8. BÖLÜM
“SUYUN SESİ.”
İki gün boyunca o gözyaşlarının sebebini düşündüm.
Rotamız güneye çevrilmişti, Peter’in cebinden çıkardığı pusula gizemli yolculuğumuzun bu haberini vermişti. İki gündür güneye doğru hareket ediyorduk ama babamın, bize kuzeye gideceğimizi söylediğini hatırlıyordum. Güzergâhımızın tam zıttı yönde ilerliyorduk. Korsanların ulaşmayı istediği yer güneyde bir bölgeydi. Acaba ne kadar kalmıştı bizi bırakmalarına? Güneyde aileleri mi vardı? Evliler miydi, çocukları var mıydı? Yoksa oraya da işgalci olmak için mi gideceklerdi?
İki gün boyunca odamdan hiç çıkmamıştım, ne gariptir ki Elvis de kitap okumam için beni hiç çağırmamıştı. Sanırım anlaşmamızı kendince sonlandırmıştı ama bunun karşılığında anahtarımı da almamıştı. Gerçi anahtarımın bende olması fayda sağlamıyordu, Martin her zaman koridorlardaydı ve ben çıktığımda orada olmasa bile üst kata çıkmayı denediğimde sanki kokumu alıyormuş gibi beni buluyordu. Konuşamadığı için de yalnız bana odamın yolunu gösteriyor, içeriye girene kadar arkamdan geliyordu.
Sabah ve akşam yemeklerimiz her zamanki saatinde gelmeye devam ediyordu. Günde yalnız ikişer bardak su içebiliyorduk, ben suyumu Peter’le paylaşıyordum ama neyse ki çok susamıyordum. Güneye ilerledikçe güneşin açacağını düşünmüştüm ama bulutlar Elvis’in kalbi kadar karaydı. Ah o korsan… Anlaşmamızı bile kendi kendisine bozmuştu, oysaki ben kitabımın devamını merak ediyordum ve geri istiyordum!
Bu iki gün içinde gemide bazı taşkınlıklar olmuştu, üst kattaki bir adam sürekli gürültü çıkarıyordu. Ve alt katta da bir iki odadan sesler geldiğini duymuştum, belli ki insanlar yılmış ve ne kadar korktuklarını unutmuşlardı. İki gün süren bu gürültüler, dün akşam sonlanmıştı. Korsanların bunu nasıl başardığını bilmiyordum ama ne yazık ki kontrolden çıkan sorunları ustalıkla halledebiliyorlardı.
Yine de hâlâ Peter’i bulamamışlardı.
Kitabımın sayfasını çevirirken altdudağımı ısırarak gülümsedim. Onlara galip gelmek beni mutlu ediyordu, maalesef mutlu olmam için bana başka fırsat vermiyorlardı. Yarıladığım romanı kenara bırakıp esnerken Peter ile Layla’ya baktım. Kız kardeşim bu yabancıyla artık daha fazla sohbet ediyordu. Peter ona bir öyküsünü anlatırken gerçekten ilgili şekilde dinliyordu. Hâlâ fırsatını kolluyordum akıllıca bir planın ve Peter’in yardımıyla korsanları alt etmenin.
“Yani Amerika’ya gittin mi?”
Peter, “Evet,” dedi ona. “Sana bir süredir ne anlatıyorum?”
“Ablam da İngiltere’ye gitti,” dedi Layla ve omzu üstünden baktı bana. Yüzünde bir gurur vardı. “Hatta İngiltere kralını gördü, değil mi abla?”
Peter de bu meseleye meraklı şekilde bana döndü. “Evet canım,” dedim kardeşime.
“Ne için gitmiştin?” diye sordu Peter.
“Üniversite okumak, tahsilimi tamamlamak için.”
“Kaç yaşındasın?”
“Yirmi üç, döneli çok olmadı.”
Koridorda ayak sesleri duyunca konuşmamız kesildi. Üçümüzün de gözleri kapıya çevrildi ama ben bununla yetinemedim. Kapıya yaklaşıp delikten bakınca Ares’in annemle babamı odadan çıkardığını gördüm. Ailem de şaşkın görünüyordu, babam ne olduğunu sorduğunda, “Biraz hava almak istersiniz diye düşünüyoruz,” dedi Ares.
Babam annemi arkasına doğru saklayıp, “Bu iyiliği neye borçluyuz?” dedi ama sesi aşağılayıcıydı.
“Elvis’e,” dedi Ares, bu aşağılanmayı üstüne alınmadan.
Babam kapımıza doğru baktı. “Kızlarımın da dışarıda olmasını istiyorum, onlarla görüşmemiz lazım. Günlerdir odada hapisiz, sizlere sorun çıkarmıyoruz. Bu kadarına razı olmamız karşılığında bizlere iyilik borçlusunuz.”
“Mümkün görünmüyor bayım,” dedi Ares ve onları yürümeleri için teşvik etti.
“Öyleyse kızlarımız odamıza gelsin, bir yarım saat de olsa onlarla bir arada olalım,” dedi bu kez annem, sesinin titremesi gözlerimi doldurdu. Annemin duyguları yüzeysel olurdu, içtenliğine rast geldiğimde hep mutlu olurdum.
“Anlıyorum ki sizlere iyilik yaramıyor,” dedi Ares, yükselen sesiyle. O an odadan çıkmak için hırkamın cebindeki anahtara uzanacaktım ama babam, “Peki!” dedi yüksek sesiyle. “Hava alıp odamıza geri döneceğiz.”
“Çok medeni bir adamsınız, sizi çok takdir ediyorum,” dedi Ares ve ailemle yürümeye başladı. Bakış açımdan çıktıklarında, “Annemler nereye gidiyor?” diye sorarak kolumu çekiştirdi Layla.
“Ares, yani korsanlardan birisi onları güverteye çıkaracak, hava alacaklarmış…”
“Ya biz!”
“Bilmiyorum, belki bu inceliği bize de gösterirler.”
Peter, “Neden tutsaklarına böyle davranıyorlar?” dedi garipsemiş şekilde.
Ben de bunu garipsemiştim, sanıyorum ki aralıklarla birilerini güverteye çıkarıyorlardı. Belki insanların odalarında hapis kalmalarının taşkınlıkla sonuçlanacağını, biraz merhamet göstermelerinin kendileri için iyi olacağını düşünüyorlardı. Belki de gürültü çıkaran insanları bu sayede sakinleştirmişlerdi.
“Abla, biz de bir kere çıkmıştık. Korsanları nasıl ikna etmiştin? Bir daha yap, lütfen!”
Layla’nın coşkulu isteğine rağmen kaşlarımı çattım. Elvis kitap okumam için beni çağırmıyordu, ben de gönüllüce gidip ona kitap okuyacak değildim! Belki de artık beni görmek istemiyordu.
“Biraz bekle Layla, belki bize de bu iyiliği yaparlar.”
Oflayarak sandalyeye geri döndüğünde Peter ona başka şeyden bahsederek ilgisini dağıttı. Artık anlaşmalarına seviniyordum, çünkü yolculuğumuz tamamlanana kadar burada kalacaktık.
Yatağıma oturdum ve ilgimi tekrardan romana vermeye çalıştım. Ne yazık ki olmadı ve birazdan kapıya vurulduğunda kitabı kapattım. Kalbim heyecanla çarptı ve Layla gülerek bana döndü. Peter sessizce doğrulup banyoya gittiğinde anahtarımla kapıya yürüdüm. Delikten bakınca Martin’i gördüm ve kapıyı hemen açıp, “N’oldu?” diye sordum.
İşaretparmağını kaldırıp yukarıyı gösterdiğinde yutkundum. Yukarıya çıkmamı istiyordu. O mu yoksa Elvis mi? Neden? Kitap okumam için mi? Altdudağımı ısırıp tavırlı şekilde kollarımı bağladım. “Beni mi çağırıyor? Neden? Günlerdir sizin tarafınızdan rahatsız edilmiyordum, mutluydum!”
