10. BÖLÜM
“Sarılalım mı? Belki geçer…”
10
DUYGULAR
Ümmü Gülsüm.
Berfin.
Arzu.
Hepsinin üzerinde kırmızı bir çarpı işareti görüyordum sanki.
Ve böyle giderse, o kırmızı çarpı işaretlerini kalanlarımızın da üzerinde görecektim.
Nasıl anlatılır bilmiyordum ama iyi olan hiçbir şey yoktu. Arzu’yu kaybetmemizin üzerinden saatler geçmişti ve biz artık, şaşırma refleksi gösteremiyor, sadece başımıza gelenleri sakinlikle karşılamaya çalışıyorduk. Ne oluyordu? Allah’ım! Neden bir bir, çeşitli sebeplerle ölüyorduk? Neden hâlâ kurtarılmıyorduk, neden birisi o karanlığın ardından ufakta olsun bir ışık yakmıyordu?
Sıra kimindi?
Ürpererek dizlerimi kendime çektim ve yanağımı sertçe silerek, Arzu’nun buz gibi bedenine baktım. Bu beden artık ölüydü ama benim dilim ceset demeye varmıyordu. Metronun ortasında, içimizde öldüğü için kimse bir şey yapmadan ona bakıyordu. Dışarı çıkamıyorduk, içeride kalamıyorduk. Ne yapacaktık, bilmiyorduk.
Yaşayacağım, diye düşündüm, gözlerimi bir an yumarken. Yaşayacağım değil mi?
Kötüleri eksilmeyen dünyadan, ben mi eksilecektim?
Benim gibi zararsız bir kız...
“Kendi ölümünü getirdi,” dedi Cesur, Arzu’yu hâlâ kollarında taşırken. Cesedi Cesur’un kollarının arasında, boylu boyunca uzanıyordu. “O siktiğimin sprey cihazını kırmasa, şu an yaşayabilirdi... Buz gibi oldu. İnsanın bedeni, ölünce gerçekten soğuyormuş.”
Cesur ağlıyordu. O, burada tanıdığım kadarıyla eğlenceli, mizah dolu bir çocuktu ama şimdi olması gerektiği gibi, arkadaşı için ağlıyordu. Hepimiz yerde, yan yanaydık ve bu çaresizliğe tanık oluyorduk. “Sanki tüm bunlar imkânsız olmayan ama imkânsız görünen şeyler. Burada kalmamız ve ölmeye başlamamız. Bir bir, sırasıyla...” Melodi titrek bir iç çekti. “Acaba bu bir lanet mi? Aramızdan birinin büyük bir günahı var ve o günah söylenmedikçe ölmeye devam mı edeceğiz?”
Akil donuk bir yüz ifadesiyle ona döndü. “Saçmalama.”
Melodi rencide olarak ona bakakaldığında, Akil’e azarlayıcı bakışlar atmak istedim ama gözlerimi Arzu’nun cesedinden ayıramadım. “Belki haklıdır,” diyerek Melodi’ye onay verdi Selim. “Bazı filmlerde, dizilerde oluyor ya bu tarz şeyler. Belki birimizin ortaya çıkması gereken bir sırrı vardır ve bu ölümler, ancak o sır ortaya çıktığında durabilir.”
Keskin metronun dışından inlemeyle karışık bağırdı. “Testere filmi çekmiyoruz geri zekâlılar.”
Hiçbirimiz onu kale almadık. Onu görmezden geldiğimizde onunla yaşamak daha kolay oluyordu. Melodi’nin bahsettiği şey ilginçti. Tüm bunlar, gizlenen bir sır için miydi? Fakat bizlerin günahı neydi? Öyle bir şeyse, sır kime aitti? Belki de bu gerçekten saçmalık olabilirdi ama bunun Melodi’nin suratına bağırmazdım. Oğuz bacaklarını ileriye uzattı. “Zaten çeşitli sebeplerle olmasa da az bir zaman sonra hepimiz açlıktan öleceğiz. Bir enkazın altındayız. Yukarımızda ne oluyor bilmiyoruz. Soğukkanlılığınızı koruyun ve yaşamak için gayret gösterin. Çünkü ben öyle yapacağım. Buradan çıkmak için, çok güçlü bir sebebim var.”
Herkesin bakışları bana kaydı.
Utandırdın yiğido.
Sonra ayağa kalktı, elini uzattı ve elini tuttuğumda beni de kaldırdı.
