2. BÖLÜM
İlk kez okuyanlar bölüme yorumlarını da bırakırsa çoook sevinirim<33
2.BÖLÜM
Şafağın gözcüsünü tehdit ediyor, o halde güneşi kendisi için öldürüyordu; besbelli ki bu genç adam, sonsuza kadar karanlığa hapsolmayı kabul ediyordu.
İnsan denen varlık, göğsünü acıttığı birinin gözlerinde de ileriye gidebilir miydi? Göğsüne açtığı yaranın derinliğine varabilir miydi? Konuşmayı bile doğru dürüst bilmeyen birisi, birinin gözlerine nasıl böyle korkusuz bakabilirdi? Atasız, yuvasız bir kız neyine güvenerek birinin gözlerine bir savaşçı gibi bakıyordu?
Bir atam, anam olsa korkacak daha çok şeyim olurdu ama benim bir şeyim bile yoktu.
Haydutun fütursuzca kelam ettiği şeylerden sonra başımı çevirip alageyiğimin suratına baktım. Koruyucu gözlerle beni izliyordu. "Vur," dedim yüzümü eğip elimle eteğime bulaşan kanları silerken. "Ormanda başka geyim mi yok sanki? Bir ıslık çalsam bir ve sıfır tanesi birden gelir."
Haydut, elindeki oku göz hizasına kaldırmış, bıçak gibi keskin gözleriyle bana bakarken, "Bir ve sıfır?" dedi. Okun kabzasındaki eli titriyordu, demek kolları zor taşıyordu. Ah ne üzüldüm, ne üzüldüm. "O nece oluyor? Aranızda bir şifre falan mı?"
Bilgisiz adam!
İki elimi birden kaldırdım ve soluğumu sertçe bırakıp, "Bir ve sıfır işte," dedim hışımla. Kınalı ellerimin içlerine bakıp, oku göz hizasından hafifçe indirdi. "Bu kadar kişi gelir!"
Kara kaşları birbirine yaklaştı, cadı gibi kaş çattı. "On," dedi ve sonra omzunu ağaca biraz daha yasladı. "Gösterdiğin parmaklarını sayınca on ediyor."
Tabi ya. On. Mektepteki hocada böyle demişti, hatırlamıştım. Ellerimi indirip başımı salladım ve onun, tehditini unuttuğunu düşünüp geyiğime doğru ilerledim. Tam geyiğime eğiliyordum ki, "Gitme," dedi adam tek nefeste. "Yarama bakmadan gitme."
Elim, geyiğimin boynuzunda kaldı ve başım bu kez yavaşça dönüp yabancıyı buldu. Oku indirmişti, elinde sallanıyordu. Ağaca yaslanmasa düşecek gibiydi, bakışları yangınla yamalıydı. Atı az ileride kişneyip nallarını sahibine doğru sürerken, "Beni vurdun," diye celallendi. Eli göğüs yarasını gösterdi. "Üstelik atımı da vurabilirdin! Bak, o zaman seni sağ bırakır mıydım?"
"Yaşamın bana bağlı görünüyor, böyle konuşmaya nasıl cüret edersin!"
"Kadın!" Bir daha kükreyip benim okumla beni işaret etti. "Sana, bu yaraya bakmanı söyledim! Yolumu kesip beni vuruyorsun, bir de yüzün kızarmadan öl diyorsun! Hiç mi utanman yok senin!"
"Ormanıma girdin," diyerek elimle ormanı, ağaçlarımı, geyiğimi gösterdim. Kızıl saçlarım yangının içinden yükselen alevler gibi etrafta dalgalandı, ateş böceklerimin rengindeydi. "Atını niye buraya sürüyordun, nereye varacaktın?"
"Atım huzursuzlandı, ormanın içine yol aldı! Bir şeyi vardı herhalde, durduramadım!" Omzunu ağaca daha güçlü yaslayıp elindeki oku yere fırlattı, tozlar etrafa saçıldı. O sırada bir kuş sürüsü ıslık çalarak geçti. Adam üzerindeki gömleği çıkarmaya başlayınca hiç görmediğim şeyler görerek eteğimi sıkıca tuttum. "Onu durdurmaya çalışıyordum, bir anda saldırına uğradım! Göğsüme ok fırlattın, canımı yaktığın yetmemiş gibi kötü sözler ettin." Gömleği yere, okun üzerine fırlattı. "Merhametten haberin varsa gel de yarama bak! Bu ormanda şifalı bitkiler yok mu, topla da getir! Bir şey yap! Nehrin karşısına bu halde geçemem, görmüyor musun?"