Martin birkaç saniye yüzüme ifadesizce baktıktan sonra omuzlarını silkti ve uzanıp kapıyı örtüyordu ki, “Tamam!” dedim biraz yüksek sesle. “Ne istiyormuş öğrenelim!”
Utancımdan yüzüne bakamadan arkama, kardeşime döndüm. Dışarıya çıkmak için ümitli görünüyordu. Omzunu hafifçe sıkıp, “Yukarıya çıkacağım,” dedim fısıltıyla. “Senin de güverteye çıkman için konuşacağım.”
“Gerçekten mi?”
“Evet canım.”
Anahtarımı alarak kapıdan çıktım, kilitleyip Martin’in önünde yürümeye başladım. Geç bir saatti, o romanı okumamı istediğinde bu saatlerde çağırırdı beni. Kibirli adam, kendisi gelmiyor, hep Martin ya da Ares’i gönderiyordu. Hepsinin bu kötücül işlerinde bir rolü vardı anlaşılan. Martin ve Ares bu ayakçılığı yapmaktan rahatsız görünmüyordu.
Vakitlerini geçirdikleri çalışma odasına geldiğimizde Martin kapıyı benim için açıp içeriye baktı. Önüme gelen saçımı çekip omuzlarımdaki sarı dalgaları düzelttim ve Martin çekildiğinde içeriye girdim. Arama zahmetine girmeden gördüm Elvis’i. İçtensizliğiyle tanıdığım o gözlerle bir temas kurunca, içime akın eden duygunun çok adaletsizce olduğunu düşündüm. Çenemi ve omuzlarımı dik tutup bedenimde çarpan kalbimle ilerledim ve onun karşısında duran adamı görünce durdum. Kıyafeti içinde bir kaptan, Elvis’le beraber bana bakıyordu. Onun bu geminin asıl kaptanı değil, korsanların işbirlikçisi olan ikinci kaptan olduğunu anlayıp yumruğumu sıktım.
“Bu adama hakaret etmem için mi beni çağırdın?” dedim Elvis’e bakarak.
Dudaklarını birbirine bastırmasına rağmen yüzündeki o eğlenen ifadeyi yakaladım! Yahu, bu adam neden sürekli söylediğim şeylerle keyifleniyordu! Kollarımı göğsümde bağladığımda kaptan bana kaşlarını kaldırarak, “Konuklardan birisiniz?” dedi.
“Bizi kandırdınız!” dedim sertçe. “Geminin sahibi Adam’ı, ilk kaptanı ve konukları kandırdınız! Sanıyorum ki bizden çaldıkları şeyleri sizle de paylaşacaklar. Para için kişiliğinizden ödün verdiniz! Ya da kişiliğiniz bizzat böyledir.”
Kaptanın dehşeti yüzüne yansıdı, bana doğru sert bir adımla gelince aslında ne kadar göz korkutucu olduğunu fark ettim. Yine de geri adım atmadım. Elvis derin bir nefesle kaptanın dirseğini tutup yürümesine engel oldu. “Uzak dur. Görev yerine dön, bilgilendirme için teşekkürler.”
Kaptan gözlerini bir tehdit gibi üzerimde dolaştırınca dudaklarım titredi. Fakat Elvis’in söylediğini de ciddiye aldı ve ona eşlik eden Martin’le beraber odadan ayrıldı. Elvis ile yalnız kaldığımda tuttuğum nefesi bıraktım ve mumların loş ışığında ona korkumu göstermekten kaçınarak başka yerlere baktım. “İki gündür seni görmüyordum ve mutluydum, bu davetinin sebebi ne?”
“Günleri mi sayıyordun?”
“Sen,” diyerek kızgınca başımı kaldırma hatasına düştüm ve yıldızların düşmediği gözlerine bakınca devam edemedim. Bana unutturduğu ilk sözcüklerim oldu.
O bana bir şeyleri unutturduğunun farkında olmadan, “Yapabilseydin beni boğardın değil mi?” diye sordu.
“Hâlâ yapabilirim,” dedim.
Gülmekle alakalı hiçbir çekincesi yoktu bu adamın, buna rağmen korkutucu bir his veriyordu. Omuzlarını sallandıran o gülüş kesilene kadar yumruğumu sıktım. “Kuşkusuz,” dedi, genzini temizleyip tekrar gözlerime bakarken. “Fakat sen beni öldürmeden önce şu kitabın sonunu öğrenmek istiyorum.”
Gözlerimi masasında duran kitaba doğru çevirip kendime engel olmadan ayaklarımı da oraya götürdüm. Eğilip kitabı alırken, “Bir korsan böyle güzel kitaptan ne anlar ki?” dedim kendime.
“Benim de ince bir ruhum var,” dediğinde sesi ölümüne alaycıydı.
Kitabı göğsüme bastırarak hiddetle baktım ona. Onu bu kadar eğlendirmekten hoşlandığımı falan mı sanıyordu? Kendisine doğru iki adım giderek, “Bu kadar alaycı olmak zorunda mısın?” dedim sinirle.
“Bu alaycı yanım değil, mutlu yanım,” derken bana arkasını dönüp sert adımlarla masasına yöneldi, bunu söylerken yüzünü benden gizledi. Koltuğa oturup gömleğinin düğmeleriyle uğraşmaya başlayınca ne alaycı ne mutlu yanı kalmıştı yüzünde.
Daha önceleri de oturduğum koltuğa yerleşip kaldığım yeri açtığımda beni yine korsan arması karşıladı. Onu koltuğun kenarına atıp kitabı yüz hizama kaldırdım, okumaya başlarken beni dinlediğinden emindim. Cümleleri kendi dilimize çevirip ona aktardığım için ağır okuyordum, bu yüzden kitabın sonunu görebilecek miydi, bilmiyordum.
Bir süre ikimize anlattım bu hikâyeyi. Çevirirken zihinsel olarak yoruluyor, ara ara duruyordum. Kitabı tutmaktan yorulunca kucağıma koydum, esneyerek gözlerimi satırların sonlarına kadar sürükledim. Elvis hiç kıpırdamıyordu, gözleri de hareketsizliğe itaat ederek yüzümden çekilmiyordu. Kitabı okurken bir yandan da incelendiğim için yüzümün nasıl göründüğünü merak ediyor, sürekli saçlarımı düzeltiyordum.
Bir sayfayı daha çevirirken duraksayıp başımı kaldırdım. Gözlerim gözlerine değince kalbim ikiye katlanmış gibi vücuduma rahatsızlık verdi. “Bu geceden sonra kitabımı odama götürüp kendim devam etmek istiyorum.”
“Olmaz.”
Onun bu netliği çok rahatsız edici bir üzüntü veriyordu bana. “Fakat neden? Sen kafana göre beni çağırıyorsun, ben de kitabı merak ediyorum. Odaya hapisim, kitabımı elimden aldın! Geri vermeyi çok mu görüyorsun?”
Koltukta ileriye kayarak dirseklerini masaya yükledi. “Her gün okuyorsun işte.”
“Her gün okumuyorum, mesela geçtiğimiz günlerde okuyamadım! Kendi kitabımı bile koşulla okuyorum! Bize yaptığın haksızlıkların farkında mısın? Hiç adil değil!”
Beni son kelimeme kadar dinleyip dudaklarını sertçe ısırdı. “Her gün gelmek mi istiyorsun?”
“Senin yüzüne meraklı olduğumdan değil ama kitabımı okumak için mecburen.”
Hararetli konuşmam yüzünden kalbim sıkışmıştı, yüzümü buruşturup gözlerimi kaçırırken, “Seni her gün göremem,” dedi. “Senin için de benim için de iyi olmaz.”
