3. BÖLÜM
Keyifli okumalar. 🤍
3.BÖLÜM
On gün sonra
"Hare, mantarları közün üzerinden aldın mı? Yanarlarsa ben de seni o ateşin içine atarım, haberin ola."
Bunak.
Nefesim, mumun alevinin üzerinde süzüldü ve ateşi hafifçe dağıttı. Büyülü evimizdeki karanlık, her gece yaktığımız bu mumlar sayesinde hafifliyordu. Bu mumları cadı pazardan alıyordu, bazen de gaz yağını yakıyordu. Şöminede yaktığı ateşte de sürekli mantar pişiriyordu, bazen güvecin içinde de yeşil bitkiler.
Elimi mumun ateşin üzerine doğru kapattım ve ateş etrafı aydınlatmaz olduğunda tamamen karanlığa büründük. Sonra elimi çektim, ateşe gülümseyip dizlerim üzerinden doğruldum. Eteğimin kenarlarını tutarak ateşin oraya doğru koştum. Şöminenin önüne eğilirken saçlarım ateşe düşmesin diye omuzlarımdan geriye ittim. Maşayı alıp közün üzerindeki mantarı çıkardım ve üfleyip birazcık soğuttuktan sonra ağzıma attım. Beğendim, güzel olmuştu.
Eteklerimi toplayıp kalktım ve mutfağa kadar gidip, cadı kazanı karıştırken bir kase aldım. Kaseyi alıp koşa koşa tekrar ateşin başına geçtim, pişmiş mantarlarım hepsini çıkardıktan sonra közü üstünkörü karıştırdım. Köz çıtlakları etrafa sıçrarken, elimi geriye çektim ki yanmasın. Mantar kasesini alıp mutfağa gittim, kaseyi tezgâha koydum. Cadı bana dönüp gülen suratıma baktı. "Sana pişirdim, niye bana getiriyorsun."
"Ben çilek yiyeceğim," dedim, ormandan topladığım çileklere bakarken.
Eliyle kafama bir tane vurunca sızlanıp başımın arkasını tuttum. "Çileği de ye ama önce karnını doyur."
"Yemeyeceğim dediysem yemeyeceğim!"
Kaşığı güvecin içine bıraktığında beni kovalayacağını anlayıp ardıma döndüm ve eteklerimi tutarak koşmaya başladım. "Seni zilli," diyerek arkamdan koştu ama yetişemedi. Kıkırdayarak tahta merdiven basamaklarını çıktım, üst kata çıkıp odama koştum. Yorulduğu için merdivenin orada kalıp arkamdan bağırdı. "Sana bir koşamama büyüsü karıştırayım da gör."
"Yapabilseydin bu yaşıma kadar kırk kere yapardın bunak."
"Zilllliii."
Bir daha kıkırdayıp eteklerimi bıraktım, odamın tahta kapısını hafifçe aralık bırakıp masaya doğru ilerledim. Bir sedir yatakla bir masa vardı odada. Bu evde, bunlar da çok uzun zamandır buradaydı ama iş görüyorlardı. Masanın başına geçip dört ayaklı, alçak tabureye oturdum ve mumun ışığına bakarken, mürekkebime uzandım. Kuş tüyünden kalemimi mürekkebe batırarak bir parşömen kâğıdını önüme kadar çektim. Başımı kaldırıp küçük camdan dışarıya, devasa büyüklükteki ağaçlara bakarken, ormandaki son maceramı hatırlayıp iç çektim.
Umarım haydut sağ salim klanına, yuvasına varmıştır.
