10. BÖLÜM
“HAZİN SON.”
“Dostum, birazdan dile gelecek gibisin.”
Elvis, ölürken bile alaycı. Hatta Shakespeare şiirlerinden fırlamış gibi. Fakat benim aradığım şairanelik bu değil.
Kapının iç tarafında, sırtım duvara yaslı şekilde dikiliyordum. Ares birkaç dakika önce ayrılmıştı. Revir doktoruna ihtiyacı vardı, hatta belki de konuklar arasında bir doktor olabilirdi. Buradaki kimse Elvis’e yardım etmezdi, bu yüzden umduklarını bulacağını sanmıyordum.
Fakat korsanlardı, arzularının yerine gelmesi için sınırları zorlamaktan endişe duymuyorlardı.
Ben neden hâlâ burada olduğumu bilmiyordum. Elvis ve az önce laf attığı arkadaşı Martin’de beni kapı dışarı etmemişti, bu yüzden anlamını bilmediğim şekilde duruyordum. Belki de bana ayıracak vakitleri yoktu, Elvis’in zaten canı yanıyordu. Bıçak yarası nasıl hissettirmiştir? Daha önce başına gelmiş olabilirdi, sonuçta arsızın ve hırsızın tekiydi.
Alkol alıyordu, sanıyorum bunu uyuşmak ve acıyı hissetmemek için yapıyordu. Yarasının üstünde başka bir bez parçası vardı, Martin diğer yataktaki örtüden koparmıştı. Elvis’e endişeli, gerçekten de her an dile gelecekmiş gibi bakıyordu. Elvis’in kafası yastıktaydı, gözleri neşeden yoksundu. Dostunun elini sıkıp, “Üstesinden gelemeyeceğim bir şey değil,” dedi. “Gidip Ares’e yardım et, özgür kaldığında ona zorluk çıkarabilirler.”
Martin parmağıyla onu gösterdi.
“Hayır, başımın çaresine bakarım. Zaten burada durarak da bir şey yapmıyorsun.”
Martin oturduğu sandalyede doğruldu ve arkasını dönüp üzerime yürümeye başladı. Ondan kaçmak için kaşlarımı çatarak geriledim ve geçerken kolumu kavradığında, “Bırak!” diye çığlığı bastım.
Parmağıyla yukarıyı işaret etti. Beni odama götürmek istiyordu.
“Gitmiyorum!” dedim.
Olduğumuz reviri ve sonra beni işaret etti. Onun ne demek istediğini anlamakta zorlanınca, “Neden burada olduğunu anlamıyor,” diyerek açıkladı Elvis, sesi konuşurken kısılmaya başlamıştı.
“Ben…” kolumu bir daha çekiştirdiğimde bu kez beni bıraktı. “Elvis’e bir şey söylemek istiyorum! Evet, bu yüzden buradayım.”
“Hımm, yaramdan değil de meraktan öleceğim. Dostum, bırak da gelsin…”
Martin yüz buruşturarak odadan çıktığında başımı önüme çevirdim. Yalnızlıkta Elvis’in buz mavisi gözlerine bakmak nefes kesti. Ellerimi ovuşturup, “Koridorda çığlık duydum,” dedim burada bulunma gerekçemi açıklayarak. “Sonra dışarıya çıkınca… Yaralandığını duydum. Domuz gibi olduğundan ötürü öldüğüne hiç ihtimal vermedim ama bir umut, öyle olmuştur diye düşündüm…”
“Yalnızız,” derken gözleri bana bakıyordu. “Ve ben acılıyım. Beni öldürmeyi deneyebilirsin.”
Surat astım. “Ben birisini öldüremem, seni bile.”
“Benden o kadar da nefret etmediğini biliyorum,” derken sesinde son bir alaycılık hissettim.
Dişlerimi sıkarak soludum, bunu gözünden kaçırmadı ve dudakları kıvrıldıktan hemen sonra inledi. Vücudunun hareketsiz kalması gerekliydi anladığım kadarıyla. İstemsiz adımlarım beni onun yatağına kadar götürdü. Alçaktaki parıltısız güneş yüzüne düşüyordu. O alaycılığı zaman zaman ortaya çıksa da gerçekten onu öldürmek istesem kolay kaçamaz gibiydi.
Meraklı şekilde, “İlk kez mi bıçaklandın?” diye sordum ama gözlerim bana bunun cevabını veriyordu. Az tüylü, geniş gövdesinde birçok iz vardı. İlk kez bir erkeğin vücuduna bu kadar şuursuzca baktığımı fark edince gözlerimi çektim. Ne kadar iriydi.
“Ne ilk bu, ne de son olacaktır.” Elini yarası üstündeki beze sertçe bastırıyordu. Yatak yanındaki ahşap komodinde birkaç ilk yardım eşyası vardı. “Aşçının bunun için fırsat kolladığını en başından beri biliyordum, gözlerim hep üzerindeydi, ta ki bir ana kadar… O anda işimi bitirdi.” Göz kırptı.
