0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

43. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

"KADERDEKİ AŞKLAR VE LUNAPARKTAKİ IŞIKLAR"

 

HAZER HAN DALGAKIRAN.

Gözlerimi nefes nefese açtım. Neredeydim? Beyaz tavan... Mila'nın odası, Mila'nın odasının tavanı... Kollarımdaki ağırlık, vücudumun üzerindeki sıcaklık... Tamam, her şey şu an tastamamdı, olması gerektiği gibiydi, Mila yanımda nazikçe uzanıyordu.

Sikeyim, sadece bir kâbustu. Ama... kalbimi korkudan öldürmüştü.

Şakağımın kenarından akarak saçlarım arasına karışan ter damlasını hissedebiliyordum, kâbus yüzünden bayağı efor sarf etmiş olmalıydım. Kalbim hâlâ sıkı bir yumruk gibiydi. Ellerim... neredeydi? Onu derhal görmeliydim, gözlerimi tavan boyu kaydırarak aşağıya indirdim ve gövdemin üzerinde bir peri gibi uzanan kadına baktım. Ellerimin ona dokunmadan önce her nerede olduğu önemli değildi, ona dokununca doğru yerdeydi.

"Buradasın,” diyerek sıcak ellerimi açıkta kalan beline koydum. Gece yatarken yanıma uzanmıştı ama bir ara üzerime çıkmış olmalıydı, şaşırmadım çünkü ilk kez olmuyordu. Krem renkli saten pijamalarının içindeydi, saçları omuzlarına ve yatağa dökülmüştü. Bacakları bacaklarımın arasındaydı, sıcak varlığı kasıklarıma baskı uyguluyor ve aldığı düzenli nefeslerle omuzları alçalıp iniyordu.

Kâbusumdan bağırarak uyanmadığım, onu huzursuz etmediğim için rahatlayarak ipeksi saçlarını öptüm. Dalgalı saçlarını elimle yumuşak şekilde toplayıp bileğime doladım. "Çok korktum beni görmüyorsun diye Mila, çok..."

Kâbusumda Mila’nın beni görmediğini hatırlıyordum. Bir an sakinleştirici almayı düşündüm ama bunun Mila'yı üzeceğini bildiğim için bu şıkkı kafamdan eledim. Aldığımı bilemezdi belki ama azaltacağıma dair söz vermiştim. Fakat vücudumun, düşüncelerimin gevşemesine de ihtiyaç duyuyordum.

Gözlerimi teninde dolaştırırken ensesinin çok terlediğini fark ettim ve diğer elimin içiyle ensesini sildim. Dün çok mutluydu, bu sabah kâbusumla onu uyandırsaydım üzülürdü. Dünden sonra mutlu olmak tabii ki hakkıydı. Hüseyin piçinin ceza almasına, o mahkeme salonundan tutuklanarak çıkmasına büyük mutluluk duymuştu ve eve gelene kadar kelebek gibi uçuşmuştu. Her şeyin en güzelini o hak etmiyorsa kim hak ediyordu ki?

Fakat benim içim zerre kadar soğumamıştı. Yaşamaya, yemek yiyip su içmeye, belki televizyon izlemeye, hatta hayatı daha ucuza ama kaldığı yerden yaşamaya devam edecekti. On yıl dediğin neydi ki, Mila otuz yaşına geldiğinde çıkmış olacaktı. Çıkana kadar da orada keyifle yaşayacaktı işte. Ceza mıydı bu? Hayır, bununla kalamazdı. Zaten o adam kafasını kaldırıp gökyüzünün güzelliğine bakmayan biriydi, onun için cezaevinde kalmak çok eziyet olmazdı ama ben... eziyet görmesini istiyordum. Belki de içeriden birilerine ulaşmanın, bir gardiyanla konuşup ona eziyet etmenin yolunu bulmalıydım.

Düşünerek önüme dönerken Mila'nın elinin karnımdan aşağıya kaydığını hissederek, "Hop bebek," dedim ve hızla eline uzandım. "Orası sert sınır, dur bakalım." Yanaklarımın kızardığını hissederek saçlarını okşadım. "Seni o kadar seviyorum ki ayağına taş değse ben yürümeyi unutuyorum sanki."