Mürekkebi kâğıda değdirirken ardıma döndüm, yatağın altına gizlediğim gömleğe baktım. Kolları sedirden hafifçe sarkıyordu, sanki ihtiyacım varmış gibi bana bırakmıştı. Tekrar önüme dönüp kâğıda bugün yaptıklarımı yazdım. Bazen harfleri karıştırıyordum. Geyiğimle oynamıştım, onu yazdıktan sonra nehirde çıplak yüzdüğümü yazdım; cadının gözleri artık görmüyordu da bunları okuyamazdı. Sonra nehirden çıkıp ağaca tırmandığımı yazdım, bunu giyinik yapmıştım. Sonra bir kelebekle kavga edip ayağımı ısıran siyah böceği denize atmıştım. Azıcık savaşçıysa denizden çırpınıp çıkardı, bunu da ben mi öğretecektim!
Kızıl saçlarımı elimle okşarken, kalemimi kâğıdın alt satırlarında dolaştırıp her harfi özenle yazdım. En sevdiğim şey yazmaktı, bunu kim icat ettiyse aklına sağlıktı. Kâğıdım az olduğu için idareli kullanıyordum ama bir türlü cadının bunları nereden bulup getirdiğini anlamıyordum. Uslu davranırsam bana bunlardan getiriyordu ama ben bir türlü uslu kalamıyordum. "Bunak," diye fısıldadım ve nefesimden sızan buğu mumun üzerindeki ateşi alevlendirdi. "Acaba seni kaybedince ben bu ormanda bir başıma ne yapacağım. Son günlerde öyle çok öksürüyorsun ki."
Bir damla gözyaşım parşömen kâğıdı üzerindeki mürekkebe düştü ve koyu siyahlığı hafifçe dağıttı. İkincisi düşmeden önce elimin tersiyle yüzümü sildim ve kalemimi kâğıdın üzerinden çekip yerine bıraktım. Kuruması için kâğıda üfleyip, "Ormanda, sonsuza kadar yaşatan bir ilaç var mı acaba?" Dedim. Başımı hafifçe cama doğru ittim, geyiğimin ağacın gölgesi altında olduğunu görünce rahatladım. "Mutlaka olmalı, yarın bir araştırsam güzel olur. Bildiğim başka bitkileri kaynatırım, belki onun sıhhatini geri getirir."
Kâğıt soğuyunca onu kitabımın arasına koydum. Bu kitabı cadım vermişti, büyü kitabı olduğunu söylemişti. Kitabın üzerindeki tozları yavaşça iterek sandalyemden doğruldum ve yatağıma yürüyüp altına sakladığım gömleği aldım. Yatağın köşesine oturup keten gömleği ellerimde sıktım. "Gömleğini niye bıraktı, sanki ihtiyacım var!" Krem bir gömlekti, düğmelerinin bir ikisi kopmuştu. "Ben niye atmadım, sanki ihtiyacım var!"
Gömleği yere savurdum.
Sonra yerden alıp katladım ve yatağın altına geri koydum.
"Tanıştığım ilk insan kendisi. Onun hatırına."
Gözlerine özgürce baktığım ilk erkekti de aynı zamanda. Göğsüne dokunduğum, yarasını temizlediğim, kalp atışlarını duyduğum ilk insandı. Tenine, derisine, sıcaklığına elimi koyduğum ilk kişiydi.
Ve göğsünden vurduğum birisiydi.
"Karısı temizler artık yarasını."
Saçlarımı okşayarak odamdan çıktım ve cadıyı, şöminenin önünde, mantarı yerken görünce yanına koşuverdim. Kuş tüyünden halının üzerine yatıp başımı dizinin üzerine koydum, ateşi izlerken, "Bana bir masal daha anlatsana," dedim. Saçlarımda ateşin gölgelerini gördüm. "Ama bu kez başka olsun."
"Demek başka masal dinlemek istiyorsun," dedi düşünceli halde. O, ben gelene kadar olan yalnızlığına nasıl katlanmıştı bilmiyorum ama ben ondan sonraki yalnızlığa nasıl katlanacaktım? "Bundan elli yıl önce, bir genç adamı büyüyle kendime bağlamıştım. Bunu nasıl anlatmış mıydım?"
"Aaa." Elimi kocaman açılan ağzıma kapattım. "Sen neymişsin ya..."