Acı çekmekle, hayatını kaybetmekle alakalı hiçbir kaygısı yok gibiydi. Belki de her şeyi göze alabildiği için korsandı.
“Böyle bir hayat,” dedim kızarak. “Kim böyle bir hayat yaşamayı ister ki? Yaralandığın, kaçtığın, hırsızlıkla yaftalandığın bir hayat… Neden normal insanlar gibi bir hayatın yok?”
“Ancak o zaman mı sana layık olabilirim?”
Söylediğine o kadar şaşırdım ki, gözlerine bakma hatasına düştüm. Gözleri… ateş kadar sıcaktı. Acaba yüreğim mi yoksa onun gözleri mi daha sıcaktı bu anda? “Sen… nasıl konuşuyorsun böyle? Yakıştırman hiç hoş değil! Sanırım ateşin çıktı, iyi değilsin!”
Dudakları yine benimle alay edecekti ama acısından gülümseyemedi. “Ben olanı… olduğu gibi söyleyen bir adamım, seni korkutmak istemedim.”
“Korkmadım, yalnızca söylediğini çok manasız buldum!”
“Bu kadar manasızsa yanımda ne işin var?”
Bu adamın gerçekten ateşi başına vurmuş olmalıydı! Söylediğine gerekirse usturupsuz bir cevap vermek için ağzımı açtım ama ağzından bir hava kaçırarak inleyince arzu etmediğim bir refleksle ona eğildim. Yarasına bakmak için bezi kaldırdı ve ben de kesiğin derinliğini görmüş oldum. Başım döndü.
“Daha önce olduğu gibi… yine bana merhamet mi ediyorsun?”
Hemen geri çekildim. “Hiç de bile! Hem ben… ölmeni umut ettiğim için buradaydım unuttun mu?”
Önce başını, sonra gövdesini doğrultmaya çalıştı. Söylediğim kadar merhametsiz görünmek için kaygısızca izledim ve alnından akan boncuk boncuk teri gördüm. Acı çekiyordu ama bu söylediğim ve umduğum kadar haz vermiyordu bana.
“Tepemde dikilip durma! Odana git artık!”
Dudaklarım titremeye başladı. “Ölmeni izleyeceğim.”
Başını yarasından kaldırıp bana baktığında yüzüme sert bir ifade geçirmiştim. Hali olsaydı, bakabilseydi sanki gerçekten ruhumu görebilecekti. Ama bir inlemeyle daha yarasıyla meşgul oldu. “Sen bana o kitabı okuyup bitirmeden ölmem, merak etme.”
Hâlâ konuşuyordu, belki sessiz kalsa daha az acı çekerdi. Kitaptan bahsettiğinde aklıma çizdiği resmim geldi, yüzüme de renk geldi. Bakışlarımı kaçırdım, belki de gerçekten gitmeliydim ama… çok kötü görünüyordu.
“Geç buraya!”
Arkamdan gürleyen sesi duyunca düşünmeye zamanım kalmadı. Ares ve Martin bir adamla beraber içeriye giriyorlardı. Üstelik adamı kolundan çekiştiriyorlardı. Onun revir doktoru olduğunu düşündüm ve adam kolundan çıkmak için Ares’i iterken, ben de geriye çekildim. “Bıçak yarasını temizleyip tedavi et, derhal!”
Ares adamı yatağa doğru itti.
Bu adam iyi giyinimli, yüzünü ilk kez gördüğüm, orta yaşta birisiydi. Bitkin, kızgın görünerek Elvis’e bakıyordu. Bizim gibi hapsolduğu odadan çıkıp gelmişti. Duruşunu düzeltip öfke ile, “Ne tedavisi?” diye sordu. “Size yardım etmemi mi bekliyorsunuz?”
“Evet!” dedi Ares, adama komodindeki araç gereçleri göstererek. “Kesik derin değil ama usta bir dikişe ihtiyacı var, vakit kaybetmeden başla.”
Adam gösterilen yere ve ardından bu zorba korsanlara baktı. Giyinişleri bile hayatı yaşayış şekilleri arasındaki farkı ortaya koyuyordu. Martin Elvis’e yardım etti ve o yine yatış pozisyonuna geçti. “Yapmıyorum,” dedi doktor, sesi yüksek çıkmıştı. “N’olduğunu bilmiyorum fakat dikiş atmayacağım, siz korsanlara yardım etmeyeceğim!”
Ben de hatta korsanlar da karşılığın bu olacağını biliyordu. Ares adamın üzerine kuvvetli adımlarla giderek, “Doğrudan ölmeyi istediğini mi söylüyorsun?” dedi.
Adamın yutkunuşu gözüme çarptı ama kararından taviz vermedi. “Neden yapayım? Ölmesini tercih ederim.”
Gözlerim bir daha Elvis’e çarptı. Ölmek için çok genç değil miydi? Martin ona eğilmiş, kısık sesiyle konuşuyordu. Ne konuştuklarını duyamayarak ve fazlalık hissetmeye devam ederek doktor ile Ares’e döndüm. “Onu iyileştirmezsen sen ölürsün,” dedi korsan, açık açık. “Bir seçim yapmak zorundasın, bence çok zor değil.”