Konuşmasında karanlık bir duygu sezdim, bu yüzden gözlerimi iyi ki kaçırmışım diye geçirdim içimden. Ne demek istediğini düşünmek istemedim, gözlerimi acele şekilde kitaba çevirip sözcüklerde kaybolmayı denedim. Kahretsin ki yapamadım, ona tekrar baktım. “Daha ne kadar yolunuz var?”
Düşünceli görünerek, “Yolumuzun üçte biri bitti,” dedi.
“Gittiğiniz yerde eviniz mi var?”
“Neden bilmek istiyorsun?”
Omzumu silktim. “Korsan olarak gemimizi kaçırıyorsunuz, kendinizle ve amacınızla ilgili hiçbir şey söylemiyorsunuz. Düşünüyorum da bu ilk kez yaptığınız bir şey değil gibi, bunu uzun süredir mi yapıyorsunuz?”
Bir şey demeyince cevap vermeyeceğini düşündüm ama kalkıp oturduğum koltuğa gelince hesaplayamadığım bir yakınlığımız oluştu. Kitabımı göğsüme bastırarak geriye yaslandım ve o da arkaya doğru yaslanıp normalinden farklı bir hal içinde bana baktı. “Önce kaptan olmayı istedim, olmadı. Ben de başka nasıl denizlere hâkim olacağımı düşündüm, korsan oldum.”
“Her şey bu yüzden mi? Bir gemide kaptan gibi davranmak için mi her şey?”
“Her şey bunun için değil,” derken ne kadar içtense gözleri o kadar içtensizdi. “Hayatta sadece varlıklı insanlar değil, yoksullar da var. Birilerinin onlara hakkı olanı vermesi lazım.”
Kitaba olan ilgimi tamamen kaybederek, “Yani korsan olman, birilerine yardımcı mı oluyor?”
“Bir kalbim olduğuna bu kadar şaşırma, sana zaten söylemiştim,” dedi. "Hayat adil değil ve bunu değiştirecek gücü ben kendimde buluyorum. Yoldaşlarım da.”
Anlattıkları, onlarla ilgili tahmin ettiklerimden farklı olduğu için daha fazlasını dinlemek istedim. “O kadar şey, bizden aldığınız ganimetler… Kendiniz için değil mi?”
“Yalnızca bazıları öyle.”
Altdudağımı ısırarak bakışlarımı odada gezdirdim. O kilitli dolapta olduğuna emindim. Zenginlerden sadece kendileri için faydalanmadıklarını söylüyordu, nedense bu konuda dürüst olduğunu düşündüm. İyiliğinden rahatsız şekilde, “Yine de bu hırsızlık,” dedim.
“Bu hırsızlık,” dedi. “Fakat herkes bir şeyler çalar.”
Kaçamak baktım gözlerine. “Ben hayatımda hiçbir şey çalmadım.”
Gözlerime içtensiz bakmadığı bir an yaşandı, nedense beni korkuttu o bakışı. “Bilemezsin.”
“İnsan nasıl bilmez ki? Çalmadığıma eminim.”
“Farklı şeylerden bahsediyoruz,” derken göğsü derin bir nefesle kalktı.
Yutkunarak başka şey sordum. “Peki gittiğiniz yer eviniz mi?”
“Hayır,” dedi. “Martin’in kız kardeşini almaya gidiyoruz, Moğala’ya geri döneceğiz.”
Martin’in kız kardeşi vardı demek... Güneydeydi, almaya gidiyorlardı. Geri nasıl döneceklerdi? Başka gemiyi mi kaçıracaklardı? Hayatlarına işgalci olarak devam mı edeceklerdi?
“Senin bir kardeşin var mı?” diye sordum merakla.
“Bilmiyorum,” dedi.
Ne ilginç cevaptı bu böyle. “Nasıl bilmezsin ki?”
“Yurda yalnız bırakılmışım.”
Demek bir ailesi yoktu, yurtta büyümüştü. Bir kardeşinin olup olmadığını bile bilmiyordu. İçimi çekerek başımı önüme eğdim, böyle bir cevaba sebep olduğu için sorumdan rahatsız olmuştum. “Hep yalnız mıydın?”
O benim sorularımdan rahatsız olmadan, “Çoğu zaman,” diye cevap verdi.
Kitabın kenarını kıvırarak içimdeki mutsuz histen arınmaya çalıştım. “Belki ailen olsaydı… Sen de korsan değil de iyi bir adam olurdun.”
“Bana kötü bir adam olduğumu mu söylüyorsun?”
Kaçamak bir bakış attım ona. “Sen iyi bir adam olduğunu söyleyebilir misin?”
“Hayata baktığımız yerler, siyah ve beyaz kadar farklı. Hayatında sıradışı hiçbir doğrusu olmayan birisin, senin için iyi değilsem tamamen kötüyüm, bana bunu diyorsun. İnsanlar hep böyle düşünür, şaşırtıcı değil.”
Söyledikleri kulağa yanlış gelmiyordu ama benim hiç sıradışı olmayışımı ifade etmesi nedense sinirlendirmişti. “Bir kere… Benim de sıradışı düşüncelerim var!”
Gözlerine birkaç yıldız düştü, ışıltısı kendisine bile yetmeyen yıldızlardı bunlar. “Benimle paylaş.”
“Yetimhanede büyüdüğünü duyduğumda sana merhamet duymam, tamamen sıradışı bir doğru. Çünkü sen bana ve aileme kötü davrandın.”
Çenesinde hafif bir hareketlilik, genzinde kavis oluştu ama sessizlikten başka bir yanıt vermedi bana. Söylediğim şeyden dolayı çabuk pişmanlık duydum, bu yüzden kalkmak için aceleci davrandım ve kitapla beraber doğruldum. Fakat bunu gerçekleştiremeden Elvis uzanıp bileğimden yakaladı. Bu dokunuş beni şaşkına çevirdiği için gözlerimi kocaman açıp büyük eline baktım. “Sana ne kötülük ettim?” diye sordu.
Hızlıca nefesler alırken, “Huzurumu kaçırdın,” dedim ama dilediğim kadar hiddetli değildim.
“Sen de benim huzurumu kaçırdın.”
Damarımdaki kan o kadar hızlı akıyordu ki ne söyleyeceğim konusunda aklım karışmıştı. “Ben mi? Ben sana n’aptım ki?”
“Bir şey istememe sebep oldun. Gerçekten huzurum kaçtı.”
Oysa istediğini doğrudan alacak bir adama benziyordu, bu neden onun huzurunu kaçırmıştı? Sohbetimiz amaçsız bir yakınlığa doğru gittiği için paniğe kapıldım, bileğimi onun avuçiçinden koparıp geriledim. “Sanırım odama dönsem iyi olacak.”
Eli birkaç saniye havada asılı kaldı ve koltuktan doğrulduğunda bana tekrar yaklaşacağını düşündüm. Neden bana yaklaşmayı isteyeceğini sanıyordum ki? Beni zihinsen olarak yoran bu adamdan uzaklaşmak için arkamı dönmeye karar verdiğimde, “Kitabı bırak,” dedi, karşı koyulmaz bir sesle.
Bir diğer elimle göğsüme bastırdığım kitaba bakıp üzüntüyle iç çektim. Bana teslim etmeye niyeti yoktu, kendi kitabıymış gibi davranmaya devam edecekti. Bu, ona ne kadar kin ve öfke dolu olduğumu hatırlattı ve beni içindeki garip duygu akımından sürükleyerek çıkardı. Çenemi kaldırarak istemediğim başka bir şart koştum ona. “Odamın anahtarını sana vereyim, sen de bana kitabımı.”
Bu üzerine düşündüğüm bir anlaşma değildi, hatta akıllıca da değildi. Fakat bana böyle davrandığı sürece ona galip gelmek istiyordum. Göğsümde duran kitaba uzanıp onu elimden kurtarmaya çalışırken, “Hayır,” dedi basitçe.
