46. BÖLÜM
"SEVGİ ÖLMEZ SEN VE BEN KATİL OLMAK İSTEMEZSEK."
Çok aşk öldü, katiller serbest.
Hazer, onu tanıdığım ilk zamanlarda bu kadar çok sigara içmiyordu. Gözlerim o zamanlardan daha çok âşık olup onun üzerinde gezdiği için mi bu farkındalığa varmıştım bilmiyordum ama evinin salonunda iki kül tablası vardı ve ikisi de ağzına kadar doluydu.
Düzelteyim, evimiz. Yeni mobilyalarımız gelmişti, üstelik bu kez yatak örtümüz bembeyazdı.
Günler, beni ürküten bir sakinlikte ve hızda geçiyordu. Mutsuzken upuzun gelen saatler, hayatımın aşkının yanındayken saliseler gibi geçiyordu. Bakıldığında her şey güneşli bir günde akan nehir gibi sakindi ama sanki o nehrin altında uyanmayı bekleyen bir canavar vardı.
Böyle hissetmemi sağlayan Hazer'di.
Şimdi yanımda, yıldızlara bakarak uzanıyordu.
Evliliğimiz için hemen hemen her şey hazırdı, davetiyelerimizi yakın tanıdıklarımıza göndermiş, beraber yaşayacağımız evi hazırlamıştık. Düğünümüze birkaç gün kalmıştı ve her sabah, ona kavuşacağım günün heyecanıyla uyanıyordum. Sahaftan balayı için izin almış, Leo ve benim okul kayıtlarımızı yaptırmıştık. Leo önümüzdeki hafta birinci sınıfa, ben de düğünden iki hafta sonra üniversiteye, sosyal hizmetler okumaya başlayacaktım. Görünen o ya, kusursuza yakın bir ilerleyişin içindeydik.
Gazel... Üç aylık hamileydi. Açıkçası bunun şokunu henüz atlatamamıştık. Ben... Çok mutlu, duygu doluydum bu konuda. En yakın dostumun bir bebeği olacaktı, ilk duyduğumdan sonra birkaç kez ağlamıştım. Hazer hâlâ Behram'a sitem ediyor, Behram'sa bir çocuğunun olacağına inanamadığı için birisi ona nasılsın diye sorduğunda, evli ve çocukluyum, diyerek garip tepkiler veriyordu.
"Milaaa..." adımı uzatarak söylüyordu.
"Mi amor?"
"Üçüncü kişinin isminin harflerinden birisi M."
A, K, M.
Hafifçe gülümseyip gözlerimi yıldızlardan çektim ve ona çevirdim. Hazer'in evinin bahçesindeydik, temiz çimlerin üzerinde uzanıyorduk ve başımın altında kolu vardı. Leo içerideydi. Bahar gelmişti, geceler ağustos ayında olduğu kadar yakıcı değildi ama hâlâ sıcaktı. Parmağı kolumda aşağıya yukarıya gezinirken, "Buldum," dedim burnunun üzerindeki çillere bakarak. "Bu bir kız ismi. Kızımıza koyacağımızın ismin üzerinden beni tavlamaya çalışıyorsun, hiç utanma arlanma kalmamış sen de..."
Boğazından bir gülüş sesi çıktı ve yüzünü bana çevirdiğinde, gözlerimiz dakikalar sonra kavuştu. Bazen o kadar hızlı koşarsın ki, ayakların yere basmıyormuş gibi gelir. İşte Han'ın gözlerine bakınca bunu hissediyorum. Gülüşünü, bir parça bile kalmayıncaya kadar temizleyip, "Kuzey Işıklarını görmeye hazır mısın?" Diye sordu.
Nefesim o kadar hızlı kesildi ki, gırtlağım acıdı. "Hass..." elimi dudaklarıma kapattım. "Tanrım, ciddi misin!"
"Sen çok değiştin," dedi, az daha küfredecek olmama atıfta bulunarak.
Hazer'in verdiği tepkilerin aynısını vermeye, Hazerleşmeye başlamıştım.
Gözlerimi zar zor kırpıyordum, çünkü çoktan mutlulukla dolmuşlardı. "Balayı için... Sürprizin? Bunu sahiden yaptın mı? Bu kadar da mükemmel olamazsın!"
İltifatımdan utandı. “Kuzey ışıklarının en sık görüldüğü zaman 23 Eylülle 21 Mart tarihleri arasıymış. Evliliğimiz de 26 Eylül, ertesi günü oraya uçarız. Muhtemelen orada kalacağımız on gün içinde Kuzey Işıklarını görürüz."
Hazer, ben ve Kuzey ışıkları.
Elbet ben de biliyordum Kuzey Işıklarını o tarihler arasında görebileceğimizi ama Hazer'in bunu düşünüp ayarlaması... beni şaşırmıştı. Elimi uzatıp yanağının üzerine koydum. "O zaman," dedim büyük bir yutkunuştan sonra. "Seninle ilk gecemiz, ilk beraberliğimiz orada olsun, evliliğimizin ertesi günü, kuzey ışıklarının altında."
"Görebildiğim tek ışık sensin," dedi, gözlerimi yumarak.
"Kuzey Işıkları benim hayalimdi," dedim, merhamet ve sevgiyle yanağını okşayıp. "Neden hayallerimi hayalinmiş gibi sahiplenip gerçekleştiriyorsun?"
"Sen benim en büyük hayalimdin ve ben bir hayale kavuşmanın ne kadar mutluluk verici olduğunu öğrendiğimden, sana da bu mutluluğu yaşatmak istiyorum."
"Sen kesin beni nikâh masasında falan terk edeceksin, bu kadar mutlu etmen normal değil..."
Güldü.
"Şerefsiz miyim kızım ben?"
Kıkırdadım. "Şaka yapıyorum, alınma lütfen. Hadi, bana damatlığını göster."
“Olmaz.” Güldüğünü, dudaklarından çıkan o güzel sesten anladım. Saçlarımı okşarken parmakları kurdeleye değdi ve yavaşça saçlarımdan çözdü. "Gelin tacın hazır mı?"
Parmaklarım heyecan ve utançla tişörtünün yakasını tutarken, "Benim için diktiğin çiçeklerden bir taç yapacaktım ama koparmaya kıyamadım aşkım," dedim.
"Mila... Ben seni gelinlikle görürsem bayılabilirim. Gelinliği çıkarınca da bayılırım..."
"Merdivenlere dikkat et," dedim, beni görüp düştüğü günü anımsayarak. "Düşersin falan..."
"Yaa," dedi utanarak.
"Yaa."
Bir dakika kadar sustu. Sessizliği huzur veren tek insan Hazer Han'dı. "İyi ki o seçmelere katılmışsın," diye fısıldadı, üşümüyor olmama rağmen kollarımı okşamaya devam ederek. "Eğer o gün en iyi dans eden sen olmasaydın seni seçmezdim ama sanıyor musun ki senin peşini bırakırdım? Ben... ilk görüşte beğenmiştim seni, pointerini diktiğini gördüğümde. Sen kazanmasaydın da ben seni görmenin yollarını arar, seni kazanana kadar durmazdım."
Seni tavlamak için seçtim cümlesi kafamın içinde yankılandı.
Fakat hayır, doğru olanın az önce söyledikleri olduğunu biliyordum. Ben güzel dans ediyordum ve bu yüzden seçilmiştim, kötü dans ettiğimi de kabul edeceğimi sanmıyordum. "İlk tanıştığımızda ben senden biraz ürküyordum ama sen o zamanda bana iyi davranırdın, yine körkütük âşık olurdum sana."
Hazer'in dudaklarından kalbimi derin bir mutluluğa boğan o kelimeler döküldü. "Ben... sana nasıl kötü davranılır nasıl bilirim Mila? Düşünüyorum da ben sana sesimi bile nasıl yükseltebilirim? Benim, sana iyi ve şefkatli davranmaktan başka hangi seçeneğim olabilir? Melek gibisin sen, ben de yaraşır olmaya çalışıyorum."
Gülümsedim.
"Seni gördüğüm ilk gün... ellerine baktım, acaba yüzüğün var mı diye? Yoktu. Sana dair ilk mutlu olduğum an, o andı."
Diyorum ya, o duyguları öldüremez, onları en derininde hisseder.
Yıldızların altında yarım saat kadar daha oturduk. Bugün ay tam halindeydi ama önünden bulutlar tren gibi peşi sıra geçiyordu. Gözlerim acıyana kadar aya baktım ve sonra Hazer doğrulup beni de sırtına attığında, başımı sırtına yaslayıp onunla içeriye girdim.
Eve girdiğimizde beni bıraktı, ben de etrafıma bakınıp Leo'yu aradım. Hazer elimden tutup beni merdivenlere çekerken, Leo'nun televizyondaki çizgi filmdeki çocukla konuşmaya çalıştığını gördüm; eniştesinin bir kopyası olmaya başlamıştı.
"Dışarıya çıkma sakın ablacığım," diyerek onu salonda bıraktım ve Hazerle üst kata çıktım. Leo beni onaylayan birkaç şey söylerken, karanlıkta basamakları çıktım. Beni, yenilenmiş odamıza çıkarıyor olabilirdi. Bir adım arkasından onu takip ederken, başımı eğip ensesinin açıklığından öptüm. "Kot pantolon ve tişörtü sana daha çok yakıştırıyorum," diye itiraf ettim. "Ya da sık sık takım elbise giyindiğin için kot pantolon ve tişört giydiğinde daha farklı geliyorsun gözüme."
"Uğraşma işte Mila, mükemmelsin Hazer, de geç..."
Ensesinden, saçlarının altından bir tane daha öptüm.
Huylanıp kıkırdadı.
Koridor sonunda, artık yatak odamız olan odanın kapısının açtığında karanlık etrafı görmeme izin vermedi. Kapıyı arkamdan yavaşça örttüm ve onun beni çektiği yere memnuniyetle yürüdüm. Önce eğilip, değişen komodinin üzerindeki gece mavisi ışık yayan abajuru açtı ve bana dönüp oturmam için yatağın kenarına vurdu. Ona tatlı tatlı gülümseyip yatağın ucuna oturduğumda, komodini açtı ve içerisini karıştırıp geri kapattı. Gözlerini gözlerimden bir an ayırmadan gelip yanıma oturdu ve elini dizime koyup utangaç şekilde gülümsedi. "Kabul edersen eğer, sana bir şey aldım."
Ah.
Böyle utangaç davrandığına göre benim için pahalı bir hediye almış olduğunu düşünüyordum. Hevesini kırmamak için başımı sallayıp, "Görmeyi çok isterim," dedim.
Rahatlayıp elinin içinde tuttuğu küçük, beyaz kadife kutuyu dizimin üzerine bıraktı. Görür görmez anlaşılıyordu, bir yüzük kutusuydu. İyi de benim tektaşım, onun da zaten alyansı vardı; neden almıştı ki? Dizimi okşayıp heyecanlı şekilde, "Açsana," dediğinde kapağını kaldırıp yavaşça kutuyu açtım.
Evet, bir yüzüktü ama tektaş veya alyans değildi. Benzerini gördüğümü bile hatırlamadığım kadar özel bir yüzüktü. Gösterişli, aslında beyaz altın işlemeli, kelebek görünümlü bir yüzüktü. Onu kutusundan çıkarıp daha iyi görebilmek için havaya kaldırdığımda, Hazer mahcubiyetini belli eden bir ses tınısıyla konuştu. "Aslında... yapılmasını istediğimden daha büyük olmuş, daha küçük olacağını düşünmüştüm ama geldiğinde bunu da beğendim. Tabi, biraz ağır bir yüzük olduğundan hep takmanı bekleyemem ama takmak istediğin günler için saklarsın. Ben sana hep öyle diyorum ya hani, o yüzden böyle kelebek olsun istedim. Beğendin mi? Vallahi beğenmezsen üzülürüm!"
Zarif ama her gün takamayacağım kadar gösterişli olsa da üzerine emek verilmiş bir yüzük olduğu çok belliydi. Yalnızca, bana bir şeyler alma ihtiyacı hissetmesini istemezdim ama görünen o ki bana bir şeyler aldığında mutlu oluyordu. "Parmağıma olur mu dersin? Biraz tombul benim parmaklarım..."