Ölmeyi istemezdi, kim isterdi ki. Ama biliyorum ki bize yaptıkları yüzünden bu doktorun da gururu el vermiyordu yardım etmeye. Elvis’e bir daha baktıktan sonra, “Bir koşulum var,” dedi bu kez.
Martin ve Elvis’te kafalarını aynı anda buraya çevirdi. Ares adamın cüretine inanamıyor gibi hayrette kalıp sonrasında, “Bu hakka sahip olduğunu mu sanıyorsun?” dedi.
Doktor, “Herkes odasından çıkacak,” diye şart koştu, beni de şaşırtarak. “Konuklar özgür kalacak, geminin bizim olduğunun farkında olacaksınız. Gitmek istediğiniz yere ulaşmanızı bekleyemeyiz, özgür kalmayı istiyoruz. Adam delirmiş durumdadır, Eros onun gemisiyken bir odaya kapattınız!”
Ares’ten önce Martin hareket etti. Doktorun yakasına yapıştığında korkuyla bir adım geri çıktığımı fark ettim. Doktor bağırıp onu itmeyi denediğinde Martin adamı yakasından, yatağın yanındaki komodine doğru çekti. Doktora komodindeki araç gereçler gösterdiğinde, “Hayır!” diyerek bir kez daha reddetti adam. “Konuklar odasından çıkmadan size yardım etmeyeceğim!”
Ares’in sinirleri bozuk gülüşüne kulaklarımla tanık oldum ve Martin elindeki adamı yere doğru atıp güçlü bir tekmeyi suratına indirdiğinde çığlık attım. Gözbebeklerimin büyümesine an an şahit olmuştum. Bu kadar acımasızca bir saldırıdan sonra doktorun ağzından kan sıçradı ve adeta yere yapışıp bağırdı. Bedenim içgüdüsel bir refleksle ileriye çıktığında, çığlığımı duyan Ares sertçe üzerime geldi ve kolumu tuttuğu gibi beni koridora çıkardı. O kadar şaşırmıştım ki, ona engel olup bir kelime sarf edemedim.
Elvis ona, “Ares!” diye seslendi.
“Bundan sonrası çocuklar için zararlı!” dedi Ares, alay ve öfkeyle karışık bir sesle.
“Öldüremezsiniz,” dedim kolumu ondan kurtarmak aklıma gelirken. “Hem… o ölürse Elvis’e kim yardım edecek!”
“Öldürmeyeceğim, ikna edeceğim.”
İçeriden bir bağırtı daha geldi, Elvis’in sesi, “Ares,” dedi. “Odasına götür… nazikçe.”
Başımı, Elvis’i görmek için yana eğecektim ki, Ares kolumu bırakıp bana koridoru gösterdi. Kalmayı diretmek için başka hiçbir sebebim var mıydı? Bu ana kadar da yoktu ama kalmıştım. O adama ne yapacaklardı, bırakıp gitmem vicdansızlık olur muydu?
Ares her şeyi yüzümden okuyormuş gibi aniden bana yaklaştı, eli hâlâ koridoru gösteriyordu. “Sana zor kullanmam hoş karşılanmıyor, görüyorsun. Ben de bunu yapmak istemiyorum. Şimdi sana odana kadar eşlik edeceğim, ardından dönüp iyileşmesi için Elvis’e yardımcı olacağım. Sana gösterdiğim bu nezakete karşılık sorun çıkarma, ben de istemediğim şeyler yapmayayım.”
Endişe ve kafa karışıklığıyla, “Öldürmeyeceğine söz ver,” dedim.
“Seni mi? Elbette, söz.”
“Hayır, aptal! Doktordan bahsediyorum.”
“Kendime güvenemiyorum ne yazık ki,” dedi ve bana bir kez daha şiddetle koridoru gösterdi. Geri dönemeyeceğimi anlayınca yürümeye başladım ama koridordan ayrılana kadar kafamı sürekli arkama çevirdim. Ares seri adımlarla arkamdan geldi ve benimle odamın olduğu kata çıktı. Aldığım çakıyı belli etmeden cebimden anahtarımı çıkardım ve kapımı açıp girerken, son kez Ares’e baktım. Elvis’in yanına dönmek için an kolluyordu. “Aşçıya n’aptınız?”
Duraksadı. “Aşçı olduğunu nereden biliyorsun?”
En başta hiçbir şey bilmiyormuş gibi davrandığımı hatırladım ve cevap veremeyeceğim için hızla içeriye girdim. Kapıyı çarpıp kilitlediğimde yumruğunu hafif ses çıkaracak şekilde kapıya vurdu. Dudaklarımı dişleyerek gerilerken, “O bağırma sesi nereden geliyormuş?” diye sorarak yanımda bitti kız kardeşim. “N’oldu?”
“Aşçı… Elvis’i bıçaklamış.”
“Korsanı mı? İnanmıyorum! Nasıl olur! Öldü mü peki?”