Birbirine çarpan vücutlarımızdan, bir elektrik akımı geçtiğini hissettim.
Kalktığımda elimi bıraktı ve kalanlarımıza sırt çevirerek yan yana, onlardan uzaklaşmaya başladık. Neden yaptık bilmiyorum ama onlardan ayrılmıştık. Beni buna davet eden ilk o olmuştu ve ben onu çok reddetmemiştim. Belki buna ihtiyacımız vardı, kendimiz hakkında hiç konuşamıyorduk. Konuşabilir miydik bilmiyordum ama bahsetmiştim ya, onunla göz göze düştüğümüzde her şey silikleşiyordu. Bir Oğuz kalıyordu.
Onları göremeyecek kadar uzaklaştığımızda, yan yana metro koltuklarına oturarak bir süre sessiz kaldık. Benim iyi olmadığım gibi Oğuz da iyi değildi. Bilmiyorum, belki o da öleceğini hissediyordu. Açıp avuç içlerime baktım ve terlediklerini gördüğümde, “Bana da oluyor,” dedi Oğuz, kısık bir sesle. “Seninle konuşurken benim de avuçlarım terliyor.”
Heyecanlanmalı mıydım? Bilmiyorum ama nedense yüzeysel değil de daha ciddi bir şeyler konuşacağımızı hissetmiştim. Kusasım gelmişti, heyecanlanınca hep bu oluyordu. Dönüp ona bakamadım. “Heyecandan mı?”
“Seni ilk gördüğümden bahsetmiştim ya,” dedi sorduğum soruyu es geçerek. Ellerini kucağında birleştirmiş, parmaklarını ovalıyordu. Heyecandan mı stresten mi? Onun benim için heyecanlanıyor olması hâlâ inanılmaz geliyordu. “O pileli etekle işte... O günden sonra seni tekrardan görmek için seni gördüğüm koridorda gezinmeye başladım. Sınıfının o katta olacağını, bu yüzden seni görebileceğimi düşünmüştüm. Fakat göremedim. Aslında görürsem ne yapardım bilmiyordum. Sana yanlışlıkla çarpıp gibi yapıp seninle tanışabilirdim veyahut sadece görüp aptal aptal izlerdim. Ya da bilmiyorum, dürüstçe seninle tanışabilirdim ama hiçbiri olmadı. Seni göremedim.”
Kocaman olmuş gözlerle sadece ona bakakaldım. Bu bir nevi itiraftı, zaten bunları söylerken bana bakamamış, gözlerini kaçırmıştı. Duyduklarımın birazına bile hazır hissetmemiştim. Kalbimi eritmişti. Bahsettiği şeye çok yakın hissediyordum. Onu, sınıfımın olduğu koridorda defalarca kez görmüştüm. Koridorumda geziniyordu ve bense duvarların arkasından onu izliyor, kimi beklediğini merak ediyor, beklediği kişiyi kıskanıyordum. Her defasında beni beklediğini, koridorda buluşacağımızı hayal etmiştim ama hayal olarak kalacağını düşünüyordum. Sonra o koridoru, düşmüş omuzlarla terk ettiğini anımsıyordum. Aradığını bulamayarak, umutsuzca...
Aradığı bendim!
Ben!
Ağlamaya başladığımı kucağıma düşen gözyaşlarım sayesinde fark ettiğimde, Oğuz apaçık bir şaşkınlıkla bana döndü ve ağlamam karşısında telaşa düştü. “Neden ağladın şimdi?”
“Çok duygulandım...”
Elleri bir anlık tereddütten sonra yüzümü kavradığında, kalbim göğsümün içinde hopladı ve boğazımdan sıcak bir sıvı akıyormuş gibi hissettim. Minik minik hıçkırarak yüzümün önündeki yüzüne bakarken, utanarak elinden uzaklaşmaya çalıştım ama gözyaşlarıma silerek buna müsaade etmedi. “Bestegül, ağlama.”
“Yetişemezlerse...” titrekçe soludum. “Yetişemezlerse ve biz bir bir ölmeye devam edersek? Ya sen ölürsen? Bunu düşünüyorum ve sadece ağlamak istiyorum.”