“Üzerine düşünmedin bile! Daha ne istiyorsun ki, odamın anahtarını vereceğim işte!”
Kitabı göğsüme o kadar sert bastırmıştım ki almak için benimle çatışması gerektiğini fark edip gözlerime huysuzca baktı. “Odanın anahtarını değil, kitabı istiyorum.”
“Ama benim kitabım! Kalın kafalı pislik, neden anlamazsın ki!”
“Senin kitabın ama bana okuyacaksın.”
Ona merhamet ettiğim o anlar çok uzakta kalmış gibiydi, oysaki sadece birkaç dakika önceydi. Keşke biraz da o bana merhamet etseydi. Kitabı tutan parmaklarım titremeye başlarken, “O halde bir şey istiyorum,” dedim.
Gözleri parmaklarımı izledikten sonra benim bakışlarımı görmek için ağırca hareket etti. “Yine ne istiyorsun?”
“Yine derken? Senden ne istedim ki?”
Hafifçe sırıttı. “Evet, ne istiyorsun?”
“Ailemle bir arada olmayı istiyorum, bir saat için bile olsa.”
Düşünüyormuş gibi gözlerini kıstıktan sonra diğer eliyle kitabı tutan parmaklarımı çözdü ve yavaşça kitabı benden aldı. Parmaklarının uzun teması nefesimi tutmama neden olmuştu. Kitap göğsümden ayrılınca kalp atışlarım duyulacakmış gibi endişe ettim. Ellerimin içini kıyafetime silerken, “Kitabı aldığına göre kabul ettiğini düşünüyorum,” dedim.
Kitabı masaya kadar götürüp benden epey uzaklaştırmış oldu. Bana tekrar dönerken de, “Dilediğin buysa…” dedi. “Bir emirdir.”
“İnsanlar, seninle arkadaş olmaya nasıl tahammül edebiliyor? Bu alaycılıkla, bu yaşa kadar hayatta kaldığın için çok şanslısın.”
Gerçek bir gülümsemeyi yüzünde ilk kez o an gördüm. Bir gece yarısı bununla karşılaşmayı beklemiyordum. Ona, kendini iyi hissettirecek bir söz etmişim gibiydi ama hakarete yakın şeyler söylemiştim. “Söylediklerini bir emir kadar ciddiye aldığıma inanmayıp neden alay ettiğimi düşündün ki?”
“Beni neden ciddiye alasın ki? Senin için hapsettiğin diğer insanlar kadar önemsizim.”
“Buna yorumsuz kalmak zorundayım,” derken gülümsemesi silindi ve gözlerini uzaklaştırıp masadaki kitaba bir baktı. “Bu kitabı kendin mi aldın?”
Enteresan bir soruydu. “Evet, okul zamanlarımda almıştım.”
“Bir aşk romanı,” dedi.
Okuduğumuz kısımları düşündüm. “Tam anlamıyla bir aşk kitabı mı, bilemiyorum.”
“Bence öyle,” dedi ama bunlar, neden bana bu soruyu sorduğuna bir açıklama değildi. “Âşık mısın?”
Beklenmedik soru karşısında dilim tutuldu. “Bu… Nereden çıktı? Okuduğum romandan kaynaklı mı? Ne kadar kalın kafalısın!” Derin bir nefes aldım. “Artık odama çekilmeyi istiyorum,” dedim ve arkamı döndüm.
Loş ışıkta ve sessizlikteki adım sesi hemen duyuldu. “Sana eşlik edeceğim.”
Onun ilerisinde yürümek için adımlarımı hızlandırdım. Yalnız kaldığımda onlara sorun çıkarabileceğimi düşünüyorlardı, ne de olsa Ares’i yaralamıştım. Onu ve dün de Elvis’i nasıl alt ettiğimi hatırlayınca hafifçe gülmeye başladım. Bir cinayet romanı okumuştum, hiçbir planın kusursuz olmayacağıyla alakalı bilgi edinmiştim. Bunu uzun süredir yapıyor olsalar da hata yapmaktan kaçınamadıkları görünüyordu.
“Seni gülümseten ne?”
Kafamı kaldırınca odamın kapısına kadar geldiğimizi gördüm. Peter sesinin duyulmaması için her zaman dikkat ederdi ama yine de Elvis’in burada fazla durmasını istemedim. “Bir şeyi hatırladım,” dedim sorusuna karşılık.
Omuzları arasındaki genişlik o kadar göze çarpıyordu ki ona döndüğüm her defasında gözlerim bu genişlikle oyalanıyordu. Düşüncem yanaklarımı pembeleştirirken Elvis anahtarımı çıkarıp kapıyı açmamı izledi. Ufak aralıktan içeriye süzüldüğümde de, “İyi geceler,” dedi. Ben kapıyı yüzüne kapatmadan önce ekledi. “Rüyanda beni gör.”
Keşke bunu kapıyı kapatmadan önce duysaydım, yüzüne karşı bir çift sözüm olurdu. Kilidi yuvasında döndürürken sinirle soluk alıp homurdandım. Arkamı dönünce de Layla ile yüz yüze geldim. Heyecanla sordu. “Dışarıya çıkacak mıyım?”
“Anne ve babamla görüşeceğiz.”
Layla buna inanamayıp boynuma atlayınca yanağından öptüm kardeşimin. Peter kapıyı aralayarak baktıktan sonra dışarıya çıkınca ona hafifçe tebessüm ettim. Kardeşim sevinçle ona dönüp, “Annem ve babamla görüşeceğiz, ablam korsanlarla konuşmuş,” dedi.
Peter yanımıza gelirken, “Neden isteklerini kabul ediyorlar?” diye bana sordu.
Dolaba ilerlerken gözlerimi kaçırdım. “Elvis’e bilmediği dilde olan kitabı okuyorum, o da isteklerimi dikkate alıyor.”
“Elvis, o mavi gözlü adam mı?” dedi kardeşim, o da bunları ilk kez duymuştu.
“Evet canım.”
Peter, “Fakat neden kitap okumanı istiyor?” diye sordu. “Bir korsanın yapacağı şey mi bu? Ne garip.”
“Demek kitap okumayı seviyor,” dedi Layla. “Ya da dinlemeyi.”
Açtığım dolaptan bornoz aldım ve temiz kıyafetler çıkardım. Peter yerine otururken Layla’nın yanına gidip kısık sesimle, “Banyoda olacağım,” dedim. “Bir şey olduğunda bağırman yeterli.”
“Peter bize bir şey yapmaz,” dedi Layla, artık ona güvenmiş durumdaydı.
Peter daha önce de oyduğu tahta parçasıyla meşgul olurken banyoya girip kapısını kilitledim. Bornozu kenara bırakıp kıyafetlerimi çıkarmaya başlarken banyodaki şampuanla sabuna baktım, temiz ve kullanışlı görünüyorlardı. Mermer desenli, açık renkli küvete girip suyu açtım ve sıcak su bedenimle buluştuğunda dizlerimi kendime çekip bir süre suda hareketsiz kaldım. Küvet, omuzlarımı geçecek kadar suyla dolduğunda kapattım ve kendimi sabunla yıkarken arındığımı hissettim.
Küveti ikinci kez doldurup durulandıktan sonra bornozumu giyip kurulandım. Kıyafetlerimi almadığımı hatırlayınca kendime kızıp Layla’dan istedim. Banyo yapmak, giyinmek veya soyunmak benim için özel ve mahrem şeylerdi. Peter’le aynı odadayken bu kadar mahremiyeti yaşamak hoşuma gitmiyordu fakat ne yazık ki Peter için bizden başka bir çare yoktu.