Masadaki sandalyeye kadar geriledim. “Hayır.” Masada olduğunu gördüğüm bardağı aldım ve içinde kalan bir yudum suyu içtim. Dudaklarım kuruluktan birbirine yapışmıştı.
Peter karşımdaki sandalyeden, “O çığlığa rağmen dışarıya çıktığına inanamıyorum!” dedi kızgınlıkla şaşkınlık arası bir sesle. “Sana zarar vermeyeceklerine olan inancının sebebi nedir?”
“Bilmiyorum.” Sadece hissediyorum. Oysaki bildiğim şey, hislerin insan hayatının en büyük yanılgısı olduğu değil midir?
Kalkıp alnımdaki terle tuvalete girdim. Suyu açıp yüzüme birkaç kez çarptım. Kendime gelemiyordum, başım dönüyordu. Belki de o adama yardımcı olmalıydık, çünkü o da diğer konukların özgürlüğü için arayışa girmişti. Fakat… karşımda üç korsan varken nasıl, ne kadar kalabilirdim.
Sinirden gözlerim doldu, bu duygu değişimleri ve karmaşıklık aklımı bulandırıyordu. Ne hissettiğimi şaşırmış vaziyetteydim. Elvis’e ne olduğu sorusu, o doktora ne olacağı sorusundan daha çok aklıma gelmişti. Bu durumdan nasıl kurtulacaklardı? Sanırım yarasının temizlenip dikişle kapatılması, sonra da kontrol edilmesi gerekecekti. O adam bunu yapmazsa kim yapacaktı?
Adamı şiddetle mi ikna edeceklerdi?
Aklımda, birbirinden ayrı beliren senaryoların gidişatını takip edemeyince duraksayıp gözlerimi kapattım. O adamı öldürürse Elvis’i hiç iyileştiremezlerdi, bu yüzden öldürmezlerdi. Düşüncelerime baş sallayarak banyodan ayrıldım, odadaki yatağa yerleşirken gözüme ceket çarptı. Elvis’in ceketi hâlâ buradaydı, üstüne çıkıp zıplayasım gelse de yalnızca bakmakla yetindim.
“Abla, bu ne zaman bitecek?” dedi Layla, sıkılmış vaziyette yanıma oturup. “Bir plan yapmamız gerektiğini söylüyordun, hiçbir şey yapmadık.”
O bunları söylerken cebimdeki çakıya uzandım, çıkarıp komodine bıraktım. “Sen düşündüm mü ne yapabileceğimizi? Ancak benden bekliyorsun Layla?”
“Bence Peter onlarla dövüşsün!” diyerek masada oturan adama baktı.
Peter’in kaşları kalkmıştı. “Üçüyle mi?”
“Evet,” dedi kardeşim, gerçekten buna inanıyordu. “Ablam da sana yardım eder! Ares’in kafasını nasıl dağıttığımızı anlatmadı mı?”
“Peki ya sen bu sırada n’apacaksın?” dedim ona kısık gözlerle bakarak.
“Şey… onu pek düşünmedim ama eminim o an işe yararım. Tabi, sizin önce bir şey yapmanız şart.”
Artık kızmaya başlayarak, “Yapamıyorum,” dedim. “Koridora çıkıp birkaç kat dolaşsak hemen bizi görüp yakalarlar.”
“Aslında,” diyerek söze başladı Peter. “O adamın, korsanlardan birinin bıçaklandığını söylüyorsun. Diğerleri nerede, n’apıyor? Belki bu zamanı fırsata çevirebiliriz.”
Biraz geç olsa da ben de bunu yapmak istemiştim ama olmamıştı. İnsanları odalarından çıkaramıyorduk, korsanlara bir şey yapamıyorduk. O halde ne yapmalıydık?
“O çakıyı nereden buldun bilmiyorum ama elimizde iki tane bıçak olmuş oldu. Eğer diğer iki korsanı da yaralarsak…”
“Peki sonra?” dedim kafamı ona çevirdim. İçimde beni huzursuz eden bir duygu vardı, konuşmak bile istemiyordum. “İnsan öldürebilir misin? Ben yapamam!”
“Etkisiz bırakmamız yeterli!” dedi Peter, sesine biraz coşku gelmişti. “Onları bir odaya hapsederiz, bize yaptıkları gibi! Ardından asıl korsanı çıkarırız, bizi gitmek istediğimiz asıl yete götürürler!”
Layla, “Evet abla!” diyerek bu adama katıldı. “Yapalım, lütfen! Çok sıkıldım artık!”
Beynim onların haklı olduğunu biliyordu, kendimi eyleme geçirmem gerekliydi. Fakat neden olacaklar beni korkutmaya başlamıştı? Korsanlara galip gelmeyi istiyordum, bir daha denemeli miydim?
İçimdeki huzursuzlukla, “Biz onları yaralayana kadar onlar bizi yaralar,” dedim.
Peter, “Bir daha böyle bir fırsatı bulamayacağız,” dedi, sesi agresif çıkmaya başlamıştı.