Başıma bir tane vurduğunda güldüm ve anlatması için gözlerimi ona çevirdim. Kırmızı harelerime baktı ve bu kez başımdaki elini saçlarımda yavaşça kaydırdı. Eli buruş buruş olmuştu ama avuçları çok güzel kokuyordu, çünkü ormandan güzel çiçekler topluyordu. "Yaa, öyle," dedi yavaşça. "Bir gün evimizden çıkıp senin de hep yaptığın gibi ormanın içinde kaybolmuştum. Çok ileride, kütüklerin orada yatan bir adam görene kadar ilerlediğimi hatırlıyorum."
Hızla dizinden doğruldum, saçlarım ağır bir yük gibi omuzlarıma düştü. "Adamı okunla mı vurdun? Bir de göğsünden mi?"
"Ne diyorsun kız zilli?"
Bana gözlerini kısarak bakınca başımı önüme eğip omuzlarımı silktim. Eteğimin uçlarıyla oynayıp ateşin içine bakarken, "Adam zaten ölü gibi yatıyordu," diye anlatmaya devam etti bunak. "Başımı eğip kalbine baktım, hâlâ atıyordu. Ölmediğini anlayınca uyandırmaya çalıştım, fayda etmedi. Adamı eve dek sürükledim, ona annemin ölmeden önce yaptığı şifali bitkilerden ilaçlar hazırladım. Çok çok uzun zaman sonra gözlerini açtı, hiçbir şey hatırlamıyordu. Ona, bana aşık olması için bir büyü karıştırdım, bir dahaki uyandığı seferde bana aşık olmuştu."
"Aşk mı?" dedim. Bu kelimeyi ilk kez duyuyordum.
"Ya aşk." Bunak iç çekti, bir derdi mi vardı acaba? Bence derdi yaşlı olmaktı, ben de bu kadar yaşlı olsam dertli olurdum. Bunak. "Bana aşık olmuştu. Benimle kalmıştı."
Gözlerimi ona çevirip, "Ne yaptınız?" Diye sordum merakla.
Elini kaldırdığında geriye kaçtım ve kendimi ellerimle siper ederek sustum. Neyse ki bana vurmadan elini indirdi ve önüne baktı. "Ne yapalım, onu iyileştirdik."
"Sonra?" dedim, aşk kelimesini düşünürken.
"Sonra ondan sıkıldım, benden soğusun diye büyü yaptım. O da gitti."
Gülerken omuzlarım sallandı. Hayat ona güzeldi. Doğrusu... pek de güzel değildi. Cadının annesi ve babası da zamanında burada yaşarmış ama cadım bir ve beş yaşındayken ikisi de peş peşe ölmüş. Cadı o zamandan beri burada yalnız yaşıyormuş, ta ki bir gün kapısında beni bulana kadar.
Beni o gece bu kapının önüne kim koymuştu acaba?
Yaşamamı mı istemişti?
Bu obada kimse cadıyı sevmezmiş, cadı öyle söylemişti. Belki beni buraya getiren birisi cadının benden kurtulacağını düşünerek getirmişti. Tekrardan cadımın dizlerine doğru kıvrılırken, "Keşke anamla atamın kim olduğunu öğrendiğin bir büyü karıştırsan," dedim kızgınca. "Niye bu büyüyü yapmıyorsun!"
Kızıl saçlarımı tekrardan okşamaya koyuldu. "Onlar senin saçının tek telini hak etmiyor Hare."
Elimi yanağımın altına koydum. "Essahtan mı?"
"Tabii yavrum."
Başımı salladım. "Doğru diyorsun bunak."
Kafama bir tane daha vuracak oldu ama vuramadı, saçlarımı kaldığı yerden okşayıp beni uykuya yatırdı. Onun dizlerinde uyumak gibi bir alışkanlığım vardı, iki yaşımdan beri böyle davrandığımı söylerdi. Zaten dizlerine uzanınca ait olduğum yere dönmüş gibi huzurlu hissediyordum.