Düğmeli, uzun kollu pijamam ile altını giyindim ve saçlarımı havluya sararak odaya döndüm. Peter’e bakmaktan kaçınarak yatağıma oturdum ve camdan dışarıyı izlerken saçlarımı kuruladım. Kardeşim onunla konuşuyordu, gemide gürültü ya da taşkınlık yoktu.
Yağmur o gece yağmaya devam etti. Aslında yağışı izlemeyi, hatta ailemden gizlice yağmur altında ıslanmayı severdim fakat gemide yolculuk yaparken nedense bu yağışlar ürperticiydi. Sabaha kadar birkaç kez uyandım, uyuyana kadar da korsanları düşündüm. En çok da Elvis’in söylediklerini. Bizden aldıklarını yoksul insanlarla paylaşacakları aklıma asla gelmezdi, neden bu iyiliği yapıyorlardı? Yetim büyüdüğünü söylemişti, kendisi de yoksul olmalıydı.
Kardeşinin olup olmadığını bile bilmiyordu.
İçimde tekrardan o merhamet dolu sızıyı hissettim. Gözlerimi sıkıca kapatıp uykuya dönerken o sızı aklımda kalan son şey oldu ve uyanırken de hatırladığım ilk şey. Rutinime bağlı kalarak, can sıkıntısıyla bugün giyecek kıyafetlerimi seçtim. Bir kalın tayt ile bol, kırmızı kazak giyindim. Sarı saçlarımı fırçalayıp omuzlarımdan aşağıya bırakınca yüzümdeki solgunluk canımı sıktı. Yanıma pek çok bakım eşyası da almıştım, onlardan birisi olan allığı alıp yanaklarıma sürünce daha iyi göründüm.
O dakika kapı tıklayınca kalbim sanırsınız ki fırladı. Neye heyecanlandığımı anlamamıştım, sonuçta kahvaltı gelmişti. Peter hep yaptığı gibi banyoya saklanınca ben de kapı deliğinden baktım. Martin’i görmeyi beklerken Elvis’i gördüm ve gerilince kapıyı açmak zaman aldı. Açıldığında da kafamı kaldırıp buz mavisi gözlere aynı içtensizlikle[SE1] [ET2] bakmaya çalıştım. “Günaydın bayım,” derken ellerinde hiçbir tepsi olmadığını fark edip kaş çattım.
“Bu saygı karşısında şaşkınım, bu sabah bir melek olarak mı uyandın?”
Bugün de oldukça alaycı olduğunu anladım ve kollarımı göğsümde bağlarken gözlerinin yüzümü bir başka incelediğini gördüm. Dikkatini tamamen vermişti. “Sadece sizinle dalga geçiyorum,” dedim.
“Siz mi? Benimle böyle konuşma. Adımı söyle.”
Olur olmadık anlarda ciddi olması şaşılası şeydi, asıl alaycılık etmesi gereken durumları ciddiye almak gibi eğilimi vardı. Onun sevmediği şeyleri saatlerce yapabilirmişim gibi hissettim ama bunun yerine, “Kahvaltımız nerede?” diye sordum.
Bakışları omzumun üzerinden odaya yöneldi, kapı aralığından çok az şey görüyordu ama önemli olan bakma ihtiyacı hissetmesiydi. Paniğimi derimin altında tuttum ve Elvis bana tekrardan bakarken, “Kahvaltın ailenin odasında,” dedi.
Ah, ailemle mi yiyecektim yemeğimi? Ondan bunu istediğim doğruydu fakat bu kadar erken gerçekleştireceğini düşünmemiştim. Sevincimi saklamak çok güç oldu ve gülümserken Layla yanımdan yürüyüp önüme geçti. “Ailemizle mi? Gerçekten izin veriyor musun?”
Elvis kız kardeşime ilgisizce bir baktı. “Sen de vardın değil mi?”
Ben dudağımı ısırırken Layla ağzını bir kez açıp kapattı. “Bayım, siz çok kaba bir insansınız,” dedi ve arkasını dönüp odaya geri döndü.
“Bir sabah ansızın bayınız oluverdim,” dedi Elvis ve arkasını dönüp ailemin odasına ilerleyince hemen kız kardeşimin yanına gittim. Tavır almanın sırası değildi, elini tutarak koridora çıkardım ve odamızın kapısını kilitledim. Elvis ailemin kapısını tıklattıktan sonra açtı ve annem önde, babam arkada durarak bize baktılar. Sanırım seslerimizi duyunca kapı deliğinden bakmışlardı, bu sebepten şaşkınlıktan çok sevinç vardı yüzlerinde.
“Anne,” diye fısıldayarak boynuna atladım ve Layla da babamla sarıldı. Kendimi günler sonra güvende hissettim. Aramızdaki mesafeler az bile olsa onlarla görüşememiştim. Babam bizi derhal odasına çekti ve yanaklarımızı okşayıp öptü, tedirgin şekilde gülümsedi. “İyi misiniz?”
“Evet,” dedik, Layla babamın göğsüne kapanıp ağlamaya başlamıştı.
Annem ellerimden tutup bana bakarken, ben de başımı çevirip Elvis’e baktım ama kapı çoktan kapanmıştı, gitmişti. Anneme dönerken hafifçe gülümsedim ve babam bize sorular sormaya başladığında sandalyeye oturdum. Kahvaltı gelmişti ve iki kişilikten fazlaydı fakat bu sabah Peter aç kalacaktı.
“Baba defalarca iyi olduğumuzu söyledim. Bize bir şey yapmadılar, endişe duyma.”
“Neden birlikte kahvaltı yapmamıza izin verdiler, anlayamadım,” dedi annem, meraklı görünerek.
Layla’nın ağzını açtığını görünce masanın altından ayağına vurdum ve annem de üçüncü sandalyeye yerleşince babama yer kalmadı. Kendisi yemek yeme önceliğini bize verdi ve kahvaltımızı yaparken yanımızdan ayrılmadı. Korsanlarla işbirliği yaptığımı açık edecek hiçbir sorularına cevap vermedik, geçiştirmem gerekti. Kahvaltımız sonlandığında babamın korsanlardan nasıl kurtulabileceğimizle ilgili sesli düşüncelerini dinledik. Bir diğer yandan Elena ile Alvin’i merak ediyordum, acaba onları da yalnızca kapıdan da olsa görebilir miydim? O ufaklığı özlemiştim, umarım bu anlamsızlıkta üzülüp annesini de üzmüyordur.
Babam bize sarılırken bir sürü nasihat verdi, ona söylemeden hiçbir şey yapmamamızı istedi. Korsanlar bizi incitecek olduğunda bağırmamızı, kulağının ve gözlerinin sürekli bizde olduğundan bahsetti. Annemi de hayatında ilk kez bu kadar bitkin ve tedirgin görüyordum, bu yüzden ona bir kereden fazla gülümsemeye çalıştım. Ailemle kısa süre de olsa görüşmek bana güç vermişti. Karanlıksa yaşanılanlar, bir ışıktı onlardan aldığım bu güç. Babamı hep dev bir gölge olarak yaşatırdım hayal dünyamda, bu kez de bir ışık olmuştu bana.
Babam bizimle konuşmaya devam ederken kapı tıklatıldı, babam hemen yatağın ucundan kalkarken de açıldı. Başımızı oraya çevirince Elvis ile Martin’i gördük. Elvis bir adım kadar öndeydi, çenesini kaldırmış, gemiye geldiği ilk gecedeki gibi bakıyordu. Babam öne çıktı. “Kızlarım burada kalsın.”
“Kızınızla bir arada olmayı istemeniz benim tarafımdan çok anlaşılan bir istek ama mümkün değil.”
Layla babamın arkasına geçip burada kalmayı istediğini belirtti fakat gitmemiz gerekiyordu. Burada kalamazdık, Peter’e yardımcı oluyorduk. Babam öfkeyle nefes almaya başlayınca önüne geçip ona sarıldım. “Baba, defalarca söyledim, biz iyiyiz! Bu küçücük odada, tek yatakta dördümüz nasıl yaşayacağız? N’olursun anla!”