Bileğime doladığım saçlarını serbest bırakıp omuzlarından aşağıya düşmesini izledim ve başımı kaldırıp ellerimi beline kaydırdım. Onu nazikçe yatağın diğer tarafına bıraktığımda esneyerek sızlandı ve koluma yapıştı. Tamamen doğruldum ve geceliğinin yakasından görünen göğüslerine bakarak yutkundum. Çok çabuk çarşafı alıp üstüne örttüm. "Vallahi bakmadım," diyerek başımı hızla önüme çevirdim. Ama sonra... Dönüp küçücük bir an ıslak, parlak gerdanına, bir kısmı görünen göğüslerine iç çektim. "Tamam, biraz baktım."

Yataktan doğruldum ve üşümemesi için üzerini örterek telefonuma uzandım. Şirkete geçecektim ama dünkü kıyafetlerimi giyemezdim. Gece Mila’yla uyumadan önce biraz yaramazlık yapmıştık, üstüm başım o ve ter kokuyordu. Yatağın köşesindeki kıyafetlerime bakarak sırıttım ve telefonu alıp Kerem'e bir mesaj çektim.

Mila'nın yanındayım, evden bana birkaç parça temiz kıyafet getir, benden önce evlenen gereksiz şoförüm.

Telefonu komodine bırakıp doğruldum. Pantolonumla uyumuştum, gömleğim koltuğun kenarındaydı. Uzanıp onu kavradım ve burnuma dayadım, Mila gibi kokuyordu. Memnuniyetle gülümserken Kerem beklediğimden de erken yanıt verdi mesajıma.

Ok.

Odanın penceresini hafifçe açtım, temiz hava Mila'yı gevşetirdi. Beyazlar içindeki odasına bakarak dolabına ilerledim ve içinden bir banyo havlusu aldım. Birkaç çamaşırını gördüm, seksi görünüyorlardı. Havluyu omzuma atarak dolabın kapağını kapattım.

Mila yatakta kıpırdandı "Ben çok güzel dans edebilirim, bunlar da pointlerim,” diye mırıldandı.

Evet bebeğim, dünyanın en güzel balerinisin.

Koridora çıkıp banyonun yolunu tuttum. Pantolonumu çıkarıp sepete bıraktıktan sonra lavabo tezgâhının üzerindeki aynaya ilerleyerek vücudumu hafifçe döndürdüm ve omzumdaki dövmeye bakarak yutkundum. Bu dövme hem ona bir söz hem de kendime bir hatırlatmaydı. Mila çok dayanıklı olabilirdi ama bir yandan da cam kadar hassas bir kalbi taşıyordu göğüskafesinde. Üzülmemeliydi, neşeliyken ne kadar da ışık saçıyordu.

Çamaşırımı da sepete bırakarak suyun altına girdim. Başımı fayanslara yaslayarak bir süre sadece ıslanıp Mila'nın tezgâhtaki tokasını izledim. Vücudum terli ama soğuktu, sık sık kâbus gören biriydim çünkü duygusaldım ve travmalarım vardı. Bazen beynimin içinde durup geceleri beni uykusuz bırakan her şeyi böyle silip süpürmek istiyordum ama yapamıyordum. Her şeyi öğrenmiştim ama bana acı veren şeyleri unutmayı şu yaşıma gelmiş olmama rağmen öğrenememiştim.

Saçlarımı yıkadım ve fazla oyalanmadan vücudumu da yıkayıp keseledim. Islık çalarak kabinden çıktım ve aynanın karşısına geçmeden önce belime bir havlu doladım. Aynanın karşısına geçip saçlarımı geriye doğru attım ve ıslık çalmaya devam ederek burada olan tıraş losyonumdan yüzüme sürdüm. Tıraş olmadan da bunu kullanmayı seviyordum, rahatlatıyordu. 

Saçlarımı bir başka havluyla kurulayıp ellerimle arkaya doğru taradım ve Kerem'in gelmesini beklerken banyoda biraz oyalandım. Dilimi dişlerimin arasına alarak göğsümden sicim gibi akan suları elimin içiyle sildim ve aynı esnada kapıya vurulduğunu duydum. Kapıyı açtığımda Kerem'i yarı uyur vaziyette, posta kutusuna yaslanmış halde buldum. İrkildi ve yere yapışmaktan son anda kurtulup kapının kenarına tutundu. 