Böyle konuşunca doğru diyormuş gibi hissettim. Dediği gibi olduysa, atı huysuzlaşıp onu buraya sürdüyse adamın hakikaten kabahati yoktu. Doğru ya, bu halde nehrin karşısına geçip klanına dönemezdi. Şifa görmesi elzemdi. Ne yapılabilirdi, görünen o ki bir yolu bulunmalıydı. Yabaniydim ama insandım, merhametsiz bellememeliydi beni. Hem karşıya geçemezse burada ölürdü, çakallar sabaha kalmadan onu yerdi. Ağrının her geçen vakit arttığı belliydi. Yere attığı lekeli gömleğine, bir de çıplak kalmış erkek gövdesine bakarak eteğimi daha çok sıktım. Bir erkeğe yakın olduğum yetmemiş gibi şimdi de ona şifa verecektim. Bu halde bana çok da zarar vermezdi, bir an önce onu göndersem iyi olurdu.
Kafamı salladım.
Elini göğsünden çekti ve kanlı, iri parmaklarına baktıktan sonra saçlarıma da baktı; ormanın yeşilliğindeki tek renge. Başımı salladığımı görünce kafasını arkaya, ağacın gövdesine yaslayıp, "Gel," diye fısıldadı.
Geyiğime döndüm ve ona iyi bir bakış atıp yabancıya doğru yürümeye başladım. Ona varmadan önce eğildim, her ihtimale karşı okumu yerden alırken kan bulanan gömleğini de almak mecburiyetinde kaldım. Okumla ve gömleğiyle ona doğru yürüdüğümde, yabancı da gözlerimin içine bakarak alçaldı ve yere oturup elindeki kanları yeşil otlara sürttü. Dizlerimin üzerine oturdum ve oku yanıma koyup onun gömleğinin sırtını çevirdim, hafifçe yaklaşıp kuru kalan yerini onun göğsüne doğru bastırdım. Sırtını ağaca verip tükürüğünü çekti ve yüzüme, az önce üstüme çıktığı seferki yakınlıktan bakıp, "Şifaları bitkileri bilir misin?" diye sual etti.
Köşkte biraz vardı, bana bir şey olduğunda cadı döve döve bana o şifalı bitkilerden pansuman yapardı. Köşke kadar gidip almalı, dönüp bu adamı hava kararmadan iyi etmeliydim. "Sen burada kal, ben merhem alıp getireyim," dedim ona. Saçlarım çok lüzummuş gibi yine yüzüme döküldüğünde, elimi uzatıp onları toparlayacak oldum ama onun kanlı eli saçlarımı kenara çekince şaşkına döndüm. Saçlarımdan iğrenmemiş miydi? İyi o zaman cadı neden öyle demişti, yoksa bu adamı büyülemiş miydi? Kahrolası gözleri de yine nehrin gürültüsünü unutturmuştu! Saçlarıma dokunduğu yetmemiş gibi bir de onları kulağımın arkasına koyup bir daha yarasını gösterdi. "Saçlarına dua et sen... Göğsümden vurmana rağmen hâlâ hayattasın!"
"Höst!" Diye bağırıp bir hışımla doğruldum ve eteğimin eteklerini tutup geriledim. Onun dokunduğu saçımı rahatsız şekilde elleyip telaşla yanıma döndüm, yerden okumu aldım. "İkidir beni tehdit ediyorsun, haddini aşma! Tanrı duracakmış da sen mi alacakmışsın canımı! Buna geyikler bile güler."
Eteklerimi tutup arkamı döndüm ve geyiğime işaret edip, adamın aksine doğru koşmaya başladım. Ayakkabılarım hangeme arasında çıkmıştı ama şimdi geriye dönüp almayacaktım, çıplak ayakta yürürdüm! Geyiğim de peşime düştü ve yabancı arkamızdan, "Nereye?" diye hiddetlendi. "Kadın, geri dön! Gel de yarama bir deva bul! Bak, eğer ölmezsem seni bulurum, obanın ortasında aleme ibret olsun diye gece gündüz canını yakarım!"
