41. BÖLÜM
"KALPTEKİ AVARE KELEBEKLER"
Tutamadım, sana geldi içim. Sen de tut, içinde kalsın içim.
Hazer, benim Tanrı'yla aramdaki ufak bir sırdı. Küçük bir çocuğun annesiyle bile paylaşamadığı ama kalbinde bir düzine kelebeği uçuşturan sırları olurdu, benimkisi de öyleydi. Hazer, adını bir kutuya koyup ağzını kapattığım, o kutuyu da kalbimin en derinine koyduğum tek kişiydi ve ne yaparsa yapsın, dili ne söylerse söylesin o kutunun kilidini açıp kendini içimden çıkaramazdı.
Daha önce yapmışlığı vardı. Dudaklarımdaki kilitleri öpücükleriyle açmıştı ama ikincisi olmayacaktı. Kalbime giden yolları adı gibi biliyordu ama asla kendisinin olduğu o yere girip kutunun kilidini açamazdı. Kendini içimden çıkaramazdı.
Saat gecenin ikisini bulmuştu, Hazer deliksiz bir uykuda olmasına rağmen ara ara sayıklıyor fakat gözlerini hiç açmıyordu. Hemen yanına bir sandalye koymuş, dirseğimi yastığının kenarına yaslamış, gözlerimi alamadan onu izliyordum. Hazer'in ışıktan rahatsız olduğunu bildiğim için ışıkları kapatmış, perdeyi kenara çekmiş, ayışığı sayesinde yüzünü görebiliyordum. Terliyordu, ben de elimdeki peçeteyle terini siliyordum.
"Ben ateşten korkarım," dedim, eğilip dudaklarımı sıcak alnıyla kavuştururken. "Ama bugün anladım ki sana bir şey olmasın diye tüm dünyayı ateşe verebilirim."
Dudaklarım nemli teniyle temas ettiğinde ürperdim ve göz altlarına düşmüş kirpiklerinin gölgelerine baktım. "Bazen duygularımı yeterince ifade edemediğimi hissediyorum," dedim, dudaklarımı yavaşça çektim. "Belki seni sevdiğimi daha sık söylesem seni her an terk edebileceğime dair şüphelerin silinir. Mesela senin beni asla bırakmayacağını tüm kalbimle hissediyorum ama belli ki ben sana bunu hissettirememişim."
Derin bir iç çekip elimi yüzünden ayırdım. "Çok âşığım sana, n'olur inan seni terk etmeyeceğime. Kavga edip tartışabiliriz, herkes tartışır ama neden sürekli sana sırt çevirecekmişim gibi davranıyorsun kendine? Deli olmam lazım seni bırakmak için."
İnsanı da delirtse delirtse senin güzelliğin delirtir.
"Neden alırsın o kadar ilacı, neden?" Damarına giren iğneye bir saniyeden fazla bakamadım. "Bak, iğnelerden yine nefret ettim! Ya beni bıraktıktan sonra tek başına yola devam ederken kendini kaybetseydin? Yanında ben de olmayacaktım... Kesin acile de çekmezdin arabayı, kıvranırdın. Başına daha ciddi bir şey gelseydi, ölürdüm vallahi ben!"
"Seni bıraktıktan sonra kapının önünden ayrılamazdım," diyen sesini duyduğumda o kadar hazırlıksız yakalandım ki dirseğimi yastıktan çekip dudaklarına baktım. Gözleri hâlâ kapalıydı, dudakları aralıktı ama uyumaya devam ediyor gibiydi. Sesinin hayal mi gerçek mi olduğunu anlamayarak yüzünü okşadım.
"Ben kesin delirdim, bir de kafamın içinde sesini duyuyorum!"
Eliyle bacağımı sıktığını belli belirsiz hissettim. Sanırım sesimi duyuyor, yapabildiğince tepki veriyordu. Madem sesimi duyuyordu, ona daha güzel şeyler söylemek istedim. "Ben seni sadece danstan değil, dünyadaki her şeyden ve herkesten daha çok seviyorum. Duymayı istediğin bunlarsa tabii söylerim ama kırgınken söyleyemedim. Belki rüyada zannediyorsundur şu an kendini, duyduklarına inanmıyorsundur ama... Benim kalbim Hazer diye çarpar, Han diye titrer, anla artık."
İkna olması için uyanıkken de söylemeliydim bunları, belki o zaman benim için hiçbir şeyle kıyaslanmayacak kadar değerli olduğunu öğrenirdi. Başımı önüme eğdim ve çıplak dizimde duran eline gülümseyip elimi o elinin üzerine koydum. "Her durumda fırsatçısın yalnız," diyerek kıkırdadım alçak bir sesle.
"Mila..."
Aceleyle başımı kaldırdım ama ne acı ki gözleri hâlâ kapalıydı, yalnızca sayıklıyordu. Aralık dudakları, uyanık olmasa da ne diyeceğini, kimse sesleneceğine biliyor, nefeslerini ağzından ve burnundan usulca bırakıyordu. Yüzümü az daha eğdim ve mesafemizi tamamen sıfırladım. Nemli dudaklarımı tam dudağının kenarına bastırıp aşk öpücüğü verdim. Bu ufacık temas yüreğimi titretti ve gözlerim kapandı.
"Sen benim yüreğimdeki deniz fenerisin, ışığın olmadan önümü göremem ki aşkım."
Elimi, öptüğüm yere götürerek rujumun izini nazikçe temizledim. "Beni öptükten sonra dudağına bulaşan ruj lekesini seksi buluyorum. Beni öptüğün o kadar belli oluyor ki o an... Tabii, bu sefer ben seni öpmüş oldum."
Çenesini okşarken yakınlarda bir telefon sesi duydum ve çantama baktım. Benim değil, Hazer'in telefonuydu ve cebindeydi. Uyanmasından endişe ettiğim için üzerindeki hastane örtüsünü kaldırdım ve parmaklarımı kumaş pantolonunun cebine kaydırdım. Elime naneli şekeri, ardından telefonu geldi.
Arayan Kerem'di. Bizi merak ettiğini düşünerek aramayı açtım ve aynı anda Kerem'in, "Nerede kaldınız patron ya?" dediğini duydum, sesi meraklı olsa da o eğlenceli tını vardı. "Aklıma hiç iyi şeyler gelmiyor ha... Otel odası falan tutmadınız inşallah."
"Kerem," dedim, onun arsızlığına göz devirerek. "Otel odası tutmadık."
Kerem'i bir öksürük krizi tuttu ve akabinde, "Aman takılıyordum ben zaten, hayırdır telefonu niye sen açtın?" diye sordu geçiştirerek. "Yoksa Hazer seni bırakıp Behram’la mı kaçtı mı? Arama diye telefonu da gerisinde bırakmıştır.” Bir kahkaha patlattı.
Hafifçe gülümsedim, her durumda şaka yapabilme kapasitesi vardı. "İlahi Kerem. Ne otel odasındayız ne de Hazer, Behram’la kaçtı... Hastanedeyiz."
"Ne oldu?" Sesini bir anda korku kaplamıştı.
"Gayet iyiyiz," dedim. "Yani aslında Hazer biraz kötü, çok korkuttu beni Kerem... Çok fazla sakinleştirici almış, eve dönerken bir anda terlemeye, midesi bulanmaya başladı. Arabayı en yakındaki hastaneye çektik, doktor bu gece müşahede altında olmasını istedi."
"Bana konum at," dedi, sesi yerle bir olmuştu. "Oraya geliyorum."
"Kendini yorma," dedim içimden geldiği gibi. Gelse de bir şey yapamazdı, benim gibi oturup beklerdi. "Hazer uyuyor, ben başındayım zaten, sen de zahmet edip yorma kendini."
"Aklım kalır," dedi üzgün şekilde. "Konum at sen. Olmadı sabah sizi almaya gelirim, o halde araba kullanamaz."
"Tamam canım."
Telefonları kapattığımızda Hazer'in telefonunu açıp Whatsapp'e girdim. Telefonunun ekranında beraber çekildiğimiz bir foto varken Whatsapp ekranında benim bir fotoğrafım vardı. Hazer'e dönüp gülümsedim ve derhal Kerem'e konumu gönderdim. Ardından telefonu sessize alarak çantamın içine attım ve Hazer'e eğildim. Yanağımı yastığının kenarına koydum ve yüzünü nazikçe okşayıp ilerleyen dakikalar boyunca âşık olduğum yüzünde dolaştım.
Epey bir vakit geçtiğini ve odanın aydınlandığını gözkapaklarıma yüklenen ışıktan anladım ve uyuyakaldığımı fark ettim. Yüzüm hâlâ yumuşak bir yerdeydi ve belimde ağrı hissediyordum. Hastane, Hazer, sakinleştiriciler... Endişeyle gözlerimi açtım ve her şeyden önce çoğu sabah olduğu gibi Hazer'in burnumun ucundaki yüzünü gördüm. Gözlerime kilitlenmiş, gülümsüyordu.
Gözlerini görünce bir yumruğun içine hapsolmuş kalbim özgür kaldı. Uyandığımı gördüğünde Hazer'in gülümsemesi katlanarak arttı. Hafifçe doğrulmuştu, bense kolumun üzerinde uzanıyordum. "Günaydın Gece Yarısı Güneşi'm."
Şükürler olsun. Sesini duyduğumda kemiklerim ısınmış gibi hissettim. Ben de gülümsedim ve hızla eline yapışıp sıkıca tuttum. "Gü... Günaydın hayatım!"
İyi ve mutlu görünüyordu. Tuttuğum eline baktı ve ardından tekrar gözlerimin içine dalıp ağır ağır yutkundu. "Barıştın mı sen benimle?"
Ah, hâlâ aklı oradaydı. Tartışmamız şu an önemli değildi, bunlar konuşulurdu. “Bırak şimdi küslüğü barışmayı," dedim ve elini kaldırıp gözlerimi gözlerinden ayırmadan elinin üzerinden öptüm. "İyisin değil mi? Ağrın sızın yoktur inşallah?"
Dudaklarıma yaslı duran eline baktı ve pervasızca gülümsedi. "Sen dokununca birden fazla yerim ağrıyor ama iyiyim..." Genzini temizledi ve az daha doğrulup ağzımın üzerindeki elini yanağıma kaydırdı. "Doğrusu hastaneye geldiğimizden sonrasını pek hatırlayamıyorum."
Yarı baygın şekilde muayene olmuş, sonra da ilaçların etkisiyle uykuya dalmıştı. "Hastaneye geldiğimiz gibi seni acile aldılar, yatağa yatana kadar bilincin gitmişti bile aşkım. Hemşireler birkaç test yaptı çünkü zehirlendiğinden şüphelendiler..." Gözümdeki damlanın düşmemesi için uğraşırken kaşlarımı çattım. "Çok fazla sakinleştirici almış, mideni bozmuşsun. Neyse ki midenin yıkanmasına gerek olmadı ama birkaç tane daha fazla alsaymışsın... Delirdin mi acaba sen?"
Söylediğim ona çok yabancı şeylermiş gibi bir süre şaşkınca yüzüme baktı. "O kadar ilaç aldığımın farkında değildim," dedi dalgın şekilde. "Aç aldım herhalde, ondan dokunmuştur. Yoksa... her zaman kullandığım ilaç."
"Bir de aç mı kaldın?" dedim, sesim ister istemez sitemli ve kızgın çıkmıştı. "Belki farkında olmadan ama aldın işte Hazer. Sırf o kelimeleri söylediğin, bir daha başka kırıcı kelime söylemekten korktuğun için kendine bu kadar yüklendin. Doğruya doğru, söylediklerine kırıldım, olmamış gibi davranamadım ama ben ne bileyim böyle yapacağını? Fakat temeldeki sorun... Sürekli seni terk edecekmişim gibi davranıyorsun. Bu yüzden ufacık şeyler bile büyüyor."
Gözlerini etrafta dolaştırdı, bir çocuk gibi görünüyordu. Tekrar kaçamak şekilde bana baktığında gözlerindeki gülümsemenin cümlelerim içinde kaybolup gittiğini hissettim. "Beni böyle sevemez misin?" dedi ve o an, hayatımda hiçbir cümlenin içime bu kadar oturmadığını hissettim. O olaylar yaşanırken susmamın söylenmesi bile böyle aniden kalbimi kan revan içinde bırakmamıştı.
Dakikalardır tuttuğum yaşlar gözlerimden firar edip yanaklarımdan düştü peş peşe ve omuzlarım sarsılmaya başladığında başımı hızla göğsüne yaslayıp kollarımı boynuna doladım. Hazer elini başımın arkasına kaydırıp beni ensemden kendine doğru çekti ve aramızda yatak olmasına rağmen sarılabildiğimiz en sıkı şekilde onunla sarılıp konuştum.
"Böyle bir cümle kurmak için hiçbir sebebin yok Hazer. Bana bir daha bu cümleyi kurma. Böyle demen, o gece söylediğin her şeyden daha ağır, haberin olsun!" Bazen Hazer'in benden bile duygusal olduğunu düşünüyordum.
"Duygu sömürüsü yapıyorum," diye takıldı ama o cümleyi kurarken ciddi olduğunu biliyordum. "Hemen düşüyorsun."
Yüzümü tişörtüyle kurulayıp hafifçe kaldırdım ve çenesinin altından yüzüne baktım. "Biraz serserilik var sende."
Bir anda yüzlerimizin yakınlığından yararlanıp dilini çıkardı ve dudağıma değdirip çekti. "Seksilik demek istedin galiba?"
Refleks olarak gerilediğimde Hazer ondan uzaklaşmama müsaade etti ama hâlâ saçlarımı okşuyordu. “Hiç de bile, serserilik dedim."
“Demek beni seksi buluyorsun," dedi imalı şekilde. "Yalanlama, duydum."