"Günaydın patron," diyerek genişçe esnedi ve elindeki torbayı verirken baştan aşağıya beni süzdü. "Ya seni çapkın, kapıyı niye böyle açıyorsun?" Elini yüzüne kapatarak güldü. "Utandım, haylaz çocuk!"

"Ankara yumruğunu suratına bir çakarım, görürsün haylazı da çapkını da..." 

"Ha ben sadece Mila'ya çapkınım, yalnızca ona haylazım diyorsun?"

"Aynen," diyerek sırıttığımda Kerem de sırıttı. Ona göz kırptım ve torbayı açıp ne getirdiğine baktım. Siyah pantolon, siyah ceket ve beyaz tişört getirmişti. Havalar çok sıcakladığında gömlek yerine tişört giyerdim. Başımı kaldırıp, "Sağ olasın koçum," dedim. “İçeriye gelsene, kahvaltı yaparız.”

"Yok yok." Gülümseyerek geriledi. "Arabada bekleyeyim, sen de Mila'ya çapkınlık, haylazlık yap..." Göz kırpıp arkasını döndü ve esneyerek bahçeden çıktı. Kapıyı kapatarak odanın yolunu tuttum ve içeriye geçtiğimde Mila'nın hâlâ çarşafın altında olduğunu gördüm. Ona sırtımı dönerek torbanın içinden çamaşırı çıkardım ve havluyu indirmeden giyindim. Çarşafların sesini duydum, uyanıyor muydu?

Pantolonu bacaklarımdan geçirdim, beni çıplak yakalayıp dehşete düşmediği için rahatlamıştım. Düşüncesizlik mi yapmıştım, belki de salonda giyinmeliydim. Kendime kızarak düğmesini geçiriyordum ki sıcak ellerin belime ürkekçe dokunduğunu hissedip duraksadım. Parmakları telaşsızca belimin etrafını dolanıp düğmeyi yakaladı ve düğmeleyip fermuara uzandı. Nefesi ensemin açıklığında süzülürken fermuarımı da çekti ve seslice yutkundu.

"Gü... günaydın mi amor."

Beni şaşırtmıştı, ondan bu kadar cesur bir atak beklemiyordum ama bunu olağan bir şeymiş gibi karşılamazsam utanırdı. "Teşekkürler," dedim bebeğime. "Sen olmasan nasıl düğmelerim ben bu pantolonu?"

Dudaklarının enseme belli belirsiz dokunup bir öpücük bıraktığını hissettim. "Rica ederim. Ellerimi bırakacak mısın?"

"Hayır hanımefendi, tutukluyorum sizi."

Kıkır kıkır gülerek yanağını enseme koyduğunda bu sabah neşeli olduğunu anlayıp rahatladım. Tanıştığımızdan beri hayattaki amacım onu neşeli tutmak, mutlu etmek olmuştu. Bu yüzden dudakları bükülse dahi içim parçalanıyordu. İleriye gitmemek için ellerini serbest bıraktığımda Mila etrafımı dolanarak önüme geçti ve ellerini omuzlarıma koyarak heyecan içinde bana baktı. Ellerinin tenimde neyi aradığını merak ettim. Buldun mu onu? Ben buldum.

Gözleri şişmişti, dudakları dolgun ve pembe duruyordu. Yaklaşıp yanağıma, beni koklayarak bir öpücük bıraktı. "Uyurken bile seni özledim Hazer, inanabiliyor musun?" Yüzünü diğer tarafıma çevirdi ve sol tarafta kalan yanağımdan da öperken kolunu boynuma doladı. "Çok yakışıklı görünüyorsun, umarım bugün kadınlarla çok iş görüşmen yoktur," diye takıldı bana.

Belinden tutarak ayaklarını yerden kestim. "Aslında var."

Başını önüne eğip yüzünü astı. Sahiden buna bozuluyor muydu? Başını tekrar kaldırırken gülümsedi. "Tabii vardır, ben... espri yapmak istemiştim."

Yüzünü araştırdım, içten şekilde gülümsüyordu ama kafasına bir şey takılmış gibiydi. Acaba ne düşünüyordu? Dalgalı saçlarını kibarca omuzlarına yaydığımda gözlerini kapatarak sesli şekilde soludu. "Masamın üzerinde, çerçevede senin fotoğrafın var. Toplantılara girerken o çerçeveyi de yanımda götürüp sevgilim diyerek seni müşterilerle tanıştırıyorum."