Geriye dönecektim ama bilmesi mühim değildi. At bu kez yolumuza çıkmadı, sahibinin yanında kişneyip duruyordu. Adamsa sahici halde inliyordu. Beni obanın ortasına atsa zaten obadakiler canlı canlı yakarmış, büyücü kadın öyle demişti. Geyiğimle beraber koşup ormanın derinine akın ettik, büyülü evimizin yolunu tuttuk. Nefes nefese kalana kadar oraya vardık. Ayaklarımın altında elem verici yaralar oluşurken, ağaçların arasından sıyrılı büyülü evimize yürüdük. Kapı kapalıydı, geyiğim susamış halde arkamdaydı. Başımı eğip önüme baktım, nehrin suyu artık çok uzakta kalmıştı. Kanları görünce başıma vurdum, cadıya ne diyecektim?
"Hare? Hare sen mi geldin?" Büyücünün sesini duyunca geyiğimle bakıştık. "İçeriye gel hele, topladın mı mantarları? Köz daha sönmedi, getir pişirelim."
Saçlarımı sırtıma savurup, "Benim büyücü kadın," dedim ve onun kapıyı açmaya geldiğini fark ettim. Geyiğim ardımda ıskırırken, büyücü kadın tahta kapıyı açtı ve halimi görünce hızla üzerime geldi. "Yara mı aldın?"
"Yok, ben değil," diyerek eşikten geçince, cadının mumları yaktığını gördüm. Doğru da güneş meredeyse batmıştı. Çıplak ayaklarımla girip ateşin oraya yürüdüm. "Ormanda bir geyik vurulmuş, herhalde yine avcılar yaptı. Hayvan ormanın ortasında yatıyordu, yarasına bakayım derken üzerimi kala buladı." Derhal mutfağın yolunu tuttum, ayağımın altındaki acıya rağmen hızlı hızlı yürüyüp alçak tezgâhın önüne geçtim. Kazan fokurduyor, burada da bir mum yanıyordu. "İnim inim inliyor büyücü kadın! Merhem var mı, yarasına süreyim?"
"İnsana sürülen ilacın hayvana sürüldüğü nerede görülmüş." Kızarak, söylenerek ardımdan geldi. Eteğinin kumaşları birbirine çarpıyordu. "İyi etmez o hayvanı."
"Ne yapalım, ölsün mü hayvan!"
"Bana bağırmaya başladın yine. Senin o dilini keser, çakalların önüne yem diye atarım."
Mutfaktaki tahta dolapları açıp kapadım, merhemleri aradım. Mumların ardında görünce uzanıp ne kadar varsa hepsini aldım. "Okla mı vurmuşlar hayvanı?" diyerek yanıma geldi. Elimdekilerin hepsini alıp geriye koydu, başka bir merhem aldı. Cam kavanozun içindeki merhemi avucuma bıraktı. "Bunu daha önce sana sürmüştüm. Küçükken, ok atmayı öğrenirken kendini vurmuştun, bu merhemle iyi olmuştun. Bunu geyiğin yarasına iyice yedir." Saçlarıma bakıp hepsini düzeltmek için elinin içiyle kabarıklara vurdu. "Sonra da köz sönmeden gel, mantarsız gelirsen seni kapıdan kovarım."
Gülümsedim. "Kov. Ormandaki ağacımda yatarım."
"Seni şıllık!"
Büyücü bana söylenmeye başladığında ben arkama döndüm ve eteklerimi kaldırıp kapıya doğru koştum. Arkamdan söylene söylene, ağır ağır gelerek pespayeliğimden yakınırken evden çıkıp geyiğimle yolumuza düştük.
"Gel geyiğim, güzel geyiğim, alageyiğim."
Ormanın içinde, bileklerim otlara dolana dolana ilerledim ve adamı bıraktığım yere yaklaşınca yavaşladım. Alageyiğim susamış olmalıydı, kesik kesik nefesler alıyordu. Ağaçların arasından girdim ve önce adamın hareketsiz duran ayaklarını gördüm. Göğsüm çok acele halde inip kalkıyordu ama her nedense bu yabancıya yaklaşmak beni çok korkutmuyordu. Bana zarar verebileceğini bildiğim halde.