Gözlerimi önüme çevirdim, parmaklarımla oynamaya başladım. Birisine bıçakla zarar vermek hiç yapmadığım bir şeydi, nasıl doğrudan yapmamı bekliyorlardı? Eğer başarısız olursak bu kez Peter’i de bulmuş olurlardı, ne yapacaklarını Tanrı bilirdi!
“Ben…” ayağa kalktım. “Elena ve oğlunun nasıl olduğuna bakacağım, hemen dönerim.”
Koridora çıkıp kapımı kilitlemeden kapattım ve karşıya geçip mahcubiyetle Elena’nın kapısını çaldım. “Elena, benim.”
“Roza Hanım,” derken kapıya yürüdüğünü duydum. “N’apıyorsunuz burada?”
“Sizi merak ettim. Sen, Alvin nasılsınız?”
“Alvin daha iyi, ona bir hikâye anlatıyordum.”
“Çok sevindim,” dedim, bugün ilk kez gülümsedim. “İhmalliğim için senden yeniden özür dilerim, bir daha Alvin’i senin yanından ayırmayacağım.”
Bir iç çekişten sonra, “Onu gözleri kapalı gördüğümde ne kadar korktuğumu anlatamam,” dedi. “Uyandığında toparladım, ne yaşadığının çok farkında olmadığını anladım. Dilerim bu gemiden sağ salim ayrılırız efendim.”
“Umuyorum Elena.”
Kapısının önünden ayrıldım ve odama dönecekken bedenim bu kez diğer kapıya yürüdü. İris’in odası önünde durup kararsızca, “İris?” diye seslendim. “Merhaba, beni duyuyor musun?”
Karşılığında bir yanıt alamadım. Duymamış mıydı? Ya da konuşmak mı istemiyordu? Fakat bunun için bir sebebi yoktu. Belki de uyuyordu, yalnız olmak istiyordu. Ruh halinin iyi olmadığını bildiğim için üstelemedim ve odamın yolunu tuttum.
Birazdan kapısının ardından, “Roza!” dedi babam ve yüzüm onların odasına doğru döndü. Sesimi duymuş ve sonra beni kapı deliğinden görmüş olmalıydı. “Kızım, yine nasıl dışarıdasın? İyi misin? Kardeşin nasıl?”
Beni daha iyi görebilmesi için yaklaştım. “Baba, Layla ve ben iyiyiz. Lütfen artık endişe duyma. Bize de size davrandıkları gibi davranıyorlar, zarar vermiyorlar.”
“Onlardan birisi bir süredir burada dolaşmıyor,” dedi babam, demek Martin’in koridorda dolaştığını kapı deliğinden izliyordu. “Bir terslik olmalı, odana git ve çok dikkatli ol.”
Annem, “Aç mısınız? Yemeklerinizi yiyor musunuz?” diye sordu bu kez de.
“Evet anne, yemesek ölmüş olurduk zaten.” Beni görebildiklerini bildiğim için gülümsedim. “Odama dönüyorum, Layla’ya göz kulak olacağım.”
Babam bir daha, “Odana nasıl bu rahatlıkla girip çıkabiliyorsun,” diye sordu ama uzaklaştığım için sorusunu duymazlıktan gelmesi zor olmadı.
Odama girip kapımı kilitledim ve Peter’i bana doğru yürürken buldum. Heyecanlı, beklentili görünüyordu. Sırtımı kapıya yaslayıp gözlerimi kırpıştırmaya başladığımda, kollarımı dirseklerimden tutup yüzüme yakından baktı. “Aklıma başka bir şey geldi.”
Midemdeki o stres düğümünü tekrar hissedip, “Ne oldu?” diye sordum.
“Korsanları değil, kaptanı yaralayacağız!” Bunu söylerken gözlerinde kıvılcımlar vardı. “Bu şekilde asıl kaptanı odasından çıkarmak zorunda kalacaklar, gemiyi kullanmayı bilen birisine ihtiyaç duyacaklar. Asıl kaptan ise bizi ait olduğumuz yere götürmeyi seçecektir.”
Layla heyecanlı şekilde el çırptığında gözlerimi devirdim. “Kulağa ne hoş geliyor ama asıl kaptanın bizi varacağımız yere götürmesine izin verecekler midir?”
“Denemeden nasıl biliriz?” dediğinde kollarımı ondan çekip gerilemek istedim ve yavaşça öyle yaptım. “Korsanların üstesinden gelemeyeceğimizi düşünüyorsan yalnız ve daha savunmasız olan kaptanla başlayalım.”
Adrenalin damarlarımda kan gibi akmaya başladı. “Ben yalnız başıma yapabilir miyim…” belki yaparım ama kaptanın bir erkek olduğunu ve fiziksel güce sahip olduğunu unutmamalıyım.
“Ben de odadan çıkacağım!” dedi Peter, çok kararlı görünmesi düşünce akışımı bulandırıyordu. “Beraber yapacağız Roza. Geminin asıl kaptanı kamaraya geri dönecek.”