Kirli yüzümden akan gözyaşları, onun avuç içinde yakıcı izlerken bırakarak kaybolurken, gözlerinin çaresiz bir şekilde küçüldüğünü gördüm. “O zaman bunu düşünme. Sadece elindeki ana odaklan. Bak, tam üç cesedin olduğu bir yerdeyiz ama ben senin yüzünü ellerimin içine aldığımda avunabiliyorum. Sen de benimle avunabilirsin. Senin avuntun olabilirim.”
Belki dedikleri sadece saçmalıktı, hayalperestlikti, gerçek dışıydı ama kalbimi hayata döndürebiliyordu. O bu kadar konuşmuşken, artık bir şeyler saklamamın saçma olduğunu düşündüm. “Ben seni ilk kez, sen beni görmeden çok önce gördüm. Şey, kütüphanede. Okulun kütüphanesinde, elindeki kitaplarla oyalanırken. Güneş o kadar güzel bir açıdan yüzüne vuruyordu ki, inanamayarak öylece sana bakmıştım. Durup kimseye öylece şuursuzca bakmamıştım. Sen ilktin. Her açıdan. Orada durdun ama beni hiç görmedin. Senin kadar cesaretli değildim, seninle dürüstçe tanışamamıştım. Sonra... Defalarca kez kütüphaneye girdim, seni görmek için saatlerce bekledim. Birkaç kere gördüm ama hiçbir girişimde bulunamadım. Sen dedin ya, koridorda seni arıyordum. Ben o zaman, duvarların arkasından seni izliyor, kimi aradığını merak ediyordum. Ben... Birbirimizi o kadar aradık ama bir metroda, ölüme giderken bulduk. Ne acı değil mi?”
“Bu acının tesellisi misin sen?”
Omuzlarımı utanç ve mahcubiyetle silktiğimde, eli başımdan aşağıya, saçlarımı okşayarak indi ve beni sırtımdan bastırarak göğsüne yasladı. Kollarımı belinin iki yanından geçirerek ona ilk kez özgürce ve sıkıca sarılırken, hıçkırarak ağlamaya devam ettim. Neden bu kadar duygulandığım açık değil miydi? Onun da benden hoşlandığını, bana kıymet verdiğini bilmek yeterli bir sebepti. Oğuz artık sakallarının birikmeye başladığı çenesini başımın üstüne yaslayarak, ellerini sırtımda birleştirdi ve sıkıca sarılışıma karşılık verdi. Sen, bu acının tesellisin. “Oğuz?”
“Söyle güzelim.”
“Sen de benim acımın tesellisisin.”
Sıkıca sarıldık.
Öyle ki, bir bedende iki ruh olduk.
Bir süre öylece durarak sarıldık ve bunun tadını çıkarmaya çalıştık. Kafam göğsüne yaslı olduğu ve burnum gömleğine sürttüğü için kendine has kokusunu alıyor gibi oluyordum. Burnum son günlerde ceset kokusuna o kadar aşinalık kazanmıştı ki, yabancı olan bu kokuyu ayırt edebilmiştim. Parfüm olamayacak kadar gerçekçiydi. Yakıcı, erkeksi bir kokuydu. Başımın üzerine güldü. “Beni mi kokluyorsun?”
“Böyle şeyler söyleyerek beni utandırmamalısın.”
“Doğru,” diyerek beni onayladı. “Kız arkadaşımı böyle şeyler söyleyerek utandırmamalıyım.”
Isınan yanağımı göğsüne sürttüm. “Kız arkadaş mı?”
“Hıhı. Sevgili olanından.”
Bayılacağım.
Bayılıyorum.
Bayıl...
“Ne oluyor burada!”
Ha? Akil? Sahiden mi? Bu anda mı? Başımı Oğuz’un göğsünden kaldırarak gözlerimi yukarıya diktiğimde, Oğuz’un gözlerini sıkıca yumduğunu gördüm. Öfkelenmişti, muhtemelen sabır diliyordu. Gözlerini açtığında omuzlarımı çaresiz bir şekilde silkerek omzumun üzerinden arkama döndüm. Başımı göğsünden kaldırmıştım ama ne Oğuz bana sarılmaya son vermişti ne de ben Oğuz’a. Akil’i az ilerimizde dik dik bize bakarken gördüm. “N’apıyorsunuz siz?” dedi, sanki bize bunu sormaya hakkı varmış gibi. “Ne bu samimiyet?”
Oğuz’un sırtı kaskatı kesildi ve ben Akil’e hayretler içerisinde bakarken, “Sana ne?” dedi Oğuz, sabırsızca. “Neyin hesabını soruyorsun sen?”