Yanağıma düşmüş olan bir saç telimi kulağımın arkasına koydum ve ayaklarımı yere vura vura ona ilerledim. Yaklaştıkça gözlerinin kapalı olduğunu gördüm, sırtı ağacın gövdesine yaslıydı ve başı sol tarafa eğilmiş, çehresi de önüne düşmüştü. Çıplak ayaklarım yaprakların üzerinden yara alarak geçti ve ona vardı. Dizlerimi büküp eğilince eteğimin kanlı uçları etrafımı örttü. Gözlerimi kırpıştırdım. "Öldün mü?"
"Senin ellerinden mi? Hiç sanmam."
Göz kapakları halsizce açıldı ve kapkara gözleri benimkileri buldu. Benim ellerimden ölmek demek ki ağrına giderdi, kendini epey önemli bir kişi sanıyordu herhalde. Hiçbir şey demeye lüzum görmeden başımı eğdim, açıktaki yarasına baktım. Omuzlarında yaralar vardı ama açık değildi, yalnız izleri duruyordu. Bir aralar savaşa katılmış olmalıydı. Elimdeki kavanozun kapağını açarken, "Onu nereden buldun?" diye sordu.
"Evimden getirdim," dedim ve yanıma aldığım ıslak bez parçasını parmak uçlarımla tutup onun yarasına yaklaştırdım. Ses etmedi, herhalde inanmıştı. Bu haydutla daha fazla uğraşmayacaktım, yarasını sarıp ormanımdan def edecektim. Omzunu ağaca az daha sert dayayıp dikkatle yüzüme bakarken, ıslak bezi yarasına bastırdım ve kanı temizlemeye koyuldum. Parmak eklemlerim çıplak tenine sürtüyordu, ne sıcak bir tense benim elimi yakıyordu. Engel olamadan elime bakıp ateşi ararken, "Evin civarda mı?" diye sordu.
"Evimin nerede olduğunun sihhatinle ne alakası olduğunu anlayamadım."
Hiçbir şey demedi, zaten önemli de değildi. Yaranın etrafındaki kanı temizleyip bezi geriye çektim ve kuru, temiz tarafını yırtmak için dişlerimi kullandım. Bezi iki ayrı parçaya bölüp kanlı tarafı yere attım ve kuru tarafıyla da göğsünde kalan ıslaklığı temizledim. Bir kalbin atışına ilk kez bu kadar yakındım. Bir serçeyi elime aldığımda da kalbini böyle yakından hissetmiştim, aynı böyle çarpmıştı. İnsanın kalbi de demek bu kadar hızlıca atabiliyordu. Bezi geriye çekip bir parça temizlenmiş bölgeye sürmek için merheme uzandım. Rengi yeşil olan merhemi parmağımla alıp ok yarasının üzerine yavaş yavaş sürdüm. "Sızlıyor mu?" diye sordum.
"Umurunda mı?"
"Hiç değil!"
Merhemi, yarasına iyice yedirdim. Vücudu öyle iriydi ki, ellerim göğsüne küçücük kalmıştı. Her nedense buna sinirlendim, sonra bu büyüklüğüne rağmen onu tek ok atışıyla yaraladığımı hatırlayınca gülümsedim. Göğsünü silerken kızartmıştım, yumuşak dokununca kızarıklık geçmişti. Eli bir tarafında kocaman yumruk olmuştu, canını sahiden de yanıyordu. Gözleri de yansa da keşke bana bakamasaydı!
"Ne bakıyorsun?" dedim celallenip başımı kaldırırken.
Havada dalgalanan kızıl saçlarıma bakıp ağır ağır yutkundu. Dudakları ayrık kalmıştı, tez tez soluk alıp veriyordu. Yüzümün kıyı köşesini izleyip, "Adın ne senin?" diye sordu. Sesi çatallıyordu.
"Bilmene lüzum yok."
Parmağımla göğsüne son dokunuşu yapıp elimi çektim ve kalan merhemi eteğime sürdüm. "Dilin pek uzun."
"Senin adın ne ki?"
Bunu niye sormuştum ki? Belki de ilk kez bir erkekle tanıştığım için. Madem bir erkekle ilk kez tanışmıştım, layığıyla tamamlamam gerekmez miydi? Kara gözleri sert sert bana bakarken, "Victor," dedi.
Adı Victor'muş.