Gözlerimi açtığım bir sonraki seferde, üzerimde bir ağırlık olduğunu fark ettim ve yumruklarımla gözlerimi ovuşturdum. Gün aymıştı, şöminenin içinde artık ateş yanmıyordu. Cadı başımın altından kalkmıştı, üst kata çıkıp uykuya dalmış olmalıydı. Gülümseyip ellerimin yardımıyla doğruldum ve üzerimdekinin, kuş tüyünden bir yorgan olduğunu gördüm. Yorganı el yordamıyla katlayıp sedirin üzerine bıraktım ve kuş cıvıltılarını duyarak evin kapısına koştum. Tahta kapıyı açıp dışarıya çıkmadan önce sedirin kenarındaki siyah örtümü aldım ve saçlarıma üstünkörü örterek ayakkabılarımı giyindim.
"Geyiğim!"
Koşarak ağacın yanında otlanan geyiğime gittim ve dizlerimi kırıp eğildim, kafasını okşadım. "Açıktın mı sen? Al, al hepsi senin bu otların." Boynunuza bir tane vurdum. "Yalnız ağzının tadını hiç bilmiyorsun! Ben sana yabani meyveleri göstermiştim onları hiç yemiyorsun." Onu boynuzundan tutarak çekmeye başlarken, kuş cıvıltılarına da kulak verdim. "Gel, seni o lezzetli meyvelerin oraya götüreyim."
Geyiğim beni dinlerdi, dinlemezse de okun ucundaki hedef olacağını biliyordu. Onun boynuzunu bıraktım ve koşmaya başlayarak ilerledim. O da hızlanıp bana takıldı, az vakit sonra meyvelerin olduğu bir koyuluğa indik. Burada renkli birkaç ağaç ve onların meyvesi vardı. Ben yiyince sevmemiştim ama geyiğim beğenmiş, bir daha istemişti. Parmak uçlarımda zıplayıp daldan eflatun rengindeki, büyük, yuvarlak meyveyi aldım ve eğilip geyiğime uzattım. "Al, ye bakalım. Çiğneyip tükürme, okumu gider evden alır, seni vururum."
Iksırdı ve dişlerini rengi bu güzel olan meyveye geçirdi. Tek ısırıkla meyvenin yarısını yedi ve diğer yarısını ağzından atıp yerde yemeye başladı. Gülümseyerek dizlerimin üzerinden kalkarken, bakış açıma bir karalığın girdiğini gördüm ve gözlerimi hafifçe kırpıştırdım. Başımdaki siyah örtüyü kontrol ederek ağaçların arasındaki karartıya bakarken, o karartının bir insana ait olduğunu fark ettim. Her kimse orada durmuş, geyiğimle bana bakıyordu. Aramızda birçok karış mesafesi vardı, yüzünü tam anlamıyla göremiyordum ama bir kadın olduğu çok belliydi. Acaba yolunu kaybetmiş, öksüz birisi miydi? Ya da bir tehlike miydi? Okumu almak için geriye dönmeli miydim? Örtümün ucundan tutarak, "Sen kimsin?" diye seslendim kadına. Korkusuzca ileriye çıktım. Onun benden korkmak için daha çok sebebi vardı. "Kayıp mı oldun?"
Birkaç adım ileriye çıkınca kadının yüzü hafifçe netleşti. Hafızamın sayfaları bir kitabın sayfaları gibi çevrilmeye başladı, bu kadının yüzünü hayatımdaki bir ana sığdırmaya çalıştım ama çıkaramadım. Al sana bir bunak daha. Bu kadın yaşlıydı. Büyücü kadar değil ama epey yaşı geçkin bir kadındı, öyle ki daha fazla ilerlemeden bile yüzündeki kırışıklıkları görüyordum. Saç diplerinde beyazlar vardı. Tehditkâr bir adım daha atıp, "İyi misin?" diye sual ettim. "Bir şeye mi ihtiyacın var?"