Babam huzursuzca gözlerime baktı, yüzümü tutup alnımdan öptü. Anneme sarıldım ve Layla da onlarla vedalaşıp istemeyerek elimden tuttu. Onu bırakmayı isterdim ama Peter’le yalnız kalmayı istemiyordum, yardım etmesi lazımdı. Kapıya yürürken babam bizimle geldi ve biz dışarıya çıktığımızda korsanlara nefretle baktı. “Kızlarımı rahatsız etme cüreti göstermeyin.”
“Dostum, duydun,” diyerek arkadaşına göz kırptı Elvis ve kapıyı babamın yüzüne doğru kapatınca huzursuzca koridorda geriledim. Babamın öfkeyle attığı yumruğun yankısını duyunca Layla hüzünle bana baktı. Derhal odamıza doğru yürüdüm ve Martin bizi kontrol ederken Elvis de anahtarı cebine atarak bize döndü. “Baban size saldıracağımızı düşündüğü için oldukça gergin ama arkadaşlarım şereflerine çok düşkündür, asla bunu yapmazlar.”
“Sanırım senin bir şerefin yok,” dedi Layla, ansızın.
Kapıyı açıp onu korkuyla içeriye ittim ve Elvis’e gözlerimin ucuyla baktım. Martin koridorun diğer ucuna doğru yürürken sırıtıyordu ve Elvis boynunu kaşıyarak bana bakıyordu. Gözlerini tehlikeli kısışı, korkuyu kalbime doğru süratle itti. Bunu ben söylemiş olsaydım açıklama yapmazdım ama kardeşimi korumak için, “Öyle demeyi istemediğine eminim,” dedim.
“Güzelliğin dururken ukalalığını almış senden…”
Elini, kaşırken kızarttığı boynundan çekti ve arkadaşının yanına yürüdü. Şartlanmış bir refleksle belindeki kesede duran bıçağa baktım ve Martin’le konuşmasını izleyip arkamı döndüm. Kendimi odaya atıp kapımı kilitlerken bana söylediği şeyi o saniye unutmayı diledim. Yoksa aklımda tutardım, oysa hiçbir gereği yoktu! Zaten hadsiz ve utanmazın birisi olduğundan söylemişti böyle bir şeyi, belki de yalnız alay etmek için!
“N’oldu?” diyerek Peter banyodan çıktığında, gittiğimizden beri orada durup durmadığını merak ettim.
“Annem ve babamla kahvaltı ettik,” dedi kardeşim yatağa ilerleyip otururken. “Sen olmasan onların yanında kalırdık ama ablam seni yalnız bırakmamızı istemiyor.”
Peter’in gözleri bana odaklı kaldığında, “Zaten annem ve babamla bir arada yaşayamayız,” dedim kardeşime. “Tek yataklı odada yatabilecek misin Layla? Hem ima ettiğin gibi, biz odada olmazsak buraya asla yemek gelmez ve Peter…”
“Sabah yemeğini yiyemedim,” dedi Peter, masa başındaki sandalyeye yerleşirken. “Akşam yemeğini beklemem gerekecek.”
“Ne yazık ki,” dedim üzüntüsünü paylaşıp.
O bu durumdan sıkılmış şekilde dirseklerini masaya koyup saçlarını karıştırırken ben banyoya girdim. Dişlerimi fırçaladım, banyoda ihtiyaçlarımız için arıtılmış deniz suyu kullanıyorduk.
Kapıya yaklaştım ve bir süre koridoru dinledim. Elvis gitmiş olmalıydı, duyacağım bir sonraki adım sesleri Martin’in olacaktı. Alt veya üst kata gittiğinde odamdan kısa süreliğine çıkacaktım. Layla’nın, geminin camına yaklaşmış bir kuşla konuştuğunu duydum ve uzaktan gelen adım seslerini. İşte bu yürüyüş Martin’e ait olmalıydı, koridordan ayrılıyor muydu?
Biraz bekledikten sonra kapıyı açtım. Peter kısık sesiyle, “Nereye?” diye sordu.
“Uzaklaşmıyorum,” diye yanıtlayıp kafamı dışarıya çıkardım, Martin’in kısa süreliğine koridoru terk ettiğini anlayıp kapıyı kapattım ve derhal karşıya koştum. Elena’nın kapısını tıklatıp içeriye doğru adıyla seslendim. “Elena, benim, Roza. Nasılsın?”
İçeriden adım sesleri geldikten sonra, “Roza Hanım!” dedi heyecanlı ses tınısıyla. “Siz… N’apıyorsunuz, nasıl geldiniz odama?”
“Bu önemli değil, sen ve Alvin’i merak ediyorum,” dedim hızlı hızlı konuşarak. “İyi misiniz?”
“Evet efendim, iyiyiz. Alvin biraz önce kahvaltısını yaptı, kapının önünde sizi dinliyor.”
Alvin’in tatlı ve uslu yüzü gözlerimin önüne gelince dudaklarım gülümsemeye meyletti. “Alvin?” diye seslendim bu kez. “Nasılsın canım? Seni özledim.”
“Onu kaldırdım, kapı deliğinden size bakıyor.”
Bunu duyunca beni daha iyi görebilmesi için yüzümü kapı deliğine hizaladım. Uysal, kısık sesiyle, “Roza,” diye seslendi bana. “Korsanlar bana çikolata verdi.”
“Yaa,” dedim, onunla her şey normalmiş gibi konuşuyordum. “Beğendin mi peki? Nasıldı?”
“Çok beğendim,” derken sesi çekingendi. “Söyler misin bir tane daha versinler.”
Elena, “Alvin!” diyerek onu sessizce ikaz etti. “Efendim, çocuk işte, kusura bakmayın. Doğruyu söylüyor, nedense dün korsanlar bizi güverteye çıkardılar, onlardan birisi de Alvin’e çikolata verdi. Korktum, önce yemesini istemedim ama sonra tadına bakıp hayatta kalınca ona da yedirdim.”
Aklım karışık halde gülümsedim. “Size iyi davranmalarına ne kadar sevindim, anlatamam. Alvin?” Tekrardan sevdiğim o ufak çocuğa seslendim. “Senin için tekrar bir çikolata isteyeceğim canım ve kapının altından atacağım.”
“Efendim, hiç gerek yok.”
Alvin, “Anne,” dedi masum bir sesle.
“Elena, lütfen mahcup olma,” dedim ve Alvin’in beni izlediğini bildiğim için elime bir öpücük koyup ona gönderdim. “Yemeklerinizi yiyin, kendinizi üzmeyin, bu gemiden sağ ineceğiz.”
Adım sesleri duymaya başlayınca korkuyla geriledim ve hemen odama doğru koştum. Kapıyı sessizce kapatıp kilidi çevirirken yakalanma endişesi içindeydim. Korsanları tedirgin edecek bir şey yapmamıştım ama dikkat çekmeyi istemiyordum.
“N’oldu abla?”
“Elena ve Alvin’le konuştum,” derken yatağa çökerek oturdum.
“Neden onlara bu kadar düşkünsün, anlamıyorum,” dedi ve elindeki dergiye dönüp sayfaları karıştırmaya başladı.
Aniden kapıya sertçe vurulduğunda yerimden sıçradım ve Peter de az kalsın küfredecek oldu. Martin’in sessiz uyarısını anlamış oldum ve bir şey demeden yutkunarak gözlerimi kapıdan çektim. Sanırım anlamış ya da son saniyelerde beni görmüştü.
“Keşke bu kadar kaba olmasalardı,” dedi kardeşim, önüne dönerek. “Aslında hâlâ ilgimi çekiyorlar, nasıl korsan olduklarını sormak istiyorum ama korkuyorum. Abla, o adama kitap okuduğunu söyledin, ona hiç soru soruyor musun, bizi ne zaman bırakacaklarmış?”
