12. BÖLÜM
“İçerisinde saklanıyor olmana rağmen karanlığa hiç gülümsemedin.”
12
SEVGİLİYİ KAYBETMEK
Asıl işkenceyi bedenden çok ruh çekermiş, anlıyordum.
Kendinizi gidip yemeğin, suyun, ışığın olmadığı bir odaya kilitleyin. Üstelik orası soğuk olsun. Yanınızda sizinle beraber kalan, hiç tanımadığınız on üç kişinin daha olduğunu düşünün. Korkunç geliyor değil mi? Ben bu korkunçluğun orta yerinde, ateşler içindeyim. Dönüp kafamı çevirdiğim her yerde cesetler var ve artık kokularıyla başa çıkmamız mümkün değildi. Umut denen o duygu, bir damar gibi ruhumdan kopmuştu ve ben o kopan damar yüzünden kan kaybediyordum. Herkes bir bir ölüyordu ve bu kaçamadığımız bir lanet gibiydi.
Öleceğini biliyorsun ama hiçbir şey yapamıyorsun.
Tüyler ürpertici değil mi?
“Uyanık mısın?”
Fısıltı halinde kulağımı dolduran sesi duyduğumda göz kapaklarımı kaldırdım ve loş ışığa alışmayı bekledim. Herkes uyuyordu ve ölüm artık o kadar içimizdeydi ki, dönüp baktığımda onları uyuyor değil de ölü görüyordum. Yerde, ceketinin üzerinde Oğuz’la yan yana uzanıyordum. Artık zamanı takip edemiyordum. “Uyanığım,” diyerek halsizce onu cevapladım. “Bu gece uyuyamıyorum. Ailemi çok özledim Oğuz, gözlerimi kapattığımda onlarla paylaştığım onlarca fazla anıyı hatırlıyorum. Hepsi yıllar önceymiş, çok uzaklardaymış sanki. Zaman kavramını yitirdim, bilincim mi kapanacak?”
Ölmek istemiyordum.
“Sana iyi şeyler söyleyebilsem keşke,” dedi ve kafamı çevirip ona baktığımda tavanı izlediğini gördüm. Kolları başının altındaydı. “Sen dayanıklı bir kızsın, hâlâ ağladığını bile görmedim. Yani kendin için ağladığını görmedim. Dayanabilirsin.”
“Ya dayanamazsam? Ya dayanamazsam da bilincimi kaybedersem?”
“Elimi yüzüne götürür, seni sarsarım; uyanana dek.”
Gülümsedim. “Peki ya uyanamazsam?”
“Rüyana girer, uyandırırım.”
Parmaklarımı dudaklarımın üzerine yaslayarak kıkırdarken, gözümün kenarından akan yaşı ona çaktırmadan sildim. Dayanıklısın demişti, öyle kalmalıydım. “Rüyama ne diye girersin?”
İyiden iyiye uzayan sakallarını karıştırdı. “Ak sakallı dede olarak.”
“Vay canına çok havalı.”
Güldüğümüzde kafalarımız birbirine çarptı ve bu daha şiddetli ama kısık sesle gülmemize sebep oldu. Acı dolu gülüyorduk ama gerçekten kalbimi doldurduğu için gülüyorduk.
Gülerek, ölenlere ihanet ediyor muydum?
Eğer, eğer öyleyse... Onlardan sadece af dileyebilirdim.
“Bestegül?”
“Efendim.”
“Gökyüzüyle aramızda kaç kilometre mesafe var sence?”
Sanki gökyüzünü görebilirmiş gibi tavana baktım ve derin bir iç çektim. “Bilmem, baya çoktur.”
“Bak şurada bir bulut var.” İşaret parmağıyla metronun tavanını işaret etti ve sanki gerçekten bulut görebiliyormuş gibi ilgiyle orayı izledi. “Arkasından da güneş doğuyor.”
Oyununa eşlik ederek işaret ettiği yere baktım ve orada mavi, taze bir bulut hayal ettim. “Ya evet, güneş bulutu biraz ısıtmış sanki. Ne kadar da büyük bir bulut.”
“Yağmur yüklüymüş,” dedi Oğuz, elini yere indirirken. “O yüzden öyle büyükmüş.”