Saçlarıma bakıyordu ve gözlerime. Bakmaması elzemdi, eğer varsa lanetim bulaşabilirdi.
Saçlarımı biraz daha saklayıp, "Buradan git," diye bağırdın hınçla. Elimi savurdum. "Nehrin karşısına geç de obaya bak. Bir ihtiyacın varsa oradakilere sual et. Benim sana ayıracak pek vaktim olduğu söylenemez."
"Ben senin ebenim."
Bu kelime hafızamın bir yerinde sanki vardı, hiç yabancı gelmemişti ama ne anlama geldiğini çıkaramıyordum. Ebenim diyordu, bana ait olan birisi miydi? Belki de essahtan bunamıştı, zırvalıyordu. Ayaklarımı yere daha sert vurarak, "Benim hiçbir şeyim değilsin," dedim. Geyiğim hemen ardıma düşmüştü, yüzü gözlerimin önündeki kadına bakıyordu. "Obana derhal geri dön."
Kadın gözlerimden hiç ürkmüş, tasalanmış değildi. Saçlarımın bir yılan gibi boynuna dolanıp onu öldüreceğini de mi düşünmüyordu? Cadım demişti, hakkında her şeyi düşünürler demişti. Benimkinin aksine kara kara duran sürmeli gözlerini üzgünce yüzümde dolaştırıp ağacın ardından çıktı. "Ben... Seni doğurtan kadınım. Getirip seni bu ormanın içine koyan kadınım."
Benimle eğleniyor muydu? Bu ne kötü bir şakaydı. Saçmalıyor olmalıydı, ebe demek yeni doğan bebeği birisinin kapısına götürüp koymak demek miydi? Bu yüzden mi beni görünce şaşırmamıştı, gözlerime o haydutun ki gibi korkmadan bakmıştı. Hafızamın derinliğine biraz daha indim, dünyaya geldiğim ilk anı hatırlayabilir miydim? Onun kollarında olduğum ilk anı? Ağladığım ilk anı? Kaldığım yerden kadının üzerine doğru yürürken, "Biliyorsun," diye tısladım. Elimi alev alev yanan kalbime bastırdım. "Benim bu ormana bırakıldığımı biliyorsun!" Elimi kalbimden kaldırdım, sonrasında iki elimi birden bir anda onun ince boynuna doladım. Gözlerinin içindeki siyah hareler genişledi ve şaşkın çığlığı ormanda yankılandı. "Kim sana beni buraya bırakmanı söyledi! Yoksa... Sen zalim, beni ailemden mi çaldın? Anamdan atamdan mı ayırdın?"
Öksürmeye başlamıştı, gözlerinin kenarlarından yaşlar süzülüyordu. Buruşuk elini kaldırdı, elimi çaresizce çekmeye çalıştı. Ellerimi, konuşabilmesi için hafifçe gevşettim. "Onlar... Seni öldürmemi istemişti!"
Tanrım, bu ne büyük ızdıraptı! Yaşamımda bundan daha büyük bir ızdırabın olduğunu hatırlamıyordum. Ellerim, karşımdaki bu ebenin boynunu serbest bıraktı ve yangınlar içinde yüzen bedenim gerilemeye başladı. Ellerim sımsıkıya eteğimin yanlarına yapıştı. "Gözlerim yüzünden mi... Saçlarım yüzünden mi?"
"Senin... Hastalıklı olduğunu düşünüyorlardı."
Ne anam anam bu andan sonra, ne atam atam bundan sonra.
"An... Anlat, hakkımda bildiğin her şeyi."
Ve o geçmiş zamanımı, bir masal gibi anlatmaya başladığında kendimi, cadımın benim için anlattığı korku hikâyelerinden birinde hissettim. Bu bir masal olamazdı, olsa olsa korku dolu bir hikâye olurdu. Cadım bana bir keresinde kırmızı başlıklı kızı anlatmıştı, görünüşe göre anam ve atam o hikâyedeki cadıdan bile beter insanlardı.