Akil sırtını metronun camlarına yaslayarak kollarını göğsünün üzerinde kavuşturup elindeki çikolatadan iri bir lokma aldı. Sevgili olduğumuz zamanlardan bildiğim bir huyu vardı ki, en çok stresli olduğu zamanlarda tatlı yerdi. Hatta onunla regl mi oldun diye dalga geçerdim, ne yapayım serserilik kanımda vardı.
“Eski sevgilime, bir erkekle sarmaş dolaş olmasının hesabını soruyorum.”
Seni zaten hiç sevmezdim Akil.
Ters ters ona baktım. Benim ne yapıp ne yapmadığım kimseyi zerre ilgilendirmezdi. Oğuz elini yavaşça sırtımdan çekti ve omuzlarını dikleştirerek öne çıktı. “Bak Akil, seninle açık konuşacağım.” Sabrını korumaya çalışarak, ciddiyetle konuşuyordu. “Bestegül ve ben birbirimizden hoşlanıyoruz. Daha dürüst olayım, çok hoşlanıyoruz ve işte bu yüzden burada ne yaptığımız seni zerre alakadar etmiyor. Bestegül’den hâlâ etkilendiğini görebiliyorum, bu beni sinirlendirse de hislerine müdahale edemem ama sevgilimi rahatsız etmeye devam edersen sana müdahale edeceğim...” Ellerini yukarıya kaldırarak Akil’e gösterdi. “Bunlarla!”
Akil çikolatadan iri bir lokma alarak sinirle kemirdi. “Hadi ya?”
“Ya!”
İkisi de öfkeli bir şekilde birbirine bakarken, “Beyler,” dedim bir tartışmanın önüne geçerek. “Benim için kavga etmeyin. Tamam, bu kavgaya değerim ama siz yapmayın. Hadi Akil, soldan git.”
Akil kıpkırmızı kesilerek bana bakakaldı. “Kovuyor musun?”
Başımı salladım. “Sevgilimle yalnız kalmak istiyorum.”
“Benden sonra bu mu yani?” Akil kontrolünü kaybetmiş gibi, sesini yükselterek bağırdı. “Kızım, benim en azından param vardı! Bu herifin neyi var ya! Tamam, seni zorla öpmeyi istemem hataydı ama senden defalarca af dilemiştim! Ne olurdu benimle olsan! Bu herifle mi yani? Babasını bıçaklamış bir adamla...”
Oğuz o kadar ani fırladı ki yerinden, onu durduramadım bile.
Yerinden fırladığı gibi Akil’in üzerine atladığında ve yumruğunu onun suratına geçirdiğinde Akil savunmasızca yere yığıldı ve öksürüklerle sarsılmaya başladı. Hayretle oturduğum yerden kalkarken, “Ailemi işin içine karıştırma,” dedi Oğuz soluk soluğa. “Düşmanlığın bile adabı vardır oğlum, beni deli etme.”
İlk birkaç dakika kalkıp Akil’in Oğuz’a karşılık vermesini bekledim ama olmadı. Oğuz da bunu beklemiş olmalı ki, hareketsiz kalarak yukarıdan baktı Akil’e. Fakat Akil kalkmadı. Gürültülü şekilde, boğulurcasına öksürerek yerde kalmaya devam etti. Yüzünü göremiyordum ama eli boğazını sarmıştı ve boynu kıpkırmızıydı. Bunu fark ettiğimiz an Oğuz tereddütle Akil’e yaklaştı. “Ne? Oyun mu yapıyorsun Akil?”
Akil o kadar gürültülü öksürmeye başladı ki az sonra çocuklarda bu sesi duyarak koşturarak yanımıza gelmiş, Bakil endişeyle ikizinin önüne çökmüştü. Onun sarsılan yüzünü kavramaya çalışırken haykırdı. “Ne yaptınız lan kardeşime?”
Biz mi? Biz bir şey yapmamıştık ki. Oğuz’un bir yumruğuyla sarsıntı, kriz yaşıyor olamazdı değil mi? En fazla burnu kırılırdı ama bu bambaşka bir şeydi. Hepsi hayretle bize bakarken, “Yumruktu sadece,” dedi Oğuz sayıklarcasına. “Ben bir şey yapmadım! Yapmadım değil mi Beste?”