Hediyesini kabul etmemden duyduğu o derin, göz yaşartıcı mutluluğu gözlerindeki gülüşte gördüm. Uzanıp elimi tuttu ve gözlerimin içine bakarak parmak boğumlarımdan öptü. "Parmakların... inceldi son zamanlarda."
"Son günlerdeki koşuşturmacadan olsa gerek, birkaç kilo verdim."
"Sen de heyecandan bir şey yiyemiyorsun değil mi?" Dedi, dudak hamleleri parmaklarıma çarpıyordu.
"Yoo, yiyorum," dedim.
Gülüştük ve Hazer’i odada bırakıp merdivenleri indim. Leo'yu televizyon karşısında bulduğumda, uzanıp yanaklarından öptüm. Eve gitsek iyi olurdu, yarın işlerimiz vardı. "Gidelim mi tatlım?"
Gözlerini televizyondan ayırmadan, "Yukarıda ne yaptınız?" Dedi, şüpheci bir tavırla.
"Öpüştük," diyen Hazer'in sesini duydum ve onun basamakları indiğini anladım. Leo'yla ben de şok oldum. Kardeşim başını hızla merdivenlere çevirip burnundan soludu. "Dudak dudağa mı? Yine mi! Ben Rüya'yı öpeyim mi diyorum, yok diyorsunuz ama siz hep dudak dudağa öpüşüyorsunuz!"
Sinirle yerinden kalktığında, başımı Hazer'e doğru çevirerek onaylamaz bakışlar attım. Biraz utandı ama bana göz kırpıp ıslık çaldı. Leo'nun peşine düştüm ve Hazer'i dövmek için merdivenleri çıkarken, yakalamaya çalıştım. Hazer'e yumruk savurdu. "Ablamı öpüp durma artık! Sürekli öpüyorsun, dudakları kopacak artık!"
Ne?
Hazer kahkahalarına engel olmadan uzanıp Leo'yu kucakladı ve onu yanaklarından öpüp basamakları indi. Leo'nun tepkisinin tatlılığına gülmek istiyordum ama doğrusunu ona anlatmam lazımdı. Portmantoya yürüyüp eşyalarımızı alırken, "Kıskanma la," dedi Han, Leo'yu arkamdan taşıyarak. "Manitam o benim, sevdiğim kadın, elbette öpeceğim! Sen de ileride öpersin manitanı, şimdi olmaz..."
"Tövbe tövbe," dedi Leo.
Durup Hazerle bakıştık.
"Behram'dan mı öğrendin?" Dedi Han, gülmemek için yanaklarını sıkıyordu.
Leo dudak büktü. "Hee."
"La sen çok tatlısın, biz senden bir tane yapsak mı?"
Hazer Leo'yu öpücüklere boğduğunda, kalbimin ikisini alabilecek kadar genişlediğini hissettim. Leo dayanmayıp gülmeye, onu çok sevdiğini Hazer'e söylemeye başladı.
"Ben de seni seviyorum," dedi Hazer.
Ayakkabılarımızı giydiğimizde Hazer de dışarıya çıkmıştı. Bizi bırakmak isteyecekti, bu konuda tartışmayı hep kapatırdı. İçimi çektim ve Leo bisikletine koşarken, ben de Hazer'in elinden tuttum. Geçen hafta Leo'ya dört tekerlekli bir bisiklet almıştık, bugünlerde hep onu sürüyordu. O bisikletine binip bahçe kapısından çıktığında, Kerem'i arabanın bagajında uğraşırken gördüm. Bahçe kapısını kapatıp onun yanından geçerken, "İyi geceler," diyerek el salladım. "Leyla'ya selam söyle."
Kafasını bagajdan çıkardı ve dönüp bize baktıktan sonra güldü. "Düğün üstü sürekli berabersiniz, uğursuzluk getirir derler. Biraz ayrılsanıza siz. Mesela sen Safir, düğüne kadar bir daha gelme."
Ciddi ciddi bunun olurunu düşünmeye başladığımda, "Yarın gelme," dedi Hazer Kerem'e, ciddi ciddi. Ben de Kerem de bir an duraksadık ve Hazer'e baktık. "Yeni şoförüm gelecek yarından sonra."
Ah, şu tehditleri... Ona azar dolu bir bakış atsam da hiç etkilenmeden ciddiyetini sürdürdü. Kerem önce bunun bir şaka olduğunu sanarak güldü ama Hazer'in yüzündeki ifade devam ettiği için gülüşü soldu. "Beni aldatamazsın!" Diye bağırdı bir anda. "Beni başka bir şoförle aldatamazsın! Beni beni, Kerem'i!"
"Ciddiyim ben, zaten sen her ay maaşa zam falan istiyorsun, daha fazla uğraşamam seninle..."
"Yok," dedi Kerem hemen, kafasını iki yana sallayarak. "Vallahi daha zam istemiyorum, hatta son zammı da kaldırabilirsin. Yeter ki... yerime başkasını alma!"
Hazer neredeyse yumuşuyordu ama son anda genzini temizleyip kafasını çaresizmiş gibi iki yana salladı. Kerem'in gözleri kocaman açılmış, gerçekten telaşlanmıştı. Ah kıyamazdım, resmen çocuğa işkence ediyordu. "Yok, hem yeni şoför daha genç, sen yaşlanmaya da başladın Kerem." Hazer üzülüyormuş gibi iç çekti. "Dikiz aynalarını karıştırıyorsun."
Kerem gözlerini kırpıştırıp bir bana bir de Han'a baktıktan sonra onun şaka yapmadığını düşünmüş olmalı ki yutkundu ve dudakları büküldü. Dirseğimi Hazer'e vurdum ve buna son vermesi için gözlerimle konuştum. Dudağının kenarını kıvırdı ve tam ağzını açıp şaka yaptığını söylüyordu ki, "Sen beni kovamazsın," dedi Kerem aniden. Elindeki araba anahtarını arabanın bagajına fırlatıp sinirle bağırdı. "Ben istifa ediyorum!"
Ne?
Kerem'in kalbinin kırıldığını düşündüm ve o arkasını dönerken, Hazer de ben de tek kelime edemedik. Havalı şekilde ceketini alıp omzuna astı ve siz zaten bana layık değilsiniz, diyerek süratle yürümeye başladı. Yalnızca birkaç dakika içinde olanlara inanamayarak gözlerimi kırpıştırırken, Kerem söylenerek sokağı yürüdü. Hazer şaşkınca bir şeyler gevelerken, "Umarım Beşiktaş küme düşer," dedi Kerem ve sonra sokağın köşesinden dönüp gözden kayboldu.
"Terk edildim," dedi Hazer, çaresiz bir sesle.
Ağzımı açıp kapatmaktan başka şey yapamadım.
Leo önümüzden bisikletini sürüyor, ara ara bize dönüp el sallıyordu. O da küçüktü, bisikleti gibi. Bisikletinin arka sepetine bir de kırmızı balon bağlamıştı, hafifçe uçuşuyordu. Ben geçirememiştim ama Leo'nun mutlu bir çocukluk geçirmesi için elimden geleni yapacağıma söz vermiştim.
"Kerem gerçekten istifa mı etti şimdi?" Dedim, evimin sokağına girdiğimizde.
Hazer ensesini kaşıdı. "Yok, bence bu kez üstüne gittim. Alındı, o yüzden patladı bir anda."
Başımı salladım. "Evet, gücendirdin çocuğu."
"Sadece..." başını önüne eğdi. "Şakalaşmak istemiştim."
Elbette öyle istemişti ama belli ki Kerem'in alınacağı tutmuştu. Bir adım öne geçerek Hazer'e döndüm ve geri geri yürürken, hissettiği suçluluktan onu kurtarmaya çalıştım. "Kerem seni çok seviyor, asla da ayrılmak istemez.”
"Hep kovacağım diye şaka yapmama alındı belki, sonuçta adamı ekmeğiyle tehdit ettim..."
"Aşkım, hayır," diyerek yüzünü tuttum ve yüzünü tutmamla beraber büzüşen dudaklarına içim giderek gülümsedim. "Ne sen Kerem'i kovarsın ne de o istifa eder, yarın barışırsınız."
Başını salladı ama bir an sonra gözleri kocaman açıldı. "Ya başkasının şoförü olursa?"
"Senden başka kim maaş konusunda bu kadar cömert olur ki Kerem başkasının şoförü olsun hayatım."
"Doğru," dedi, dudakları büzüldüğü için konuşurken tam anlaşılmıyordu. "İsterse ben onun maaşını üç katına bile çıkarırım. Tabi bunu bilmesin, şimdi ister falan..."
"Çok tatlısın."
"Gracias."
"Ben gracias."
"Abla?"
Leo'nun sesini duyduğumda Hazer'in öpücüğünden hızlıca kaçtım ve kardeşime döndüğümde, bana el salladığını gördüm. "Bak abla, şimdi ellerimi kaldıracağım, bisiklet kendisi gidecek."
Düşmesinden endişe edip ona doğru yaklaştım ve Leo ellerini bırakıp kendi başına ilerleyen bisiklette kahkahalar atarken, Hazer'in de aramızdaki mesafeyi açarak sigara yaktığını gördüm.
"Leo düşeceksin, tut artık bisikleti."
"Keşke Mustafa da olsaydı, onu arkama atardım."
Gülümsedim, küçücük sepete Mustafa'yı atma hayali çok tatlıydı aslında.
Evin bahçe kapısını açarken, Han da sigarasını bitirmiş, bize yetişmişti. Leo'nun bisikletinden inmesine yardımcı olduğum sırada, Hazer de ellerini ceplerine koymuş, bize bakıyordu. Eve kadar sessizce, az konuşarak yürüdük. Bizi eve bırakıp beni öperek uzaklaştığında, bunların evli olmadan geçirdiğimiz son günler olduğunu fark ederek arkasından onu gülümseyerek izledim.
✨
Ertesi gün akşam Hazer, beni nereye olduğunu söylemediği bir yere götürüyordu.
Yol boyunca sessizliğimi korumuştuk. Israr etsem de nereye gittiğimizi söylememişti. Elim elinin içinde, bacaklarının arasında terlemişti ama avuç içini okşamayı seviyordum. Tenine izler bırakıp kanından içeriye karışmayı, elinin içine her baktığında dokunuşlarımı hatırlama ihtimalini seviyordum.
Onun için bir ihtimal değil, kesinliktim.
Araba daha karanlık sokaklara girdiğinde arabanın ışığını yakma ihtiyacı hissettim. Hazer'in yanımda olması, ağır soluk alışverişleri huzur verse de karanlık bunaltıcıydı. Ben lambayı yaktıktan birkaç dakika sonra araba yavaşladığında, etraftaki sokak lambaları nereye geldiğimizi anlamama yardımcı olmuştu.
Babamın mezarlığına gelmiştik.
Dudaklarım aşağıya doğru büküldü ve hissettiğim neşe toza dumana karışıp kayboldu. En son on gün önce kadar Leo ile gelmiştik, zaten ayda birkaç kez mutlaka gelir, mezarını temizlerdim. Hazer'in neden gelmek istediğini anlamamıştım ama babamı elbette özlediğim için memnuniyetle arabadan indim.
Hazer duygulandığımı farkına varıp, "Şşt," dedi ve arabanın etrafını dolandı. "Gel balerinim."
Onun omzunun altına girip kollarımı etrafına sardığımda Hazer sırtımı sıvazlayarak mezarlığın girişine yürüdü. Karanlıkta burası daha ürkütücü, gerçekti. Hayatın diğer gerçekliğinde yürüyor gibi hissediyordum. Yalnız olsaydım çok korkardım. Babamın mezarını seçebiliyordum, çok yürümemize gerek kalmamıştı.
Mezarın başına geldiğimizde Hazer mermerin kenarına oturarak beni de dizinin kenarına oturttu. Yüzümü iki yandan kaplayan saçlarımı hafifçe kenara çekip mezar taşına baktım. Çok kirli değildi ama tozluydu. Başımı Hazer'e çevirip, "Selpağın var mı?" Diye sordum.