“Yaa,” dedim derin bir iç çekerek. “İşte ben de dert yüklüyüm.”
Oğuz kahkaha attı.
Senin gamzelerine parmak sokarım, öyle güzel gülünür mü!
Uyuyanların bir kısmı bu sesten rahatsız olarak homurdandığında, elimi ağzıma kapatarak sesli gülmemek için kendimi sıktım. Acınacak bir durumun içinde böyle gülmemiz aptalcaydı ama ne yapayım, beynimi bazen kalbim yönetiyordu. Oğuz’un kahkahası bittiğinde ve homurtular kesilerek uyumaya devam ettiğinde, yattığı yerde kıpırdanarak yüzünü bana çevirdi. Başının altına koyduğu bir kolunu çıkararak yana doğru açtı ve çenesiyle kolunu işaret etti. “Hadi, yasla kafanı da uyu biraz.”
Çekingen bir şekilde koluna baktım ama zaten bunların belki de yaşayacağımız son anılar olduğunu fark ettiğimde, başımı koluna koydum. Yanaklarım kızardığı için gözlerine değil, tavana baktım ve alçaklardaki bulutu izledim.
Ne zaman uyuya kaldığımı bilmiyordum ama birtakım sesler duyarak yattığım yerde kıpırdandığımda, gözlerimi açmaya cesaret edemedim. Ne olurdu hepsi bir kâbus olsa ve gözlerimi açtığımda tavanımı görsem? Çok hoş olurdu ama bunun gerçeklikle bir alakası olmadığını biliyordum. Gözlerimi açtım ve etrafa baktığımda, yerde değil de metro koltuklarının üzerinde olduğumu gördüm. Çocukların bir kısmı hâlâ uyuyordu ve bir kısmı uyanmış, kendi aralarında konuşuyorlardı. Koltuğa beni Oğuz çıkarmış olabilirdi.
Bana âşık olduğu için yerde yatmama gönlü el vermedi tabii.
“Sende de ara ara görme kaybı oluyor mu?”
Esneyerek doğruldum ve Melodi’nin yanımda oturarak gözlerini ovuşturduğunu gördüm. Neyden bahsettiğini ilk anda anlamadım. “Kör mü oldun?”
“Çok dobrasın.” Melodi kızmakla gülmek arasında bocaladı ve yumruklarını gözünden indirerek iç çekti. “Hayır, çok şükür görüyorum ama bazen bakışlarım buğulanıyor, gözümün önüne benekler iniyor. Sanırım açlık ara ara, görme duyumu olumsuz etkiliyor.”
“Haa,” dedim, bacaklarımı aşağıya indirirken. Göz ucuyla etrafıma bakınmaya devam ettim. “Kör olmazsın inşallah, Oğuz nerede?”
“Çok ilgilendin ya, Allah razı olsun.”
Kafasını eğerek güldüğünde bir an mahcup oldum ama onun buna pek fazla takılmadığını gördüğümde rahatladım. Ne yapayım, Oğuz’u merak etmiştim. Yanağımı kaşıdım. “Kusura bakma ya.”
“Bakmadım bakmadım.” Kirli saçlarını kulaklarının arkasına attı ve yüzünü buruşturarak elini çekti. “Saçlarım çok yağlanmış.”
“Evet, inek yalamış gibi. Bak, benim de öyle.”
Kendimizde dalga geçtikten sonra Oğuz’u hâlâ etrafta göremediğim için yerimden kalktım ve çocukların yanından ayrıldım. Fatih ve Selim el kızartmaca oynuyor, Keskin sakız çiğneyerek onlara takılıyor, Bakil yerde, dizlerini kendine çekmiş ağlıyordu. Sessizce akıtsa da gözyaşlarını, hissedebiliyordum. Akil için çok üzülüyordu ve sanki artık ölüp ölmemek umurunda değildi. İkizler bu derece bağlı mıydı birbirine? “Bakil,” dedim onu rahatsız etmekten uzak bir şekilde, kısık sesimle. “Ben, üzgün olduğumu bilmeni isterim.”
“Ben de duygularının şu an zerre umurumda olmadığını bilmeni isterim.”