Neden bahsettiğini anlamadım. "Ne zaman demişim ya?"
Başparmağıyla da dudağımın üzerinden geçti. "Beni öptükten sonra dudağına bulaşan ruj lekesini seksi buluyorum. Beni öptüğün o kadar belli oluyor ki o an," diyerek gece ona söylediklerimi tekrarladı sırıtarak.
Tabii ya, bir ara beni duyup tepki vermeye çalışmıştı. Bakışlarımı kaçırarak, "Duymuşsun," diye fısıldadım.
"Duydum," dedikten sonra dudağımda gezdirdiği başparmağını, üstdudağımın kenarına bastırarak geceden kalma rujumu parmağına aldı. Elini çekti ve götürüp ruju kendi dudağına sürdü. "Seksi mi oldum şimdi?"
Ağzının kenarına bulaşan kırmızı ruja bakarken kıkırdayıp temizlemek için elimi dudağına götürdüm. "Bunu kastetmemiştim Hazer, böyleyken seksiden çok komik oldun."
Güzel bir şeye rastlamış gibi uzun uzadıya gözlerimi ve parmaklarımın hareketini izledi. "İyi işte, Kerem seni çok güldürüyor, benim de komik olmam güzel."
Yine kendini kıyasladı.
"Ben güleyim diye ruj mu sürüp gezeceksin?"
Bir an duraksadı. "Ankaralı ruhum buna başkaldırıyor ama istersen Kerem'e sürerim, o gezer."
"Şu çocuğu sal artık," diyerek elimi ağzından boynuna, oradan da göğsüne kaydırdım ve güneşin parlattığı göğsüne baktım. Gülümseyip elimi göğüskafesinin etrafında dolaştırdığımda kalbinin ani artış hızıyla duraksadım ve heyecanla gözlerine baktım. "Burada yaşayan ilk kadınım değil mi?" diye sordum, kalbinin üzerinde durarak.
"Aynı zamanda son."
Avcumu kalbine bastırarak gülümsedim ama henüz bir şey deme fırsatım olmadan kapının aralandığını duydum. Hızla elimi göğsünden çekerken Hazer de eteğimi dizlerime doğru çekiştirerek kapıya döndü.
Doktor ve hemşire arkalı önlü içeriye girip bize gülümsedi. "Günaydın. Beyefendi çok iyi görünüyor," dedi doktor.
Doktor, Hazer'in yatağını başında durup serumuna, monitöre baktı ve ardından Hazer'in yüzüne. Hemşire de doktor beyin arkasında durup ikimizi yumuşak bir ifadeyle izlerken, "İyiyim," dedi Hazer. "Dinç hissediyorum kendimi, akşamki şikâyetlerimden eser yok. Sağ olun ilgilendiğiniz için. Ne zaman çıkabiliriz?"
"Kalmanız için bir sebep yok, iyi hissediyorsanız sizi tutmayalım," dedi orta yaşlı doktor. Ardından bana kısa bir bakış attı. "Siz ayrı, arkadaşınız ayrı harap oldu zaten."
"Kız arkadaşım," dedi Hazer, sınırlarını hemen belli edip elimi daha sıkı tutarken. "Kız bir arkadaşım değil, bayağı bayağı kız arkadaşım."
Doktor gözlerini kırpıştırdı. "Anlıyorum, Allah mutlu etsin."
Hazer gülümsemeye devam etti. "Nazar değmesin."
Eline bir çimdik attığımda Hazer bir an bana bakıp omzunu silkti ve bu sırada doktor genzini temizleyip hemşireye döndü. "Beyefendinin çıkış işlemleriyle ilgilenirsiniz."
Hemşireyle yalnız kaldığımızda Hazer bana dönüp göz kırptı. Gülmemek için kendimi tutmadım bile, kıkırdayıp uzandım ve gömleğinin düğmelerini kapatmaya başladım. Bu sırada hemşire de son kontrolleri yapmakla meşguldü. Sandalyeden kalkıp düğmelerini kapattığım için Hazer göğüs dekoltemi izlemiş, bana sırıtmıştı.
"Tekrar geçmiş olsun," diyerek yanımızdan ayrılan hemşireden sonra tekrar baş başa kaldık ama henüz konuşmaya fırsatımız olmadan koridorda ses duyduk.
"Söyleyin!" diyordu Kerem, koridoru inletecek kuvvette bağırarak. "Öldü mü? Ya da durun, söylemeyin... Gidip bakayım dudaklarında biraz ölüm kaldıysa, öpüp ben de öleyim."
Hazer’le aynı anda gözlerimizi devirerek başımızı kapıya çevirdiğimizde, "Beyefendi, sakin olup kimden bahsettiğinizi söyler misiniz?" dedi bir kadın sesi.
"Patronumdan bahsediyorum," dedi Kerem, abartılı bir haykırışla. "Dün gece gelmiş, acildeymiş... Bir şey olduysa söyleyin ama hançeri kalbime tek seferde batırın, tek seferde söyleyin gitsin Hemşire Hanım!"
"Patronunuzun adı ne?" diye sordu hemşire, bıkkınlık dolu bir sesle.
"Hazer. Adında geçtiği gibi çok da hazlı bir adamdı…" dedi Kerem, Hazer gerçekten vefat etmiş gibi konuşarak.
"Ben bir bakayım," dedi hemşire, bizimle ilgilenen hemşire olmadığı için bizi tanımıyordu.
"Kesin bir şey oldu," dedi Kerem, dehşet içinde bağırıyordu. Ardından pata küte sesler gelmeye başladı.
"Beyefendi!" dedi kadın şaşkınlıkla. "Kendinizi neden yerden yere atıyorsunuz? Kalkın lütfen, hastaları da rahatsız ediyorsunuz."
İlahi Kerem.
"Mal," diye tısladı Hazer, başını yılgınca yastığa bırakarak. "Hayatım git al şunu, rezil edecek bizi hastaneye..."
Gülümseyerek sandalyeden kalktım. "Hemen dönüyorum."
Hazer örtüyü yüzüne çekip inlerken koridora çıktım ve Kerem'i sandalyede buldum. Hazer, Hazer… diye söyleniyor, dizlerini dövüyordu. Gülerek topuklu ayakkabılarımla yanına ilerlediğimde gözlerini çevirip beni gördü ve ayağa fırladı. "Bütün hastanede sizi arıyordum!"
"Çok belliydi," dedim ve koluna girip odaya doğru çekiştirdim. "Hastaneyi neden ayağa kaldırdın? Dün gece aradığında Hazer'in iyi olduğunu söylemiştim ya sana."
"Sabah olunca aradım ikinizi de, açmadınız," dedi, odaya girerken. "Bir şey olduğunu sandım!"
"Telefonlarımız sessizdeydi.”
Kerem bana cık cıklayıp önüne döndü ve Hazer'i gördüğünde yerinden atılıp ona koşmaya başladı. Hazer kalkmış, yatağın kenarındaki ayakkabılarını giyiyordu. Kerem onun üzerine doğru uçtuğunda Hazer doğrulup boynuna dolanan kolları itmeye çalıştı. "N’apıyorsun la?"
"Öldün sandım! Yıkıldım! Daha mirasını bana bıraktığına dair bir evrak bile imzalamamıştın, beş kuruşsuz kalacaktım..."
"Adam parasız kalacağına üzülüyor," diyerek onu üzerinden attı Hazer. "Ben ölsem sana beş kuruş bırakır mıyım acaba?"
"Beş kuruş bırakmazsın tabii, mirasın yarısını bırakırsın herhalde," dedi Kerem. Kıkırdadım ve onun arkasından çıkıp Hazer'in yanına ilerledim. "Diğer yarısını da yengeme bırakırsın zaten."
"Şu ölüm meselesini kapatır mısınız?" dedim, bunları konuşmalarından büyük rahatsızlık duyarak. Hazer'in önünde durup ellerimi yakasına götürdüm ve gömleğinin yakalarını düzelttim. Hazer ellerini belime dayayıp, "Peki hayatım," dediğinde Kerem arkamızdan güldü. "Hanımcı..."
Hazer elinin birini belimden çekip arkama götürdü ve sanırım... Kerem'e el hareketi çekti.
"Ops," dedi Kerem, biraz ürkmüş gibi.
Terbiyesizliklerine ses etmeden Hazer'in gömleğini, ardından saçlarını düzeltip baştan aşağıya süzdüm. "Gracias," dedi sanırım ağız alışkanlığıyla ve ardından yatağın kenarından kalktı. Önümde uzanıp alanımı daralttığında içime çektiğim bir sonraki nefeste tamamen onun kokusunu duyumsadım.
"Ayağa kalktığında baş dönmen falan oldu mu?" diye sordum.
"Olmadı diyemem," dedi, elini şakağına götürüp ovaladı. "Koluma girmelisin bence."
Tatlı tatlı güldüm. "Madem başın döndü, düşersen falan ben altında kalırım, Kerem girsin koluna..."
Hazer bir an omzumun üzerinden Kerem'e baktı ve ardından, "Aslında o kadar da ağrımıyor," diyerek elini şakağından çekti. Elbette ağrımıyordu, sadece fırsatçılık yapıyordu. "Bu Kerem ben düşmesem de beni bilerek düşürür."
Kerem kıs kıs güldü. "Doğru... Az şerefsiz değilim..."
Hazer'in eline uzandım ve ellerimiz birleştiğinde eğilip sandalyedeki çantamı aldım. Çantamı omzuma astım ve tekrar önüme döndüğümde onunla odanın çıkışına ilerledik. Kerem durmadan konuşup dün geceki yemeğin nasıl olduğunu sorarak önümüzden yürürken ben de birleşen ellerimizi izledim. Hazer’le mantıklı bir konuşmaya daha ihtiyacımız vardı, birbirimizi anlamalıydık ama o kendini bu kadar harap etmişken ondan uzak kalamazdım. Onun elinden tutmak, beraber bir kelebek vadisine girip avare avare dolaşmak gibiydi.
İşlemlerimizi halledip hastaneden çıktığımızda şoför koltuğuna Kerem geçti, biz de arka koltuğa yan yana yerleştik. Kapıyı kapattım ve çantamı kenara bırakıyordum ki içindeki telefonlardan birinin titrediğini fark ettim. Hazer, gözümün önüne düşen saçlarımı kibarca çekerken çalanın Hazer'in telefonu olduğunu anladım. Ceren Hanım arıyordu.
Telefonu çıkarıp Hazer'e döndüm. "Ceren Hanım iş arkadaşın mı?" diye sordum merakla.
Başını koltuğun arkasına bırakıp telefona göz attı. "Sekreterim işte," dedi.
"Hımm, alabilirsin o zaman," diyerek telefonu avcuna bıraktım.
Dudaklarında saniyelik gülümseme oluştu. "Sağ ol ya."
Göz kırptım ve arkaya yaslanarak hep yaptığım gibi elimi dizine koydum. Hazer telefonunu açtı ve kulağına yaslayıp konuşmaya başladı. Sekreterini tanıyordum, şirkete gittiğimde görmüştüm; tatlı ve kibar bir kadındı. Kerem arabayı çalıştırıp caddeye çıktığında Hazer de sekreterini dinleyip, "Tamam," dedi, düşünceli şekilde. “Erteleme Ceren, bu toplantı bizim için önemli. Bir saat içinde şirkette olurum."
Telefonu kapattığında huzursuz şekilde ona döndüm. "Şirkete gitmekten mi bahsediyorsun?"
"Hımm," diyerek elini bacağıma attı. "Bugün önemli misafirler ağırlayacaktım, aklımdan çıkmış. Erteleyemem, büyük bir iş. Zaten son günlerde şirkette yolunda gitmeyen şeyler var, bir işi daha kaybedemem."
"Han, çok yorgunsun," diyerek karşı çıktım. "Sağlık sorunundan bahsedersen misafirlerin anlayışla karşılar. Eve gidelim de dinlen."
"Manitana bir şey olmaz," dedi gözlerini açarak. Yaz ayında olduğumuzdan burnu hafifçe yanmıştı. "Manitan gelecekteki ailesi için para kazanmalı."
Hazer ve benimle ilgili hayalleri... Bizimle ilgili... O kelebek vadisinde, ciğerlerim patlayana kadar koşup ona sarılmışım gibi bir mutlulukla dolup burnumu burnuna sürttüm. "İleride aile mi olacağız?"
"Olmayalım mı?" dedi, gözlerini üst üste kırpıştırırken. Ağzına yine nane şekeri atmıştı çoğu zaman yaptığı gibi; nefesinin kokusundan anlıyordum. Elimi, dizinde yukarıya taşıdı. "Üç kişilik bir aile..."
Nefesimi kesen imalarıyla kalbim güm güm atıp göğüskafesimde düğüm oldu. Tam ona cevap vermek üzereydim ki, "Çok duygulandım," dedi Kerem. "Beni ailenin üçüncü üyesi olarak dahil etmeniz... Leyla'mı da dördüncü olarak kabul eder misiniz?"
"La oğlum senden bahseden kim?" dedi Hazer, ön koltuğa tekme atarken.
"Ne? Benden başka kim olabilir ya? Kabul etmiyorum, bu ailenin üçüncü kişisi benim!"
Hazer, Tabii tabii, öyle, dercesine sırıtıp tekrar bana döndüğünde sadece sustum ve benim yerime, yakınlığımızla çarpan kalbim konuştu. Gözlerinin içine bakıp yanık burnunu, burnunun etrafına dağılmış çilleri hayranlıkla izledim. Yorgundu sahiden, amber hareleri parlasa da bitkin bakıyordu. Zaten beni izlediği birkaç dakikadan sonra mayıştı ve gözleri yavaşça kapanırken, "Üçüncü kişinin adını düşündüm," dedi ama daha başka şey demeden uyuyakaldı. Yaklaşıp dudaklarına minicik bir öpücük koydum.
