hemen iki yana doğru salladım. “Hayatımdaki her şey yolunda, hiçbir derdim yok.”
“Sevindim,” dedikten sonra bir daha elbiseyi inceledi ve bana göz kırptı. “Bence artık âşık olmalısın, geçtiğimiz sefer bir talibin olduğundan bahsetmiştin?”
Ona arkamı döndüm ve askıların etrafında dolaşmaya başlarken beni sıcaklatan saçlarımı sırtıma doğru attım. “Kendisiyle görüşmek istemedim, sana da söylemiştim annemin çok istediğini.”
“Tabi ister, adamın zengin olduğunu hatırlıyorum, seninle bu adadan çok daha iyi yerlerde, şartlarda yaşayabilir.”
Kabanların, kürklerin olduğu askılarda dolaştı elim. “Görüşmek istemedim.”
“Neden? Belki âşık olacaktın!”
Bu konunun üstüne gitmemesi için askıdan aldığım bir beyaz kürkle ona döndüm. “Sence nasıl?”
“Hım…” düşünceli şekilde mırıldanıp diğer kürklere bakmaya başladığında rahatladım, çünkü kimseyle evlilik ve aşk hakkında konuşmak istemiyordum. Annem bu konu hakkında yeterince söyleniyordu, fakat onun ve benim aradıklarımız aynı değildi.
Dükkânın kapısı bir daha açılınca soğuk esinti içeriye girdi. Kafamızı çevirince Peter’in girdiğini gördük. İris seke seke koştuğunda hafifçe gülümsedim. Peter onu tutarken eğilip önce alnından, sonra dudağından öptü. İris gülümseyerek onun omuzlarındaki kar tanelerini silkeledi. “Hoş geldin.”
“Hoş buldum.”
Gözlerimi kaçırarak tekrar kıyafetlere baktım. Gemide geçirdikleri günler sonrasında indiğimizde İris’in kalacak hiçbir yeri yoktu, ailemi bir süreliğine ikna etmiş ve biz de kalmasını sağlamıştım. Bu sırada Peter’le olan iletişimim devam etmişti, ailem artık sorun çıkarmaya başlayınca da İris’e kalacak yeri Peter bulmuştu.
Onlarla buluştuğum sonraki seferde birbirlerinin gözlerine bakamayacak kadar utanmış görmüştüm onları. Aralarında bir şeyler olduğunu sezmiştim, doğrusu bunu ilk gemide sezmiştim ama yakınlık kurduklarından emin olmuştum. Sanırım onlar da kendi aralarında oluşan ilişkiye müsaade etmişlerdi ve işte… yakında evleniyordu.
İris o gemiye, onu sevmeyen bir koca ile binmişti.
Şimdi ise… kim düşünürdü o korsanlar sayesinde aşkı bulacağını.
Aşk ve o korsanlar…
“Nasılsın?”
Peter’in sesini duyunca irkilme yaşayarak arkamı döndüm. İris kollarının altındayken gülümseyerek bana bakıyordu. Ağır, acılı şekilde yutkunup, “Merhaba,” dedim ona. “İyiyim. Sen nasılsın diye sormayacağım, gayet iyi görünüyorsun.”
Açık imâm üzerine gülümsedi ve çenesini İris’in saçlarına bastırarak, “Evet, iyiyim,” dedi. “İris’e yardıma geldiğin için teşekkür ederim, nikâh elbisesini yalnız seçmesini istemiyordum.”
Bundan bir hafta önce İris ev telefonundan arayıp haber vermişti bana. “Seve seve geldim, hem ben de kendime bir şeyler bakıyordum.”
“Ah, elbisem!”
İris askıya bıraktığı elbiseye doğru koştu ve alıp arkasına doğru sakladı. “Düğünden önce görmeni istemiyorum, lütfen!”
Peter üzerindeki siyah kabanın yakalarını silkti ve karlar yere düşerken, İris’e doğru gülümseyerek yürüdü. “Sabretmem için biraz rüşvet isterim.”
Gözlerimi onlardan çektim ve yüreğimdeki ağırlıkla beraber cam kenarındaki diğer askıya yöneldim. Kendime sıcak tutacak kürk bakıyor olsam da bere ve eldivenler de dikkatimi çekmişti. Kırmızı bereyi alıp aynaya ilerledim ve kafama koyup nasıl durduğuna baktım. Kumaşı yumuşaktı, saçlarımın rengine yakışmıştı. Bir de almak istediğim kürkümle yakışık yakışmayacağına bakmalıydım, elbette ücretine de.