Sesi donuk, ruhsuzdu. Bana haksızlık ettiğine inansam da ona kızamazdım. Kırılmadım da. Yukarıdan aşağıya ona bakıyordum ama o kafasını kaldırıp bana hiç bakmıyordu. “Duygularımın samimiyetine inan sadece, lütfen.”
Sessizliğini koruduğunda onu daha fazla rahatsız etmeden yanından ayrıldım ve metronun dışına çıkarak düzlüğe baktım. Oğuz burada da yoktu. Raylara bakmak için düzlükte yürüdüm ve loş ışıkta düşmemek için, dikkatli davrandım. Düzlüğün sonuna geldiğimde, hafifçe aşağıya doğru eğildim. Raylar ıssız olmasa da karanlıktı ve zaten aç olduğum için, başımı eğdiğimde dünyam dönüyordu. Tam Oğuz’a seslenmek için ağzımı aralamıştım ki kısık bir inleme sesi duydum ve gözlerimi hafifçe sol tarafa kaydırdığımda, Selim’in Esra’yı duvara dayadığını gördüm. Öpüşüyorlardı.
Yuh.
Öpen var öpemeyen var, ayıp be!
İnanamayarak saçmaladım ve kafamı iki yana sallayarak, büyük gözlerle onlara bakakaldım. Resmen öpüşüyorlardı ve bu izlemekten hoşlandığım bir şey değildi. Yüzümü buruşturarak hızla arkamı döndüm ve aynı anda, sert bir göğse çarparak durdum. Ellerim düşme telaşına kapılarak gömleğe yapıştı ve o gömleği gördüğümde, onun Oğuz olduğunu anladım. Elleri, çarpmanın etkisiyle beraber beni belimden tuttuğu için vücutlarımız birbirine yaslanmıştı. Sıcaklığını hissedebiliyordum. Başımın üzerine güldü. “Neler izliyorsun sen öyle?”
Oldukça kısık bir sesle, neredeyse fısıltıyla konuşmuştu ve nefesi kulağımın dibindeydi. Hadi be! Görmüş müydü? Ama ben izlemiyordum, siz de biliyorsunuz arkadaşlarım, izlemedim yani! Telaşla konuştum. “Ne izlemesi be! Ulu orta yerde öpüşüyorlar, öpüşmesinler.”
Eli yüzümü kaydı ve yüzümü hafifçe yukarıya kaldırarak göz göze gelmemizi sağladı. “Şaka yapıyordum elbette. Utandın mı?”
Ona dil çıkardım. “Hiç de değil.”
Yanağımı başparmağıyla okşadı ama o kadar yavaştı ki, gerçekliğine emin olamıyordum. “Gözlerin şişmiş, uzun süredir uyuyordun.”
“Yaa.” Gözlerimi kırpıştırdım. “O kadar uzun mu?”
“On saattir falan.”
“Yuh.”
Elini yanağımdan çekti, sanki biraz dokunup rahatlamak istemiş gibiydi. “Kaba konuştuğunda seni sevimli bulmam çok garip.”
Arkamızda bir yerlerde Selim ile Esra öpüşmüyormuş gibi rahatça konuşuyor olmamız inanılmaz ama gerçekti. Şımarık bir şekilde omzumu silktim. “Ben de seni sevimli buluyorum.”
Kolunu yanımdan duvara uzattı ve elinin içini duvara dayayarak üzerime doğru yürüdü ve sırtım duvarla bütünleştiğinde, yutkunarak ona bakakaldım. İfadesi ciddileşmişti ve tam anlamıyla duvarla onun arasındaydım. Bir an tereddütte kaldı ama zamanımız olmadığını fark ettiğinde, alnını alnıma yasladı. İliklerime kadar ürperdim. Sırtımdan aşağıya soğuk terler akıverdi. Kalbim, parçasını bulup tamamlanmış ve mesut şekilde göğsüme sinmişti sanki. Alnını alnıma bastırdı. “Bestegül.”
“Efendim?”
“Yakından daha güzelsin.”
Dudağımdan bir tebessüm geçti. Kirli, yağlı yüzümle beni nasıl güzel bulabiliyordu? Aptal bir mutluluk yaşadım. “Eyvallah.”
“Eyvallah bizden.”