Yolun devamında ne yapabileceğimi düşündüm. Şirkete geçmekte kararlıydı ama benim aklım onda kalırdı. Öğleden sonra sahafa gitmeliydim ama arayıp durumu haberdar etsem ve Hazer’le şirkete geçsem daha iyi olurdu. Muhtemelen patronum alacağım paradan keser, çok sık izin aldığım için de sızlanırdı ama Han'ı böyle bırakmaya yüreğim el vermezdi.
Şirkete geçmeden önce Kerem'den arabayı şirkete yakın bir kafede durdurmasını rica ettim, Hazer'in yemek yemeye ihtiyacı vardı. Kerem arabayı istediğim gibi şirket yolu üzerindeki bir kafeye çekerek durdurdu. Hazer hâlâ uyuyordu, omzunu sıvazlayıp uyandırmaya çalıştım. "Mi vida... Uyan."
Gün ışığında rahatsız olmuş gibi yumruğuyla gözünü ovuşturarak esnedi. "Geldik mi?"
"Şirkete geçmeden önce bir kafede kahvaltı yapalım istedim."
Gözlerini açtı ve yüzünü ovuşturarak başını salladı. Kerem'in ardından biz de kapıları açıp çıktığımızda Hazer vakit kaybetmeden elimden tuttu ve benimle kafenin kapısından girdi. Kerem açıp telefonuyla konuştu, sanırım Leyla'sını özlemişti.
Burası cadde üzerinde, etraftaki şirkette çalışan müşterilerin ayaküstü uğradığı, oldukça şık ve büyük bir kafeydi. Hazer'in de daha önce geldiği belliydi. Bizim için bir masa seçip otururken sandalyemi çekti ve ben oturduğumda karşımdaki sandalyeye geçip oturdu. Saçlarımı düzeltip tutamları kulaklarımın arkasına koyarken, "Özellikle canının istediği bir şey var mı?" diye sordu Hazer, garsonu çağırmadan önce.
Ellerimi kucağıma indirip kafamı iki yana salladım. "Kahvaltı tabağı epey geniş oluyor, fazlasıyla doyarım."
Sandalyesine yerleşip elini kaldırdı ve bir garsonu çağırıp siparişlerimizi verdi. Saate göz attığını gördüm, toplantısı olduğu için acele ediyordu. Bu halde işe gitmesi içime hiç de sinmiyordu halbuki… Dirseğimi masaya, yüzümü ise elime yasladığımda Hazer masaya abanıp parmaklarıyla çenemi tuttu. Gözleri temkinli, alacağı cevaptan ötürü heyecanlı gibiydi. "İyiyiz değil mi?" diye sordu, çenemi okşayıp. "Bak... Dün hastanelik olduğum için değil, gerçekten içinden geldiği için beni affetmeni istiyorum."
Dün gece yaşadığım onu kaybetme korkusundan dolayı elbette daha merhametli ve sıcak davranıyordum ama bu tam olarak onu affetme nedenim sayılmazdı. Hazer'in yaptığı şey bana, onun kendini ne kadar pişman ve suçlu hissettiğini daha net göstermişti. Konuşulacak şeyler elbet vardı, söylediği cümleler kulaklarımda ara ara yankılanmaya devam ediyordu ama sevgimizin her şeyin üstesinden geleceğine inanıyordum.
"Konuşuruz hayatım," dedim dürüst davranarak. Yumuşak şekilde tebessüm ettim. "Şu an iyi olmandan başka şey umursamıyorum. Olayların üstünü kapatmak değil, birbirimizi anlamamızı istiyorum. Beni kırmamak için o kadar ilaç alman... kendini dizginlemek için ne kadar uğraştığını gösterir. Çok ilaç aldığın için seni boğmak istiyorum tabii ama beni üzmemek için o kadar çırpınman... çok özel bir şey, bana verdiğin önemi gösteriyor. Buna nasıl kayıtsız kalabilirim ki? Bir kez daha âşık oldum işte sana."
Kurduğum uzun cümleleri dinleyip cümlem bittikten sonra bir vakit sustu ve aşkla yüzümün kenarlarını okşadı. "Bebeğim benim."
Eteğimin uçlarını çekiştirirken heyecanlı bir nefes aldım. Hazer neyse ki bana merhamet edip elini yavaşça çekti. Garson gelerek geniş tepsideki kahvaltı tabaklarını masaya bıraktığında portakal suyunu Hazer'in önüne ittim. Çay içmeyi daha çok seviyordu ama taze sıkılmış portakal suyu vitamin doluydu, ona iyi gelirdi.
Sessizce, bu cadde manzaralı büyük kafede kahvaltımızı yaptık. Birkaç dakika sonra zaten Kerem de bize katılmış, Hazer'in yanındaki bir sandalyeyi çekip onunla bir şeyler konuşmuştu. Yemek yerken gözüm sürekli Hazer'in üzerindeydi, midesinin tekrar bulanıp bulanmayacağını merak etmiştim ama şükür ki bir aksilik çıkmamıştı.
Üçümüz de karınlarımızı doyurduğumuzda Kerem hesabı istedi. Peçeteyle ağzımı silip tabağıma bıraktım ve karnımı ovuşturdum, geçen geceden beri ağzıma lokma sürmediğim için ani yemek midemi biraz ağrıtmıştı. Hazer de ağzını silip peçetesini tabağa bıraktı ve masanın üzerindeki elime uzandı.
Şirkete geldiğimizde Hazer doğrudan toplantı odasına geçti. Ben de onun odasında beklerken misafir koltuğu yerine Hazer'in koltuğuna oturmak istedim. Simsiyah masası, beyaz bir koltuğu vardı. Masası tam camların önündeydi, oturduğunuzda pencereye sırt dönmüş oluyordunuz. Masaya yaklaşıp oturmak üzereyken gözlerim hiç hayal etmediğim bir şey gördü.
Masasındaki beyaz çerçevede benim fotoğrafım vardı.
Parmaklarım o çerçeveye uzanırken kalbimin üzerindeki kilidin bir kez daha kırıldığını ve o kralın görkemli şekilde kalbimden içeriye girdiğini hissettim. Fotoğrafımı böyle yanı başında bulundurması, kafasını her kaldırdığında gülümseyen yüzüme bakması... Hazer, tüm iyiliklerin beden bulmuş haliydi.
Bu fotoğrafı hatırlıyordum, kamerasıyla çekmişti. Gülümsememi istemiş, birkaç poz yakalamıştı. Hiç aklıma gelmemişti ki böyle tatlılık yapacağı… Çerçeveyi yerine koyup onun deri koltuğuna oturdum ve paketi önüme çekerken gülmeden edemedim. "Kral ama Kül Kedisi’ne âşık," dedim kendi kendime.
Ellerimi rahat koltuğunun kenarlarına yaslayarak masasına göz attım. Önümde bir laptop ve sayısız evrak vardı. Onun dışındaysa bir plaket, dolmakalem, televizyon kumandası… Pencereye döndüm ve manzarayı izleyerek Hazer’in dönmesini bekledim.
Bir süre sonra kapıyı açıp odaya girdiğinde duraksadı ve yüzünü, hayallerimi süsleyen bir gülümseme kapladı. Süratli adımlarla yanıma yürürken ceketini çıkarıp yanından geçtiği misafir koltuğuna bıraktı ve soluğu karşımda alıp beni omuzlarımdan tuttu. "Koltuğuma çok yakışıyorsun.”
"Bence de,” dedim kıkırdayarak.
"Çok beklettim mi?"
"Toplantın vardı, keyfi bekletmedin ya.”
"Gergin bir toplantıydı…"
Ellerimi göğsüne koydum ve onu yatıştırmak için, "Sen her şeyin altından kalkabilirsin," dedim hayranlıkla. "Sana çok güveniyorum ben."
Dudakları belli belirsiz kıvrıldı ve yüzü gevşedi. Ona dokunduğumda bana, tırnaklarımı derisinin altına kadar sokup içindeki hücrelerde irili ufaklı yangınlar çıkarıyormuşum gibi bakıyordu. "Güveniyorsun," diye tekrarladı hızlıca. "O kelimeleri içimden gelerek söylemediğime, seni bir daha kırmayacağıma güveniyorsun?"
"Si."
Derin bir rahatlamayla omuzlarımı daha sıkı tuttu ve beni göğsüne çekip ellerini sırtıma kaydırdı. "Kelebeğim benim, kanatsız meleğim!"
Aramızın düzelmesiyle rahatlamıştım çünkü ondan uzak durmak, birbirimize kırıcı cümleler sarf etmek ölümün bir başka yolunu seçmek gibiydi. Kollarını sıkıca tuttuğumda Hazer de saçlarımın üzerine bir sürü öpücük kondurdu.
Onu işleriyle bırakıp beyaz döşemeli koltuğa oturdum ve sessizce dışarıyı izledim. Birkaç dakikanın ardından ekrandaki bir işe daldığında benim için rica ettiğimiz içecek geldi. Buz gibi limonatayı içerken sessizliğimi korudum ve Hazer’in dikkatini dağıtmamaya çalıştım. Limonatam bittiğinde camlardan giren güneş yüzünden biraz mayıştım ve ayakkabılarımı çıkarıp geniş koltuğa uzandım. Bu hareketim, dakikalardır çalışan Hazer'in dikkatini dağıttı ve bana dönüp açılan bacaklarıma, uykulu yüzüne bakarak mecali kalmamış gibi zorlukta yutkundu. "Su gibisin."
Mayışan gözlerimi kapatarak aptalca bir espri yaptım. "Ne tarafa akayım?"
"Bir daha espri yapma," diye homurdandığını duydum ve sayesinde dudaklarıma konan gülümsemeyle tatlı bir uykuya daldım.
Uyandığımda hissettiğim ilk şey etrafı kaplayan karanlık oldu. Gözlerimin sulandığını, kirpiğimin gözüme battığını anlayıp yumruğumla sol gözümü ovuşturdum ve ardından gözlerimi açtım. Gözlerimi açmadan da anladığım gibi, akşam karanlığı odanın içini kapsamış ve yüksek binaların ışık manzaraları oda camını süslemişti. Esnedim ve hâlâ aynı şekilde yattığım koltuktan doğrulurken Hazer'in masasına baktım. Gözünü ovuşturuyor, esniyordu.
Saatler geçmiş olmasına rağmen hâlâ çalışıyordu. Sanırım ben uyuduğum için ofisin ışığını yakmamış, masasındaki okuma lambasını açmıştı. Bacaklarımı indirip ayaklarımı yere bastım ve dağılan saçlarımı düzelttim.
Bir kupaya uzandığında kahve içtiğini düşündüm; ayık kalmaya çalışıyordu. Saçı başı dağınık, gömlek yakası açıktı ve aynı zamanda gömleğinin kollarını da kıvırmıştı. Dudaklarımı yaladım ve seslice yutkunduğumda Hazer'in bakışları kupasının üzerinden beni buldu. Kupasını dudaklarından çekti ve kahve bulaşan dudağını yalayıp, "Uyanmışsın," dedi sessizce. Kupasını masaya bıraktı ve koltuğunda dönerek eliyle dizine vurdu. "Gel."
Saçımı kulağımın arkasına koyup yerimden kalktım ve ayakkabılarımı giyip yanına yürüdüm. Bacaklarının arasına girdim ve ne yapacağımı bilemeyerek bir an bocaladığımda Hazer yumuşakça belimden tutup dizine oturmam için teşvik etti. Kalçam sıcak dizine yerleşti ve kolum boynunun etrafına dolandı. Elbisemin eteği, yırtmacı sayesinde ayrıldı ve bacaklarım uyluklarıma kadar göründü. Hazer elinin birini bacağımın üstüne koyup kafasını arkaya attı. "Uykudan uyandığında şişen gözlerini seviyorum."
"Gözlerin diyorsun ama elin yine bacağımda," dedim göz kırparak.
Utanmazlığıma gülümseyerek elini daha yukarıya çıkardı ve diğer elini belimde sabitleyerek beni kucağında dengeledi. Dizine oturmak hoşuma gidiyordu; bu ikinci oturuşumdu. Baygın bakışlarını yüzümde dolaştırarak, "Bazen çok garip olduğunu düşünüyorum," diye itiraf etti, sesinde de düşüncelerinin izleri vardı. "Yanlış anlama ama bazen saf, masum çocuk gibi görünüyorsun Mila. Fakat çoğu zamansa neyi nerede konuşacağını, kimlerle arana nasıl mesafeler koyacağını, beni nasıl etkileyeceğini bilen birine dönüşüyorsun. Hem gencecik bir kıza hem de yetişkin, ağırbaşlı bir hanımefendiye benziyorsun."
Gülümsememle kıvrılan dudaklarımın kenarlarına bakarak gözlerini yumdu. "Dün öyle kırgın görünüyordun ki Mila... Dönüşü olmayan bir hata yapıp seni tamamen kaybettiğimi hissettim. Bir daha bana gülümsemeyeceksin gibi geldi. Hayatımın son sekiz ayını seninle geçirdim, sen bana sırt çevirdiğindeyse sekiz ay önceki o anlamsızlığıma geri gittim sanki. İçinde senin ve gülüşünün olmadığı bir hayat çok... çok kötü Mila. Bazen sana olan hislerimi kendi içimde abarttığımı hissediyorum, sonuçta bir insan bir başka insan olmadan da yaşayabilir diye düşünüyorum ama sonra... yüreğime bir ağırlık çöküyor, sessizliğin düşüncesi orada iri bir yer kaplayıp beni hasta ediyor. Delirdim ben galiba... Gerçekten delirdim."