Hikâyemi anlatmayı, beni cadının kapısına koymasıyla bitirdi ve sonra bu ebe olduğunu söyleyen kadın kaldığı yerden ağlamaya devam etti. Gözlerimi kısıp yanağına dökülen gözyaşlarına baktım ve sonra onun koluna uzandım, bir çırpıda çekip kadını önüme attım. "Beni çabuk onlara götür!"
"Ne?" Kadın sersemlemişti, neredeyse düşecekti. Eteklerini tutup kocaman açtığı gözlerle bana baktı. "Götüremem, seni onlara götüremem! Ölmediğini bilmiyorlar, kimseye söylemedim! Seni görürlerse... Öldürürler!"
Öyleyse öldürmeyi denemeleri lazımdı, kendileri ölmeyi göze alabilirlerse. Karşımdaki kadını bir daha tutup, "O zaman ne diye karşıma çıkıyorsun?" diye bağırdım. Sesimi duyan çakallar uludu, başımızdan bir kuş sürüsü akın etti. "Madem yapman gerekeni yapmayacaksın neden karşıma çıkıyorsun?"
"Ben... O gece seni öldürmeyen kadınım, sana ailenden daha iyi davrandım." Benden bu muameleyi beklememiş gibiydi. Ne bekliyordu o halde, boynuna atlamamı mı? Bana yaşam hakkı verdiği için onu bağışlamamı mı? Bu hak zaten benimdi, kimse benden alıp bana veremezdi! "Yaşaman için sana yardım ettim! Bana böyle zulm etme. Ben... Yıllarca gelip uzaktan uzağa seni gözetledim, yaşadığından emin oldum. Sıhhatini merak ettim. Şimdi de... Çok hastayım, yakında öleceğimi hissediyorum. Bunları söylemeden ölmek istemiyordum."
Bunağın tekiydi, bana bunları söylemek için ölmeyi beklemişti? Önümüzdeki on sene yaşasa yine bana hiçbir gerçeği söylemeyecekti, aklımdaki tasalarla yaşamamı sürdürmemi uzaktan izleyecekti. Ne kadar hayatının kaldığını umursamadan ebe olduğunu söyleyen kadını biraz daha sarstım. "Kimse benim olan hakkı benden alıp bana veremez! Eğer ben daha bebeyken cadıya her şey söylemiş olsaydın belki seni bağışlardım ama seneler akıp gitmiş, artık ne önemi kalmış!" Ben bağırırken alageyiğim ıksırıp duruyor, karşımızdaki bunağı korkutuyordu. "Şimdi benimle beraber obaya geleceksin, o rezilleri bana göstereceksin!"
Gözlerime baktı, rüzgârda yellenen saçlarıma da. "Seni... Obadakiler seni görünce korkarlar, hastalıklı sanarlar, zulm ederler."
"Aptal kadın!" Onu, yürümesi için ileriye doğru ittirdim. Ufak tefek, zayıfça bir kadındı. Başının üstündeki ipek kayıp omuzlarından döküldü. "İlk kez obaya gitmeyeceğim!"
"Gitmemelisin! Senden kurtulmak isterler!"
"Ben her savaşa ölmeyi göze alarak çıkarım, sen hiç tasalanma!"
Onu az daha ittirdiğimde kaderine razı geldi ve kendi rızasıyla yürümeye başladı. Omuzları titriyordu, ne korkak bir kadındı! Demek beni kendisi doğurtmuştu, hayatla buluşunca ilk nefesimi onun ellerinde almıştım. Ailem bir lanet olduğumu düşünüp ölmemi dilerken bu kadın yaşamam için ufak da olsa bir gayret göstermişti. Ailem beni o nehirde boğmayı istemişti, bu kadınsa o nehrin yanından geçmesine rağmen beni öldürmemişti. O gece ilk nefesimden yalnızca az vakit sonra son nefesimi de verebilirdim ama bu ebe kendinde hak görüp ufak kalbime yaşam üflemişti.