Beni dizinde dengeleyip kot pantolonunun cebinden sürekli yanında taşıdığı mendillerden birini çıkardı. "Al."
"Yıkayacağım," diyerek aldım ve katlarını açıp beyaz mendille mezar taşındaki tozu sildim. Evet, şimdi daha iyi görünüyordu. Mendili katlayıp kenara koyduktan sonra mezar taşında yazan ismine uzun uzun baktım.
Adnan Safkan.
"Baban anneni nerede görüp âşık olmuş?" Diye sordu, kollarını etrafıma sımsıkı dolayıp.
"İspanya da," dedim az buçuk hatırladığım kadarıyla. "Babam ailesiyle hiç anlaşamazmış, tek çocuk olduğu için ailesi üzerine çok düşer, babamı adeta boğarmış. Babam da üniversite okurken bir cahillik yapıp ailesini bırakmış, birkaç arkadaşıyla yurt dışına çıkmışlar ve İspanya da annemle tanışma fırsatı yakalamışlar. Annem... O zaman da... aynı işi yapıyordu ama babamla Türkiye'ye dönmeyi kabul etmiş. Annemin ailesini hiç tanımıyorum, zaten babamın ailesi yıllar önce vefat etmiş." Yavaşça nefes alıp verdim. "Annemle babam evlenmiş ama annemin istediği hayatla babamın verdiği hayat uyuşmayınca... felakete sürüklenmişler."
Ellerimi bulup üstünü naif şekilde okşadı. "Sen annen, ben de babam konusunda çok şanssızız."
"Babam beni çok severdi," dedim ama sonra bu duyguyu paylaşmamın onu incitip incitmeyeceğinden emin olamadım. Kendi babasıyla sürekli çatışmalar yaşayan, sevgisizlikten şikâyet eden bir adama bundan bahsetmek üzücü sonuçlar doğurabilirdi. Devam etmekten vazgeçip sustuğumda, "Ben de işte bu yüzden, evliliğimiz için babandan da izin alırız diye buraya gelmek istedim," dedi.
Az önce bunu zaten anlamıştım, bu kadar ince düşünmesi şaşılacak şey değildi. "Beni babamdan mı isteyeceksin?"
"Evet, Behram ve Kerem kadar uğraştırmayacağını ümit ediyorum."
"Bilemem, beni en çok seven insan babamdır."
"Sen öyle san."
Görünmez yapar ayı ve yıldızı, onun aşkının alevleri.
"Hayatımın son gününe kadar kızını seveceğime, aldığım her nefeste onu mutlu etmek için çaba göstereceğime söz veriyorum." Hazer'in kendinden emin sesini duyduğumda, babamın da bir yerlerden onu duymasını, benim kadar mutlu olmasını diledim. Onun da Hazer'i sevmesini istedim, oğluymuşçasına. "Safir'i hep sarıp sarmalayacağım, her eksiğini kapatacağım, ona hep iyi ve merhametli davranacağım. Tüm samimiyetim ve içtenliğimle yemin ederim ki, mevsim ne olursa olsun Mila'ya hep yaz gibi sıcak hissettireceğim."
Bu sözlerin benzerini ondan çok kez duymuştum ama hâlâ ilk kez duyuyormuş gibi etkileniyordum. Cümleler bazen çok değersiz, bir çırpıda silinen, yok sayılan şeyler olurken, bazı zamanlar kılıçtan keskin olabiliyordu. Babamın ne yazık ki Hazer'e vereceği bir karşılığı yoktu ama Hazer rızasını almış gibi hissediyordu. "Ben de hep seni seveceğime, aynı samimiyet ve içtenlikle kucaklayacağıma yemin ederim." Kıvrılan dudaklarımı şakağına bastırdım. "Ha, bir de her Beşiktaş maçı olduğunda kumandayı sana bırakacağıma söz veriyorum."
Hazer kahkaha atacaktı ama sanırım mezarlıkta olduğumuz için kendini tuttu.
"Teşekkür ederim, bu fedakarlığını nasıl karşılarım bilmiyorum..."
Omzumu silktim. "Bakarız."
"Sana bir bakarım..."
Karanlıkta da gülümsüyorsam, onun sayesinde.
Bir süre daha orada oturduktan sonra dua edip ayrıldık ve arabamızdaki koltuklarımıza yerleştik. Geçmişe saplanıp kalmayı seven birisi değildim, birisi beni üzdüyse, geleceğimi daha parlak yaparak geçmişten intikam alırdım. Hiçbir zaman umutsuz olmamıştım, hayatın bir yerinde hep neşe aramıştım ama işte bazı zamanlar geçmişi anımsadığımda birkaç saat duygusallaşıyordum.
Arabaya yerleştiğimizde Hazer direksiyonu arkadaşlarımızın evine kırdı. Yol üzerinde benden Kerem'i aramamı istedi, çünkü kendi telefonlarına çıkmıyordu. Aradım ama telefona Kerem değil, Leyla çıktı. Kerem Hazer'in nikâh şahidi olacaktı ama küstüğü için gelmezse imam nikahını kıyamayabilirdik. Leyla her şeyden haberdar olarak Kerem'i getireceğini söyledi ve telefonu kapattı.
"Gelecek mi?" Diye sordu Hazer, umutlu gözlerle bana bakarken.
"Leyla ikna edebileceğini söyledi."
"Umarım," dedi, başını üzüntüyle önüne eğerken.
Dudaklarımı ısırıp yolun devamında sessiz kaldım. Kerem işi biraz uzatıyordu, sanırım naz yapıyordu. Kötü bir şey düşünmeme gerek yoktu, onlar zaten hep atışırdı. Sokaklar boş olduğu için tahmin ettiğimden daha kısa sürede eve vardık. Biz gelene kadar Keremle Leyla da gelmişti, araba kapının önündeydi. Hazer geldiklerini görünce rahat bir nefes verip güldü. "Bana geri döneceğini biliyordum."
Hazer beni hem Behramla hem Keremle aldatıyor olabilirdi.
Kendi iç sesime gülerken, Hazer'in yanında yürüyüp bahçe kapısından geçtik. Tamam, bu resmi nikah değildi ama bu geceden itibaren evli olacaktık. Yarından sonraki gün de evliliğimiz resmileşecekti zaten. Ama ilk evetlerimizi bugün söyleyecektik, resmen karı koca olacaktık.
"Bu kapıdan çıkarken evli olacağız," dedi Hazer, kapıyı çalmadan önce.
"Demek kaçmak için hâlâ vaktim var."
Bir an duraksadı, amber gözlerin içinde karanlığın izleri vardı. "Tamam, bu komikti."
"Yes be!" Diyerek havaya yumruk savurduğumda gülüp kapıya döndü.
Aynı esnada kapı açıldı ve Gazel'in yüzü bakış açımıza girdi. Bizi içeriye buyur ettiğinde ayakkabılarımızı çıkarıp girdik. İçeriden konuşma sesleri geliyordu, Hazer elimden tutup Gazel'in ardından içeriye yöneldiğinde, gözlerim Leo'yu aradı. Bugün gelinlikçiye de uğradığımız için Leo’yu onlara bırakmıştık. Behram'ın dizinde oturuyor, onun anlattığı şeyi dikkatle dinliyordu. Gözlerim salonu taradı, Keremle Leyla yan yana oturuyorlardı ve Kerem, Hazer içeriye girer girmez çenesini havaya kaldırıp başka yere dönmüştü.
"Hoş geldiniz," dedi Hazer, doğrudan ona bakarak. Sesinde mahcubiyet vardı. Diğerleri de onlara bakarken, "Eski patronum da buradaymış," dedi Kerem.
Diğerleri sessizliği korurken, Hazer yüzünü biraz daha astı. "Neden eski diyorsun, alınıyorum..."
"İşte öyle," dedi Kerem, Hazer'i hiç duymamış gibi yaparak. Behram'a dönerek gayet ciddi şekilde konuştu. "Yeni iş teklifleri gelmeye başladı, sonuçta sahaların aranan şoförüyüm. Benim eski patron çok hırlayıp miyavlıyordu, hayvansal benzerlikler göstermeye başlamıştı, normal insan olan bir patron arıyorum..."
Diğerleri gülüşlerini dudaklarının altına saklarken Hazer, Kerem dahil olmak üzere hepsine kötü kötü bakarak bana döndü ve bir çocuk gibi sızlandı. "Şunlara bir şey de ya!"
"Miyav," dedi Kerem. "Ay, bu da patrondan bulaştı işte."
Alt dudağımı ısırıp Hazer'in kızaran, gücenmiş yüzüne bakarken, "Şakalaşıyor," dedim, yumuşatmak için.
"Daha doğmamış çocuğumun da psikolojisi bozulacak," dedi o sırada Behram. "Ben bunlara o kadar okuyup üflüyorum, nereye gidiyor anlamıyorum ki."
"Enişte, ben senin şoförün olurum," dedi Leo, masum yüzünü bize kaldırarak. "Bisiklet sürüyorsam araba da sürerim. Sonuçta araba da dört tekerlekli bisiklette."
"Hayata senin pencerenden baksaydık her şey daha kolay olurdu," dedi Gazel, Leo'nun saçlarını okşayarak.
Hazer'in elini sıkıp kendimle beraber diğer oturma koltuğuna çektiğimde, gözlerini Kerem'den ayırmadan peşi sıra geldi ve yanıma yerleşti. Hepsi çay içiyordu, Gazel'in önünde de süt vardı. Hazer dirseğini koltuğun kenarına dayayıp ona hiç pas vermeyen Kerem'e üzgün gözlerle bakarken, "Size de çay getireyim," deyip kalkmaya yeltendi Gazel.
Behram, "Ben getiririm, sen otur," derken ben de kendi çaylarımızı alabileceğimizi söyleyerek Hazer'in yanından kalktım. Hazer bir an, alışkanlık ettiği için az kalsın uzanıp kalçama vuruyordu ama yalnız olmadığımızı erkenden fark edip kalkmaya yeltenen elini hemen indirdi.
Çaylarımızı doldurup döndüğümde salonda hâlâ bir sessizlik olduğunu fark ettim. Leyla Kerem'e bir şeyler fısıldıyor, Hazer de çaresiz şekilde Kerem'in kendisine dönmesini bekliyordu. Çayımı içerken güldürmek için Hazer'e birkaç şey dedim ama pek gülmedi. Behram az sonra genzini temizleyip bize döndü. "Neyi bekliyoruz?"
"Çayını bitirmeni," dedi Hazer, ona dik dik bakarak. "Kıyacaksan kıy nikâhı, karımı alıp gideyim."
"Niye sinirini benden çıkarıyorsun ya," dedi Behram, gözlerini arkaya doğru devirerek.
"Karım yap lan Mila'yı!"
Hazer bağırarak yerinden kalktığında, Kerem bile çaktırmadan güldü ve diğerleri de buna eşlik etti. Behram ona ayıplayan gözlerle bakıp ağzındaki tövbesiyle ayağa kalktı ve odadan çıkarken abdest almamızı söyledi. O kadar heyecanlandım ki, bir süre oturduğum yerden kalkamadım. Diğerleri de heyecanla bize bakmaya başladığında, Gazel gelip elimden tuttu ve bana yardımcı oldu.
Az sonra ben de Hazer de salona geri döndüğümüzde, Keremle Gazel de nikâh şahidimiz olmak için yerlerine oturmuşlardı. Behram oturduğu yerden bize sırıtıyordu, çünkü Han da ben de heyecandan kıpkırmızı olmuştuk. Hayatımın aşkıyla evleniyordum, artık aramızdaki bağı resmiyete döküyorduk. Eş, hayat arkadaşı olacaktık. Kalplerimize birbirimizin eşi olduğumuzu ilan etmiştik ama bunu prosedürlerle onaylamak çok heyecan vericiydi.
Hazer kızarık yanakları, bir alev çemberinin içinde gibi duran amber gözleriyle uzanıp elimden kibarca tuttu ve benimle Behram'ın karşısına oturdu.