Birinin bana, tarif edilemez şekilde âşık oluşu... Gövdemi sıkıca ona yaslayıp kapalı gözlerine, bir dünya duyguyla baktım. "Tartışmak, ayrılmak demek değildir. Ben de baban değilim, Mila'yım. Seni birileriyle kıyaslamam, sen de kendini başkalarıyla kıyaslama. Aslında bunları öğrendiğinde ve benim için ilk seçenek olduğuna inandığında her şey yoluna girecek, tamam mı?"
"Öyle olmuyor işte Mila," dedi, gözlerini açmadan. Dudaklarını sıktı, elmacıkkemikleri kasıldı. "Kalbim biliyor ama beynim... Söküp atamıyor insan o kuşkuları, düşünceleri. Anksiyete hastaları olur ya hani, olmayacak anda bile endişelenip kaygıya düşerler, bir anda korkmaya başlarlar. Etraftaki insanlar için korkulacak bir şey yoktur belki ama o an onlar için vardır, başkaları da kolay kolay anlayamaz. Benimki de böyle bir şey. Korkulacak bir şey yok, dediğinde bitip tükenmiyor. Gerçekten uğraşıyorum, kıyas yapmamaya çalışıyorum ama... elimde değil."
Evet, insan bazen bazı şeyleri düşünmeye engel olamıyor ve aslında gerçek olmayan düşünceler, zihnimizin oyunu yüzünden bize zehir oluyordu. "Elinden gelmiyorsa elimizden gelir aşkım, ben de varım," dedim yumuşak bir sesle. "Ama olur da ikimizin elinden de gelmezse... Biz de böyle yaşamayı öğreniriz olur biter. Boşuna sevinme, seni bırakmayacağım."
Son cümlemle dudağının kenarı kıvrıldı. "Bugün pek şakalaşıyorsun benimle, hayırdır?"
"Seninleyken, aramızda hiçbir sorun yokken dünyanın en mutlu insanıyım çünkü."
Elini sırtımda kaydırdı ve öyle ürpertici şekilde dokundu ki kucağında kıpırdandım. "Yarın sınavın var," dedi boğuk bir sesle. "Heyecanlı mısın?"
Evet, üniversite sınavım yarındı ve açıkçası heyecanlanmaktan çok korkuyordum. "Korkuyorum," diye itiraf ettim. "Pek... çalışmadım, sürekli bir koşuşturmaca halindeydik. Sözelime güveniyorum ama matematikte ne yaparım, bilmiyorum."
Dudaklarını yaladı ve gözlerini açmadan yüzümün ezberinde olmasına uzandı, çilli burnumun ucundan öptü. "Sana güveniyorum."
"Sınavı kazanırsam bana ne alacaksın?" diye sordum, elimi yüzüne götürüp gözünü açmaya çalışırken. Gözkapağını çekiştirdiğimde Hazer sızlandı ve ardından gözlerini açtı. Bakışları, karanlık okyanusun bile ortasında parlayan buzdağı gibi karanlıkta gizemli şekilde parladı.
"Almak değil de seni bir yere götürmek istiyorum," dedi, beni heyecanlandırarak. Bacaklarıma baskı yaptı ve nefesleri sıklaşırken, "Biraz aralar mısın?" diye fısıldadı dudaklarıma doğru. Ses tonuyla gevşedim ve bacaklarımı hafifçe araladım. Gözleri parladı ve parmaklarını yavaşça bacak içimde kaydırdı. "Seni... öyle yerlere götürmek istiyorum ki Mila, seninle öyle yerlere gitmek istiyorum ki... İkimizin de hiç gitmediği yerlere, hiç çıkmadığı yükseklere, dudak dudağa..."
"Neyi kastettiğini anlıyorum," dedim, etrafımda ateşten bir daire oluşurken.
"Senden bir tane daha yapalım dedin. Gidip alamayız sonuçta, yaparsak olur yani..."
Doğru, ilk o söylemişti ama sonrasında ben de demiştim. Vücudumdaki sıcaklık artış gösterdiğinde göğüslerimi gömleğinin üzerinden gövdesine sıkıca bastırdım ve istekle aralanan ağzına baktım. "Peki sen?" diye sordum, alçak bir sesle. Kararsız kalsam da sevgili olduğumuzu, bazı şeyleri birbirimize sorabileceğimizi hatırladım. "Daha önce yaptın mı?"
Bakışlarındaki ateş harlandı, yanaklarındaki kırmızılık çoğaldı. Bir an ona bu soruyu sorduğum için mahcup hissedip telafi niyetine gülümsemeye çalıştığımda Hazer bakışlarını kaçırdı. "Hayır. İlk seninle," dedi.
Karşılıklı olarak daha fazla utanmamızı istemediğim için susarak başımı omzuna yasladım. Demek ki kendince bekleme sebepleri vardı, sonuçta benim de vardı; Hazer olmasa hiç kimse olmazdı. Burnumu boynuna sürttüm ve Hazer birkaç kez genzini temizleyip sırtımı sıvazlarken parmaklarını da bacaklarımdan çekip saçlarıma koydu.
"Mila, Mila, Mila... Çok hafifsin, nerede bu kanatlarının ağırlığı?" diyerek yüzüme rasgele öpücükler dizmeye başladığında gülüp yüzünü itmeye çalıştım ama faydasızdı. Beni kollarına hapsedip yüzümün çizgilerini öpücüklerle doldurdu. Ah sevgilim, bende gördüğün her şey senin yansımandır.
✨
Matematikten on soru bile yapamamıştım. Dakikalar öyle süratle geçiyordu ki hangi soruya yetişeceğimi, hangi birinin şıkları üzerinde düşüneceğimi şaşırmıştım. Okula gelip sıraya oturduktan sonra vakit o kadar çabuk geçmişti ki az önce kafamı kaldırdığımda sınavın bitmesine yirmi dakika kaldığını görüp hayrete düşmüştüm.
Sabah evde kahvaltı yapmıştık ve Hazer’le Kerem beni vaktinden de önce okula getirdiğinde gerginlikten Hazer'e sarılıp bir süre ayrılamamıştım. Beni yatıştıracak birkaç güzel şey söylemiş, sonra yanaklarımdan öpüp bahçede bekleyeceğinin sözünü vererek okula uğurlamıştı. Sınava girip soruları çözmeye başlamamla gerginliğim biraz geçmişti ama matematik sorularına yeterince vakit ayıramadığım için üzülmüştüm.
Ayırsam da çözemiyordum. Türkçe ve sosyal bilgilerden yeteri kadar soru çözmüş, son dakikalarımı matematiğe ayırmıştım ama ne kadar uğraşırsam uğraşayım cevaplarını bulamıyordum. Hazer'in formüllerini öğrettiği problemleri çözmüştüm ama daha fazlasını yapamıyordum. Uzanıp su şişesini aldım ve birkaç yudum içtikten sonra pes ederek sınav kâğıdına baktım.
Son kez kontrol edip teslim edecektim. Ensemi ovalayıp kendimi rahatlatmaya çalıştıktan sonra çözdüğüm soruları kontrol edip kaydırma yapmadığımdan emin oldum ve sınav kitapçığını kapattım. Sıranın üzerindeki eşyaları topladım ve kitapçıkla sınav kâğıdını da alarak sıramdan kalktım. Onları gözcü öğretmene teslim edip eşyalarımla sınıftan çıktım.
"Bir sorunun bütün şıkları nasıl aynı gibi olabilir ya?"
Türkçeme güveniyordum ama sorulardaki şıklar birbirine o kadar yakındı ki yanlış cevapları işaretlemiş olmaktan korkuyordum. En alt kata indim ve benden daha küçük olan öğrencilerin yanından geçip okul merdivenlerini inerken kalabalık bahçede Hazer'i aradım. Onu bıraktığım yerde olmasını umarak bakışlarımı gölgede kalan ağaca çevirdim. Tam da bıraktığım yerdeydi.
Hazer'in de yüzü bu tarafa çevriliydi, sanırım o da benim yolumu gözlüyordu. Basamakları inerken Hazer'in doğrulduğunu gördüm. Gözlük takıyordu, bu yüzden gözlerini göremiyordum ama beni gördüğü çok açıktı. Kerem de onun ardından doğrulup Hazer'in yanında yer aldığında veli kalabalığının arasından geçerek yanlarına koşturdum.
Nefes nefese onların önünde durduğumda Hazer güneş gözlüklerini çıkarıp meraklı şekilde bana bakmaya başladı, Kerem'in de ondan farkı yoktu. Lastiğimi, sınava girdiğim için bağladığım saçlarımdan çekerken, "Ee?" dedi Hazer ilgiyle. "Nasıl geçti? Kaç soru yapabildin? Türkçen iyidir eminim de matematikten ne yaptın?"
"Kopya çekmedin değil mi kız?" dedi Kerem merakla.
"Ay deli olma," dedim gerginlikle. "Gözümü kâğıdımdan ayıramadım ki kopya çekeyim."
"Bak bak," dedi Kerem, dirseğiyle Hazer'i dürterken. "Çekebilse çekecek ha..."
Hazer çaktırmamaya çalışarak sırıttığında ikisine de sitemle baktım. "Dalga mı geçiyorsunuz?"
"Yok yok," dedi Hazer, o da Kerem'in dirseğine vurup kaş göz yaparken. Ardından bana dönüp omuzlarımdan tuttu ve beni kendine daha da yakınlaştırdı. Dokunuşuyla gevşedim ve ellerinin, tıpkı heykellerine yaptığı gibi beni de kendi isteğine göre şekillendirdiğini hissettim. Yakışıklı suratına çekici bir gülümseme yerleşti. "Dalga geçmiyoruz, seni rahatlatmaya çalışıyoruz. Değil mi Kerem? Tamam, cevap verme Kerem." Konuşmak üzere olan Kerem'i susturdu. "Hadi, nasıl geçtiğini anlat güzelim."
"Türkçe ve sosyal bilgilerden yeterince yaptım. Tabii, Türkçede şıklar birbirine yakın olduğu için cevapların doğruluğundan yüzde yüz emin değilim." Soruları düşünürken güneşin âdeta yüzümden aktığını hissettim. "Matematikten de sekiz, dokuz tane yaptım ama sadece beş tanesinden eminim."
Dudaklarımı bükerek alnımdaki teri silerken güneşin çillerime öpücükler bıraktığını hissettim. Hava çok sıcaktı, yüzüm yanıyordu. Hazer düşünceli şekilde kafasında bir hesap yaptı ve ardından elini enseme çıkarıp saçlarımı düzeltti. "Camdan baksaydın ben sana öpücük atardım, zihnin açılırdı."
Gülmeye başladım. "Hazer..."
"Ben de atardım," dedi Kerem hevesle.
Hazer dönüp Kerem'e bakarken çenesi gerildi. Kerem’le gülüştük.
"Güneşin altında daha fazla durmayalım, gel sevgilim." Hazer elini belime sararak yürümem için beni teşvik ettiğinde başımı sallayarak adımlarını takip ettim. Kerem de peşimize düşüp kalabalığın içinden bizimle ayrılırken, "Her yer liseli kaynıyor," diye kendi kendine mırıldandı Hazer, etrafına bakınırken. "La manitam şimdi ciddi ciddi üniversiteye başlayacak... Bir sürü arkadaşı da olur..."
O kendi kendine konuşmaya devam ederken ben de Kerem'e dönüp dürttüm. "Leyla nerede?"
Bahçeden hep beraber çıktığımızda Kerem anahtarı çıkarıp kaldırım kenarına park ettiğimiz arabanın kapılarını açtı. "Evimizde. Gittiğim her yere götüremem sonuçta kızı. Hem... ailesinin yokluğunu hâlâ hazmedemedi, biraz kafasını dinlemesi iyi olur. Ailesi telefonlarına çıkmıyor, ilk başlarda affederler diye düşünmüştük ama yok, silecekler galiba Leyla'yı."
"Keşke temiz kalbini görüp Leyla'nın seninle evlenmesine müsaade etselerdi. O zaman bunların hiçbiri olmazdı…" dedim, Hazer'in parmakları çıplak belimde ritim tutmaya başladı. "Nikâh tarihi ne zaman?"
"Haftaya bugün, cumartesi günü. Benim evin bahçesinde, şöyle biz bize eğlenir, ufak bir düğün yaparız." Tüm bunlardan bahsederken gözleri mutluluktan dolu dolu bakıyordu. "Leyla'nın nikâh şahidi olur musun?"
Gülümsedim. "Memnuniyetle."
Kerem’le el çarptığımızda çoktan arabanın yanına gelmiştik. Kerem dolanıp şoför koltuğuna yerleşirken Hazer de centilmence kapımı açıp arka koltuğa buyur etti beni. Çok gecikmeden o da yanıma oturduğunda Kerem motoru çalıştırarak yola çıktı. Eşyalarımı koltuğun kenarına bırakıp boynumu, ensemi silerken Hazer'in gözlerini üstümde hissettim.
"Islanmış görünüyorsun," dedi dudaklarını yalayarak, genzini temizleyip düzeltti. "Yani... terlemiş."
Kafamı arkaya atarak saçlarımı da koltuğa serdim ve yüzüne bakarak derin nefesler aldım. "Senin de yanakların kızarmış, burnun yanmış, çillerin daha belirgin olmuş," dedim hayranlıkla. Bugün beyaz, V yaka bir tişörtle kot pantolon giymişti. Saçlarını taramaya zahmet etmemiş, sakal tıraşı olup öyle ayrılmıştı evden. Üzerinde pahalı bir koku vardı. "Yüzün, bir insanın sanata duyduğu tüm ihtiyacı karşılıyor."