Ne diye ölüyordu o zaman?
Hâlâ yaşayan anamla atam ölebilirdi!
"Hızlan," dedim bunağa.
Obaya geçmek için tek yol nehir değildi, nehir kestirmeydi, ben de yüzmeyi sevdiğim için çok kez oradan yüzerek geçerdim. Fakat avlanmak için obadan ormana geçen insanlar köprüden yürüyerek geçiyorlardı, asma köprüden.
Ben de önümde titreyen bu kadınla ve arkamda ıskıran alageyiğimle bu asma, sallanan köprüden geçtik. Karış karıştı bu asma köprü, sonuna varana kadar kadın soluk soluğa kalmıştı. Kolundaki elimi hışımla çekip geyiğime döndüm ve o an okumu almadığımı hatırlayınca tasalandım. Okum yanımda olduğunda kendimi daha ehemmiyette hissediyordum, ne bilirdim kadının gökten düşer gibi bu vakitte karşıma çıkacağını?
Köprü bitince çalılıkların arasından geçtik, obaya varmak için bir de yokuş çıktık. Kimse görmeden ipek örtümü saçlarıma örttüm, saçlarımın uçlarını da keten gömleğimin uçlarına sokuşturdum. Önden çıkan birkaç saç tutamımı da kulaklarımın ardına koydum, o haydut sa saçlarımı böyle okşamıştı.
"Atanın evi var, çadırda kalmıyor."
Demek hali vakti de yerindeydi, bir ben fazlalıkları, hastalıkları, lanetleri olmuştum. Keşke şu an gerçek bir lanet olup cehennem gibi üzerlerine esseydim. Eteğimin uçlarını hafifçe kaldırmak için kenarlarından tuttum ve ayaklarımı yere sağlam basarken, obanın içine yaklaştık. Yan yana duran iki çadırın yanından geçtik, az ötede, derenin kenarında çamaşır çitileyen iki kadın gördüm. Derenin içinde bir de çocuk ellerini çırpıyordu.
"Atanın karşısına geçersen... Seni ayrı, beni ayrı öldürürler!" Ebe bana döndü, kısık kısık, yüzüme doğru tasayla konuştu. "Kabul etmezler evlatları olduğunu, obaya yuhlatırlar seni. Gel, yol yakınken dönelim!"
"Bu ne korkaklık!" Tükürür gibi konuştum, kadını bir daha kolundan tutmak zorunda kaldım. İleriye doğru ittirirken kırmızı gözlerimi korkunç bir şekilde açtım, o an neredeyse felç geçiriyordu. "Benim yuhlanacak neyim varmış? Lanetleri olduğumu mu düşünüyorlar? O halde görürler. Cehennem üzerlerine estiğinde görürler! Tanrım ne büyükmüş, beni o zavallı insanların yanına layık görmemiş!"
İyi ki istememişler beni, iyi ki kaderime, cadımın ellerine teslim etmişler!
Onlar gibi olacağıma evsiz, yurtsuz ama bir savaşçı olmayı yeğlerdim.
Kadın çaresi kalmamış gibi, bilmediğim dilde bir şeyler fısıldayarak önüme düştü ve bana yolu gösterdi. Yürürken biraz yorgun düştüm, ara ara dönüp alageyiğime baktım. Ayaklarım yere o kadar sert vuruyordu ki, ebe ardına dönüp bana bakıyordu. Çadırlar sıklaşmaya başlayınca örtümün altına daha sıkı saklandım ve içimden kendime bir söz verdim.
Bir gün bu obanın ortasından saçlarımı savurarak, herkesin gözlerine bakarak geçecektim.
Hiçbir tanesi beni lanetlemeye cüret edemeyecekti üstelik.
"Burası."
Ebenin sesini duyunca başımı kaldırdım, gözlerimi kaçamak şekilde ileriye çevirdim. Bir ağacın ardındaki, tahtadan olma, küçük evi gösteriyordu. Ebe beni yanında durduğumuz ağacın gölgesi altına doğru itip, "Atanın evi," dedi kısıkça. Civarını kolaçan etti. "Burada yaşıyorlar."