“Güneye, gitmek istedikleri yere ulaştıklarında,” diyerek cevap verirken dün gece geldi aklıma. O kötücül gözlerin sahibine nasıl merhamet edebilmiştim, uykumu bile kaçırmıştım. “Onlara hayranlık duymamalıyız, yaptıkları şey çok kötü Layla.”
Kıkırdadı. “Yine de yakışıklılar.”
Genzimi temizledim ve Elvis’in yüzünü gözlerim önünden çekmek için Peter’e bir bakış attım. Bizi dinlemiyordu, derin düşüncelere dalmış görünüyordu. Eminim o da burada bulunmaktan sıkılmıştı ama üç acımasız korsanın üstesinden nasıl geleceğini bulamıyordu. Beklemenin mi yoksa onları etkisiz bırakıp ganimetlerimizi geri almanın mı daha akıllıca olduğunu bilmiyordum. Fakat bir onur meselesine dönüştüğü kesindi.
Bir noktada Alvin’e çikolata verenin kim olduğunu düşünmeye başladım.
Neden Elvis olmasını istiyordum? Ona merhamet ettiğim için kendimi haklı mı çıkarmak istiyordum?
Öğleden sonra, tahminen ikindi vakitlerinde Alvin’e verdiğim sözü tutmak için yerimden kalktım. Layla bir kâğıdı karalıyordu, valizinden çıkardığı çizim defteriydi. Peter de odanın içinde yavaş ama sıkılmış şekilde dolaşıyordu. Kuruyan ağzımı ıslatarak kapıyı açarken, “Nereye?” diye sordu Peter, hemen kapının arkasına gizlenerek.
“Bir işim var, mühim değil.”
Ona kuru şekilde gülümseyip kapıdan dışarıya çıktım ve hemen kilitleyip anahtarı avucumda sakladım. Kafamı kaldırınca Martin yerine Ares’i buldum koridorda. Sandalyede oturmuş, elindeki bir şeye bakıyordu. Sessizce yürümeyi hedeflemek istedim ama başını kaldırıp beni gördüğünde kızgın bir ifade kapladı yüzünü. “Ne işin var dışarıda!”
Ah, Martin’i ve sessizliğini tercih ederdim.
“Elvis’in yanına gitmem gerekiyor,” dedim.
Sandalyesinden doğruldu ve bana doğru yürürken, “Seni özel kılan ne?” diye sordu. “Kafamı yarmış olmana rağmen gemide dilediğin gibi hareket edebiliyorsun.”
“Kafanı yarmadım, tamamen abartıyorsun.”
“Evet, o kadar kolay değil,” dedi. “Elvis’i baştan çıkarmaya mı çalışıyorsun? Emin ol, bu da o kadar kolay değil.”
Ağzım bir karış açık kaldı. Böyle bir iftiraya uğradığım için o kadar şaşırdım ki nasıl karşılık vereceğimi bilemedim. Bir erkeğe karşı hiç böyle planlarım olmamıştı, nasıl bu kadar yanlış anlaşılabilirdim? Küçük düştüğümü hissederek, “Çok terbiyesiz bir adamsın!” dedim. “Hırsız, onursuz insanlar olduğunuza bakmadan bana böyle iftira atacak kadar da yüzsüzsün! Çekil gözümün önünden!”
“Elvis odasında değil, güvertede.”
Süratle yanından geçtiğimde yüzünden bıkkın bir ifade okumuştum fakat umurumda değildi. Ben öfkeyle merdiveni çıkarken arkamdan beni takibe başladı. “Sen de bir o kadar onurlu ve gururlusun ha,” dedi homurtuyla karışık bir sesle.
“Bu üslubuna son vermeni rica ediyorum! Alaycılığınızdan yıldım!”
“Öyle diyorsun ama Elvis’in yanına gitmek için âdeta koşuyorsun.” Bir gülme sesi.
Soluk soluğa arkamı döndüm ve onu karşımda bulunca yumruklarını yüzüme geçirmek istedim. Nasıl böyle imalarda bulunabilirdi? “Onun yanına gitmek için değil, senden uzaklaşmak için!”
“Hımm, yani Elvis’i bana tercih ediyorsun?” derken sırıtarak etrafımda döndü.
Onu omuzlarından sertçe ittim ve kahkahasına gıcık olarak koridor sonuna doğru ilerledim, güverteye çıkan son basamakları da tırmandım. Serin havaya çıkıp başımı ileriye çevirdim. O şahsın buz mavisi gözleriyle ansızın karşılaşmak, başka herhangi birisinin gözlerinden farklı bir deneyim oluyordu. Bu yüzden bir önceki anımı ve bir an sonra ne yapmak istediğimi unuttum.
“N’oluyor dostum?” dedi arkamdan gelen arkadaşına bakarak.
“Seni görmek istedi, koşa koşa geldi,” dedi Ares ve etrafımda bir tur daha atmaya başlayınca onun üzerine doğru hırladım. Korkmuş gibi gerileyip güldüğünde Elvis bir adım dışarıya çıkarak, “Bırak bu soytarılığı,” dedi arkadaşına, homurdanmayla karışık bir sesle ve onu omzundan itti.
Ares ona yüz buruşturduğunda yüzüme düşen saçımı sinirle arkaya ittim ve geminin kıyısına doğru yürüdüm. Ares arkamdan gülerken Elvis biraz daha homurdandı. O soytarıları görmezden gelmeye çalışarak güverteden aşağıya, okyanusa baktım. Güneşin son ışıkları denizde gölgeler bırakıyordu. Birisi arkamdan yaklaşana kadar okyanusun derinliğini izledim ve omzumun üstünden döndüm. Gömleğini düzelterek karşıma geçiyordu, gözlerinden daha koyu bir mavi renkte, yakası dağılmış gömleği vardı üzerinde. “İyi misin?” diye sordu.
Böyle bir soru beklemediğim için yatıştım. Ares’ten sonra onun da beni delirtmesini beklemiştim. Sanırım ani gelişimin kötü bir sebebi olduğunu düşünüyordu. “Ben… Senden bir şey isteyeceğim.”
Gözlerini yüzümde sonra vücudumda da dolaştırınca ayak parmaklarımı ayakkabımın içinde içeriye kıvırdım, terleyen ellerimi iki yanıma sildim. Bakışlarını ağır ağır tekrar yukarıya çıkarıp gözlerimin içine bakarken de, “Kötü bir adam olmadığımı söylerken ciddi değildim,” dedi hafif bir gülümseyişle.
Ah, işte şimdi bana takılmaya başlamıştı. Ondan bir şey isteyebileceğimi nereden çıkarmıştım? O ve arkadaşları bizden çok şey aldığı için mi? Buna hakkım vardı. “Alvin, o küçük çocuk… Onun için bir çikolata daha istiyorum.”
Anılarını netleştirmek istiyormuş gibi gözlerini kıstı ve gözlerini yüzümde o kadar uzun gezdirdi ki bir cevap beklediğimi unuttum. “Zaten kendin için bir şey isteyeceğini düşünmem aptallık olurdu.”
“Zaten aptalsın,” dedim ona ve kulağımın arkasından çıkan saçımı bir kez daha yerine koyacaktım ki bir anda o tutamları onun parmaklarında gördüm. Ne kadar ansız ve hızlı olduğunu, gözlerime bakarken fark ettirmemişti bana. Saçımı kulağımın arkasına koyarken kilitlenmiş şekilde nefesimi tuttum. “Ona çikolata verdiğimi nereden biliyorsun?”
“Ben… Kapının önünden onlarla konuştum. Bunun pek bir önemi yok…” elini çekmesi için özellikle parmaklarına baktım ama bunu yapmadı. Bu yüzden ben geriye çekildim ve saçımı elinden kurtarınca nefesimi bırakabildim. “Bir daha bunu yapma,” diyerek onu ikaz ettim.