Bana aylar önce ettiği bu güzel iltifatı ona iade ettiğimde önce hafif bir şaşkınlık yaşadı ve ardından yanakları daha da kızardı. Elini ensesine atarak, "Abartma," dedi, bakışlarını kaçırdı. "Ortalama bir yüz."
"Madem öyle, neden sabahları aynaya karizmatik bakışlar atıp ıslık çalıyorsun?"
Hazer bu esprili açıksözlülüğümle daha da mahcup oldu ve ensesini kaşıdı. "Üç numaralı bakışım o benim, her sabah aynaya bakıp deniyorum evden çıkmadan önce."
Kendimi serinletmek için su şişesini çıplak gerdanıma yasladım. Hazer'in bir an dikkati dağıldı ama kısa sürdü. "Peki bana attığın bakışların kaç numaralı bakışın oluyor?"
Gözleri bu sefer kaçamak değil, tam hedeften gözlerime saplandı ve uzanıp çenemin altından tuttu. Yutkunup dudaklarımı yaladım. "Sana numara yok Mila. Gözlerimde gördüğün her şey saf gerçek. Sana dokunmaya kıyamadığımda, sana dokunmaya kıyamıyormuşçasına bakıyorum. Seni özlediğimde özlem dolu bakarım. Seni öpmek istediğimde dudaklarına bakarım... Gözlerimde gördüğün hiçbir şeyin soru işareti yok, hiçbiri de hayal ürünün değil; hepsi gerçek."
Gözlerinde gördüğüm hiçbir şeyin soru işareti yoktu, hepsi gerçekti. Mesela şu an... dudaklarıma bakıyorsa... Elimi uzattım ve yanık, çilli burnuna vurdum. "Sapık."
Dudaklarında sersem bir gülümseme oluşurken, "Hangi renk?" diye sordu aniden, dudaklarını yalayarak.
İlk birkaç saniye anlayamasam da sonrasında bacaklarımı birbirine bastırıp ona kızgın bir bakış attım ve utanarak önüme döndüm. Yüzünü cama çevirip elimle suratına bir tane daha vurduğumda Hazer kafasını arkaya attı ve tasasızca gülerek elimi yakalayıp dizinin üzerine koydu.
Okulun olduğu caddeden nihayet çıkabildiğimizde Kerem klimayı açtı ve arabanın içi biraz ferahladı. Yol üzerindeyken Hazer boynuma yasladığım su şişesini aldı ve kalan suyu kana kana içti. Birbirimizin şişesinden, bardağından su içip birbirimizin kaşığından çatalından yemek yiyebiliyorduk ve bu biz farkında bile olmadan gelişmişti.
"Telefonun çalıyor." Hazer'in telefonunun titrediğini, bana yaslı olduğu için hissedip ona döndüğümde alık alık bana baktığını, telefonunun çaldığından bihaber olduğunu gördüm.
"Hımm?"
"Telefon," dedim. "Titredi."
Kaşlarını çatıp elini kot pantolonunun cebine attı ve çıkarıp ekrana baktı. "İmamım arıyor. Bence bu adam düşüncelerimi okuyup ne zaman uygunsuz bir şey düşünsem müdahale ediyor."
"O zaman iyi ki ediyor," dedim camdan dışarıya bakarak.
Hazer telefonu açıp, "Aleykümselam," dedikten sonra susup karşı tarafı dinledi. Saçımı parmağıma kıvırıp kulak kabarttım. "Nasıl yok? La kızı mı korkuttun? Bak..." Kıs kıs güldü. "Yoksa içinde bir panter saklıyordun da kız içindeki panteri görünce korkup kaçtı..."
"Ne diyorsun lan!" Behram'ın kükreyişi telefonun dışına taştı ve beni geçin, Kerem bile bu sesi duyup şaşkına döndü.
Hazer telefonu kulağından çekerek bize baktı. "Kızdı."
"Hazer, Safir'i alıp buraya gelir misin?"
Behram'ın sesini bir kez daha duyarak hepimiz bakışlarımızı telefon ekranına çevirdiğimizde boğazımı çoktan bir el sıkmaya başlamıştı. "Doğru dürüst anlatsana oğlum," dedi Hazer, kaşlarını çatarak. Telefonu hoparlöre aldı. "Kendini neden banyoya kilitlesin kız?"
"Beni tanımadığını söyleyip duruyor!" Behram'ın çaresiz bağırışı göğsümdeki bir kavanozu kırıp parçalarını göğüskafesime bastırdı. "Beraber yatıyorduk. Ben camiden geldikten sonra... o ısrar edince biraz daha uyuduk, sonra onun bağrışlarıyla uyandım. Tanımadı beni. Ga... Galip nerede diye bağırmaya başladı. Sanırım... hatırlamıyor beni." Konuşmaya devam etmek için yutkunmak zorunda kaldı. "Ama o herifi hatırlıyorsa Safir'i de hatırlar, onu alıp gel."
O parçalar göğüskafesimde daha derine batıp uğuldayan bir damarı patlattı sanki. Hiçbirimiz konuşamadık, Hazer ağzının içinde bir şeyler gevelerken Kerem de arabayı çoktan onların evine doğru sürmeye başlamıştı.
"Gazel kendini banyoya kilitlemiş," dedi Hazer, telefonu kapatıp cebine atarken. "Herhalde... diğer kimliğine geçmiş. Behram psikiyatristi aramış ama işte duyduğun gibi seni de çağırıyor."
Başımı önüme eğip sertçe yutkundum. Sakin ol, sakin olmazsan hiçbir şey yapamazsın. "Diğer kimliğinde beni tanımıyordu," dedim, o sahil kenarında olanları hatırlayarak. "Ama Galip'i tanıyor mu?"
"Ya... diğer kimliği hâlâ Galip'i seviyorsa?" diye sorarak üçümüzün de aklına gelen o korkunç ihtimali ortaya attı Kerem.
Başımı elimin arasına almadan önce uzanıp camı açtım ve derin nefesler almaya çalıştım. Gazel diğer kimliğinde beni tanımıyordu, Galip'i tanıması korkunç bir ihtimaldi ama gerçek olup olmadığını bilemezdik. Çünkü Gazel hasta olduğunu bilse bile diğer karakterini tanımıyor, ne yaptığını hatırlamıyordu. Belki de diğer karakterine geçmemişti, sadece bir kriz geçiriyordu. Gazel, ani ruh değişimlerinde veya şok anlarından sonra karakter değişimi yaşıyordu. Bir şey mi olmuştu?
"Çok hızlı nefes alıyorsun Safir, sakinleş."
Başımı sallayarak saçlarımı geriye ittim ama bir şey diyemedim. Belli ki Gazel'in çok daha sakin bir hayata, tekdüzeliğe ihtiyacı vardı. Korkunç ya da üzücü şeyler öğrenmemeli, sabit şekilde yaşamalıydı. Behram ona bu sakinliği verebilirdi, inanıyordum. Dikişlerin tutmadığı ruhu sevgi tutardı.
Yolun devamında sessiz kaldık, hepimiz endişeliydik. Araba evin sokağına girip az sonra evin önünde durduğunda hepimiz seri şekilde indik. Hazer ve Kerem'in önüne geçip bahçe kapısından girdim ve koşarak sokak kapısına ilerledim. Kapıyı çalmak üzere elimi kaldırıyordum ki Behram kapıyı açtı ve bembeyaz suratı bakış açıma girdi. İkimiz de endişenin ağırlığından kaskatı haldeydik.
"Hâlâ banyoda mı?" diye sordum Hazer’le Kerem de yanımıza vardığında.
Behram gözlerini kırpıştırdı ama dilinde tonlarca ağırlık varmış gibi konuşamadan kafasını salladı. Onun perişanlığı da beni harap ediyordu ama önce Gazel’le ilgilenmeliydim, Gazel kendine gelmeden Behram zaten gelemezdi. İçeriye fırladım ve doğrudan banyonun yolunu tuttum. Hazer ve Kerem, Behram’la ilgilenirdi.
Kapının önünde birkaç saniye durdum ve ardından onu ürkütmekten çekinerek kapıyı açtım. Gazel, onu aramama bile gerek kalmadan bakış açıma girmişti. Duşkabinin içinde oturuyor, donuk gözlerle fayanslara bakıyordu. Kapı sesine tepki vermediği gibi bana da tepki vermemişti.
Yavaşça ona doğru yürüdüm ve sessizliğini neye yormam gerektiğini bilemeyerek onun önünde dizlerimin üzerine oturdum. Duşkabin kuruydu, banyo yaptığı falan yoktu. Üzerinde kırmızı, saten pijama takımı vardı.
Elimi kabindeki eline uzattığımda parmaklarının buz gibi olduğunu hissettim. Ne kadar soğuk olursa olsun elini tutup avcuma aldım. "Gazel?" Bakışları ağır ağır bana döndü ve hatırlamak istiyormuş gibi yüzümü inceledi. Göz altlarında siyah lekeler vardı, maskarası akmıştı. "İyi misin?" diye sordum. "Beni hatırlıyorsun, değil mi?"
Dudakları büküldü ve boğazında bir şey kalmış gibi güçlükle yutkundu. "Hatırlıyorum Safir, sakin ol."
"Aklım çıktı," dedim rahatlayarak, diğer elimi yüzüne götürdüm. Behram gibi bembeyaz kesilmişti. "Behram'ı hatırlamıyor musun?"
Sihirli kelimeleri söylemişim gibi çözüldü ve elimi iterek kendi ellerini yüzüne kapattı. Elimi kendime çektim ve titreyen dudağımı sertçe ısırdım. Hatırlıyor muydu? "Uyandığımda hatırlamıyordum," dedi, sesinde kavga vardı, sanki kendine vuruyordu. "Neden oldu bilmiyorum Safir... O evde uyanmış gibi hissettim, Ga... Galip'i aradım. Sanki son aylar hiç yaşanmamıştı hayatımda, Behram'ı tanımıyordum. Nevrim döndü, korktum, kaçıp gitmek istedim ama Behram bırakmadı... Sonra kendimi banyoya attım, birkaç dakika sonra kendime geldim ama..."
Psikolojisi o kadar yıpranmıştı ki artık kendine bile ne olduğunu anlayamıyordu. "Sonra?" dedim yumuşak bir ses kullanarak. "Behram'ı hatırlayınca neden çıkmadın? Çocuk... ruh gibi olmuş, ağzını açtığında konuşamadı bile."
Avuçlarını yüzüne daha sert bastırdığı için ağlayıp ağlamadığını anlamadım ama boğazındaki damarlar tıkanmış gibi kaskatıydı. "Çıkamadım, kendime gelip neler olduğunu kavradım ama onun gözlerinin içine bakıp, Galip nerede? diye bağırdıktan sonra... yüzüne bakmaya utandım. Kendimi boğmak, kafamı duvara vurmak istiyorum! Kocamın yüzüne bakıp... hakkında yalanlar attığım eski sevgilimi sordum!"
"Bi... bilincin yerinde değildi," diyebildim dağılmış şekilde.
"Evet, bilinçli değildim ama... gözlerinin içine bakıp, Galip'e ne yaptın? dedim, inanabiliyor musun? Gidip ne diyeceğim ki şimdi? Kafasında kuracak belki, hâlâ onu sevdiğimi düşünecek..."
"Hayır hayır, böyle yaparak bir şeyleri halledemezsiniz." Uzanıp ellerini yüzünden çektim ve gözyaşlarını görünce gardımı düşürmemek için direndim. "Sen Galip'i sevdiğin için değil, eski hayatına uyandığını sandığın için yanında onu aradın. Behram'ı bir tehdit olarak algıladın ama kendine geldin ve onu çok sevdiğini hatırladın."
"Kendimi çok suçlu hissediyorum," dedi, bakışlarını fayanslara dikip elinin tersiyle gözyaşlarını sildi. Gözyaşlarının bir yere gittiği yoktu, aksine bir yerden geliyordu; kalpten mesela. Ama gitmiyorlardı, çok denedim, durmuyorlardı. "Bilerek yapmadım tabii, yapar mıyım hiç? Ama sürekli onun güvenini sarsıyor, kafasının içinde soru işaretleri bırakıyorum. Onu çok seviyorum ama içimdeki başka biri resmen bu sevgiyi harcıyor… Elden ne gelecek şimdi Mila?"
Empati yapmaya çalıştığım an canım yandı ama kendini bu düşüncelerle doldurmasına izin vermeyecektim. "Böyle kendini doldurup pes etmek de iyileşmeyi seçip bu sevgiye sahip çıkmak da senin elinde. Günün sonunda onun göğsünde uyumak istiyorsan savaşmalısın, gerekirse kendi beyninle."
Söylediklerimi doğru bulmuş olmalıydı ki biraz sakinleşti. "Nasıl yapacağımı öğretebilir misin peki?"
"Savaşmayı mı? Ben... kendimle barışarak öğrendim hayatta kalmayı, savaşarak değil. Daha önce hiç yapmadım ama sen yapabilirsin. Senin kalbin de hassas Gazel ama hayat ya bu, hassas kalplerimizi çelikten kalplere çevirebiliyor."
"Savaşabilirim," dedi başını sallayarak, yüzü hâlâ ellerimin arasındaydı. Gözyaşları dindi, hıçkırığının sesi de. "Benim hayatım buna değer."
Yaklaşıp her iki ıslak yanağına da birer öpücük koydum. "Senin hayatın buna değer canımın köşesi."
Elinden tutup kalkması için yardımcı oldum ve beraber aynanın önüne geçtik. Her nedense sevdiğim insanların ihtiyaçlarını karşılamak, onlar için sevgiyle bir şey yapmak hoşuma gidiyordu. Gazel yüzünü yıkarken ben de saçlarını yüzünden çekerek havlu uzattım. Yüzünü kurularken bir an duraksadı ve bir kabahat işlemiş gibi gözlerini yumdu. "Senin bugün sınavın vardı! Ben... ben engel olmadım değil mi?"