Ebeni elimin tersiyle ittim ve kadın yere düştüğünde, ağacın önümdeki dalını savurdum. Geyiğim yerdeki kadına acımasızca bakarken, eteğimi sımsıkıya tutup o tahta evi izledim. Küçük bir penceresi vardı, pencereden bir kız sarkmıştı. Gördüğüme göre simsiyah saçları vardı, ay gibi de teni. Ellerini çırpıyor, bir şeyler diyordu. Altı mı yaşındaydı acaba, yoksa yedi mi?
"O kim?" dedim, sesim zayıflarken.
"O mu? Senden sonra doğan... Kardeşin. Onu da ben doğurttum."
Onu neden nehire bırakmadılar, onu niye öldürmek istemediler?
Omzumu, bu yaşlı ağacın kenarına yaslayıp eteğimi daha sıkı tutarken boğazıma bir şeylerin battığını hissettim. Daha önce yutkunamadığım hiç olmamıştı, ne garip bir hissiyattı bu böyle! Bu kız benim kardeşim miydi yani, benden sonra olan evlatları mıydı? Aramızdaki fark saç rengimiz miydi? Onun siyah oluşu, benim al oluşum muydu? Benim saçlarım da siyah olursa beni de mi severlerdi?
O küçük kızın bakışlarını takip ettim, derenin önündeki bir kadına bakıyordu. Kadın eğilmiş, bir şeyler çitiliyor, yanındaki kadınla konuşarak gülüyordu. Gülüyordu! Demek akıllarının ucundan bile geçmiyordum, farklı doğduğum için ölmeyi hak ediyordum! Onlar için bu normaldi, ölmem en normal şeydi. Bu gülen kadın, o gece beni doğuran kadın mıydı? Sonra da lanetleri olduğumu düşünüp ölmeme rıza gösteren kadın!
Ebe yerden toplanırken, "Annen," dedi. "Öteden gelen şu adam da... atan."
Annemin saçları da siyahtı, kardeşim olduğunu söylediği kızınki gibi. Demek tek farkım buydu, saçlarım. Yaşlı değildi, kadın hiç de yaşlı değildi. Cadım bir keresinde bana, annemle atamı kaybedince kırk yıl yaşlandım demişti, bu lanet kadın demek ki hiç yaşlanmamıştı. Öteye baktım, o kadının yanına doğru bir yetişkin adamla genç bir çocuk yürüyordu. Atam... O kır saçlı, iri yarı, nemrut yüzlü adam... Demek atamdı, beni o gece evden atan acımasızın tekiydi. Hafızam onları biraz bile hatırlamıyordu ama artık daha sık görüşecektik.
Yumruğumu daha da sıkarken, "O çocuk kim?" dedim bu kez.
Ebe ileride, atamın yanında duran çocuğa baktı. "O da... Oğlan kardeşin."
On beş, on altı yaşında bir delikanlı gibiydi. Saçları kara, teni kuzguniydi. Demek benden sonra doğan bu oğlandı, atamla anamı mutlu eden bu gençti. Yüzü gençti ama vücudu pek iriydi. Yağız bir çocuktu, elinde oku vardı. Ne mesut bir aileydi, yokluğumun zerre mühimi yoktu. Demek öyleydi, o halde her şeyi hak ediyorlardı.
Ardıma döndüm, ebeye baktım. "Benden birisine söz edersen seni kendi ellerimle öldürürüm."
Sonra ardıma düşüp geldiğim yönde geyiğimle beraber ilerledim. Benim kaderimi kimse yazamazdı, kimse yaşamamı veya yaşamamamı buyuramazdı. Bunu yapanlar da bundan sonra cezasız kalamazdı. O kız nehirde öldürülmeyi istemişti ama aynı gece tılsımlarıyla doğmuştu.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...