Hızlıca kafamı salladım. “Hayır, sen bir şey yapmadın.”
Bakil’in yüzündeki endişe ve korku o kadar dolu doluydu ki bizleri konuşturmuyordu. İkizinin yüzünü avuçlarının arasına aldığında, biz de onun yüzünü görebilmiş ve şaşkına dönmüştük. Yüzü... Nasıl böyle olabilirdi? Teninde iri, kırmızı benekler oluşmuştu. Nasıl izah edilirdi bilmiyorum ama tıpkı su çiçeği olduğumuzdaki o benekler gibiydi; belirgin ve çok. Yüzü titriyor, gözleri arkaya doğru kayıyor ve en fenasıysa ağzından köpük boşalıyordu. Boynu şişmişti. Bu da neyin nesiydi? Elim ayağım titredi. Yine mi? Bir kez daha mı?
“Akil!” Bakil dehşet içinde, yüzünü yumuşakça sarsarak sesini ona duyurmaya çalıştı. “Kardeşim n’oluyor kardeşim!” Haykırdı. “Ne yaptınız ona? Niye duymuyor beni! Hayır hayır hayır... Bir şey olmayacak değil mi? Sıra senin değil, değil mi?”
Sıra onundu.
Oğuz yere çöktü, Bakil’in yanına. Parmaklarıyla Akil’in nabzını kontrol ederek, “Yavaş,” dedi şaşkınlıkla. “Nabzı çok yavaş.”
Bakil elinin içini Oğuz’un göğsüne bastırarak onu itti. “Siktir git lan...”
Oğuz geriye doğru düşerken, Bakil’in bakışları bir yerde dondu ve hepimiz kabullenemez bir şaşkınlıkla onun bakışlarını takip ettik. Bakil ağlayarak, hüsran içinde Akil’in elinin içinde tuttuğu, hepsi neredeyse bitmiş olan çikolata ambalajına uzandı. O an, gözyaşlarım benden bağımsızca yanaklarıma düştü. Tahmin ettiğim şey miydi? Akil’in yaban mersinine, ölümcül derecede alerjisi vardı ve eğer yediği tahıllı çikolatada biraz bile yaban mersini varsa... Bakil, gözyaşları içinde kucağında titreyen Akil’e baktı. “Sen sen ne yedin oğlum... Açıp bakmadın mı lan içindekine? Hiç mi bakmadın kardeşim, hiç mi?”
Artık hepimiz aslında inanıyorduk, kabulleniyorduk, ölümü inkâr etmiyorduk. Bir bir, sırasıyla ölüyorduk. Akil ölümcül alerjisi olduğu yaban mersinini yemişti ve acil müdahale olmazsa, yavaşlayan nefesi azalarak bitecekti. Herkes onu ölüme götüren sebebi anlamaya çalışarak birbirine bakarken, dizlerimin üzerinde Bakil’in yanına oturdum ve titreyen elimi omzuna koydum. Hâlâ çaresiz bir şekilde, çaresiz kalacağını bilerek Akil’i sarsıyordu ama Akil’in bilinci kapanmıştı. Nefesi çok azdı. “Bakil, bir şey yapamayız.”
“Bir şey yapamayacaksanız çekin beni de öldürün o zaman.” Haykırarak ağlıyordu. Titriyor, kardeşine uzanıyor, yüzünü avuçluyor, ölmesin diye yalvarıyordu. “O benim ikizim! Canım!”
Elim onun omzundan düştü ve çaresiz bir şekilde Akil’in yüzüne baktığımda, bu yüzde ölümü gördüm. Bilincini kaybetmişti ve bu gibi durumlarda acil müdahale olmazsa hasta kısa sürede hayatını kaybedebilirdi. Henüz ölmemişti ama çok da yaşamayacaktı. İkizi, kardeşi ona ölmemesi için yalvarsa da, hıçkırarak ağlasa da, yüzünün kirine rağmen o yüzü okşasa da Akil ölecekti. Boğazımdaki yumru büyüdü, beni öldüren bir tümöre dönüştü. Canım yanıyordu, onunla sayısız yaşanmışlığımız vardı ve şimdi ölmesini izlemek... Hıçkırarak eline uzandım ve o eli kavrayarak gözlerimi yumdum.
Allah’ım, o kadar çaresiziz ki.
Sadece duruyor ve sıranın kime geleceğini bekliyorduk.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...