Gülmemek için dudaklarını sıktı ama sonra kendini serbest bırakıp boğazından o tatlı sesleri çıkarırken uzaklaşıp arkasını döndü. Gözden kaybolana kadar gülümsedim ve sonra önüme dönüp kızaran yanağımı kaşıdım. Çok tatlıydı, verdiği tepkileri izlemek için bile sataşırdım ona. İç çekerek torbadaki tişörtü aldım ve giyinip üzerine ceketi geçirdim. Odadan çıkmadan önce saçlarımı aynanın karşısında, öylesine bir düzelttim. Mila'nın ellerini saçlarımda dolaştırmasını seviyordum, belki yine saçlarımı okşardı.

Odadan çıktım ve mutfağa geçerek Mila'ya yardımcı oldum. Kahvaltı hazırlarken parmak uçlarında mutfakta koşuşturdu, bir an dans edecekmiş gibi oldu ama vazgeçip duruldu. O an arkamdaki yumruklarımı sıktım.

"Artık seni kederli kılacak hiçbir şey yok," dedim, başımı masadan kaldırıp ona bakarken. Bir peçeteyle ağzının kenarına bulaşmış kırıntıları siliyordu. Ona âşık olduğum için mi bilmiyorum ama her şeyi tatlı geliyordu gözüme.

"Si," dedi. Ah, keşke hep İspanyolca konuşsa, o kadar seksi oluyordu ki ağzımı ayran budalası gibi açıp iç çekmemek için direniyordum. "Hedeflerimin her birini gerçekleştirdim. Müzikali kazandım, kendime bir ev tuttum, kardeşimi aldım, sınava girdim, o ca... canavarı hak ettiği yere gönderdim." Ondan bahsederken ikimizin de kaşları çatılmıştı. "Ve tüm bunların yanında hiç planlamadığım bir şey de gerçekleşti. Âşık oldum."

Göğsüm gurur ve aidiyetle kabardı.

Bana mahcup bakışlar atarak, "Bundan sonra susmak yok," dedi, derin bir nefes alırken göğsü inip kalkmıştı. "Hiçbir haksızlığa, kimseye... hatta sana karşı bile susmak yok."

"Yok," diye onayladım onu ve kendimi daha fazla tutamadım, uzanıp narin çenesini okşadım. "Ağzında ne başkasının ne de kendi elin yok artık."

Dudağının kenarını kemirdi ve kirpiklerinin ardındaki sıcak bakışları, cennetine kavuşur gibi huzurla kavuştu gözlerime. "Aslında senin elin oluyor ağzımda ya da parmağın mı demeliyim?"

Yüzümü yüzüne yaklaştırırken, çoktan mahcup olup başını eğmişti bile. Elimi masanın altından uzattım ve aniden bacağının içine çimdik attım. "Mila, beni kışkırtma."

"Affedersin," diyerek bacağının üzerindeki elimi tuttu ve sadece kendisinin okşayabileceği narinlikte okşadı.

"Affetmem, beni öpmelisin."

Kibarca gülümseyerek bana salata uzattı. Hırlayarak parmağını ısırdığımda gülme sesleri geldi.

Evden ayrılırken bir an Mila'nın beni hiç bırakmayacağını sanmıştım. Boynuma dolanmış, kapının önünde bana sıkıca sarılmıştı. O uğurladıktan sonraysa arabaya bindim ve Kerem’le sokaktan ayrıldık. Ceketimi çıkarıp kenara bıraktım ve camı açarak paketimden bir sigara çıkardım.

"Şu itin girdiği hapishane koğuşunu bir öğrensene," dedim yüzümü buruşturarak. Sigaranın külünü bir hışımda silktim. "Gardiyanlarla bir tanış, hoş sohbet kur. İçeride, bu herifin tacizci olduğu duyulsun, rahat vermesinler."

Kerem'in yüzünde, benimkine benzer bir tiksinti ve öfke duygusu oluştu. "O iş bende," diye güvence verdi bana. "Dayak yemediği bir gün geçmeyecek."

O pislik artık hapiste ama ben dışarıda ondan daha mahkûmum. Çünkü unutamıyorum, aşamıyorum. Oysaki Mila bana azalacak bu acı demişti, neden azalmıyordu?

Bunun peşini bırakmayacaktım, bırakamazdım. Hapishanede geçen her gününün zehir olmasını istiyordum, hayat Mila'ya yıllar boyunca zehir olmuştu. 