Diğerleri de sessizliğe bürünüp bu mutlu anımıza şahitlik etmek için etrafımızı sardılar. Utandım ama o kadar mutlu oldum ki, bu utancı sığdıracak yer kalmadı kalbimde; mutluluk her yeri kaplamıştı. Ellerim titriyordu, onları ne yapacağımı bilemiyordum Hazer'e uzatmaktan başka. Hazer de benden farksız değildi, zaten bizim paylaştığımız duyguları bir teraziye koysak, birimizinki diğerinden ağır gelmezdi.
Behram bize sorması gereken soruları sorduğunda, biz de vermemiz gereken cevapları verdik ve böylelikle nikahımız tahmin ettiğimden kısa sürede kıyılmış oldu. Her şeyi onaylamıştım, sesimin titreyişini boğazımda bile hissetmiştim. Diğerleri bizi tebrik ederken gözüm bir tek Han'ı görüyordu. Sonsuz aşkım, artık kocamdı. Evliydik, duygularımıza duyduğumuz saygıyı resmiyete dökmüştük. Kader cesurlara gülermiş, aşk da korkaklara.
Sevgi ölmez, sen ve ben katil olmak istemezsek.
Behram, "Şimdi öpüşüyor musunuz bakışıyor musunuz ne yapıyorsanız yapın," diyerek yerinden doğrulduğunda, Hazer başını bana çevirdi ve dizlerimin üzerindeki ellerimden tutup yüzüme yaklaştı. Başıma örttüğüm siyah şal aşağıya doğru kayarken, elinin içiyle yanağımı kaplayıp titreyen dudaklarını ilk kez kocam olarak alnıma bastırdı. "Seni çok seviyorum karım."
"Namusumsun artık," dedim, küçük bir gülümsemeyle.
"Ağağağağağ."
Kerem, Hazer'e küs olduğunu unutup güldü.
Hepimizin başı ona döndüğünde bakışlarını kaçırıp gülüşünü kesti ve yüzünü asmaya devam etti. Diğerleri de gülerken, Hazer elimden tutup kalkmama yardımcı oldu. Kendim de kalkabilirdim ama Hazer hep kibar, centilmen birisiydi. Doğal bir zarafeti vardı, hiçbir şeyi zorlama değildi. Ona gülümseyip koltuğa, yanına oturduğumda, o da güzel bir gülümsemeyle saçlarımı okşadı. "Arkana yastık koyayım mı karıcığım, rahat mısın böyle?"
"Rahatım."
"Öğk," dedi Behram, bize gıcıklık olması için.
Hazer de ben de bunu umursamadık, gözlerimizin içine dalıp her şeyi bu aşk çemberinin dışında bıraktık. Ben geceleri yorganı başıma çekmeden uyuyamazdım ama artık tavana bakıp hayaller kuruyordum. O beni yorganın altından çıkarmış, yastığımı düzeltmiş, uykularımı bölen kâbusları yakalamıştı. Artık kafamı hiçbir yere sokmak istemiyordum, onun göğsünden başka.
Küçücüktün kalbim, acın büyükken. Ama sen âşık olacağımızı belki de biliyordun, bu yüzden hep umut diyordun, umut...
O gece birlikte uyurken bana hiç aklımdan çıkmayacak bir şeyi söyledi. Bana dedi ki; sen güneşsin ve ben sonsuza kadar gece yarısı güneşi altındayım.
✨
Ama güneş, sonsuza kadar seninle mi?
Kaderinizi kimsenin eline bırakmayın, kederiniz olur. Aşkın ellerine bile düşmemeli insanın kaderi, kimsenin merhametine kalmamalı. Aşk çok güzel şey, sevmek bulutlarda yürümek gibi bir şey ama aşk kaderin ellerine düştü mü, ölüm gibi bir şey.
Kaderimi kimsenin ellerine bırakmayı istemezdim, hep kendi başıma ayakta durmayı yeğlerdim, bunun daha güvenli olacağını düşünürdüm. Ama artık kaderimi biriyle paylaşıyordum, yarından sonra hayatımı da paylaşacaktım.
26 Eylül 2020,
Cumartesi.
Evimdeki son eksiklere bakıyordum. Eşyaların hepsi Hazer'in evine taşınmıştı, beyaz eşyaları da alt kata koymuştuk. Aylar önce ellerimle, hevesle kurduğum bu evi şimdi dağıtıyordum. Biraz buruk hissediyordum, çünkü kendi ayaklarım üzerinde durma hissini sevmiştim. Ama olsun, Hazerle birlikte olunca da kendi ayaklarımın üzerinde duracaktım. Kerem bahçedeydi, onu arayıp çağırmıştım, Hazer'se diğer evde, son eksiklere bakıyordu. Hemen hemen her şey tamamdı, yarına kavuşmak Hazer'e kavuşmaktı.
Kerem'e seslendim. "Canım, saksıları almama yardım eder misin?"
"Yettim Safir!"
Kerem diğer odadan yanıma geldi ve benimle eğilip iki saksıyı aldı. Diğer iki saksıyı ben aldım ve doğrulurken ona gülümsedim. Benimle küsmemişti ama Han'a hâlâ tripliydi. Dışarıya çıkıp sokak kapısını kilitlerken, "Hazer'e sitem etme artık," dedim, rica eder bir ses tonuyla. "Çok üzülüyor vallahi!”
Çenesini havaya dikti. "Beni hep kovmakla tehdit ediyor, benim de bir gururum var!"
"Şaka yaptığını biliyorsun kanka..."
"Evet ama trip atmak istiyorum!"
Yüzümü astım ve Leo'ya seslendim. "Ablacığım, gidiyoruz."
"Geldim la..."
Koşarak yanımda bitti.
Anahtarı cebime atıp Kerem ve onunla arabaya yürüdüm. Kerem'in gıcıklığı tutmuştu, süründürüyordu sevgilimi. Arabaya binerken bu tavrı yüzünden ona çok kızdım ama içinde lütfen geçen bir kızgınlık cümlemi ciddiye alamadığını söyleyip güldü.
Hıh!
Arabayı evin önünde durduğunda gitmemesi için onu tutup eve sürükledim. Sızlandı ama içeriye girmek, Hazer'i görmek için onun da gönlü vardı. Bahçe kapısı açıktı, genelde kapalı olurdu. Atölye kapısının da açık olduğunu görüp Keremle birlikte oraya yaklaştığımızda Bahar annenin sesini duydum. Hazer'in karşısındaydı, hararetle konuşuyor, Hazer'se ellerini beline dayamış, annesini dinliyordu. Ciddi bir konuşma içerisinde olduklarını gözlemlediğim için bölüp bölmemekte kararsız kalırken, "Bir şey olmuş," dediğini duydum annemin. "Baban benden öyle kolayca boşanmazdı yavrum. Dün getirip boşanma celbini koydu önüme, inanamadım. Hazer'e dua et dedi, sen... nasıl ikna ettin babanı?"
"Anne, yüzüncü kez aynı soruyu soruyorsun," dedi Hazer ona. Keremle bakıştık. "Konuştuk, ikna ettim. Tek celsede bitecek." Annesinin yüzünü avuçlarının arasına alıp gülümsedi. "Mutlu olacaksın, gayrısını düşünme."
Bahar Teyzenin özgür kalmasına, boşanacak olmasına sevinmiştim ama Cüneyt'in ikna olması beni de şaşırtmıştı. Kulak misafiri olmaktan rahatsız olarak atölyeye yürümeye devam ettiğimde, "Baban senden bir şey mi istedi?" Dedi Bahar annem, şüpheciydi. "Benim mutluluğum senin mutsuzluğuna sebep olacaksa, ben mutlu olmasam da olur oğlum."
"Anne, nereden çıkarıyorsun bunları?" Derken annesinden tekrar uzaklaştı ve aynı esnada attığım adımla beraber her ikisi de bize döndü. Elimdeki saksıları göğsüme bastırıp her ikisine de tebessüm ettiğimde Bahar annem yüzündeki şüpheleri, güzel bir gülümsemeyle süpürüp el salladı. "Hoş geldiniz kızım."
"Sen de hoş geldin anneciğim," derken dönüp saksıları Kerem'e verdim. Bana göz kırptı ve Hazer'e tripli bir bakış atıp eve ilerledi. Önüme dönüp üzerimi düzelttim ve atölyeye yürüdüm. Hazer de tamamen bana dönmüş, ellerini kotunun cebine koymuştu. Bugün daha mı bir yakışıklıydı, beyaz ona çok yakışıyordu. Saçlarını dağınık bırakmış, sakallarını kesmişti. İçeriye girip önce annemin elinden öptüm ve sarıldıktan sonra erkek arkadaşıma yaklaştım. Hazer kolunu belime dayayıp yanağımdan yumuşakça öperken, "Çok hoş geldin hayatım," dedi.
"Çok hoş buldum."
Ben de kolumu ona sarıp anneme döndüğümde, çantasını almak için tezgâha ilerledi. Gidiyordu sanırım, iyi ki onu yakalayıp görmüştüm. Hazer'in gözlerini üzerimde hissederken, "Gidiyor musun anneciğim?" Diye sordum.
"Gideyim," dedi, çantasını dirseğine asarak. Yanımıza yaklaşıp her ikimizin de kollarını sıvazladı. "Yarın erkenden düğün yerine geçelim, kıyafetleriniz orada, hazırlanın."
"Sen gelip yorulma anne, düğün vaktinde gelirsin," dedi Hazer, ben de ona katılıyordum.
"Yarın benim en mutlu günlerimden birisi, yorulur muyum hiç?"
Bizimle vedalaştıktan sonra çağırdığı taksiye bindi. Ona kapıya kadar eşlik edip tekrardan atölyeye girdiğimizde Hazer fırsatını kaybetmeden, hiç yapmıyormuş gibi sakince belimdeki elini kalçama doğru kaydırdı. Okşayarak sıktı. Etkilendim ve bacaklarım titredi. Gülerek elini ittim ve geçip tezgâha oturdum. Yanaklarını şişirerek tezgâhın önündeki koltuğuna yerleşti ve bacaklarımın arasına girerek bana göz kırptı. "Naber?"
"Çok heyecanlıyım," dedim, yarından ötürü.
"Ben de," derken gözlerinin içi gülüyordu.
"Ben zaten sende," dedim kırışan göz kenarlarını okşayarak.
Yanağını dizime yaslayıp aşağıdan bana bakarken gözlerimi sulandıracak kadar masum ve iyi duruyordu. "Pazar sabahı saat sekizde uçuyoruz, Leo'yu anneme mi bırakmak istersin Gazel'e mi?"
"Mustafa Kemalle vakit geçirmek için sabırsızlanıyor," dedim, onun omzunun üzerinden bahçeye, Leo'ya bakarak.
"Mustafa Leo'yu dövüyor arada, hırçınlaşıp kontrolden çıkabiliyor, anlaşmak zor olabiliyor. Umarım sorun olmaz."
"Sevgi üstesinden gelir," dedim.
Saçlarını okşayıp atölyeye baktım, burası iyi güneş alıyordu ve bana iyi hissettiriyordu. Tezgâhın üzerinde kil, taş parçaları, irili ufaklı heykeller vardı. Bir ara, bir yıl kadar eğitimini aldığını söylemişti, bu yüzden iyi yapıyordu heykelleri. Okulunu da okumayı isterdi ama... babasını memnun edebilmek için okumamıştı.
Ailemizin gözüme girmeye çalışıyoruz, onların gözü bizleri görmemeye yeminliyken.
"Bana hâlâ heykelimi göstermedin?"
Sandalyeden kalkıp arkasını bana döndüğünde saçlarımı parmağıma kıvırarak kalçasından düşecek gibi duran pantolonuna baktım. Tişörtü katlandığı için belinin bir kısmı açılmıştı, güneş ışınları üzerine düşüyordu. Heykellerini koyduğu kilitli rafı açtı, bu önlemi Gazel heykellerini kırdıktan sonra almıştı. Dolabın içinden, üzeri yeşil, saten bir kumaşla örtülü heykeli çıkardığında sabırsızca gülümsedim.
"Sana layık değil ama..." diyerek yanıma yürüdü.
"O ne demek öyle..."