O korsanlara karşı yalnızca bir şey yapmak bile onurumu yüceltirdi. Bu yüzden düşünmemeliydim bile. Hem bundan daha iyi fırsatı nasıl bulurdum? Elvis hazır yaralıyken… Gözlerimin önüne yarasından akıp etrafı da kırmızı yapan kanın görüntüsü gelince arkamı döndüm. “Tabi haklısın, denemeye değer. Fakat biraz bekleyelim, kendileriyle daha fazla meşgul olduklarında ansızın çıkabiliriz.”
“Çok beklememeliyiz, uzun süre bizi kontrolsüz bırakmazlar.”
Başımı sallayıp geminin camından dışarıya bakmaya başladım. Dakikaları orada, bir kafa karışıklığıyla geçirdim. Akşam yemeği vakti geldiğinde ama kimse kapımızı çalmadığında meşgul olduklarından emin oldum. Ne yapmışlardı, düşünmeden duramıyordum. Elvis iyi miydi sorusunu ben değil, korsanlar kendilerine sormalıydı değil mi? Galiba… öyle bir adama dahi merhamet eden bir insandım ben.
Saatler biraz daha geçtiğinde Peter artık sessizliği bozdu.
“Neredeyse gece yarısı oldu, uyuduğumuzu düşünüyorlardır, artık yapalım.”
Loş ampul ışığında gözlerim onunkileri buldu. “Haklısın,” dedim sadece.
Layla hareketlendi, o ana kadar yatakta gözleri kapalı uzanıyordu. “Ben ne yapacağım?”
Her ne kadar kendisine de sormuş olsam da, “Sen odadan asla ayrılmayacaksın!” dedim ona. “Kapıyı kilitle, biz dönene kadar asla açma.”
Meraklı, bir o kadar şüpheli göründü. “Ya… seni yakalar, zarar verirlerse!”
“Peter haklı… bir daha bu fırsatı yakalayamayız.” Ona baktım. “Fakat Peter… yakalanabileceğini farkındasın değil mi?”
Biraz bekledi. “Göze alıyorum.”
Komodinde duran iki bıçağı da aldım, birisini Peter’e uzattım. Saçlarımı, bir lastikle tepemde sıkıca bağladıktan sonra kapıyı açıp koridora uzattım kafamı. Etrafı kontrol ettim, ışıklar yanıyordu ama etrafta kimse yoktu. Peter’e işareti kafamla verdim ve o da çıktığında, anahtarı kız kardeşimin avuçlarına bıraktım. “Ben gelene kadar kapıyı kimseye açma Layla.”
Bırakmadan önce elimi sıktı. “Abla, dikkat et.”
Kapı kapandı ve anahtar kilit yuvasında döndü.
Peter ile gözlerimiz birleştiğinde yapacağım şeyden yeterince emin olmamak beni kahrediyordu neredeyse. Bir iki gün önceki kararlığımı neyin zedelediğini bilmiyordum, acaba korsanlardan korkuyor muydum? Bunu düşünürken ilerlemeye başladım. Temkinli ama hızlı adımlarla yürüdüm. Korsanlar hâlâ Elvis’in yanında olabilirlerdi ama kaptanı etkisiz bırakmak için birkaç dakikadan fazla şansımız olacağını düşünmüyordum.
Ayakkabılarımızın çok ses çıkarmamasına dikkat ederek kaptan köşkünün olduğu kata çıktık. Peter’de sürekli etrafına bakıyor, olması gerektiği gibi sessiz kalıyordu. Koridordan başını çıkaran ben oldum ve kimsenin burada olmadığını görünce girdim. Koridorun sonuna kadar, elimde bıçağı tutarak yürüdüm ve kaptan köşkü önünde durunca omuz üstünden Peter’e baktım. “Burası,” dedim fısıldayarak.
Peter gözlerini kapalının ufacık aralığından içeriye dikti, kaptan bize sırtı dönük duruyordu. Üstünde kaptan üniforması vardı, o günden beri çıkarmamış, çıkarsa da geri giymiş olmalıydı. Önündeki camdan, üzerinde hareket ettiği okyanusa bakıyordu. Hiç yorulmuyor muydu? Ara verdiği oluyor muydu?
Bazı geceler geminin durduğunu hissediyordum. Belki de dinleniyordu.
“İzin ver,” dedi Peter, çok sessiz şekilde. “İçeriye önce ben gireyim, ona arkasından saldırayım. Bıçak var, etkili olacaktır. Yardıma ihtiyacım olduğunda sen gelirsin.”
Yutkunarak başımı salladım ve kapı ağzından çekilirken, kaptanın başını sol tarafına doğru çevirdiğini gördüm. Tam arkasına bakmıyordu ama sanki bir ses duymuştu. Nefesimi tuttum ve kaptan tekrar önüne dönerken Peter elini kapı üzerine koyarak sessizce açmaya çalıştı. Ne yazık ki bu hamle ses çıkaraktı, öyle de oldu ve kaptan, “Siz neredesiniz?” diyerek buraya döndü.