İlk kez böyle isim duymuştum, zaten doğru dürüst isimleri de bilmezdim. Anlamı neydi ki? Neyse neydi, beni alakadar etmezdi ya. Başını eğip göğsündeki yaraya bakarken, "Neden diğer kadınlar gibi değilsin?" dedi ve kara gözlerini tekrar bana kaldırdı.
"Diğer kadınlar nasılmış?" Kadın olmak nasıldı ki? Kadındım işte.
"Ellerine ok alıp ormanda gezmiyorlar, kimseyi vurmuyorlar." Başını ağacın gövdesine yaslayıp dudaklarından içeriye havayı çekti ve kırmızı renkteki gözlerime bakarken gözlerini hiç kırpmadı. "Bir adamın gözlerine, onun sonu olurmuş gibi bakmıyorlar."
"Ne kendine saygısı olmayan kadınlar! Hah, rezillik!" Dizlerimin üzerinden, eteğimi tutarak kalktım ve arkamda kalan geyiğime doğru yürürken, atının sahibine yaklaştığını gördüm. Omuzlarımı sopa gibi dimdik ettim. "Dünyaya ya sürünmek için gelirsin ya da savaşıp arzu ettiklerine kavuşmak için."
Elini, atının başına uzattı ve benim yüzümü, gözlerimi, saçlarımı izledi. "Bir kısrağa benziyorsun."
Gözlerimden dumanlar çıktı. Elimle atını gösterdim. "Buna mı benziyorum. Duydun mu geyiğim, neye benziyormuşum?"
Atı üzerime doğru kişnedi.
"Evet, ikiniz de başımı ağrıtıyorsunuz. O kişneyip duruyor, sen de..."
"Haydut," diye bir daha bağırdım ama bu kez sesim ormanda yankılandı, kulaklarıma geri döndü. Okumu tehdit eder gibi ona çevirdim. "Sana bir büyü yaparım, ayaklarıma kapanır, bana yalvarırsın."
Bir anda gülmeye başladı ve kara kara gözlerinde o an ilk kez çocuksu bir ifade yakaladım. Onun haydut olmadığını düşündüğüm ilk ve son an oldu. Elini karnına koyup gülerken, "Ayaklarına mı kapanacağım," dedi. "Tanrım, ne komik kadınmısşın!"
Hiç düşünmedim, niye düşünecektim. Oku göz hizama kaldırdım ve ilk seferin aksine bu kez onun omzuna hedef alıp oku ileriye fırlattım. Ok, göz açıp kapayıncaya kadar uçup ağaca saplandı, haydut son anda kendini ileriye atıp kurtarmıştı. Önce gülüşü yarıda kesildi, sonra nefes nefese başını kaldırıp avazı çıkana kadar bağırdı. "Senin canına okurum!"
"Ölmeyi istemiyorsan az konuş."
Hışımla arkamı döndüm ve civarda gezinip siyah örtümü aramaya koyuldum. Bu haydutla uğraşırken farkına varmamıştım ama hava epey kararmıştı. Keşke evden mum alıp çıksaydım. Karanlıkta ne yapacaktım. Ateşböceklerim gelirse belki onlar etrafı aydınlatırdı. Onun tekrar yerden doğrulup yarasını tuttuğunu görürken, "Civarda, geceyi geçirebileceğim bir yer var mı?" diye sordu sertçe. "Bir an önce sabah etmek, sonra defolup gitmek istiyorum."
"Ah, ne kadar benzer arzularımız var."
Siyah örtümü bir ağaç dalının altında bulunca aldım ve silkeleyip omuzlarıma astım. Saçlarımı elimin tersiyle yavaşça düzelttim ve dalgaların yumuşak gece rüzgârında hafifçe sallandığını hissedince neredeyse gülümseyecek oldum. Ellerimi siyah örtümden çekip başımı indirdiğimdeyse onun bana gözlerini kırpmadan baktığını görüp bocaladım.
İnsanlar birisine bakınca kalbi hızlı atıyordu demek ki.
Başımı eğdim ve o da bakışlarını benden çekip yarasına bakarken dişlerini sıktı. Alageyiğimin yanına ilerledim ve onun boynuzlarını okşarken, "Nehrin yanında uyuyabilirsin," dedim rahatsız bir sesle. Nehrin sesine kulak verdim. "Nehrin yanına uzanınca, oradan gelen sesle çok güzel uykuya dalıyorsun."