Tekrardan sandalyesini çekip otururken, heykeli kenara bıraktı. El çırpıp hevesle uzandım ve üzerindeki yeşil, saten örtüyü kaldırdım. Daha önce defalarca kez ne yapmış olabileceğini düşünmüştüm ama bu... hayal ettiklerimin ötesindeydi. O gerçekten sanatkâr birisiydi. Bu iri değil, minyatür, zarif bir heykeldi. Bir çift iri avucun içinde, kanatlarıyla birlikte uzanan bir kadın heykeliydi. Avuçlar onun avuçlarıydı, kanatlara ve o kırgın bakışlara sahip kadın da bendim. Elleriyle beni sarıp sarmalamış görünüyordu. Yüzümü, vücudumu, dalgalı saçlarımı, dudaklarımı, gözlerimi... Çok becerikli yapmıştı, her bir çizgi, kıvrım harika görünüyordu. Avuçlarının içinde, kanatlarıyla birlikte uzanan ben... Gülümseyip çekingen şekilde elimi dokundurduğumda, "Kuruyalı çok oluyor, dokunabilirsin," dedi utangaç sesle.
"Kıyamam ki dokunmaya," dedim, kelimeler yüreğime sarılıp dökülmüşçesine sıcaktı.
"Beğendin mi?" Dedi hevesle. "Başta seni yalnızca kanatlarınla yapmak istiyordum, sonra ellerime baktım... Seni hep tutmak istediğim ellerime, sana hep dokunmak isteyen ellerime... Bir anda aklıma geliverdi, o kanatlarınla avuçlarımda uzanman... Beğendin mi? Umarım beğenmişsindir.”
Çok beğenmiştim, aslında ben de yalnızca heykelimi yapacağını düşünüyordum ama o kendi ince düşünceleriyle harmanlamıştı. Çok şık, güzeldi. Elime alıp daha yakından bakmak istiyordum ama kırılacakmış gibi geliyordu. "Çok beğendim.”
Bu adamın hediyeleri de sürprizleri de bitmiyordu. Ben de ona sürekli sürprizler yapıp mutlu etmek istiyordum, çünkü dünyadaki tüm iyilikleri hak ediyordu.
"Abla, sümüklü böcek var burada!"
Leo'nun sesini duyduğumda Hazerle birlikte başımızı bahçeye çevirdik. Leo yere eğilmiş, bir çubukla toprağı kazıyordu. Bahçe temizleniyordu ama elbette bu tür şeylerin olması normaldi. Hazer erkeksi şekilde kıkırdarken, omuzlarından iterek tezgâhtan kalktım. Gitmemem için bacağını kaldırıp ayağını tezgâhın kenarına dayadı. Burnumu kırıştırıp ona kötü kötü baktım ve elimle bacağını itmeye çalıştım. "Kızıyorum Hazer."
Ayağını tezgâha daha sert dayayıp ellerini ensesinde kavuştururken, dilini alt dudağına vurup güldü. "Kızgınken çok ateşli oluyorsun, hep kızsana bana."
Ellerimi belime dayayıp tek kaşımı kaldırdım ve yüzümü ona çevirdim.
Sırıtışı kayboldu ve ayağını indirip gülümsemeye çalıştı. "Şaka yaptım, şaka."
"Ayağını denk al."
Tatlı tatlı gülümseyip yanından ayrıldığımda Leo'nun elindeki sümüklü böcekle bana koştuğunu gördüm. Üzerime atacaktı, ona kızarak kaçmaya başladığımda arkamdan kahkaha attı. "Gel buraya abla, yiyeceğiz seni..."
"Leo, ölecek hayvancağız." Kaçmaya devam ettim. "Bırak kenara."
"Seni yiyeceğiz..." Leo, elinde sümüklü böcekle peşimde koşarken, Hazer atölyeden fırladı ve onu tuttuğu gibi havaya kaldırdı. Ben gülüp onlara dönerken, Leo da bağırıp elindeki sümüklü böceği Han'ın suratına fırlattı. Yüzümü buruşturup kahkaha attım. Hazer Leo'yu kucağından atıp eliyle yüzünde sümüklü böceği ararken Leo da kahkahalarla vuruyordu. "Enişte, araya girmeseydin böceği ablama verecektim, kendin kaşındın..."
Yanına koşarken, "Mila'ya gelecek olan bana gelsin," dedi Hazer, dramatik şekilde.
Hazer'in elinden tuttum ve Leo'yu bahçede bırakıp eve doğru götürdüm. Onu banyoya çıkarıp yüzünü yıkarken söylenip durdu, her yeri sümük olmuş, öyle dedi. Kıkırdayıp suratına su çarptım. Beni banyoda kovalamaya çalışırken poposunun üzerine düştü ve bir süre yerden kalkmadı. Islanınca gerçekten baştan çıkarıcı göründü. Oradayken karnım ağrıyana kadar güldüm. Hayatımın ileri bir zamanında bu günleri, hayatımın aşk ve mutluluk dolu günleri olacak hatırlayacaktım.
"Gül sen... Düğünden sonra ben de çok güleceğim."
✨
26 EYLÜL.
16.00 SAATLERİ.
Kendimi bu gelinliğin içinde, dünyanın en mutlu insanı gibi hissediyordum.
Gözlerimi kapattığımda korunun sesini, kuş ve kelebeklerin cıvıltısını, akın etmeye başlayan konukların sesini duyuyordum. Ellerimin titremesini durduramıyordum, ateşler avuçlarıma hücum ediyordu. Sabah uyandığımdan beri her şey bir rüyanın içinde gibi geçiyordu. Buraya nasıl geldiğimi, hazırlandığımı bile doğru dürüst hatırlamıyordum. Gazel arkamda, gelinliğimin fermuarını çekiyor, aynadan bana gülümsüyordu.
Gelin hazırlanma odasındaydım, Gazel yanımdaydı. Ah, tabi bir de yeğenim vardı. Leo ile Mustafa Kemal ben hazırlanmaya başlayınca Kerem ile az ilerideki düğün alanına geçmişlerdi. Behram da onlara katılarak bizi yalnız bırakmıştı. Konukların sesini duyuyordum, Bahar annem ve Hazer'in yengesi, amcası konukları karşılıyordu. Hazer Ankara'dan dedesinin de geleceğini söylediği için bugün ekstra heyecanlıydım. Cüneyt Bey'in geleceğini sanmıyordum, konuklar muhtemelen onu da arayacaklardı ve bu Hazer'i üzecekti ama elimden bir şey gelmezdi.
Hazer henüz gelmemişti.
Dün gece ben sabaha kadar Gazelle birlikteydim, sabahta onlarla düğün yerine gelmiştim. Kerem'i burada bulduğumda Hazer'i sormuştum ama kumaşçısından kravatını alacağını, oradan geleceğini söylemişti. Saatler geçmiş olmasına rağmen henüz gelmemişti ama birazdan geleceğini umuyordum. Ben gelinliğimi burada giymiştim ama o damatlığını evde giyip çıkmıştı, Kerem öyle demişti.
Birazdan gelirdi.
Kuaför birazdan burada olacaktı, saçlarımı ve makyajımı yapmak için. Ellerimi ağzıma kapatıp kendimi baştan aşağıya süzdüm. Bu kadar güzel hissettiğim olmamıştı. Bu gelinliğin dikimi kısa sürmüş, tam da hayal ettiğimiz gibi olmuştu. Aslında oldukça sade, zarif bir gelinlikti. Tam da benim tarzıma göre biçilmiş kaftandı. Düz kumaşın üzerine minik taşların işlendiği, hafifçe kabarık, şık bir gelinlikti. Vücudumu sararak iniyor, ayaklarımın gerisinde bir kuyruk oluşturuyordu. Kolları ve omuzları da aynı özenle işlenmişti. Bu gelinliğe uyumlu olarak inci küpeler takmış, beyaz saten ayakkabılar giymiştim.
"Çok şıksın, çok!"
Gazel'in övgüsüyle utanıp başımı önüme eğerken, oda kapısının tıklatıldığını duydum. "Buyurun?"
Kapı açıldı ve içeriye, daha önce de tanıştığımız kuaför hanım girdi. Her ikimizle de el sıkıştıktan sonra geciktiği için özür diledi. Daha erken gelseydi saçımı gelinliği giymeden önce yapacaktık. Gelinliğin kırışmamasına dikkat ederek makyaj masasına oturduğumda Gazel de elimden tutup yanımda durdu. O da bugün çok güzeldi. Bej renginde, dizlerinin altına dek uzanan bir elbise giyinmişti. Kolları ince, bol kumaş şeklinde iniyor, üst kumaş gövdesini sararken, belinden hizası bollaşıyordu. Saçlarını dalgalandırıp sırtına bırakmış, kibar bir kolye takmıştı. Elbisenin üzerinde küçük parıltılar vardı ama kendisi daha çok parlıyordu.
"Çocuğum, teyzesinin bu güzelliği karşısında kendisinden geçecek," dedi, karnını ovalayıp.
"Umarım o da teyzesi kadar mutludur."
"Çilek yedi, nasıl olmaz ki."
Tabi, zaman zaman aşeriyordu.
Gülüp aynaya döndüm ve hanımefendi saçlarımla ilgilenirken heyecandan ağrıyan karnımı tuttum. Ağır ağır nefes alıyordum, midem reşmen acıyordu. Hanımefendi saçlarımı önce tarayıp ardından hafif su dalgaları halinde olması için maşa yaptı. Bir ara topuz yapmayı da düşünmüştüm ama Hazer saçlarımı açık seviyordu. Saçlarımın dalgaları için sprey sıktı ve küçük, gelin tacını başıma bıraktı. Gülümseyip taca dokunurken makyajımı yapmak için yanıma geçti. Gazel büyük bir mutlulukla beni izliyor, ara ara yeğenimle konuşuyordu. Makyajımın doğal görünmesini istedim, koyu renkleri tercih etmedim. Doğal, ışıltılı bir farın üzerine incecik eyeliner çekti ve kirpiklerime maskara sürdü. Kapatıcıyla kusurlarını kapattığımız yüzüme de aydınlatıcı ve allık geçtik. Canlı ve ışıltılı duruyordu. Dudaklarıma da hafif kırmızı ve şeftali arasında duran ruj sürüp parlatıcı geçtik, ardından makyajı yüzüme sabitlemek için sprey sıktık.
"Telefonumu verir misin? Han'ı bir daha arayacağım."
Gazel hızlıca kenarda duran koltuğa yürüdü ve telefonumu alıp bana döndü. Makyajım da saçım da sonlanmıştı. Sandalyeyi itip hanımefendiye teşekkür ettikten sonra yerimden doğruldum. Telefonu alıp son aramalara girdim, Sadece Hazer'in üzerine dokundum.
Telefon saniyeler boyunca çaldı.
"Çalıyor ama bakmıyor," dedim, kaşlarımı çatıp.
"Telaşlıdır, hem kuaföre falan da uğrayacaktır, görmüyordur."
"Muhtemelen," dedim gülümseyerek.
Telefonu masaya bırakırken gelinliğimin eteklerini düzeltip aynanın karşısında dikleştim. Kuaför Hanımın iltifatlarını kabul ederek teşekkür ettim ve odanın içinde dönmeye başladım. Düğünümüz altıda başlıyordu, havanın kararmaya başladığı zaman. Saat beşi geçmişti, muhtemelen yetişmek için acele ettiğinden telefonuna bakamıyordu. Gelinliğimi düzeltirken oda kapısı tıklatıldı ve Kerem eşikte göründü. Tamamen ona dönüp gülümsedim. "Nasıl görünüyorum?"
Kerem birkaç kez ağzını kapatıp açtı ve sonrasında eşikten içeriye bir adım atıp kafasını salladı. "Ağzımı kapatamıyorum, harika görünüyorsun yenge."
Gözlerim ışıl ışıl oldu ve dişlerim dudaklarımın arasında göründü. Kerem'in arkasından da Leyla içeriye girerken uzun bir ıslık çalıp el çırptı. Utanıp başımı önüme eğdim ve parmaklarımla oynarken, Kerem'in elini omzumda hissettim. Üzerinde şık, siyah bir damatlık vardı. "Gördüğüm en güzel gelinsin, tabi Leyla'mdan sonra."
"Saçlarım da güzel olmuş mu?" Dedim heyecanla kendi etrafımda dönerken.