Kerem arabayı şirketin önüne çekerken üçüncü sigaramı içip izmaritini kül tablasının içine bıraktım ve ceketimin cebinden çilekli bir sakız çıkarıp ağzıma attım. Eskiden sigara kokusunu bastırmak için naneli sakız atardım ama artık çilekliyi daha çok seviyordum, bana Safir'i anımsatıyordu. Ceketimin yakalarını düzeltirken arabadan indim, bir yandan da evde, Mila'ya bıraktığım şeyi düşünüyordum. Şekeri dilimin ucunda emerken gülümsedim. Meraktan kafayı yiyecekti.

Kerem’le şirket binasına girdiğimizde ortalıkta koşuşturan birkaç acemi çalışanın yavaşladığını, bana mahcup bakışlar atarak hızlıca ortadan tüydüğünü gördüm. Gözlerimi devirerek asansörün yolunu tuttum, stajyerler benden biraz ürküyordu ama onlara asla kırıcı davranmazdım.

Asansöre bindiğimizde başımı arkaya yaslayarak ayağımın ucuyla yerde ritim tutturdum, birkaç çalışanım da bizden sonra binerek bana nazikçe selam verdi. Onları aynı nezaketle karşılayıp gülümsemeye çalıştım ve en üst kata çıkana kadar her gün yaptığım rutinleri tekrarladım.

"Her gün yüz kişiye günaydın demekten bıktım Kerem," diye inledim, asansör kapıları açılırken.

Benim arkamdan dışarıya fırladı. "Patron koltuğunu bana bırak, ben her gün yüz değil, beş yüz kere bile günaydın derim."

Ona ortaparmağımı gösterdim.

"Allah sana hidayet versin," dedi, ayıplarcasına.

Başımı omzumun üzerinden ileriye, iki binayı birbirine bağlayan koridora çevirdim. Bu kat pek kullanılmazdı, bu kanal da. Babam işin ithalat kısmıyla uğraşırdı, ben de ihracat kısmıyla. Bu sebepten iki ayrı binada çalışıyorduk, ara sıra, imza gereksinimi olduğunda binalar arasındaki bu koridordan geçerdik. Bu kez de öyle yaptım ve doğrudan ilerleyip babamın odasına daldım. Bağırmak için kafasını kaldırıp da beni görünce duraksadı.

"Annemden boşanacaksın," dedim odaya dalar dalmaz. Sesim olduğundan çok daha sert çıktı. "Evrakı imzala, tek celsede bitsin bu mevzu."

Babam neye uğradığını şaşırdı ve doğrulup geriye yaslanırken beni süzdü. "O mesele…" diye başladı. "Ben zamanında annene çok yalvardım, boşanalım dedim, bırak beni, âşık olduğum kadınla yaşayacağım dedim. O bırakmadı, önüne koyduğum hiçbir evraka imza atmadı, şimdi ben kabul eder miyim Hazer?"

Annemin aldatıldığını onun ağzından bir kez daha duyunca boğazımın arkasında güçlü bir ateş yanmaya başladı ve konuşmak için zamana ihtiyacım oldu. Babam annemi aldattığında daha küçüktüm, her şeyi hatırlayamıyordum ama babamın o kadına annemden bahsetmediğini, o kadını da mağdur ettiğini biliyordum. Kadın hamile kaldığında babam evli olduğunu ama boşanacağını söylemişti fakat annem bir inat uğruna boşanmamıştı. Babam da o kadını ikna edememiş, doğduğunda Adem'i alıp bize getirmişti, o kadını yanında tutabilmek için. Fakat hiçbir şey hayal ettiği gibi olmamıştı. Kadın trajik şekilde, tıpkı Âdem gibi çok genç yaşta ölmüştü. Annemse... bir inat uğruna boşanmadığı için pişman olmuştu.

Ve ben... öyle herkesin arkasında dolanıp durmuştum. Hepsinin de kafalarını çevirip baktığı son kişi olabilmiştim. Görünmemekle alakalı bir sorunum vardı galiba.

"O yılların üzerinden çok zaman geçti," dedim katılığımı koruyarak. Babama karşı artık nasıl davranmam gerektiğini biliyordum. "Annem gençti, aldatıldığını öğrenince gururu kırıldı, senin onu bir kenara atmana dayanamadı. Hiçbirimiz tamamen masum değiliz baba. Ama inkâr etme, en büyük günah da senin. Bu yüzden annemi bırak.”