"Sınavdan çıkmıştım," dedim havluyu kenara bırakırken. "İyi geçti ayrıca, bir de onu düşünme."
"Dün akşam telefonda konuştuğumuzda korkuyordun."
"Geldi geçti," dedim gülümseyerek. "Hadi, çıkalım."
Kapıya gergin bir bakış atarak benim teşvikimle ilerledi. Kapıyı açtığımda koridorda kimseyi bulamadık. Gazel arkamdan geliyordu, sakindi ama Behram'ın tepkisinden ürktüğü açıktı. Önce salona baktık ama salonda olmadığını gördüğümüzde bahçeye çıkmak üzere mutfaktan geçtik. Bahçedeki yemek masasına oturmuş, hararetle konuşuyorlardı. Yaklaştığımızda sesleri az biraz duyduk.
"Bilmiyorum," dedi Hazer, bir sigara yakmıştı. "Hapiste yatıp çıktıktan sonra bir süre izlettim Galip'i ama rahatsız edici hareketini görmeyince adamı geri çektim."
"İçi pislik kaynıyor o herifin," dedi Behram, sırtı dönük olsa da sesinin tonundan o kızgınlığı, kırgınlığı hissetmiştim. Gazel de benim gibi durmuş, onları dinliyordu. "Zarar vermesinden korkuyorum, üstelik... Gazel'in aklını karıştırabilir."
Hazer'in sandalyede ona dönüp, "Saçmalama," dediğini duydum ama daha Behram ona tepki vermeden Gazel yanımdan fırlayıp geçti. Hızla bahçeye çıkıp Behram'ın karşısına dikildiğinde hepsi kafasını çevirip ona baktı. Behram ayağa kalkarken Gazel ona işaretparmağını salladı.
"Galip'in benim aklımı karıştıracağı falan yok, âşık insanların aklı karışmaz!"
Behram'ın ve diğerlerinin şaşkına döndüğünü buradan bile hissettim, sanırım Gazel'i biraz fazla cesaretlendirmiştim; ben bile bu çıkışı beklemiyordum. Behram dönüp bana, ardından diğerlerine baktı. Sonra heyecanla Gazel'e döndü. "Beni hatırlıyor musun?"
"İyiyim, hatırlıyorum her şeyi," dedikten sonra elini indirdi Gazel ve biraz utanmış göründü. Yüzü kızardı, dudakları titredi; bir anda olup bitenler onu yormuş gibiydi. Bizim yüzümüze daha fazla bakamayarak Behram'a döndü ve başını onun göğsüne gömerek yüzünü gizledi. "Baş... başa konuşabilir miyiz?"
Behram ellerini kaldırıp Gazel'in omuzlarına koydu ve onun istediği gibi yüzünü göğsünde sakladı. "Konuşalım tabii güzelim, gel."
Omzumu kapının kenarına yaslayıp oksijeni içime doğru çektim, çok şükür her ikisi de iyiydi. Hazer ve Kerem de rahatlamış görünüyordu; rahatsız olmamaları için bakışlarını onlardan çektiler. Behram Gazel'i omzunun altına alıp bir şeyler dedi ve eve doğru yürüyüp yanımdan geçerlerken Behram bir an için bana döndü. Aramızda diğerlerinin anlamayacağı bir bakışma geçti. Muazzez konusundan dolayı artık daha da mahcup olduğunu hissettim.
Onlar odalarına geçtiğinde ben de geçip Behram'ın kalktığı sandalyeye, Hazer'in yanına oturdum ama Hazer sigarası olduğu için kalktı, bahçenin diğer ucuna gidip sigarasını benden uzakta içti. Çenemi ellerime yaslayıp iç çekerken Kerem bana gülümsedi. "Üzülme, Gazel iyi çok şükür. Hatta... bence bunlar bayağı bayağı barışmış. Baksana Behram güzelim falan diyor, bizim yanımızda bile güzelim diyen imam baş başkayken neler der düşünemiyorum."
"İlahi Kerem," diyerek Hazer'in sırtını, rüzgârda savrulan tişörtünün uçlarını izledim. Ayağıyla ritim tutuyordu. Telefonumun çaldığını duyana kadar onu izledim ve telefonum çaldığında cebimden çıkarıp baktım. Hazer de omzunun üzerinden bana dönmüştü. Telefonda tanımadığım bir numara vardı, normalde açmazdım ama Leo'nun durumuyla ilgili arıyor olabilirlerdi. Telefonu açıp kulağıma yasladığımda, "Merhaba," dedi annem, neşe içinde. "Benim, annen."
Gözlerimi kırpıştırdım. Nasıl annem olabilirdi, telefonu nereden bulmuştu? "Neden aradın?" dedim düz bir sesle, bana yaptıklarını, söylediklerini hatırladım. "Neredesin sen?"
"Cici babanın yanındayım!"
Coşkulu şekilde söylediği bu cümleyi kafamın içinde nereye oturtacağımı bilemedim. Yine aklına eseni söylüyor olmalıydı. "Anne," dedim sakinliğimi koruyarak. "Neden bahsediyorsun?"
"Çok zengin bir adamın evindeyim," dedi annem, bir sır verir gibi fısıldayarak. Ardından güldü. "Kendisiyle dün gazinoda tanıştık ve harika bir gece geçirdik. Görmelisin Mila, o kadar zengin ki sabah kalktığımda benim için kahvaltı masası hazırlatmıştı! Üstelik kıyafetler de aldırmıştı, bir sürü yeni cicilerim oldu!"
Elimde telefonla öylece ileriye, boş boş bakmaya devam ettim. Bir insanın hayattan istediği tek şey nasıl para olurdu, anlayamayacaktım. "Anne," dedim, çenem titremeye başlamıştı. "Her neredeysen çık ve hastaneye git. Ya da adres ver, gelip alayım, hastaneye bırakayım seni."
Birkaç ses geldi, sanki bir şeyler açıldı. "Hayatta olmaz," dedi annem öfke içinde. Karşımda olsa tırnakları çoktan yüzüme girmiş olabilirdi. "Burada çok mutluyum, Salihçiğim gazinonun müdürü, artık o gazinoda çalışıp onunla yaşayacak..."
"Fahişeliğe duyduğun aşkın yarısını kızına duysaydın keşke anne…" dedim ve daha hiçbir şey demeden telefonu onun suratına kapattım. Elim titriyordu, kalbim hızla atıyordu ama garip bir şekilde sakindim. Dudaklarım titriyordu ama sakindim.
Ne demişti? Neredeydi? Dediği gibi bir gazino müdürünün evinde miydi? Tekrardan öyle yerlerde mi çalışacaktı? Bedenini mi satacaktı? Hastaneyi aramalı, bu sorumsuzluklarının hesabını sormalıydım! Ya başına bir iş açarsa ya bahsettiği tehlikeli bir adamsa?
"Bebeğim?"
Hazer yüzümü tuttuğunda ürperip yüzüme bir gülümseme kondurdum ve gözlerimi ona kaldırdım. Yanıma kadar gelmiş, ayakta duruyordu. "Annemdi," dedim, sesimi her zamanki gibi tutmak için çabaladım. "Hastaneden kaçmıştı ya, şimdi de aramış, garip garip şeyler diyor. Nerede olduğunu sordum, söylemedi. Başına bir iş gelmesinden endişe ediyorum, aklı başında değil."
"Bu kadının derdi ne?" dedi tükürür gibi. "Ayaklarına kapanıp af dilemeliyken şu yaptıklarına bak." Gözleri dudağıma kaydı, annemin attığı tokat yüzünden yara olan kısma.
Annemi savunacak değildim ama Hazer’e onu kötüleyemezdim. Altdudağımı ısırıp omuzlarımı silktiğimde Hazer, Kerem'e bir bakış attı. "Bugün işe gitmemişken şu... babanın ölüm raporunu görmeye gideyim diyorum, hazırsan öğrenirim."
Bundan kaçamazdım, ertelemek acının ağırlığını hafifletmezdi. "Olur," dedim, içimdeki gürültülerle. "Ertelemenin bir faydası yok."
"Sen Kerem’le eve dön," dedi, sesinde rica vardı. "Ben de akşama doğru dönerim."
"Ben de gelseydim," dedim. Benim için girdiği zahmetlere minnet duyuyordum.
"Eve gidip dinlenmen beni daha mutlu eder," dedi nazikçe. Kulağımın arkasını okşadı. "Bizim evimize ama tamam mı?"
Eve gitmek... O geceden sonra ev meselesini daha açmamıştık ama bu hafta içinde yetimhaneden geleceklerdi, bu yüzden önümüzdeki birkaç gün içinde eve dönmem lazımdı. Yine de bunu şimdi ona hatırlatamadım, o üzüldükçe içimde gözyaşları birikiyordu. Başımı salladığımda Hazer rahatlayarak eğildi ve güneşte sıcaklayan saçlarımın üzerinden öpücükler aldı. Kalbimde bir yığın öpücük vardı ve ne kadar öperse öpsün bana hep bir öpücük borcu olacaktı. "Gökyüzünde yıldız görünmeden evimize dönerim."
Başımı salladığımda uzaklaştı ve taksiyle gideceğini söyleyip Kerem'i benimle bıraktı. Gözden kaybolana kadar onu izledim. Babamın ölüm raporunu alacaktı, her nedense o raporda annemin dediği şeyi göreceğimi düşünüyordum ama görmeden emin olamazdım. Kendimi kötüye hazırlamıştım, yeni bir şok olmayacaktı.
Kerem’le eve girdiğimizde Kerem buzdolabını karıştırdı ve geçen gün Gazel'in bizim için yaptığı sarmaları buldu. O afiyetle sarmaları yerken ben de koltukta oturup Behram’la Gazel'in çıkmasını bekledim. Neyse ki biraz sonra yatak odalarının kapısı aralandı ve ikisi de hazırlanmış şekilde göründü. Psikiyatristle randevuları varmış, biz de onları bırakmayı teklif ettik.
Evden çıktığımızda Gazel'in daha iyi olduğunu gördüm ama yaşadıklarının etkisinde olduğu çok açıktı. Behram ön koltuğa, biz de Gazel’le arka koltuğa oturduk. Gayet mütevazı, sarı renginde, kısa kollu bir elbise giyinmiş ve saçlarını ensesinde topuz yapmıştı. Behram yol boyunca sık sık arkasına dönüp Gazel'e göz kırptığından ve görmediğimi sandığı anlarda ise öpücük attığından aralarının iyi olduğunu anlayıp rahatladım.
Onları psikiyatriste bıraktıktan sonra eve geçmeden önce kendi evime uğradım ve etrafı kontrol edip çiçekleri suladım. Su ve elektrik faturası gelmişti, onları internet üzerinden yatırıp evi bir müddet havalandırdım. Hazer'i üzecekti belki ama Leo'yu alabilmek için bu evde yaşamaya devam etmem gerekiyordu.
Eve geçmeden önce yol üzerinde Kerem'i Leyla aradı ve nikâh için bir gelinliğe ihtiyacı olduğunu söyledi. Bu yüzden eve gitmek yerine Leyla'yı alarak çarşıya gittik ve ona gelinlik baktık. Onların mutluluğuna eşlik etmek, onlara yardımcı olmak çok hoşuma gitmişti. Bir gelinlikçiye girdiğimizde bir sürü gelinlik denemişti ve hepsi de ona çok yakışmıştı. Dükkândan ayrılırken en beğendiği gelinliği almıştı. Dükkânın vitrininde duran gelinliklerin önünde bir süre durup daha önce hiç yapmadığım bir şekilde kendimi onların içinde hayal etmiştim.
Nihayet eve döndüğümüzde çok yorulduğum için bir şeyler atıştırıp kendimi direkt yatağa attım. Perde çekili ama cam açıktı. Akşamüstü serinliği vücuduma çarpıyordu. Üstümü değiştirmek için bile uğraşmadan siyah saten çarşafın üzerinde uyuyakaldım.
Saatler sonra gözlerimi açtığımda beni uyandıranın ne olduğunu anlamak için gözlerimi karanlık odada gezdirdim. Ben uyurken güneş batmak üzereydi, artık göz gözü görmüyordu. Doğrulurken üzerimde çarşaf olduğunu görüp şaşırdım, uyurken üzerime bir şey örtmemiştim. Uzanıp beyaz komodinin üzerindeki gece lambasını yaktım ve oda aydınlandığında bakışlarım etrafta gezindi.
Banyodan su sesi geliyordu. Hazer dönmüştü. Belki o yıldızlar görünmeden dönmüştü ama ben daha güneş batmadan uyuyakalmıştım.
"Hazer?"
Cevap vermedi, sanırım suyun sesinden beni duymamıştı. Yeni gelmiş, direkt banyoya girmiş olmalıydı. Karnı aç olabilirdi, onun için yemek ısıtmak iyi olabilirdi. Dolabımdan, son günlerde sık sık giydiğim pijama takımını alıp üzerime geçirdim ve kirli kıyafetleri sepete atmak üzere kenara koydum. Dolabın kapaklarını kapatırken giyinmesi için ona izin vermem gerektiğini düşündüm. Odadan çıkarsam ona mahremiyet sağlamış olurdum. Öte yandan... bunlara alışmam gerekiyordu, sonuçta ikimiz de yetişkin insanlardık, belki de artık bir şeyleri aşmalıydım. Bu yüzden yatağın ucuna oturdum.
Ya banyodan çırılçıplak çıkarsa?
"Yok canım, öyle anadan üryan da çıkmaz herhalde..."