Leyla kırmızı, şık elbisesinin içinde yanıma doğru süzüldü. "Hem de çok," derken kelimeleri sıcacıktı. "Davetlilerin birçoğu geldi, yerleştiler, Hazer neredeymiş?"
Kendi etrafımda dönmeyi bırakıp gelinliğimin kırışmasından çok korktuğum için kıpırtısız kaldım. Behram da açık kapıdan içeriye süzülürken, telefon ekranıma bakarak, "Açmadı telefonu," dedim heyecanlı şekilde. "Yoldadır, birazdan burada olur."
"Allah’ın izniyle." Behram da yanımıza kadar yürüyüp elini Gazel'in beline sardı. "Çok yakışıklı olmuşsun. Yani şey, güzel."
Hepimizin onun utangaç şekilde iltifat etmesine gülerken bile gözlerim telefondaydı.
"Leo'yla Kemal nerede?" Diye sordum.
"Ah," dedi Behram, Gazel'e dönerken gülümsediğini göz ucuyla gördüm. "Yine ikisi de bir kıza âşık oldu."
Hepimiz onların bu talihsizliğine üzülürken, "Bunlar büyüyünce de aynı kıza âşık olacak," dedi Kerem. "Aha buraya yazıyorum."
"Allah korusun," dedi Behram, ona kızgın bir bakış atarak. "Yazma bir tarafa."
"Saçmalama Kerem," diyerek tekrardan gelin odasının içinde paranoyak gibi dönerken, Behram'ın da telefonunu çıkardığını gördüm. Hazer'i aramış olmalıydı ama açmadı. Ellerimi ovuşturdum ve onlara gülümseyip gelin odasının çıkışına ilerledim. Kapıyı açıp dışarıya çıktığımda önümde uzun bir yol belirdi. Uzun yolun sonunda düğün alanı vardı, konuklar yerleşmiş, orkestra müzik çalmaya başlamıştı. Oksijeni içime doğru çekip kapıyı kapattım ve içeriye geri döndüm. Hepsi bana gülümsedi.
"Birazdan gelir," dedim ellerimi sıkarak. Tırnaklarıma parlatıcı sürmüştüm, Hazer'e gösterdiğimde umarım beğenirdi. Ojelerimi yeniledikten sonra ona hep fikrini sorardım. Yeni bir kurdele alınca da beğenip beğenmediğini sorardım, o beğenince mutlu oluyordum.
"Tabii."
"Allah'ın izniyle."
Tam o esnada Kerem’in telefonu çaldı. Bir mesajdı galiba. Bir an Hazer'in olduğunu düşündüm ama olsa beni arardı. Kerem ekrana bakarken bir şey diyecek oldu ama yalnızca mesajı okudu. Başımı önüme çevirip odanın içinde dönerken gidip seslide olmasına rağmen arama olup olmadığını görmek için ekranıma baktım.
Yoktu.
Yolda, dedim kendime. Birazdan burada olacak.
"Nikah memuruna bakalım biz..." Kerem Leyla'yı omzunun altına alıp yürümesi için teşvik ettiğinde hızlıca başımı salladım. Doğru ya, nikah memuru da şimdi gelirdi. Bizim yerimize karşılamalarından mutlu olurdum. Onlar dışarıya çıktığında kuaför hanımefendi de bir eksiğimin olup olmadığını sorarak yanımızdan ayrıldı. Gazel ve Behramla yalnız kaldığımızda açıp terleyen avuçlarıma baktım.
"Su ister misin?" Dedi Gazel, masadaki kapalı küçük sulardan birine uzanırken.
"Bir yudum alayım."
Suyu benim için açtığında dudağımdaki ruju bozmadan bir küçük yudum içtim. Gazelle Behram'ın endişeli şekilde bakıştığını görüyordum. Suyu indirerek, "Birazdan burada olacak," dedim ve gülümsedim. "Siyah bir damatlık aldığını söyledi, çok yakışıklı görünüyor olmalı."
Titreyen elimdeki suyu masaya geri bırakıp doğrulduğumda ikisi de herhangi bir şey söylemedi. Gelin odasının içinde dört dönmeye devam ettiğim sırada kapının arkasına yaklaşan adım seslerini duydum. Büyük bir rahatlık göğsüme hücum ederken, gülümseyerek kapıya döndüm. Kapı açıldı ama... Leyla gülümseyerek, "Nikah memuru geldi," dedi.
Gülümsemem soldu.
"Biz de bakalım," dedi Behram, Gazel'in elinde tutarken.
"Ev... evet, siz de nikâh memurunu karşılayın," dedim karnımdaki ağrı yoğunlaşırken. "Zaten Hazer de gelir, biz de geçeriz.”
"Hazer gelene kadar bekleyebilirim," dedi Gazel.
Heyecanla yanına yürüyüp elinden tuttum. "Orkestranın yanında dur, biz çıkarken benim söylediğim şarkıyı çalıp çalmadıklarından emin ol tamam mı? Hazer de ben de o şarkıyı çok seviyoruz."
"Tamam canımın köşesi." Yanağımdan öptü.
Üçü de beraber yanımdan ayrıldığında gelin odasının içinde dikilmeye devam ederek nefes nefese soludum. Acele ediyordu ama keşke arayıp yoldayım karım falan deseydi. Oturmak istemiyordum, bu yüzden odayı pervasızca dolanmaya devam ettim. Gözlerimse ekrandaydı, bir mesaj da atsa olurdu. Dudağımı büküp elimi kalbime götürürken, gelen topuk seslerini duydum ve hızla arkama döndüm. Gelinliğimin kuyruğu etrafımda dönerken, gelin odamın kapısına vuruldu.
"Hazer..." adını sayıkladım.
Hazer, Hazer, Hazer...
"Yolda," dedim hemen. Kazasız belasız gelecekti. Umarım yetişmek için çok hızlı sürmezdi, ben onu beklerdim.
Başımı önüme çevirip yolu gözledim ve birkaç dakika bekledim. Nikâh memuru yerine oturmuştu, görebiliyordum. Gazel ve Behram arkası dönük halde ayakta dikiliyor, konuşuyorlardı. Leo ile Mustafa Kemal'in düğün masasının etrafında koşuşturduğunu gördüm, takım elbiseleri içinde çok sevimlilerdi.
Dönüp davetli konuklara da baktım, tüm koltuklar dolmuş, ışıklar yanmıştı. Birçoğu fısıldaşıyor, bizi bekliyorlardı. Nikâh memurunun Kerem'e saati gösterdiğini gördüm.
Saat.
Kalbim boğazıma fırlarken kapıyı çarptım ve titreyen bacaklarıma yüklenip makyaj masasına doğru ilerledim. Telefonu alıp saate baktığımda 18.03 olduğunu gördüm. Ama... Nikâhımızın altı da başlaması gerekiyordu, şimdi nikâh masasına yürümemiz lazımdı. Tanrım, başına bir şey mi gelmişti? Kahrolurdum. Masaya dayanıp destek alırken ekrandaki yüzüne bakıp rehbere girdim.
Sadece Hazer ♡, aranıyor.
Ama bakmıyor.
Çok saçma, bu çok saçma.
Kalbim hızlı atıyordu ama dinlenmek istiyordu, bana da acı, diyordu. Arama tuşuna bir daha dokunup telefonu bıraktım ve masanın kenarını sıktım. Ne zaman ararsam cevap vereceğine söz vermişti, böyle yapmamalıydı! Şimdi girecek, bu kapıdan girecek...
O an kapı, beni yerimden sıçratacak bir kuvvetle açıldı.
"Bu sefer kim," diyerek umutsuzca kapıya döndüm ve Tanrım... Hazer ter kan içinde, oradaydı.
Vücudum sallandı ve ağzımdan içeriye kuvvetle nefesimi çekip gözlerimi kırpıştırdım. Nabzım hızla çarpıyordu, yüzümden akan teri hissediyordum. Gülümsedim ve hızla ileriye atıldım. Hazer Han eşikten içeriye girip kapıyı kapatırken sanki görmeyen gözlerle bana baktı. Yanına koşup ellerimi göğsüne bastırdım. Kalbi... Ancak benime öpüşürken böyle hızlı atıyordu.
"Aşkım..."
"Mi... Mila..."
Gözlerimi kırpıştırıp yüzüne baktım. Buradaydı ama hali normal değildi. Yüzü bembeyazdı, bembeyaz. Hayalet görmüş gibiydi. Pürüzsüz çehresinden soğuk terler akıyordu. Kirpikleri bile ıslaktı, yüzünü mü yıkamıştı? Üzerinde simsiyah takım elbisesi ve içine giydiği beyaz gömleği vardı. Siyah kravatını elinde tutuyordu, gömleği ve ceketinin yakası darmadağınıktı.
"Gelinliğin," dedi, bir hayaldeymiş gibi. Başını önüne eğdi, baştan aşağıya bana baktı. Ağzı açıldı, sonra kapandı, yumrukları iki yanındaydı. Yüzü kırıştı, yumruğunu uzatıp gelinliğime dokunmak istedi ama bir anda hızlıca kaçırdı elini.
Nevrim döndü. "Han, bebeğim?"
Gözlerinin içi korkunç derecede kırmızı ve yaşlıydı.
"Çok güzelsin," dedi hâlâ, büyülenmiş gibi gelinliğime bakarken. Sesi o kadar boğuktu ki, cümlesinin sonuna doğru kayboldu. "Ağlayacağım, çok güzelsin."
"Neyin var senin?" Dedim bu garip tavırlarıyla endişelenerek. Âdem elması hâlâ titriyordu, boynundan aşağıyaysa ter dökülüyordu. Saçları darmadağınıktı, gömleği pantolonunun içinden çıkmıştı. Bunca saat ne yapmıştı, neredeydi, neden böyle dağınıktı? Hiç huyu değildi, düzene dikkat ederdi. "Beyazlar içindesin. Rüyalarımda gördüğümden daha güzelsin."
"Gerçeğim," dedim nasıl bir tepki vereceğimi bilemeden ona dönerken.
"Hep benimle misin?" Diye sordu, kafasını hücum eder gibi kaldırıp nefes nefese soludu. Dudakları kıpkırmızı ve ısırılmıştı, titriyordu. Bu ne zamansız bir soruydu? Onunla evlenmiştim, birazdan bu evliliği resmiyete taşıyacaktık? Neden böyle davranıyordu, ağlayacak bir şey olmuş gibi hissetmeye başlamıştım.
Yakasından, kırışmış gömleğinden tuttum. "Elbette seninleyim, hep seninleyim.”
"Ben de..." boğuluyormuş gibi bir ses çıkardı ve gözlerime çok garip, daha önce hiç bakmadığı gibi bakarak üst üste yutkundu. Elini uzatmadı değil, bir sebepten ötürü uzatamadı. Yumruklarını sıkıp gözlerini kaçırdı, omuzları titredi ve tekrardan benimle buluştu.
"Sevgilim," diyerek elimi ona uzattım. O benden önce davrandı ve ellerini indirip bir anda bana uzattı. Memnuniyetle elini tutup ona yarım yamalak gülümsediğimde, "Çabuk olmalıyız," diyerek kapıya uzandı. O kadar sert yapmıştı ki, onunla savrulmuştum adeta. "Hemen evlenmeliyiz."
Benim bir şey dememe fırsat tanımadan kapıdan dışarıya çıktığında, vücudum onunla savrulmuştu yeniden. Kuru rüzgâr cildime çarptı ve topuklarımın üzerinde dengede durabilmek için omuzlarımı dikleştirdim. Hazer elimi bırakıp koluna girmem için dirseğini kırarken hâlâ gelinliğime bakıyor, derin nefesler alıyordu.
Bir şeyin içinde kıvranıyordu.
"Hazer..."
"Hadi Mila, bir an önce evlenmemiz lazım.”
Aceleciydi, bir an önce evlenmek istiyor, adeta çırpınıyordu. Gözleri hem öfkeli hem üzüntülüydü. İnsanların bizi görerek alkışlamaya başladığını duyduğumda yüzümdeki ifadeyi toparladım ve onun koluna girdim. Elim ceketini sıkarken, Hazer de önüne dönüp hızlıca yürümeye başladı. Diğerleri de bize dönmüştü, alkış tutuyor, rahatlamış görünüyorlardı. Leo ile Mustafa'nın Bahar annemin yanında gülüştüklerini gördüm. Konuklar ayağa kalkmış, neşeyle alkışlıyorlardı.