Havada asılı kalan elini yavaşça indirdi. Açtığım mesafeyi, bana bir adım gelerek kapattı. “Çok güzel saçların var, ne kadar yumuşak olduklarını hissetmek istedim.”
Bir erkeğin bana böyle iltifatta bulunduğu olmamıştı. Yoksa yine eğleniyor muydu? Doğrusu ne fark ederdi? Söyledikleri hiçbir şey, ne kadar gaddar oldukları hakkında yanılgıya düşmeme izin vermemeliydi. “Çikolatayı verecek misin?”
Elini bir daha saçlarıma doğru uzatmayı denediğinde bu cüreti nasıl bulduğuna hayret ederek yüzümü çevirdim. Ona yüz çevirince de eli duraksadı, sonra yanına doğru indi. Birkaç saniye, âdeta nefes bile almadan bekledi ve sonra geriledi. Bana arkasını dönüp cebinden bir telsiz çıkardı. Bu, gemide kaptanların kullandıkları türden bir iletişim cihazıydı. Ne zamandan beri kullandıklarını bilmiyordum. “Üçüncü kattaki küçük çocuğu güverteye çıkar. Annesine Roza’nın burada olduğunu söyle, yoksa çocuğu vermez.”
Benim burada olduğumdan emin olamayacağı için vermeyebilirdi de. Bu yüzden, “Ona çikolatayı ben götürebilirim,” dedim.
Cihazı cebine koyup vücudunu bana döndürdü. “Odasına nasıl girmeyi düşünüyorsun?”
Omzumu silktim. “Kapının altından atabilirdim.”
Cebinden bir puro ile kibrit kutusu çıkardığında ateşin oluşmasını, ardından sönmesini izledim. Sakince puroyu dudaklarıyla kavuşturduğunda, “Bu puroları konuklardan mı çaldın?” dedim.
“Elbette,” dedi hiç alınmadan. “Yoksa ben böylesini nereden bulayım?”
Kollarımı göğsümde kavuşturup arkamı döndüm bu hayduta. Güya onlara iyi davranıp, yakınlaşacaktım ama sinir bozuculardı, tahammül edemiyordum. Dirseklerimi güvertenin geniş, uzun demirleri üzerine yaslayıp manzarayı izlerken birkaç dakikalığına onu unutmayı diledim. Öyle kolay olmadığını da az sonra anladım, bakışlarını yüzümde hissederek ona döndüm. “Başka yere bak!”
Puroyu ağzından çekti, rüzgâr saçlarını ve gömlek yakalarını karıştırıyordu. “Seni huzursuz mu ediyorum?”
“Bir de soruyor musun? İnsan senin gibi biriyle ne yapmalı…”
Bu söylediğime beklenilen şekilde dudak kıvırıp, “Üşümüyor musun?” diye sordu.
“Üşürsem n’olur? Üzülür müsün?”
“Söylediklerime nasıl karşılık vereceğini kestiremiyorum, harika bir şey.”
Yumruklarımı kaldırıp ona gösterdiğimde gözlerini kapatarak başını eğdi, bir gülüşü sakladı. Oflayıp tekrar önüme dönerken sesli bile düşünemediğim bir şeyi fark ettim, bu farkındalığın korkusuyla kafam o kadar karıştı ki birinin geldiğini fark edemedim.
Birazdan, “Merhaba küçük,” diye seslendi Elvis.
Güvertenin demirlerinden gerileyip arkamı dönünce Ares’i elinden tuttuğu Alvin’le bir arada gördüm. Buraya yürürken çocuk ürkek, çekingen görünüyordu. Yanına doğru hızla koştum. “Alvin, merhaba!”
Beni gördüğünde koşma eğilimi gösterdi. Onun önünde eğilip göğsüme çekerken hafifçe gülümsedim. Küçük ellerini bana doladı. “Seni çok özlemişim canım.”
“Burada n’apıyorsun?” dedi Alvin ürkmüş sesle ve ben geri çekilip yüzüne baktığımda, korsanları hayretle izlediğini gördüm. Saçını okşayarak kalktım. “Sana bir çikolata vermek için çağırdım.”
Utangaç şekilde bacaklarımın arkasına saklanınca Ares ona suratsızca bakarak Elvis’e döndü. “O çikolataları henüz benimle bile paylaşmadım.”
“Yapma dostum,” diyerek arkadaşının göğsüne hafifçe vurdu Elvis ve etrafımı dolanıp saklanan çocuğa yaklaştı. Ares bir homurtuyla arkasını dönüp uzaklaşırken Elvis Alvin’i tutup yakaladı. “Sana çikolata vereceğim, nereye gidiyorsun böyle? İyilik de yaramıyor, yapmayacağım bir daha…”
Alvin’in önünde eğilip gömleğinin göğüs cebinden bir çikolata çıkardı. Alvin bir ona bir bana bakarak ne olacağını izlerken Elvis çikolatanın altın renkli ambalajını açarak birazını kırdı. Çocuğun ufak avucuna bıraktı. “Ye bakayım biraz.”
Alvin çikolatayı görünce hiç beklemeden yemeye başladı. Dudaklarımı kıvırıp onun tatlılığını izlerken Elvis doğrularak çocuktan uzaklaştı. Bir an sanki her şey normalmiş gibi neredeyse teşekkür edecektim ama sonra onun ve benim kimler olduğumuzu hatırladım. İşgalci bir korsandı, bizden aldıkları karşısında bir çikolata vermesi teşekkürü hak etmiyordu.
“Bunu al,” sesini duyunca kendime sarılarak başımı kaldırdım. Korsan, birkaç adım ilerimde bana bakıyordu. Altın ambalaj kaplı çikolata elinden bana uzanıyordu.
O kadar susamıştım ki ağzıma bir gram bile tatlı koymak istemiyordum. “Çikolata değil, su istiyorum.”
“Su?”
“Evet, neye şaşırıyorsun? Yalnız sabah ve akşamları su getiriyorsunuz, gün içinde susadığımız aklınıza gelmiyor mu?”
“Suyu idareli kullanmak durumundayız,” dedi çenesini kaldırarak.
“Su, bizler için yeterince vardı. Sizinle paylaşmak zorunda kaldığımız için az tüketmek zorunda kaldık.”
Gözlerine anlam veremediğim bir ağırlık çöktü. Çikolatayı tutan elini yanına indirerek yüzünü okyanusun diğer tarafına çevirdi. “Diğer insanlar hakkında da mı böyle düşünüyorsun? Arkanda bıraktığın insanlarla hiçbir şeyini paylaşmak istemez miydin?”
“Ha, şimdi iyi olan sen, kötü olan ben mi oldum?” Kuru rüzgâr gözlerimi yaşartmıştı.
Çikolatayı cebine koyarken başını tekrar bana çevirdi, gözlerinde duygu falan kalmamıştı. Onun içtensiz bakışları mı yoksa buz gibi gözleri mi daha irkilticiydi, anlaması zordu. Başı az daha çevrildiğinde bakacağının benim gözlerim olduğunu düşündüm ama omzumun üzerinden arkaya odaklandı. Ve süratli bir koşuyla yanımdan geçmesi bir saniye sürmedi.
Onun hızından etkilenmiş şekilde gerileyip başımı çevirdim ve ağzımdan bir çığlığın kopuşuna mâni olamadım. Elvis soluğu güvertede aldı ve aşağıya sarkan Alvin’i tutmak üzereydi ki çocuk güverteden aşağıya düştü. Elvis’in ona uzanan elinde çocuğun ufak hırkası kaldı ve Alvin’den gelen bağırma sesi, okyanusa düşen o bedenin tok vuruşuyla tamamlandı.
BÖLÜM SONU.
Yorumlar yükleniyor...