Bunları hesap ederek arkamı döndüm ve kendimi bir kadınla burun buruna buldum. İrkilerek geriye çıkarken kadının yüzüne baktım ve refleks olarak kadınla aynı anda düşen beremi almak için eğildik. “Özür dilerim, benim hatam,” diyordum ki, kadın düşen bereyi bana doğru uzattı.
Bereyi elinden alırken ufak bir parıltıya hazırlıksız yakalandım. Kadın doğrulup gülümseyerek arkasını dönerken bile hareket etmemiştim. Kadının parmaklarındaki yüzüğü… tanıyordum, biliyordum. Yanlış mı görmüştüm? Başımı çevirdim ve kadının kapıyı kapatan eline baktım, yanlış görmüyordum.
Bu annemin, büyük babamdan hatıra kalan yüzüğüydü.
Annem onu… gemide kaybetmişti.
Korsanların aldığı ganimetlerden birisiydi.
Eğer büyükbabamın bir hatırası olmasa, o yüzükten dünyada bir tane olmasa farklı yüzük olduğunu düşünürdüm ama aynısıydı. Bu kadında ne işi vardı? Korsanlar o ganimetleri yoksul insanlar için harcıyorlardı, bana öyle söylemişti. Bu kadın kimdi ve neden annemin yüzü parmağındaydı.
Doğruldum ve üzerine düşünmeden, içimde çakan merak kıvılcımıyla dükkân çıkışına yürüdüm. Kapıyı açtım ve sağıma, soluma baktım. Kadın sol taraftan yürüyordu, omzunda bir çantası vardı. Bu bir tesadüf müydü, annemin yüzüğü korsanın ellerindeyken nasıl bu kadının parmağında yerini alırdı?
Rüzgârda uçuşan kar taneleri yüzüme konarken sersem birkaç adım attım. Kadının yürüyüşü bir yere varmaya çalışıyor gibi hızlıydı, dükkândan hiçbir şey almadan ayrılmıştı. O, yüzüğü satmış mıydı? Belki de bu kadın yüzüğü bir kuyumcudan satın almıştı.
Kadına yetişmeye çalışırken, “Hanımefendi,” diye seslendim ama sesim kadına ulaşmamıştı. Ayrıca ne diyecektim ki? Yüzüğü nereden aldığını mı soracaktım? Evet, bunu yapabilirdim. Kabalık mı olurdu, beni tersler miydi?
Kendi berem elimde, tıpkı saçlarım gibi uçuşurken yolun köşesinden döndüm ve girdiğim caddede kadını tekrar aradım. Sokak lambasının altında gölgesini gördüm ve adımlarımı hızlandırdım. “Hanımefendi, bakar mısınız?”
Kadın duymuyor ya da ona seslendiğimi anlamıyor gibiydi. Mesafeyi kapatmak için süratlendim ama yanına ulaştığımda kadına ne diyeceğimi bilmiyordum. Ya yüzüğü satın aldıysa, ne yapacaktım? Alıp anneme mi götürecektim? Amacım neydi de peşinden koşuyordum?
Kadını, yeni bir sokağa girdiğinde kaybetmekten korktum ve girdiği sokağa ulaşıp kafamı iki tarafta çevirdim. Onu eski, yüksek tavanlı kiliseye girerken görünce de yavaşladım. Bu yüzden mi hızlıydı, ibadet için kiliseye mi gelmişti?
Etrafıma baktım, arka caddede yürüyen birisi vardı ama burası boştu. Alt dudağımı ısırıp elimi sıkışan kalbime koydum ve kilisenin aralık kapısından içeriye girdim. Saçlarıma ve kabanıma düşmüş kar taneleriyle kilise içinde yürürken gözlerimi oturaklarda, kilise kürsüsünde gezdirdim. Buraya girdiği hakkında yanılıyor olamazdım, gözlerimle görmüştüm.
Bir tok sesi duyunca kendimi hızla arkama çevirdim ve kadını bulmayı uman gözlerim hiç olmayacak bir şeyle karşılaştı. Kalbimin yerini hatırlamak için bu ana ihtiyacım varmış demek ki, bu adamı görmeye. Ne ben okyanusta esirdim, ne de o gemide korsandı. Fakat buradaydı işte, buradaydı! Ayaklarım bedenimi geriye götürürken birbirine dolandı ve elimin birisi açık ağzıma, birisi de bahsi geçen kalbime doğru gitti.
Bu neyin nesi? Bu kalbimin sesi.
İki yıl önce zihnimden geçen o düşüncedeki gibi. Bir sızı, bir ansızlık. Ansızın.
Bu korsan, bu okyanusun korsanı…
“Merhaba,” diyor, kalbimin korsanı.
Bana senin korsanın demişti ve ben yalnızca içimden söylüyorum kalbimin korsanı olduğunu.
O,
Elvis.
SON.
Yorumlar yükleniyor...