"Düşeceğim Hazer, yavaş olur..."
"Özür dilerim..." telaşla konuşup çattığı kaşlarının altındaki üzgün gözlerle bana baktı. "Hemen evlenmeliyiz, ne olursa olsun... benimle evlenir misin değil mi?"
Başımı sallarken düşünmedim bile. "Si."
"Söz veriyorum Mila, söz veriyorum sevgilim, telafi edeceğim."
Nikâh masamıza giderken ağlayacakmış gibi hissetmem nasıl telafi edilirdi ki?
Gözlerim buğulanmıştı, henüz sebebini bilmediğim bir nedenden ötürü canım yanacakmış gibi hissediyordum. Ona yetişmek için neredeyse koşar adımlarla yürüyordum. Gülümseyemiyordum, o şarkı çalıyordu ama ruhumu mutlu etmiyordu. Gelinliğimin kuyruğu arkamda sürükleniyor, rüzgâr özenle yapılan saçlarıma çarpıyordu.
Böyle hayal etmemiştim.
Alkışların dindiğini, insanların yavaşça fısıldaştığını, kelebeklerin sesini, ağaçların hışırtısını... Hepsi kulaklarımdan girip kafamda büyüyordu adeta. Şarkımız çok güzel çalıyordu ama ilk kez dans edesimiz yoktu. Nikâh masasının arkasına geçtiğimizde, Hazer uzanıp titreyen elleriyle beyaz sandalyemi çekti. Oraya otururken insanların fısıldamaları arttı.
Hazer kendi sandalyesini çıkarıp hemen oturdu.
Arkadaşlarımızın, insanların bakışlarını yüzümde hissediyordum. Garipliğin herkes farkındaydı. Orkestra, müziği kesti ve ortalığı sessizlik kapladı. Ellerimi kucağıma indirdim ve önünde durduğumuz, süslenen masaya baktım. Hazer de ellerini indirdi, masanın altından benim ellerimi tuttu. Parmakları o kadar titriyordu ki, elim sabit durmuyordu.
Elini sıktım.
Nikâh memuru mikrofona eğildi. "Şahitleri alalım?"
Gazel ve Behram'ın buraya doğru yürüdüğünü adım seslerinden anladım.
Koltuklarına oturup kendilerini takdim ederlerken Hazer de ben de yalnızca önümüze bakıyorduk. Gazel'in elini dizimde hissetmiş olsam da bakamadım, onların da şaşırdığı açıktı. Gülmüyorduk, neşeli görünmüyorduk; aksine korkuyorduk. Nikâh memuru onları takdim ettikten sonra Hazerle bana döndü. "Siz değerli konukların huzurunda nikâh akdini başlatmak isterim."
Alkış furyası koptu.
"Belediyemize yaptığınız nikah akdi başvurusu incelenip onaylanmış bulunmaktadır." Tekrar herkes sessizliğe büründü ve nikâh memuru yumuşak sesiyle konuştu. Masa örtüsü ne güzeldi, şu gezen bir kelebek miydi? Taze çiçekler vardı, etraf güzel kokuyordu. İnsanlar bana bakıyordu, ben ellerimize. "Adınız soyadınız?"
"Hazer... Dalgakıran."
"Safir Mila Safkan."
Ekle, Dalgakıran.
"Birbirinizle evlenmek istediğinizi bize yazılı olarak bildirdiniz. Şimdi de pek değerli konuklar huzurunda evlenmek istediğinizi sözlü olarak beyan eder misiniz?" Mikforonuna biraz daha yaklaştı, önceliği bana verdi. Hazer başını kaldırdı, ileriye, endişeyle yola baktı. "Siz Safir Mila Safkan Hanım, yanınızda oturan nişanlınız Hazer Beyi kimsenin etkisi ve baskısı altında kalmadan, özgür iradenizle eş olarak kabul ediyor musunuz?"
Masanın etrafındaki kelebek saçlarımıza doğru kanat çırptı.
Hazer'in eli sıcak ve terliydi. Hadi, çabuk cevap ver, dercesine elimi sıkıyordu.
"Evet," derken sesim beklediğimin aksine coşkuluydu. Her şeye evet ve zaten her şey de sen.
Bir alkış cümbüşü oluştu, Mustafa Kemal ve Leo'nun sesini seçebiliyordum, ön koltuktalardı. İnsanlar garipliğimize rağmen bizi neşeyle kutluyorlardı. Gazel ve Behram'ın yüzüne bakmak için gözlerimi hafifçe kaldırdım. İkisi de gür şekilde alkışlıyor, gülümsüyorlardı ama gözlerinde soru işaretleri vardı.
Dudaklarımı kıpırdattım. Ne olduğunu bilmiyorum.
İkisi de dönüp birbirine endişeyle baktı.
"Siz Hazer Bey, yanınızda oturan nişanlınız Safir Mila Hanımefendiyi kimsenin etkisi ve baskısı altında kalmadan, özgür iradenizle eş olarak kabul ediyor musunuz?"
"Evet! Evet, evet..."
Hazer'in sesi ışıktan bile hızlıydı.
Işıklar... Dönüp küçük ışıklara baktım, yanıyorlardı ama görebildiğim şey karanlıktı. Bir alkış gürültüsü daha oluşurken Hazer rahatlamış gibi elini gevşetti ama hemen sonra daha sıkı kavradı. Nikâh memuru aynı şekilde Gazelle Behram'ın da onayını aldıktan sonra nikâh defterine uzandı. Hazer çok sabırsızdı, adamın elinden nikâh defterini adeta çekip aldı ve kenardaki kaleme uzandı. İnsanların hayret fısıldaşmalarını duydum, Behram masanın altından Hazer'in ayağına vururken, kendisi adının olduğu yeri imzalayıp kalemle defteri önüme uzattı. Gözlerini kaldırdı, çabuk imzala, dercesine bakıyordu. Nefesimi tuttum, gözlerinin güzelliğinde boğulurken kalemi aldım, büyük bir şaşkınlık içerisinde adımın altını imzaladım.
İnsanlar bir daha alkışladı.
"Gelini öpebilirsiniz."
Gazel ve Behram da imzaları atıp doğrulurken, Hazer sandalyesini çekip kalktı ve benim de elimden tuttu. Robot gibi hareket ediyordu, hızlı ve aceleciydi. Ben de fırlar gibi onunla ayağa kalktığımda Hazer bana dokunmadan, elini yanağıma koymadan yaklaşıp sol yanağımdan öptü. Sol kulağıma doğru sana aşığım, diye fısıldadı. Sonra sağ yanağımdan öptü. Sağ kulağıma seni seviyorum, dedi.
Ceketinin uçlarından tuttum.
Gazel ve Behram'ın bize endişeli bakışlar atarak yerlerine geçtiğini görürken, orkestranın çaldığı şarkıyı duydum. Tanrım, yine o çok sevdiğim şarkı çalıyordu. Hazer bana bu kadar yaklaşmışken saçlarımı da derince kokladı ve uzaklaşırken elimden neredeyse... tutmayarak tuttu.
Masanın etrafını dolanırken insanların gelin ve damat dansı etmemizi beklediğini anladım. Fakat öyle olmadı, Hazer masanın etrafını dolanıp, beni ve onlarca konuğu şaşkınlığa uğratarak tekrardan gelin odasının yolunu tuttu. Behram'ın yerinden kalktığını, Kerem'in de fırladığını gördüm. Gözlerim büyümüştü, anlamakta zorlanıyordum. Şarkı durmuştu, herkes hayret içindeydi. Hazer elini kaldırıp peşimize düşen çocukları durdurdu ve gelinliğimin eteklerine basmamı umursamadan beni gelin odasına çekiştirdi.
Hayal ettiğim bu değildi.
Hıçkırmaya başladım.
"Gözüm dönmüştü," diyordu Hazer, dudakları sayıklarcasına konuşuyor, gömleğinin yakasını söker gibi tutuyordu. "Ben bir şey yapmadım, o hak etti. Ben bir şey yapmadım, o hak etti..."
"Hazer, ne yaptın?"
Gelin odasının kapısını hızlıca açtı ve kapatıp bana döndü. Hiddetinden ürküp parmaklarımı ısırmaya başladığımda Hazer kendi etrafında dönerek saçlarını çekti, ceketini çıkarıp fırlattı. Gözlerini yumruklarıyla ovaladı, kafasını eğip avuçlarına baktı. Sanki avuçlarında benim gördüğüm sevgiden, iyilikten başka şey görüyormuş gibi hızla ellerini pantolonuna sürtmeye başladı. "Çok üşüyorum, çok kirlendim, çok üşüyorum!"
"Hazer, ben de çok... üzülüyorum."
"Hayır!" Dedi kendi etrafında dönmeye devam ederek. "Hayır, üzemem bebeğimi, üzemezler bebeğimi! Sen üzülme diye, sen üzülme diye..."
Aman Tanrım! Aklımı toparlamalıydım, ne olmuştu kriz anlarındaki soğukkanlılığım? Nevrim dönmüştü ama halletmeliydim, düzgünce sorup neler olduğunu öğrenmeliydim. Saçlarımı omuzlarıma itip titreyen adımlarla yanına yürümeye yeltendiğimde, Hazer başını hızlıca kaldırdı ve daha fazla dayanamıyormuş gibi bir anda bana hücum etti.
Neredeyse koşarak yanıma geldi ve kollarını, ellerini vücuduma sardı. Bedenim kuvvetli şekilde ona çarparken, ellerim aşkla yüzüne uzandı. Kalbimin böyle atmasını sağlayan kişinin elleri sırtımı okşarken, kafası da boynuma yerleşti. Titreyerek, korkarak, neredeyse ağlayarak kemiklerimi bile ısıtacak şekilde beni kucakladı. "Çok korkuyorum Mila, çok korkuyorum! Yalnız kalacağım, sen olmazsan... Üşür müyüm ki çok?"
"Üşümeyeceksin tamam mı? Korkma, ben buradayım. Karın burada. Şimdi derin nefesler al ve bana neler olduğunu anlat."
"Sana yetişemeyeceğim diye çok korktum," derken dudakları boynuma çarptı, beni aceleci ve üzgün, hızlı şekilde öptü. Boynuma koyduğu öpücüklerin altında adeta eriyip kaybolurken yüzünü tutup boynumdan kaldırdım ve göz göze geldiğimizde çaresizliğini gördüm. Yıkılmıştı. Paramparçaydı. Gözlerimin içine bakarken yanaklarımdan, alnımdan, çenemden usulca öptü. Gözyaşı burnuma damladı. "Şimdi sana söyleyeceklerimi iyi dinle karım."
Dudak dudağa, nefes nefese konuşuyorduk. Gözlerimiz kapanıyordu. "Ne yaptın?"
"Şimdi gitmem lazım," dedi hızlıca, dudağımın kenarından, ortasından, kalp şeklindeki çizgisinden öptü. Kalbim sancıdı, bıçak mı girmişti? "Sana çok şey diyecekler, soracaklar ama sen sadece bana inanacaksın! Kocana!" Gözlerini kıstı, bir şeyler duymaya çalışıyor gibiydi. "Sabaha karşı gelip seni alacağım, beraber kaçacağız."
"Ne kaçması Hazer? Ne yaptın? Kim var peşin..."
Siren sesleri duyuldu.
Polis sireni.
Dudaklarım açık kaldı, gözyaşlarım birbirine yaslı dudaklarımız arasından kaydı. Hazer kafasını iki yana sallayıp yüzümü tuttu, gri gözlerime bakarken boğulur gibiydi. "Hayır," diye haykırarak onun yakalarını sıkıca tuttum ama Hazer beni dinlemedi, uzanıp ellerimi yakasından koparıp, "Gece yarısı geleceğim," dedi hızlıca. Yanağımdan, burnumdan, dudağımın ortasından öptü. "Mila, beni bekle. Senin için geleceğim, hep gelirim!"