Kapı sesini duydum ve yerdeki gözlerimi elimde olmadan büyüttüm. Kapının açılmasıyla odayı buhar ve sabun kokusu doldurdu. Hazer'in de duraksadığını hissettim; uyuduğumu düşünüyordu. Yetişkin, aklı başında biri gibi davranmaya çalışarak her şey normalmişçesine başımı kaldırdığımda Hazer'in kollarını göğsünde bağlayıp banyo kapısında beni izlediğini gördüm. Saçma bir şekilde ona el salladım. "Selam aşkım."
"Selam... bebeğim?"
Tek kaşını kaldırarak beni süzdüğünde ben de bakışlarımı vücudunda gezdirdim ve loş ışığın imkân verdiği kadar ona baktım. Tahmin ettiğim gibi üst kısmı çıplaktı ama beline bir havlu sarılıydı, onu gördüğümde bakışlarımı daha aşağıya indirmeden çıplak göğsünden yukarıya kaydırdım. Su damlacıklarıyla kaplıydı, henüz hiç kurulanmamıştı. Farkında olmaksızın su damlacıklarının yolunu takip edip boynunu, köprücükkemiğini, âdemelmasını, çenesini, aralık dudaklarını izleyip nefes nefese kaldım.
"Banyoda bu kadar uzun süredir ne yapıyordun?" diye patladım ona, bakışlarımı hızla gözlerine çıkararak. Kendimi serinletmek için ellerimle yüzümü yellerken Hazer de anlamsız hareketlerimin şaşkınlığıyla kaşlarını kaldırdı. "Ne yaptıysan artık, iki saattir çıkmıyorsun!"
Hazer odadan çıkmayacağımı anlamış olmalıydı ki banyonun kapısını çekip bana doğru yürüdü. Giyinmek üzere dolaba gideceğini sanmıştım ama yanıma gelip tam karşımda durdu. Dizlerimi sıkıp aşağıdan ona bakarken Hazer de yukarıdan bana bakıp yüzümü izledi. "Neden gözlerime kilitlendin?”
"Vücuduna bakmamak için."
Hazer'in boğazından bir ses çıktı ama kaşlarımı çattığımı gördüğünde gülüşünü hemen toparlayıp genzini temizledi. "Vücuduma bakabilirsin Mila, ben her fırsatta senin vücudunu izliyorum."
Evet, yapıyordu ve bunun zaten farkındaydım. "Ama... çıplaksın," dedim. “Yani... izlemem pek hoş olmaz. Sen giyin, ben bakmıyorum."
Genelde banyodan çıktığımızda odayı terk edip birbirimize giyinmek için vakit verirdik ama bugün ilk kez böyle bir şey yaptığım için şaşırmıştı. Garipliğimi anlamak için çenemden tutup dudağının kenarını kıvırdı. "Kime göre hoş olmaz Mila? Sen benim vücudumu izlemeyi seviyorsun, ben de vücudumu izlemeni. Etim, derim, kemiğim... Bu derinin altındaki kalp de zaten senin."
Dedikleri aslında benim de düşündüğüm şeylerdi ama uygulama konusunda sıkıntı yaşıyordum. Kibarca başımı salladığımda gülümsemesi yol kat edip derinleşti ve kalbime kadar ilerledi. "Çok tatlısın."
"Han…" diyebildim nefesim kesildiği için.
Çenemi bıraktı ve bana arkasını dönüp dolaba ilerledi. Tuttuğum nefesleri bırakıp nemlenen ellerimi şortuma sürterken onun kıyafet seçmesini izledim. Beyaz bir tişörtle siyah pijama altı aldı, bir de havlu. Göğsünü, ensesini silerek tişörtü kafasından geçirdiğinde başımı yavaşça önüme çevirdim. Devamını izleyemezdim, o kadar da değil.
"Hazer?"
"Hımm?" dedi, alt pijamasını giyiyordu. "Kalçama mı bakıyorsun?"
Yanaklarım ısındı. "Hayır." Bir süre sustuğunda tamamen giyindiğini anlayıp ona döndüm.
"Ne diyecektin?"
"Babam.” Gülümsemeye çalışıp bu durumu aşmış gibi davrandım. "Ölüm raporunu aldın mı?"
Bakışlarını kaçırdı. O an anladım, bir kelime etmeye bile gerek kalmadı. Zorlukla yutkunup başımı salladığımda Hazer yatağa kadar yürüyüp ucuna oturdu, yüzüme daha yakından baktı. "Çok üzgünüm," dedi, sesindeki bir şeyler bana sarılıyordu. "Öyleymiş Mila, öldüğünde babanın vücudunda yüksek doz uyuşturucu varmış. Sana bu kadar üzücü şeyler söylemek benim de yüreğimi dağlıyor ama... Bir de şu yandan bak: Baban uyuşturucu etkisindeyken intihar etmiş, kendinde olsaydı seni asla bırakmazdı!"
Gözlerimi kırpıştırdım, hiç böyle düşünmemiştim. Dediği gibi babam kendinde olsaydı belki de beni bırakmayı hiç düşünmezdi. Ama öbür taraftan, bir insan küçücük kızının olduğu eve uyuşturucu sokar mıydı? Belki de eve getirmemişti, sadece kullanmıştı… Ne itmişti ki onu bu duruma? Annemin sevgisizliği mi? Sevgiyle başlayan bir kelime nasıl böyle öldürücü olmuştu?
"Kendini sıkıyorsun, yapma..."
Ağlamamak, parçalanmamak, metanetimi korumak, herkese yetebilmek için kendimi sıkmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu. "İyiyim," dedim ama sesim yamalı bir kumaş gibiydi, ne kadar üzgün olduğumu gözler önüne seriyordu. "Annemden duyduğum an bunun gerçek olduğunu hissedip kabul etmiştim zaten, hazırlıklıydım."
"Bağırıp çağırmaya çok ihtiyacın var Mila, bunu biliyor muydun?" dedi aniden. "Her durumu sakinlikle, konuşarak halletmeye çalışıyorsun ama kendini dizginledikçe içinde biriktiğini düşünüyorum. Çığlıklar atsan, kapı pencere kırsan, hatta birini dövsen çok rahatlarsın."
"Yok artık," dedim belli belirsiz gülerek. "Bu dediklerini yapmam."
"Bir gün sınıra geldiğinde yapacaksın, gör bak."
"Ya tabii," dedim kafamı sallayarak. Hazer sırıttı ve çenemi tutup yüzümü kendine çektikten sonra yanağımdan öptü. Öpücüğü tüm bu kedere ilaç gibi gelip beni rahatlattı. Sakallarını tenime sürterek uzaklaştığında gülümseyip arkasından baktım ve yatağa uzandım.
"Birini döveceksem o sen olurdun," diyerek takıldığımda arkasını döndü ve koridora ilerlerken, "Zevkle…” diye mırıldandı. Esnerken arkasından bağırdım. "Aç mısın?"
"Evet, hırr."
Şapşal.
Bana takılmasına gülerek saçlarıma uzandım ve tutamları parmağıma dolarken tavandaki gölgeme baktım. Babacığım... O yıllarda onu, çektiği aşk acısını ve yaşadığı ihaneti anlamayı çok isterdim. Babamınki yürek burkan, iç acıtan, tek taraflı bir aşk hikâyesiydi ve sonunda ölmüştü. Bir şekilde uyuşturucu almaya başlamış, sonra da bırakamamış, bir anlık bilinç kaybında da kaçınılmaz son gerçekleşmişti.
Huzurla uyu babacığım, kızın mutlu.
Uykum kaçmıştı, Hazer'e yemek ısıtmak için odadan çıktım. Şortum epey kısaydı ama sanırım evde bizden başka kimse yoktu. Kerem'e karşı hiçbir zaman kendimi savunma ihtiyacı hissetmemiştim ama yanında bu kadar açık bir pijamayla dolaşmaya çekinirdim. Merdivenleri inerek salonda Hazer'i aradım ama yoktu. Dakikalar önceki kapı sesi sokak kapısından gelmiş olmalıydı, atölyedeydi.
Su içmek için mutfağa girdiğimde tezgâhın üzerindeki market torbalarını gördüm, Hazer gelirken alışveriş yapmış olmalıydı. Torbalardan birine uzanıp açtığımda içinde kahvaltılık birkaç şey olduğunu gördüm, diğer torbada da abur cubur vardı. Gözüme ilk çarpan çikolatayla cici bebe bisküvisi oldu. Atıştırmak için almış olmalıydı. Torbanın içinde jelibon, şekerleme ve lolipop olduğunu gördüğümde çilekli lolipopu aldım.
Lolipopun ambalajını çöpe atıp su içtikten sonra dışarıya çıktığımda korumanın bahçe kapısının dışında olduğunu görüp rahatladım, beni göremezdi. Çıplak ayaklarımla yeşil çimlere basıp atölyeye ilerledim, ışık yanıyordu. Kapıyı tıklatmadan açıp girdiğimde Hazer'in oturmuş, tezgâhtaki bir heykelle ilgilendiğini gördüm. Bir an elleri durdu ve ben kapıyı kapatıp içeriye girerken yeşil çarşafı alıp heykelin üzerine sakince örttü. Yanına ilerleyip arkasında durdum ve ellerimi omuzlarına koydum. Kafasını geriye atıp karnıma yasladığında saçlarım yüzüne dökülmüştü. Şekeri ağzımdan çıkarıp, "Ne sakladın?" diye sordum tezgâha bakarken.
Boğuk, genizden gelen sesiyle konuştu. "Ne heykeli üzerinde çalıştığımı anlamış olmalısın Mila."
Anlamıştım çünkü o heykeli sürekli çarşafla kapatıyor ve görmemem için ısrar ediyordu. Aynı anda birkaç heykel yapıyordu ama bu... Hevesle sordum. "Ne zaman görebilirim peki?"
"En yakın zamanda.”
Gözlerini arkaya çevirip yukarıda kalan yüzüme derin derin, yanaklarımı kızartana kadar baktı ve sonra omuzundaki ellerime uzanıp beni önüne doğru çekti. Sandalyesini de hafifçe yana çekti ve tam olarak iki bacağımın arasına girerek şekerime gülümsedi. "Neden uyumaya devam etmedin de yanıma geldin?"
Yere kavuşmayan ayak parmaklarımı havada salladım. "Aç olduğunu düşündüm, yemek ısıtacaktım. Ayrıca uykum kaçtı."
"Sana açım ben," diyerek eğildi ve hep yaptığı gibi karnımdan ısırdı. Kafasının karnıma gömülmesiyle gülümsedim ve ısırığıyla ürperip gözlerimi kıstım. "Karnın çok boş, dolduralım bence."
Bana daha kaç farklı şekilde çocuk istediğini söyleyebilirdi acaba?
Başımı önüme eğdim ve elimi kaldırıp yüzünün altından tuttum. Sanırım biraz utandığı için elimi itip başını karnıma daha sert bastırdığında saçlarını okşayıp utancının geçmesini bekledim. Onu, çillerinin üzerindeki kızarıklarla daha başka seviyordum. Nihayet başını kaldırıp bana baktığında gözlerindeki dalgalanmaları gördüm.
"Bugün ilaç almadın değil mi?" diye sordum, şekeri ağzımdan çıkarıp.
"Hayır," dedi gözlerini bile kırpmadan. "Almadım, alkol de almadım."
"Senin için ilaçlardan daha sakinleştirici olduğumu biliyorum," dedim ciddiyetle. "Onları hayatından çıkar, ben varım. Net konuşuyorum çünkü buna ihtiyacın var. Çıkaramazsan bile azalt çünkü böyle olmaz Hazer." Saçlarını çekerek onu sarstım. "Zaten hayatında ben varken ilaç almaya, sarhoş olmaya ihtiyaç duyuyorsan... üzülürüm."
"On altı yaşımdan beri alkol kullanıyorum Mila ve on sekiz yaşımdan beri de sakinleştirici." İhtiyacı varmış, sığınmak için bir yer arıyormuş gibi bir elini belime koydu. "Bir anda bırakamam, ters etki yapar, daha sinirli olurum. Ama sana söz, azaltıp öyle bırakacağım."
Rahatladığımı hissettim, söz verirse tutardı. "Çok beyefendisin."
Tek kaşını kaldırdı ve çenesini sol baldırımın üzerine sürttü. Emdiğim lolipopa, dudaklarıma bakıyordu. "Bacaklarını da öpsem de aynı şeyi düşünür müsün?" dedi.
Yutkunamadım, göğüskafesim hızla inip kalkmaya başladı ve parmaklarımla elimdeki şeker de titredi. Yakıcı gözleri, beni bir çemberin içine almıştı. Nefesim yetmediği için, "Han," diyebildim. "Öyle bir konuşuyorsun, öyle bir bakıyorsun ki... öpmüş kadar oluyorsun."
Atölyedeki havanın ağırlaştığını, nefeslerimizin kesik kesik çıkmaya başladığını fark ettim. Şekeri emmeyi bırakmış, ondan yeni bir hamle bekliyordum. Gözlerime sorar gibi baktı ve sanırım gördüklerinden memnun kalarak daha cesur bir adım attı, belimdeki elini bacağımın üzerine koydu.. "Sutyenini... çıkarmışsın?"
Pijamalarımı giyerken çıkarmıştım, her gece çıkarırdım. Hazer de bunu, geceleri zaten hissediyor olmalıydı. Elimi saçlarında dolaştırırken, "Uyuyacağım için çıkardım," diye fısıldadım, şeker dudaklarımın üzerindeydi. "Uyurken rahatsız edici oluyorlar."
"Si," dedi genizden gelen sesiyle. İspanyolca konuşması aşırı çekici geliyordu kulağıma. "Gece bana sarıldığında onları çok net hissediyorum, göğsüme yayılıyorlar.”
Kendimi bu kadar açık etmekten mahcup olarak bakışlarımı kucağıma indirdim. "Neden bahsediyoruz biz?"