Bu diyaloğumuzu bir yerden hatırlıyordum...
İleriye gitmenin yanlış olduğunu düşünmüş olmalı ki alnını alnımdan kaldırdı ve bir adım kadar gerileyerek bana alan açtı. İkimizin de yüzü kızarmıştı. Bir an gözlerimin içine baktı ve hemen sonra, uzanarak alnıma hızlı ve yumuşak bir öpücük bıraktı.
Sonra, utanarak uzaklaştı.
“Yaaa....”
Arkasını dönerek metroya yürümesini izledim. Bir eliyle ensesini sıvazlıyordu ve göze oldukça tatlı gelmişti. Alt dudağımı ısırarak sesli gülüşümü bastırdım ve ellerimi yanaklarıma bastırarak kızarıklığımla baş etmeye çalıştım. O utangaç bir çocuktu ve bu onu tatlı yapıyordu.
Selim ve Esra’nın her şeyden habersizce öpüşmelerine gözlerimi devirerek Oğuz’un ardından metronun içine girdim ve Fatih ile Cesur’un yanına geçip oturdum. Kafamı dağıtabilirlerdi. Oğuz’un yanına gitmek için utancımı biraz kırmalıydım. Dönüp bana baktıklarında, “N’aber lan,” dedim ve Cesur’un ensesine yapıştırdım. “Ne? Niye öyle bakıyorsun?”
Homurdandı. “Enseme tokat attın.”
“Heee.”
Sırıttı ve o da Fatih’in ensesine tokat atacak olduğunda, Fatih onun elini tutarak savurdu. “N’apıyorsun lan?”
“Tokatlaşıyoruz.”
“Seni tokat manyağı yaparım.” Fatih ona dik dik bakıyordu.
Kıkırdadım. “Uvv, çok sert.”
Cesur kirli suratını silerken, “O sert, ben yumuşağım,” dedi kıkırdayarak. “Birbirimizi tamamlıyoruz.”
“Mesela Oğuz galiba benden daha utangaç, ben ondan daha cesurum sanki. Bu da birbirimizin tamamlandığı anlamına gelir değil mi?”
Kafasını salladı. “Tabii kızım.”
Birbirimizin ensesine vurarak kıs kıs güldük.
“Ee,” dedi Keskin, yattığı yerde kıpırdanırken. “Sizce şimdi kim ölecek?”
Beni, bizi huzursuzlandırdığı için ona kızmak, belki küfür etmek istedim ama ağzımı bozmamayı başardım. “Birilerinin öleceğini nereden biliyorsun? Belki geriye kalanlarımız ölmeyecek?”
“Palyonna,” dedi aşağılar gibi. “Hepimiz öleceğiz. Korkak olma da kabul et bunu. Umut bile seni dinlemekten bıktı.”
Uzanarak karnına vurdum. “Çirkin ördek yavrusu gibisin.”
“En azından kendime karşı dürüstüm.”
“Homomomomo.”
Kollarımı göğsümün üzerinde kavuşturarak önüme döndüğümde Cesur, “Ona aldırma,” diyerek bana göz kırptı. “Bence hepimizden çok korkuyor.”
“Bence de,” diyerek onu onayladı Fatih.
Evet, bence de öyleydi. Korkmadığını tekrarlayıp durması da bunun bir sebebiydi hatta. Onlara cevap vermeden yerimden kalktım ve Oğuz ile Melodi’nin yanına yürüdüm. Yan yana oturmuş, muhabbet ediyorlardı. Oğuz’un yanına oturduğumda, “Ne konuşuyorsunuz?” diye sordum ve Melodi dönüp bana gülümsedi. “Oğuz’un basketbol sevdasını.”
“Hımm,” dedim ve Oğuz’a şirin bakışlar attım. “Hadi, bana da anlat.”
Oğuz kafasını bana doğru çevirip beni kızartacak kadar imalı şekilde güldü. “Sen zaten biliyorsundur bence.”
“Yoo.” Salağa yattım. Salağa yatmak benim için zor değildi, çünkü zaten salaktım. “Neyden bahsettiğini anlamadım.”
“Şimdi sen beni basketbol oynarken izlemedin mi?”
Baklavalarını bile gördüm. “Yoo.”