Her kelimemi dinledi ama hissettiği şey her zamanki gibi kendi bencil duyguları oldu. "Hayatımın aşkını elimden aldınız," dedi hastalıklı şekilde. "Sen ve annen..." Tekrardan durdu, gözleri fıldır fıldırdı. Babamı tanırım, bir kötülük hesap ettiğinde tıpkı böyle bakar ve ardından tıpkı karşımda yaptığı gibi gülümser. "O kızı bırak, âşık olduğun kadından vazgeçmek neymiş öğren, hemen bugün o evrakı imzalar, annenden boşanırım."

O kız. Mila. Onu bırakmak... önümüzdeki yüz yıl içindeki planlarım arasında değil.

Öfkeden deliye dönüp birkaç saniye boyunca gözlerine baktım ve sonra kahkaha atmaya başladım. Bunu inanarak mı söylemişti? Ben ve Mila'yı bırakmak... Düşüncesi bile kanımın damarlarımdan çekilmesini sağlamıştı. Mila'nın olmadığı her yer bana cehennemdi. "O dediğin iki dünya bir araya da gelse olmaz baba, olmaz!"

"Ha, Mila'nın yanında annemin pek bir değeri yok diyorsun?" Bu hararetli reddedişimi ustaca kışkırtıyordu. 

"O evraklara imza atmasan da annem senden boşanacak," dedim keskin bir sesle. "En iyi avukatı bulurum!"

"Yapma Hazer," dedi babam, iyiden iyiye eğleniyordu artık benimle. "Sen annenin benden boşanması için en iyi avukatı bulursun da ben annenden boşanmamak için en iyi avukatı bulamaz mıyım sanki? Senin elin kolun ne kadar uzunsa benimki de o kadar uzun. Bu iş çekişmeli boşanma diye devam ederse uzun yıllar sürüp gider."

Haklı olması boğazımı gömleğimin yakası gibi sıktı. Doğru, ben annem için en iyi avukatı bulursam babam da kendisi için en iyi avukatı bulur, tıpkı annem gibi inat eder, dava yıllar boyunca görülürdü. Ama ölsem bırakmazdım Mila'yı, başka yolunu bulmalıydım.

"Baba, çok istersen dünyayı bile ikiye ayırırsın sen ama Mila'yla beni ayıramazsın."

Masanın üzerindeki her şeyini elimin tersiyle savurdum ve masasına tükürerek hışımla arkamı döndüm. Onun hiddetle doğrulup, "Seni köpek," dediğini duydum ama ne hikmetse havlayan hep kendisiydi. Bu yüzden umursamadım, kapıyı açtığım gibi örtmeye zahmet bile etmeden odadan defoldum.

Serpil Hanım'ın korkuyla yerinden fırladığını görürken üzerimdeki ceketi âdeta sökerek çıkardım ve iri adımlarla koridor ayrımına kadar yürüdüm. Babamın sekreterine, kapıyı kapatması için seslendiğini duyuyordum. İki ayrı binayı birbirine bağlayan kanala yürürken birkaç çalışanın selam verdiğini gördüm ama onlara karşılık verecek vaktim yoktu.

Ceketim elimde, sertçe yürüdüm ve kendi binama giriş yaptığımda ortalıkta kimsenin olmadığını gördüm. Adımlarımı sol taraftan çevirerek odamın yolunu tutarken ensemden aşağıya buz gibi damlalar akıyordu. Gerildiğimde, korkup öfkeyle dolduğumda vücudum buz keserdi, kalbimse ateş. İçim yangın, dışım kış kıyametti sanki.

Koridoru hışımla yürürken sekreterimin beni selamlamak için kalktığını göz ucuyla gördüm ama yeterince nazik davranamayıp ona sadece başımı salladım. "Misafiriniz var," dediğini duydum arkamdan. "Odanızda."

Kendisine başımı salladım ve gelenin kim olduğunu görmek için odamın kapısını açtım. İçeriye girerken bakışlarım misafir koltuklarına yönelmişti bile. Önüme düşen saçımı çekerken misafir koltuğunda oturan Rabia Hanım'ın yerinden kalktığını gördüm.

Hay aksi!