"Senden, benden, sıcak şeylerden…”
Titremeye başladım. "Han..."
"Seni öpebilir miyim?"
Gözlerimi hızla gözlerine kaldırıp hep bu soruya cevap vermeyi bekliyormuş gibi, "Si," dedim ve titreyen elimi yüzüne kaydırdım. "Por favor."
Bacağımdaki elini tereddütlü şekilde yukarı kaydırarak, "Buradan," diye fısıldadı, karanlık bir sesle. İşaretparmağını tüy gibi hafif şekilde tenime sürttü. "Buradan öpebilir miyim?" Karnımı içeriye doğru çekerek bacaklarımı birbirine bastırdım. Hazer'in eli iki bacağımın arasında sıkıştı. “Mila..."
"Dudaklarımdan da öp."
Yüzünü indirip dizkapağımın bir parmak üzerine içimi titreten öpücük bıraktı ve başını tekrar kaldırarak belimdeki elini enseme çıkardı. Avcu orayı tamamen kapladığında heyecanlanıp başımı ona doğru eğmeye başladım. Fakat benim hamle yapmama gerek kalmadan Hazer başımı sertçe çekti ve kendi başını da yukarıya kaldırarak yüzlerimizi ortada buluşturdu. Burunlarımız birbirine sürttüğünde hâlâ dudaklarıma yaslı olan lolipopa baktı ve dilini dudaklarının arasından çıkarıp az önceden beri emdiğim lolipopu gözlerimin içine bakarak yaladı. "Küçücük kız mısın sen şeker yiyorsun?"
"Almasaydın o zaman."
"Sana aldığımı nereden çıkardın?" dedi, ağzına uzattığım lolipopu emerken. Gözlerimi ağzından, diliyle yaptığı hareketlerden alamıyordum.
"Cici bebe de almışsın," dedim, iyiden iyiye boğuklaşan sesimle.
"Bebeğime," dedi.
Şekeri öyle afiyetle yiyordu ki ben de emmek istedim. Bilerek yapıyordu, bilerek yaptığını bildiğimi de biliyordu. Hazer yüzü kızaran bir adamdı ama baş başa kaldığımızda inanılmaz derecede yoldan çıkıyordu. Parmaklarımı kıpırdatıp şekeri ağzından çıkardığımda Hazer uzanıp elinin tersiyle ıslak dudaklarını sildi. Nefes nefeseydi, gözleri açlıkla parlıyordu. Titreyen parmaklarımın arasındaki lolipopu kendi ağzıma götürüp dilimin ucuyla emdim.
"Mila..."
Omzumu silkerek çilekli lolipopu daha iştahlı şekilde emdim. Göğüslerim pijamamı itiyor, karnım ısınıyordu. Lolipopu ağzımda döndürerek emdim ve gözlerimi ondan hiç ayırmadan ağzımdan çıkarıp onun dudaklarına sürttüm. Gözleri döndü ve dilini çıkarıp lolipopu yalarken, "Bu bana yetmez," dedi.
Hemen sonra bileğimden tutarak elimi ağzının hizasından çekti ve gözlerime bakıp izin aldıktan sonra dudakları ileriye atıldı. Ben aşağıya doğru, o da yukarıya doğru hamle yaptı ve dudaklarımız bir kez daha buluşup birbirine temas etti. Islak, yapışkan dudaklarımızın temasıyla ikimiz de inleyip gözlerimizi kapattık.
"Bu çilek tadı da nereden geliyormuş böyle?"
Sesler çıkardığımda Hazer ensemdeki elini başımın arkasına çıkararak beni kendine daha sert bastırdı. Dudaklarımız yapış yapış, ıslaktı. Aynı sertlikle ona karşılık verip parmaklarımı saçlarının arasına karıştırdım ve öpücüğüne yetişmeye çalıştım. Bacağımı, iz bırakacak kadar sıkıp üstdudağımı dişlerinin arasında yumuşak şekilde ezdi. Ağzım açıldı ve başım arkaya düşerken gözlerim sonuna kadar açıldı. “Han…”
Kafamı arkaya atmama rağmen Hazer dudaklarımı bırakmadı ve ısırıp emerek hızlı bir şekilde yaladı. Gürültüyle soluyor, kafamı kendine doğru bastırıyor, saçlarımı bileğine doluyordu. Bacaklarımı birbirine bastırma ihtiyacıyla kıvrandığımda, "Ne renk?" diye sordu çatlamış, tutkudan boğuklaşmış sesle. Altdudağıma dilini değdirirken gözlerini açtı ve kafamı daha fazla itti. "Ne renk?"
Ensesinden tutup ağzını ağzıma sertçe bastırdım. "Kırmızı."
"Siktir."
Beni bir kez daha, üstdudağımdan başlayarak sertçe öptüğünde kollarımı boynuna sararak kafamı yana yatırdım. Hazer de beni daha kolay öpebilmek için aynısını yaptı ve bacaklarımın içini sıktı. Sabit kalamayıp, göğüslerimi omuzlarına sürtüp tırnaklarımı ensesine bastırdım. Dudakları bu kez boynuma inip boynumun çevresini öpücüklere boğdu ve elini saçlarımdan çekip gerdanıma koydu. Beni hızla geriye yatırıp sırtımı tezgâha yaslamadan önce elinin tersiyle tezgâhtaki eşyaları kenara savurdu. Başım tezgâha değdiğinde saçlarım etrafı kaplamıştı. İtiraz etmedim, bacaklarım aşağıya sarkarken tezgâhta uzanıp parmağımı dişlerimin arasına alıp ısırdım.
"Han..."
Sandalyeyi ittiğini duymama rağmen gözlerimi tavandan çekemedim. Sandalyenin atölyenin ortasına doğru gittiğini hissettim ve akabinde Hazer sol bileğimi tutup başımın üzerinde tezgâha yasladığında gözlerimi ona çevirdim. Hâlâ iki bacağımın arasındaydı ama bu kez ayaktaydı ve beni tezgâha yatırmış, üzerime eğilmişti. Dişlerini sıkıyordu, burun delikleri aldığı nefeslerle genişliyordu ve gözleri baygın, isliydi. Diğer elini boynumdan indirerek pijamamın üzerinde kaydırdı ve göğsümü kavradı. Parmağımı sertçe ısırarak göğsümü iterek avcuna bastırdım.
Hazer bileğime daha sert bastırıp üzerime eğilirken, sırtım tezgâhtan havalandı ve dudaklarım öpücük için ileriye atıldı. Göğsümü ikinci kez tutuyordu ama bu kez daha hissedilir, farklıydı. Göğüs ucumun elinin içine doğru sivrildiğini hissettiğimde Hazer de aynı şeyi hissedip ağzından bir küfür kaçırdı. "O kadar incesin ki ağzıma geleni söylememek için kendimi zor tutuyorum. Senin görünümünle, adınla tek bir çirkin kelimeyi yan yana bile getiremiyorum ama..." Gözlerini gözlerime çevirip göğsümü sertçe sıkarken dişlerinin arasından hırladı: "Çok güzelsin be kızım!"
Dudaklarımda, ellerimde, vücudumda başa çıkılamaz büyüklükte karıncalanma hissettim. Bütün vücudum kendini ona hazırlıyordu sanki. "Teşekkür ederim.”
Bileğimi tezgâha daha sıkı bastırırken gözleri döndü. "Çok mu âşıksın sen bana?" diye sordu bir anda.
İnkâr etmeden başımı salladım. "Ölecek kadar."
Yutkunamadı, aşkım boğazına oturdu sanki. Göğsümdeki eli hareketsiz kalırken nefes bile almadan aşkla bana baktı. Gözlerindeki dumanın, yoğunluğun, alevlerin ortasında boy veren aşkı görüp ben de gözlerimi kırpmadan ona baktım. Kalbinin sesini duyuyordum, güm güm diye bir ses uğulduyordu. Yüzünü eğip gözlerimin içine daha yakından baktığında tesadüfi aşkların ölümcül aşklara dönebildiğini gördüm.
"Sen tasasız gülücükler, neşeli bir yaşamsın ama ben de seni ölümcül seviyorum Mila."
Kolları beni kenetledi ve dudakları saçlarıma sokuldu. Çıplak bacaklarım kalın bacaklarının arasına hapsolurken nefesi boynumdan içeri süzüldü. Dudaklarının saçlarımda titrediğini, elinin vücudumda bir şeyler vaat ederek kaydığını hissettim. Gözlerimi kapatıp kendimi onun ellerine bırakırken, "Seni seviyorum, seni seviyorum, seni seviyorum," diye amansız bir aşkla fısıldadığını duydum.
O saniyeden sonra kalbimdeki avare kelebekler artık cennette ikametgâh ediyordu.
🌒
Bir Ay Önce
Karanlık olmuştu, saat sekizi geçmişti. Karanlıkta kalan, geniş gövdeli ağaçların arasından çıkmadan önce dudağının ucundaki sigarayı çekip ileriye savurdu. Sigara içmesi için sayısız sebebi vardı ama artık ciğerinde, daha fazla sigara için yer kalmadığını hissetmeye başlamıştı. Ağzını tükürüğüyle çalkalayıp dudaklarının ucuna gelen tükürüğü çimlerin üzerine fırlattı ve kaldırıma çıkarak yoluna kaldığı yerden devam etti. Madem bir işe kalkışmıştı, tedbirini almalıydı.
Çok düşünmüştü, bu işin sonucunda başına neler geleceğini hesaplamış ve biraz da korkmuştu. Fakat bu onu durdurmuyordu, ilk hamlesini de yapmıştı zaten. Aklına düşünce keyifle güldü, tesadüf karşısına harika şeyler çıkarmıştı. Fakat bu kez önlem almalıydı, düşünüp taşınıp kararını vermişti. Kendisinin başına gelecekleri öngörmüş, buna göre bir karşılığı şimdiden hazırlamıştı.
Kaldırım kenarından dönüp daha önce de geldiği sokağa girdi. Buraya gelmeden önce de aramıştı, kendisini bekliyordu. Dar, inşaat çalışmasının olduğu yokuşu çıktı, bu sokaktaki inşaat çalışması yüzünden etraf toz duman içindeydi. Apartmana girmeden önce şöyle bir etrafına bakınıp yüzünü buruşturdu ve apartmana girip daireye yöneldi. Elindeki torbanın ağırlığına gülümsedi.
Önünde durduğu daire kapısına kabaca birkaç kez vurdu ve içeriden gelen sesleri dinledi. Aylak adım sesler yaklaştı ve kapı aralandı. Adam, dairenin açık ışığı sayesinde kapıyı açan yeğenine bakıp yüzünü buruşturdu ve onu elinin tersiyle itip içeriye geçti. "Köpek bağlasan durmaz bu evde, ne bu koku?"
"Bira içmiştim," diye bir şeyler geveledi kapıyı açan genç adam. Adam yeğeninin sorumsuzluğuna dudak bükerek iki odalı, eski apartman dairesindeki salona geçti. Televizyon çalışıyordu, garip bir program vardı. Adam geçip koltuğa oturdu ve bacaklarını ayırarak saçlarını düzeltti. Yeğeni, onu takiben salondan içeriye girdi ve karşısındaki siyah kanepeye otururken gömleğinin düğmelerini ilikledi. "Buyur?"
"Manitan nerede?"
"Manitamı ne yapacaksın?"
Adam dudak bükerek eve şöyle bir baktı. "Hiç."
Koltukta dikleşti, yanında getirdiği torbayı açtı ve içerisindeki geniş siyah kutuyu çıkardı. Karşısındaki genç adam o kutuya bakıp kaşlarını çattığında adam kuyuyu ortadaki sehpanın üzerine koydu. Eski bir kutuya benziyordu. "Bu kutu ne?"
"Geçen gün telefonda sana bir şey emanet edeceğimi söylemiştim," dedi adam, kutuyu hafifçe iterek. Bu kutunun güvenli bir yerde kalması gerekiyordu, karşısındaki genç, toy delikanlıya da pek güvenmezdi ama kötünün iyisiydi işte. "Sana anlatmıştım, ters giden herhangi bir durum olursa, canım yanarsa bu kutuyu sana verdiğim adrese göndereceksin."
"Anlatmıştın," dedi genç adam, sakallarını sıvazlayarak. "Başın beladan kurtulmadığı gibi benim başımı da belaya sokacaksın, değil mi?"
"Uyuşturucu, fahişe satan bir pezevenksin oğlum sen," dedi adam, sarı sarı dişleriyle gülerek. İnsan bazen gülüşlerden kalpleri seçebiliyordu. Bazı gülüşlere bakıp yamalı kalpleri görebildiğimiz gibi bazı çirkin gülüşlere de bakıp dikenli kalpleri görürdük. "Senin paçan beladan kurtulmuyor zaten, gerekirse amcan için de bir şey yapacaksın."
Genç adam amcası gibi gülerek kafasını salladı. "Kutunun içinde ne var?"
"Sakın açma."
Genç adam amcasının uyarılarını ciddiye alması gerektiğini bilirdi, bu yüzden kafasını salladı. Açmazdı, bir yere atar, saklar ve zamanı geldiğinde amcası zaten yapması gerekeni söylerdi. Evet, yapması gerekeni yaptığına göre zincirlerini artık başkasının ayaklarına dolama vakti gelmişti. Kalbinin çarptığını hissetti, şeytanı ona kötülük ikram ediyordu; öyleyse iştahla ikramı kabul edecekti. Zaten şans ondan yana giderse kutunun açığa çıkması gerekmezdi ama olur da zincirler bacağına dolanırsa aynı zincirleri başkalarının boynuna ve kalplerine dolayarak onları da kendiyle cehenneme çekerdi. Zaten her kalp, ölümü tatmak için doğmamış mıydı?
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...