“Şu an içinden kıs kıs nidaları atıyorsun değil mi?”
Kıs. Kıs. Kıs.
“Yoo.”
Gözlerini devirdiğinde şirinliğime devam ettim ve Melodi’nin de bize güldüğünü gördüğümde, ben de kendimize güldüm. Tüm bunların ortasında gülümsenecek şeyler bulmamız pek inanılası değil ama gerçekti işte. Oğuz bana bir şey diyecek oldu ama gürültülü bir ses duyulduğunda, dudaklarını birbirine bastırarak sustu.
Gürültülü ses devam etti.
Artık hepimiz her şeye ve gerçekleşebilecek her ölüme hazırlıklı olduğumuz için şaşırmadık ve telaşlanmadık. Metronun içinde olmayanlar Selim ve Esra’ydı. Birinden birine bir şey olacak korkusuyla metrodan dışarıya çıktığımızda, Keskin arkamızdan pis pis güldü. “Birinin daha öleceğini söylemiştim.”
Onu kale almadık. Metrodan çıkıp düzlüğü yürüdükten sonra hepimiz, rayları görebileceğimiz noktaya koşturarak eğildik ve sesi takip ettik. İlk an karanlıkta olan biteni ayırt etmek zor oldu ama yukarıdan aşağıya, enkaz birikintisini kaplayan taşların iri iri düştüğünü gördüğümüzde oldukça şaşırdık. Enkaz oluşturan taşlar üst üste yığıldığı için oldukça kabaydı ve taşlar azar azar düşse bile tavanda bir aydınlık açamıyordu. Rayların üzerine düşüyor, gürültülü sesler bırakıyordu yalnızca.
Selim’i ayakta, yere bakarken gördük ve o an Esra’nın olmadığı gerçeğini fark ederek yere, onun baktığı köşeye baktık. Bir siluet, karartı rayların üzerinde yatıyordu ve o Esra’dan başkası değildi. Elimi ağzımın üstüne kapatarak çığlığımın önüne geçtim ve çocukların hayret fısıltılarını duyarak tepkisiz kalmaya çalıştım. Selim bizi görmüyor, duymuyor, farkına varmıyor, sadece yerde yatan Esra’ya bakıyordu. Melodi kolumu sıkıca tutarken, ben de Oğuz’un kolunu tutarak destek aldım ve o an Selim, haykırarak dizlerinin üzerine çöktü.
Esra’nın yüzünü titreyen elleriyle kavradı.
Esra’nın yüzü biraz daha görülebilir olduğunda, alnını ve yüzünün büyük kısmını kaplayan kanı ve kapalı gözlerini gördüm. Kafası kanıyordu ve saçlarının arasından rayın üzerine düşen sıvıyı görüyordum. Kokuyu alamıyordum, çünkü ceset kokusu yeterince yoğundu. Selim kendini kaybetmiş gibi, dehşet halinde Esra’nın kafasını sarsarken, “Ta... taş düştü,” diyebildi, fısıltıyla. Bir şeyleri kavrayamamış, anlayamamış görünüyordu. Biz de öyle, anlamıyorduk. Olanları anlamıyor, artık anlamak için bile uğraşmıyorduk. Boğazının derinliğinden, işkence içindeymiş gibi hırıltılı bir soluk çıkıverdi. “Gözleri kaydı, bir... Bir anda kollarımın arasına yığıldı. Bü... büyük bir taştı! Yarıldı kafası. Bi... bilinci mi kapandı, anlamadım da ben...”
Ben anlıyorum ve anlamak bana artık büyük ölçekte bir acı veriyordu.
Başımı Oğuz’un omzuna yasladım ve ona tutunarak ayakta kalırken, sesli ağlamamak için dilimi ısırdım. Yanlış zamanda yanlış yerde bulunduğu için şimdi ölmek üzereydi. Bilinci kapanmıştı, kafası büyük ölçüde yara almıştı ve ölmediyse bile kan kaybından, kısa sürede ölecekti. Ağzımızı açıp hiçbir şey diyemeden, hepimiz Esra için bile üzüntü duyamadan kendimiz için, sevdiklerimiz için üzülmeye başladık.
Selim çırpınmaya devam etti.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...