Bozuntuya vermeden mesafeli bir şekilde masama kadar yürüdüm ve her ne kadar o tokalaşmak için kalkmış olsa da ben direkt koltuğuma geçerek onu da tekrardan koltuğuna buyur ettim. "Hoş geldin."

Bir an duraksadı ve ardından buyur ettiğim koltuğa yerleşerek ellerini dizinde bağladı. Rabia... Bir kez, annemi kırmamak için yemeğe çıktığım bir kadındı. İkincisi olmamıştı çünkü ondan romantik olarak hoşlanmamıştım. Hoş bir kadına benziyordu ama uzun uzun inceleyecek halim yoktu. Geçtiğimiz günlerde sekreterim ona randevu verdiğinden bahsetmişti. Babasıyla iş hukukumuz vardı, kulağıma gelenlere göre kendisi de şirketin hukuksal işleriyle ilgileniyordu; bu yüzden görüşme talep etmiş olabilirdi.

"Hoş buldum," dedi, ben koltuğuma yerleşip dirseklerimi masaya yasladığımda. "Görüşmeyeli epey oldu, nasılsın?"

Ne zaman görüştüğümüzü pek hatırlamıyordum ama dediği gibi uzun süre olmuştu. Önümdeki günün raporlarına bakarken, "İyiyim," dedim mesafeli şekilde. Eskiden görüştüğüm bir hanıma haddinden fazla sıcak davranmak yanlış anlaşılabilirdi, böyle şeylerle uğraşacak zamanım yoktu. "Babandan biliyorsundur, inişli çıkışlı, stres dolu iş hayatı..."

"Tüm iş stresine rağmen oldukça... iyi görünüyorsun," dedi.

Bakışlarını yüzümde hissettiğimde rahatsızca kıpırdanmamak için direndim ve başımı kaldırıp iltifatını kabul ettim. "Teşekkürler. Ne için gelmiştin? Yanlış anlama, sekreterime randevunun sebebini söylememiştin doğru hatırlıyorsam?"

"Bu ayın iş insanı seçilmişsin," dedi kocaman gülümseyerek. Ah, öyle bir şeyler vardı. Bir dergi bana böyle bir jest yapmıştı, hatta birkaç kare fotoğrafımı da sayfalarına basmışlardı. "Ben de eski arkadaşımı tebrik etmek istedim."

"Çok naziksin," dedim başımı sallayarak. Dirseklerimi masaya bastırarak bileğimdeki saati çevirdim. "Bunun için buraya kadar zahmet etmeseydin, telefon açabilir..."

"Aşkım..."

Oda kapısının aniden açılması, kulağımı melodik, tatlı sesin doldurmasıyla aynı anda olmuştu. Başımı şaşkınca kaldırırken misafirimin de arkasına döndüğünü görmüştüm. Mila'yı kapı ağzında, mahcup ve elini ağzına bastırmış halde bulunca kalbimin artış hızı beynimi şaşkına çevirdi.

Sandalyeyi itip yerimden doğruldum. "Mila..."

Mila elini ağzından indirdi ve çekingen şekilde içeriye girerek kapıyı yavaşça kapattı. Sanırım kimsenin olmadığını sanarak coşkuyla kapıyı açmış, misafirimi görünce bocalamıştı. “Affedersiniz," dedi kibarca. Dönüp çekingen bir tavırla misafirime baktı. "Böldüysem kusura bakmayın."

Rabia suratını astı. Mila bunu fark ederek duraksarken, "Önemli şeyler konuşmuyorduk," diyerek masanın etrafını dolanıp Mila'ya doğru yürüdüm. Yanına varıp kolumu beline doladığımda irkilip bana döndü ve gülümsemeye çalıştı. "Çok hoş geldin," diye fısıldadım. Bu kıza surat asılır mıydı hiç?

"Çok hoş buldum," dedi yalnızca benim duyabileceğim bir sesle.

"Kız... arkadaşın mı?"

Göz ucuyla Rabia'nın doğrulduğunu gördüm ve gözlerimi Mila'nın yüzünden zorlukla alarak kendisine döndüm. Artık gülümsemiyor, ikimizi süzüyordu. Mila da başını önüne çevirerek gülümsemeye çalıştı ama biraz tadı kaçmış gibiydi. "Evet," dedi ve ardından tanışmak için Rabia'ya elini uzattı. "Safir Mila ben, Hazer'in sevgilisiyim."