"Beni de götür, yalvarırım. Beni sensiz bırakma, nereye..."
Beni terk edeceğine, öldürse daha iyiydi.
"Şimdi gitmezsem, bizim için bir yol bulmazsam ayrılmak zorunda kalırız! Beklemelisin, aşkım, lütfen..."
Dudaklarımı dudaklarına yasladım, belki beni öpmekten vazgeçemezse gitmezdi. Onu öpmeye başladığımda adeta bağırıp, ensemden tuttu ve kafamın arkasından bastırıp beni yer gibi öptü. Öpücüğü yoğun, arzulu, acı doluydu. Beni bırakmaya yeltendi ama yapamayıp daha şiddetli öptü. "Sikeyim!"
Parmak uçlarıma yükselip sıkıca tutundum ve gözyaşlarımı dudaklarıma karıştırarak, "Bir şeyler söyle," dedim derhal. Ağzını ağzımdan çekemiyordu. "Nereye gidiyorsun, nereye kaçıyorsun? Ben ne yaparım, nerede beklerim se... seni?"
"Evimizde," dedi dudaklarını çekerek. Ona yapışıp gitmemesi için bir daha dudaklarından öpmek istediğimde kafasını iki yana salladı. Gözlerindeki o amber renk kopkoyu bakıra dönüşmüştü, kirpiklerini telaşla kırpıyordu. "Çaresini bulacağım, seni kaybedemem!"
Yüzü ellerimin arasından kaymaya başladı. "Hazer..."
"Seni alacağım, sabaha karşı!"
Elimi kaldırdı, yüzüğümle birlikte parmağımdan öptü.
"Sen ve ben Mila, tek gerçek bu."
Gerçek olduğu için mi bu kadar acı çekiyorum?
Siren sesleri yaklaşırken Hazer başımdaki tokamı alıp hızla benden uzaklaştı ve gömleğine yapışan parmaklarıma rağmen bana sırt çevirdi. Gözlerini acıyla yummuştu. Bağırıp gömleğinden daha sıkı tutmaya çalıştım ama Hazer durmadı, kapıyı açıp dışarıya fırladı ve gelin odasının etrafını dolanıp arka tarafa, ormanın derinliklerine doğru koşmaya başladı. Dönüp arkasına bir kez bile bakmadı, çünkü o da ben de biliyorduk. Bakarsa gitmezdi, gitmesi gerekiyordu. Uzaktan insanların seslerini, polis sirenini duyuyordum. Birileri buraya doğru koşuyordu, Hazer artık yoktu, ağaçların arasında, karanlıkta kaybolmuştu.
"Hazer!"
Çığlık atarak ellerimi dizlerime yasladım ve onun gittiği yola bakarken gözyaşlarına boğuldum. Gitmişti, beni bırakmıştı! Hiçbir şey söylememişti, ne olduğunu anlamıyordum. Boğuluyordum, ölüyordum, çığlıklar atıp bir yerlere vurmak istiyordum. Sırtımı kapının pervazına yaslayıp aşağıya doğru kayarken, gözyaşlarım boynumdan aşağıya düşüyordu. Hıçkırıklarım artıp vücudumu sarsarken, "Üşüyeceksin," dedim, boğulurcasına. "Ceketini alsaydın keşke, üşü... üşüyeceksin."
"Safir?"
"Safir?"
Tanıdık sesler duyuyordum, kafamı çevirip bakamıyordum. Hazer'in kaybolduğu yere, ormanın derinliklerine bakıyordum ama gözlerimin önünde oluşan buğudan bir şey göremiyordum. Kalkamıyordum, bir zavallı gibi kapının önünde hıçkırıyordum. Birinin geldiğini, beni kolumdan tuttuğunu hissettim. Bir bez bebek gibi kollarımdan çekiliyordum, yüzümde yumuşak bir dokunuş vardı ama... sevdiğim o sıcaklık değildi. "Hazer... Geri dön... Yalvarırım!"
"Aman Allah'ım! Safir, canımın köşesi, n'oluyor?"
"Hazer..."
"Hazer değil, Gazel! Benim Safir, bana bak!"
"Ah!" NGelinliğime takıldım ama Gazel beni tuttu, kaldırmaya çalışırken bir şeyler söyledi. Saçlarım önüme düşüyordu, bu topuklu ayakkabıları istemiyordum artık! Hazer'in gittiği yoldan gitmeye çalışırken Gazel'in yalvardığını duydum. "Safir, kendine gel! Bana bak, polisler burada! Buraya da geliyorlar! Safir ne olduğunu söyle..."
"Polisler..."
Polis, siren... Hazer, suçluluğu, pişmanlığı, utancı, korkusu, üşümesi...
Başımı bir rüyadaymış gibi ağır çekimde omzumdan arkaya, düğün alanına çevirdim. Gazel elimden tutuyor, Behram telefonla birisini arıyordu. Kerem ve Leyla'nın, gözleri kapalı olan Bahar annemin başında durduğunu gördüm, Leoyla Mustafa Kemal miydi şu köşede ağlayan? Polis memurları Kerem'in yanındaydı, birkaç tanesi de etrafa dağılmıştı.
Kocamı arıyorlar.
Evliydim, dakikalar önce resmi olarak da evlenmiştik. Devlet önünde de karı kocaydık, bu polisler kocam için gelmişti. Ama neden? Ne yapmıştı? Ne yaptığını bilmiyordum ama bir şeyler düşündüğü açıktı, gece yarısı gelip beni alacağını söylemişti. O zaman... bu polisler onu yakalarsa gelip beni alamazdı, neler olduğunu anlatamazdı. Hızlı düşünmeliydim, kahrolmayı bir kenara bırakıp kendimi Hazer'e siper etmeliydim. Sakin olacaktım, şu an dizlerimin üzerinde parçalara ayrılma zamanı değildi. Dönüp arkama karanlığın içinde uzanan yola baktım, onun peşinden koşmak istiyordum ama nereye gittiğini bilmiyordum.
Sabaha karşı gelecek, beni alacak.
Hızla gözyaşlarımı sildim ve bayılacak gibi hissetmeme rağmen gelinliğimin eteklerini toplayıp düğün alanına doğru ilerlemeye başladım. Dizlerinde tonlarca yük vardı sanki. Bir saat önce mutlulukla uçan ben şimdi yürüyemiyordum bile. Behram'ın telefona doğru oflayıp pufladığını, Gazel'inse peşimden koştuğunu gördüm. Dizlerimin vücudumu taşımasına hayret ediyordum, attığım her adımda düşecekmiş gibi hissediyordum. İnsanların bana döndüğünü, Keremle Leyla'nın korkuyla baktığını gördüm. Siyah boya gözyaşlarımla beraber yüzüme akıyordu, koştuğum için saçlarım önüme düşüyordu. Bir polis memuru Bahar Anneme doğru eğilmiş bir şeyler sorarken beni fark etti ve doğrulup hücum eder gibi üzerime doğru yürüdü. "Eşiniz nerede?" Başıyla polislere geldiğim yeri, gelin odasını işaret etti. "Şuraya bakın."
"Yok," dedim önünü ardını düşünmeden. Doğrusunu yanlışını, ne yaptığımı bilmiyordum. Şu an düşünebildiğim tek şey onun korkuyorum, üşüyorum diyen sesiydi. Onu korumam, ısıtmam lazımdı. Gelinliğimin eteğini sımsıkı tuttum. "Burada yok, gidin düğünümden!"
"Hanımefendi," dedi adam, Gazel ve Behram'ın da hemen arkamda yer aldığını, Leo'nun eteğime yapıştığını hissettim. Polis memuru kaşlarını çattı. "Eşiniz olay yerinden kaçtı, kendisi şüpheli, sorguya alınması gerekiyor!"
Eşim, olay yeri, şüpheli...
Diğer polis memurlarının o tarafa doğru ilerlediğini görünce korkuyla nefes alamadım. Ya bulurlarsa Hazer'i, kendini açıklayamadan ona zarar verirlerse? Bilirim, polisler adaleti sağlar ama... Hazer her şeyi yoluna koyardı, şimdi onu yakalayamazlardı. Kelimeler dudaklarıma kadar geldi ama sormaya cesaret edemedim. Eşim ne yaptı, diyemedim.
"Polis Bey, neler olduğunu izah ederseniz..."
Behram'ın bir adım öne çıktığını, korkuyla bir şeyler sorduğunu duydum. İnsanlar merakla bakıyor, artık fısıldaşma gereği görmeden, ne olmuş diyorlardı? Birisi de o zaten katil değil miydi, diyordu.
Başımı hücumla arkaya, kalabalığa çevirip, kimden geldiğini anlamadığım o soruyu yanıtladım. "Değildi! Değil! Kes sesini, değil!"
Gazel kolumdan tuttu, sakinleşmem için beni kendine çevirmeye çalıştı ama benim buğulanan gözlerim tekrar polis memuruna döndü. Karşımdaki polis memuru Behram'a bakarak bir şeyler açıklıyordu. "Hastaneden çıkarken kameraya yakalanmış," diyordu, kulağım çınlıyordu. Duyduğum her kelimeye Han'ın üşüyorum, korkuyorum diyen sesi karışıyordu. "Mahkûm ölmüş, odasından çıkarken görülen son kişi de arkadaşınız. Lütfen izin verin de işimizi yapalım..."
Behram kurşun yemiş gibi geriledi, Gazel'in eli kolumdan düştü.
Bahar Teyze'nin bağırdığını duydum.
Hangi birine yeteyim, nereye bakayım, kime üzüleyim?
Hıçkırdım, hıçkırdım, yetmiyormuş gibi bir daha hıçkırdım! Polis memuru kafasını iki yana sallayıp tıpkı diğer polisler gibi gelin odasının yolunu tutmaya yeltendiğinde, kirlenen gelinliğimin üzerine basarak hızla yana kaydım. Onun önüne geçerek, "Yok," diye bağırdım bir daha. "O tarafta değil, gidin buradan! Mahvettiniz düğünümü! Kocamın peşini bırakın, o kötü bir şey yapmaz! Buradan... gidin!"
"Sizin düğününüzü bizzat eşiniz mahvetti hanımefendi!"
Polis memuru beni fevri şekilde kenara ittiğinde sırtım Gazel'in göğsüne doğru çarptı ve ayaklarım burkuldu. Beni itip kendine açtığı yola doğru koşmaya başladığında dolu gözlerimle donmuş gibi karşıma bakmaya devam ettim. "Bırakın kocamı! Rahat bırakın!"
İnsanlar bana acıyarak bakıyor, ah vah ediyordu. Bahar annem ağlıyordu, Leo giden polis memuruna bağırıyor, eteklerime dolanıyordu. Mustafa Kemal abim diyerek etrafta geziniyor, çaresizce, benim gibi abisini arıyordu.
Sizin düğününüzü eşiniz mahvetti!
Hayır, yapmış olamaz, onun ismi hiçbir kötülükle yan yana gelemez.
"Çok üşüyor," dedim diyecek başka kelimem kalmamış gibi. Burkulan ayaklarımın üzerinde bir adım attım, artık Gazel de beni tutamayacak kadar şaşkındı. Kafamı eğip gelinliğe bakarken gelin odasına doğru yürümeye başladım. Polis sirenleri, insanların acıyan bakışları, kalbimin korkuyla çarpışları... İleriye giderken zamanda da geriye, çok acı çektiğim zamanlara gidiyordum sanki. Ben, gece on ikiye kadar dans eden bir Sindrella'ydım, düğün sandığım bu şey de kendi hikâyemde kayboluşumun görkemli bir kutlamasıydı. Ben bu kadar hazırlığı, bu kayboluş hikâyemin başlangıcı için yapmışım meğer, ne acıydı! Gözlerimin önünü göremiyordum acıdan, nereye yürüdüğümü bilmiyordum. Ceketini almalıydım, ona götürmeliydim. Üşürdü, üşüyorum, demişti. Uğurlu olduğunu düşündüğüm ama uğursuz olan o kelebek benimle belirsizliğe uçarken hep aynı şeyi sayıkladım. "Üşüyorum dedi, korkuyorum dedi. Üşüyor, korkuyor..."
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...