"Sen... Orada mı uyuyorsun? Çadırın yok mu?"
"Ihıh."
Yerinden doğrulmaya çalıştığını görünce bakışlarımı tamamen ona çevirdim. Bir eli hâlâ göğsünün üzerindeydi, bir eliyle de ağaçtan destek alarak kalkıyordu. Atı kişneyip duruyordu, sahibini madem bu kadar seviyordu ne diye huysuzlanmıştı. Dizlerimin üzerinden kalktığımda eteğimin uçları aşağıya döküldü ve adam tamamıyla kalkıp bir adım öne çıktı. Hareketleri uyuşuktu, rüzgâr omuzlarına doğru seğirtiyordu. "Nehir," diye tekrarladı ve başını sol tarafa çevirdi. "Gideyim."
Başımı bir kez salladım. Atına döndü ve onun başını iri, kanlı eliyle okşayarak işaret etti. Atın önünden ilerlemeye başlayarak göğsünü tutarak yürüdü. Bir yarasa kafasının üzerinden uçup gittiğinde başını kaldırdı, yarasaya bakıp tekrar önüne döndü. Göğsünün ağrısı omzuna da vurmuş olmalıydı, yürürken vücudunu taşıyamıyor gibiydi.
"Gel geyiğim."
Geyiğim peşime düşünce ona sıcacık gülümsedim ve okumla beraber onun ardından ilerledim. Birkaç adım attıktan sonra peşinden geldiğimi anlayıp kafasını çevirdi, kan nasıl olduysa yüzünün yarısına da bulaşmıştı. "Sen nereye?"
Ona cevap vermeden eğildim ve yerdeki kanlı gömleğini alıp geri kalktım. "Yürürken bayılacakmışsın gibi görünüyor, sağ salim vardığını göreyim."
Gece karanlığında ne hissetti, ne düşündü bilemedim. Başını sessiz kalarak önüne çevirdi ve atına dönüp fısır fısır bir şeyler dedi.
Ben ormanı avucum gibi bilirdim, onun ne kadarını bildiğiniyse Tanrı bilirdi. Adından başka bir şeyinden haberim yoktu, muhtemelen obada yaşıyordu, acaba hangi klandandı? Ne iş yapardı, burada ne gezerdi ki? Elimdeki gömleğine baktım ve ketenin dokusunu parmak uçlarımda hissederken yutkunup durdum.
Nehrin oraya varana kadar ikimiz de hiçbir şey demedik. O etrafına bakarak, atının kafasını okşayarak yürüyordu. Gözlerim yerden bir milim bile oynamadı, başım önümde yürümeye çok alışkındım. Çok ileriden çakalların uluduğunu duydum, çok alışkındım bu sese. Geyiğim de o çakala karşılık verir gibi ıksırdı ve önümüzdeki at kişneyerek nallarını yere vurdu. Adam elinı sırtında gezdirip onu sakinleştirdi, yarasaların ardından renkli bir kelebek sürüsü başımızın civarında dolanıp büyülü evimizin oraya doğru uçtu.
Attığımız her adımda nehirden gelen ses de yükseldi. Oraya vardık ve nehrin üzerindeki ateşböceklerinin ışıltısını görünce sevinip adımlarımı hızlandırdım. Yine de o haydut ve atı benden önce nehrin kenarına vardı, at yorulmuş olmalı ki, bedenini yavaşça yere doğru bıraktı. Adam onunla beraber eğildi ve üzerini okşayıp doğruldu, yavaşça atının yanına, bir ağacın gölgesine uzandı.
"Ateşböcekleri mi onlar?" diye sordu.
"Yok, inek." Sanki görmüyordu.
Kolunun birisini başının altına koyup kendisine yastık yaparken diğer eli çıplak göğsünün üzerinde yavaşça gezinmeye devam etti. Hiç utanması yoktu, gözlerime cesaretle bakıyordu. Ayrıca gözlerimin renginin lanet olduğunu da düşünmüyor gibiydi. "Gözlerime niye öyle bakıyorsun?" deyiverdim ben de. Bu gece kalbimin bir şeysi vardı. "Uğursuz gelirim sana, işlerin rast gitmez."