Görmeyi umduğu korsanlardı ama karşısında Peter’i görünce duraksadı, gözbebekleri büyümüştü. Şaşkın halini, “Sen kimsin?” sözcükleriyle tamamlıyordu ki, Peter süratle onun üzerine yürüdü. Kaptan korkmuş şekilde tekrardan ağzını açmadan önce de Peter adamın üzerine doğru atladı. Elimi, hayretle açılan ağzıma götürdüm ve boğuşma sesleri yükselmeden önce içeriye girip kapıyı hemen kapattım.
Peter adamın üstüne atladığı için ikisi de kaptanın oturduğu koltuktan düştü ve yerde yuvarladıklarında, “Sen kimsin?” diye bağırdı kaptan, dehşete düştüğü sesinin tınısından belliydi. “Neler oluyor? Elvis ve diğerleri nerede?”
Bir adım ileri, iki adım geri çıktım. Peter üstte kalmaya çalışarak kaptanı yere yaslarken, “Kendi rızanla burayı terk et ya da seni yaralayacağım!” dedi, sesinde korku değil keskinlik vardı.
“Ne terk etmesi! Sen…” kaptanın gözleri beni bir daha görünce kısıldılar, bu sırada hâlâ Peter’i itmeye çalışıyordu. “… seni o gün odada gördüm, nasıl buraya inebildin? Bu adam kim!”
“Gemiyi kullanma, sen bir riyakârsın. Asıl kaptan buraya gelip gemiyi tekrar kullanacak. Eğer bunu rızanla kabul etmiyorsan… seni incitmek zorunda kalacağız.”
“Sen, siz…” Peter’e doğru çevirdi gözlerini ve öfkeyle itmeyi denedi onu. “Bırakın beni, neler saçmalıyorsunuz!”
Ses yükselince endişelendim ama Peter vakit kaybetmedi. Bir anda, ilk anda anlayamadığım ama daha sonra fark ettiğim bir sebepten ötürü elindeki bıçağı adamın eline doğru sapladı. Böyle hızlı ve acımasız bir hamle beklemediğim için şaşkınca gözlerimi büyüttüm. Benim atacağım çığlık kaptanın dudaklarından çıktı ve sıçrayan kan etrafa yayıldığında, Peter’de sanki yaptığına şaşırmış gibi bıçağı kaldırdı.
“Aman Tanrı’m!”
Adam bir daha çığlık attığında Peter ile aynı şok ve panikle baktım kendisine.
Kan yere dökülürken gözlerini yummuş, çığlık atıyordu.
Çığlıklar, ses, korsanlar… Bir anda harekette buldum kendimi ve gözlerim yakınımdaki en ağır şeye uzandı. Bu bir kül tablasıydı. Eğilip o kül tablasını susması için onun kafasına doğru vuracaktım ki gözlerini açtı ve o gözlerdeki acı elimi havada bıraktı. “Dur,” dedi sesi titreyerek.
Elimi indirdim, hızlı bir karar vermem gerekti. “Durmamı istiyorsan bu adamı görmezden geleceksin, korsanlara sana bunu benim yaptığımı söyleyeceksin.”
Ne söylediğimi anladığından bile emin değildim.
“Peter, sen git,” dedim. “Yapman gerekeni yaptın, artık bana bir şey yapamaz. Korsanlar seni bulmamalı.”
“Ama sen?”
“Birazdan gelebilirler, senin varlığın kaptan ve bizim aramızda sır olacak.”
Kaptan elinin üstüne doğru yatarak inlerken Peter doğruldu, bana döndü. “Seni bırakamam.”
Fakat yakalanabilirdi. Kaptan artık gemiyi kullanamayacak duruma gelmişti, eli yaralıydı. En azından bunu başarmıştık. Bu adamın canını yaktığımız için üzülmüyordum ama birisine böyle davranabildiğim için hâlâ şaşkındım.
“Kendin de dedin, biraz daha gürültü çıkarsa buraya gelirler, belki de çoktan yukarıya çıkıyorlardır.” Elimin tersiyle yanağıma düşen saçımı ittim. “Bu adamı seni görmediğine ikna etmenin yolunu bulacağım, git artık.”
“Roza…”
“Peter, daha mantıklı bir şey söylemeyeceksen dediğimi yap.”
Peter gözlerime doğru baktı ve sonra ansızın elimi okşayıp arkasını döndü. Bana iyi ve arkadaşça davranıyordu, incinmesini istemiyordum. Yakalanmaması gerekirdi, odadan çıkarken yakalanacağı riskini göze almış olsa da.
Aşağı inene kadar onu gözlerimle takip ettim ve sonra elinin üstüne yuvarlanmış, inleyen kaptana döndüm. Korsanlar onu er ya da geç bulacaktı, fakat onu bizzat ben götürmek istiyordum. Çenemi kaldırdım, onlara karşı o zafer duygusunu tatmayı istiyordum. Fakat bu adam Peter’den bahsederse ne olacaktı, nasıl engel olacaktım. Ya da Peter bulunursa n’olurdu? Sandığım gibi ona zarar verirler miydi? İkimiz de bunu göze almıştık, en azından kaptanı yaralayarak onları zayıflatmıştık.
Dizlerimi kırarak eğildim. “Seni korsanların yanına götüreceğim,” dedim göz teması kurmaya çalışarak. “Kan kaybediyorsun, durmasını istersin değil mi?”
Gözleri odaksız bakmaktaydı, geç de olsa beni anladı. Başını aşağı yukarı salladı.
“O zaman gördüğün adamdan hiç bahsetmeyeceksin,” diye şart koştum ve elimdeki bıçağı onun kadrajına soktum. “Yoksa diğer elini de yaralarım. Bana söz vermeni istiyorum, iyileşmen karşılığında sessiz kalacaksın.”
Öncesini ve sonrasını düşünmeden, yalnız acısının geçmesi için, “Tamam!” dedi dişleri arasından.
“Nasıl güveneceğim sana?” dedim. “Belki de burada kalmalısın, korsanlar seni bulana kadar…”
“Hayır!” derken soluğu ikiye bölünür gibi çıktı dudaklarından. “Senin yaptığını söyleyeceğim, o adamı zaten tanımıyorum…”
Hareket edip kalkmayı denediğinde hızla doğrulup geriledim, elimdeki bıçağı gözünün önünden çekmeden kaşlarımı çattım. “Eğer yapmayı denersen, bir daha kaptan olmayı unutana kadar bıçaklarım ellerini.”
“Sürtük,” derken diğer elinin üstünde doğrulmaya çalıştı.
Onu kolundan sertçe tuttum ama ağır bir adam olduğu için çekmesi kolay değildi. Kapıdan dışarıya çıkardığımda başımı omzumun üstünde, onun gözlerinde tutuyordum. Bıçak elimde olsa da güvenemiyordum, her an beni itip üstüme saldırabilirdi. O sırada eline bakıyor, sanki düşecekmiş gibi güvensiz adımlar atıyordu.
Hızlandım, onu çekiştirdim. Nereye gideceğimi biliyordum. Revirin yolunu tuttum. Katları inerken mantığım oldukça güvensiz hareket etmekteydi. Zamansız, hatalı bir harekette mi bulunmuştuk? Bu adama inanmıyordum, Peter’den bahsedecekti. Onun bulunmasına değer miydi bu yaptığımız?
Revirin olduğu kata indiğimizde onun ağırlığını çekmekten neredeyse yorulmuştum. Adam elinin acısından bana karşı hamle yapmıyordu, sanırım kaptan olduğu için ellerini gerçekten önemsiyordu. Bıçağı tuttuğumu ona ve kendime unutturmuyordum ki bana zarar vermesin.
Eli bu kadar kanayıp canını acıtmasaydı eminim yapardı.
Revirin odası önüne geldiğimizde yüzümü bir zafer gülümsemesi kapladı. Elvis uyanıksa bu yaptığımı görmeliydi, onun gözlerindeki şaşkınlığı görmek sabırsızlandırıyordu. Kaptanı son gücümle tutup çektim ve kapıyı ayakkabımın ucuyla açıp kaptanı ileriye doğru ittim. Kaptan sendeleyerek ve inleyerek revirden içeriye girerken gözlerim ilerisini buldu.
Elvis yattığı yatakta bana bakıyordu.
İçeride açık olan ampuller bana görüş imkânı veriyordu. Kaptan içeriye doğru bir adım daha atıp etrafına baktığında, ellerimi arkasına doğru koyup onu sertçe ittim. Elvis’in gözlerine bakarak bunu yapmanın gururuyla da omuzlarımı dikleştirdim ve kaptan süratle ilerideki yatağa yürürken, Elvis başını yastıktan ağırca kaldırdı.
“Kaptanı bıçakladım, artık gemiyi kullanamaz.”
Elvis acı çekmiyordu, görünen o ki doktoru onu iyileştirmesi için ikna etmişlerdi. Yatağa yamuk şekilde oturup inleyen kaptana baktıktan sonra buz mavisi gözlerini benimle tekrar buluşturdu. Hiddetimden yüzüme düşen saçlarımı ittim ve elimdeki bıçağı sıkarken, “Sanıyorum, artık gerçekten hapsolma vaktin geldi,” dedi Elvis, sesi gemiye çıktığı ilk geceki kadar acımasızdı.
“Roza…”
Sol tarafımdan gelen sesi duyduğumda buz kestim. Başımı tek harekette revirin diğer tarafına çevirdim ve kapıyı biraz daha geriye yatırdığımda zafer gülümsemem kayboldu. Peter, darbe almış şekilde revirin zemininde yatıyor, Ares’de onun başında dikilerek bana el sallıyordu. Elbette yüzünde inanılmaz eğlenen o tipik ifadesi vardı. “Bu gemide seninle olmak çok eğlenceli,” dedi.
Elimdeki bıçak düştü ve dudaklarım titrerken başım tekrar Elvis’e döndü. Peter odaya gitmeden yakalanmıştı, bir ihtimalden gerçeğe dönüşen bu durumun bana ve Peter’e getireceği acımasızlığı düşünürken Elvis acımadan yoksun şekilde baktı bana. “Güzel yüzüne merhamet etmemesi çok zor ama… başka yapacak ne kaldı ki?”
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...