Onun da kalbinin bir şeysi varmış gibi elinin ayasını göğsüne daha sert yaslayıp dudaklarını yaladı. Gözleri, elimdeki oktan daha da sivri oluvermişti. "O nasıl laf öyle?"
"Lanetliyim ben."
Kaşlarını çatıp az doğruldu, elini göğsünden indirip saçlarını bir hışımda alnından itti. "Bence kim sana bunu söylediyse asıl onu göğsünden vurmalıydın."
Cadım söylemişti, herkes senin lanetli, hastalıklı bir bebek olduğunu düşür demişti. Ben de kimsenin gözüne bakmamıştım, yaşamak için kendimi bu ormana ve büyülü eve hapsetmiştim. Omuzlarımı silktim ve küs şekilde önüme döndüm, geyiğime bakıp sonra nehrin kenarın oturdum.
Sesindeki kin bir anda hafiflemişti. "Ne yapıyorsun?"
Okumu yeşil çimlerin üzerine bırakıp gömleğini nehre doğu yatırdım. "Yıkayacağım."
Biz de kıyafetlerimizi burada, bu suda yıkardık. Nehrin suyu sürekli aktığı için bir sonraki sefere su temiz oluyordu. Onun sessizleştiğini ama halen beni izlediğini hissederken gömleğini tamamen ıslattım ve ateşböceklerinin yaklaştığını hissederek gülümsedim. Nehrin içinde kırmızı bir ışık hüzmesi vardı, suyun yumuşak akışıysa içimi hoş tutuyordu. Gömleğin üzerindeki lekeleri önce akıttım, sonra çitelemeye başladım.
Gerisin geriya yaslandı, tekrar göğsünü tuttu. "Kadınlar bu obada ya oğullarının ya da kocalarının kirlilerini çitiler."
Ben kendi kıyafetlerimi çitilerdim, bence herkes de öyle yapmalıydı. Onun zararsızlığına nasıl karar vermiştim bilmiyorum ama gömleğini sertçe çitelerken, "Seni vurduğum için çiteliyorum," dedim sertçe. "Karın olduğum için değil herhalde."
"Olmanı isteyen yok zaten."
Bu deliye diyecek bir kelimem bile yoktu. Susup gömleğini çitilemeye devam ettim ve gömlek buruş buruş olana dek yıkadım. Kan, nehrin suyuna karışmıştı. Elime doğru tırmanan ateşböceğine gülümserken, bir kıvırcık saç tutamım yanağıma düştü. Ateşböceği bileğime tırmanırken, gömleği kaldırdım ve suyunu sıkarak doğruldum. Eteğimin uçları yeri süpürürken az ötedeki ağaca ilerleyip gömleği ağacın dalına astım. "Gün ağarırken, şafak vakti kurur," dedim.
Ellerime bakarak tekrar nehre döndüm, ağacın yanındaki geyiğimin yanına ilerledim. Yere oturup başımı geyiğime yasladım, ellerimle eteğimi tutup nehrin içindeki ateş böceklerini izledim.
"Adın ne?" dedi bana, bir daha.
Eteğimin üzerine konan kelebeğe gülümseyip yanağımı geyiğimin karnına iyiden iyiye yasladım. "Hare."
İsmimi dudaklarından o gece hiç duymadım. Başımı kaldırıp gökyüzündeki aya baktım ve ateşböceklerinin ışığında saçlarımı okşadım. Ay dede yerinde oturuyordu, çocuklarıysa etrafındaydı. Doğanın içinde yumuşaklığını kaybeden sert, nasırlı parmaklarım saçlarımın arsından geçti ve gözlerim, elime konan kelebekle beraber kapandı.
Bir dahaki uyanışımı sağlayan şey gözkapaklarımda hissettiğim ışık oldu, her yeni günde, aynı saatten uyanan gözlerim yavaşça açıldı. Önce ileride, günün doğuşunu gördüm ve sonra nehrin gürültüsünü duydum. Başımın sabit olduğu yere bakınca çimlerin üzerinde uzandığımı anladım ve gözlerimi kırpıştırıp başımın altındaki şeye baktım. Gömleğiydi, yastık niyetine başımın altındaydı.
Başımı çevirdim ve ötedeki ağacın önüne baktım, yoktu.
Gitmişti.
Victor, atını başka diyarlara sürmüştü.
Yorumlar yükleniyor...