"Memnun oldum, ben de Rabia. Hazer'in arkadaşıyım, eski bir arkadaş."

Aynı tatsızlığı Rabia'nın yüzünde de gördüm. Belli belirsiz gülümseyip Mila'nın elini sıktı. Tokalaşmaları bittiğinde Rabia tekrardan koltuğa yerleşip bacak bacak üstüne attı. Altdudağımı ısırarak Mila'ya döndüm, tek kaşını kaldırmış, ayağının ucuyla yerde ritim tutuyordu. Bilekten bağlamalı bir sandalet giymişti, bacakları enfes görünüyordu. Beyaz bir elbise giymişti, içinde bir periye benziyordu. Yutkunmadan edemedim, elimi vücudunun bir yerine koymak için güçlü bir istek duydum.                    

"Memnun oldum," dedi Mila ve bana dönerek dik dik baktıktan sonra diğer misafir koltuğuna yürümeye başladı.

Ne? Bana neden öyle bakmıştı ki? Dudağımı kemirerek masanın etrafını dolaştım ve koltuğuma yerleşerek Mila'ya göz kırptım. "Bir şey içmek ister misin?"

Kollarını göğsünün üzerinde kavuşturarak benim masama, bir de ortadaki sehpaya baktı. Dudakları gerilmiş, burnunu havaya dikmişti. Saçları dalga dalga dökülüyordu omuzlarından, onu tam şu an öpemediğim için çok şey kaybettiğimi hissederken, "Su," dedi Mila narin bir sesle. Başını önüne eğmişti, neden böyle tutarsız davranıyordu? "Ateş bastı..."

"Havalar sıcak," dedi Rabia bana dönerek.

Mila başını ona doğru kaldırdı ve çenesi titrerken derin bir iç çekti.

Siktir, burada bir şeyler oluyordu.

Hattı çevirip Mila için su isterken Rabia'ya ne içeceğini sormadığımı hatırladım ama sanırım şu an sormasam daha iyi olurdu. Mila tırnaklarını çantasına geçirmişti, yüzüme de geçirebilir gibi duruyordu. Telefonu yerine bırakırken onun Rabia'dan hoşlanmadığını düşündüm. Tamam, ben de Rabia'nın bana davranışlarının farkındaydım ama Mila'nın bunu bu kadar erken hissedeceğini düşünmezdim. Bir de bozulmuş, burnundan soluyordu.

"Böldüğüm için tekrardan kusura bakma, sekreterini odasında göremeyince bir anlık heyecanla hareket ettim," dedi Mila, gerçekten bunun için mahcup olduğu çok belliydi. "Önemli bir konuğun da olabilirdi, neyse ki önemsizmiş."

Vay, Rabia'ya laf mı çarpıyordu?

Rabia'nn genzini temizlediğini duydum ama gözlerimi Mila'dan alamadım. Mila başını gayet kibar şekilde Rabia'ya çevirdi. "Senin için de soğuk bir su isteseydik keşke."

"İyiyim," dedi Rabia, artık o da gülümsemek için zahmet etmiyor, dümdüz Mila'ya bakıyordu. "Aslında o kadar da önemsiz değildi, Hazer'i tebrik ediyordum."

"Yaa…" Mila tek kaşını kaldırarak ayakkabısının ucuyla yerde ritim tutmaya devam etti, burnunu havaya dikmişti. "Hazer çok maharetlidir, her konuda tebriki hak eder."

O beni övünce utandım.

"Öyle," dedi Rabia, Mila gibi kaşlarını kaldırarak.

"Bu ışıltılı hayatı ben seçmedim," dedim Mila'ya göz kırparak ama bana kötü kötü bakmaya devam etti.

Galiba... kıskanıyordu.

Şirinliğine gülmemek için dudaklarımı ısırırken oda kapım birkaç kez tıklatıldı ve ardından kat görevlisi hanımefendi elinde tepsiyle geldi. Suyu Mila'ya uzatırken, "Afiyet olsun," demeyi ihmal etmedi.

Safir başını salladı. "Çok teşekkürler."

Kat görevlisi hanımefendi dışarıya çıktığında Mila da bardağı dudaklarına götürdü ve soğuk suyu kana kana içerken bardağının üzerinden dik dik bana baktı. Tamam, artık o kadar da şirin değildi, korkmalı mıydım?

Gülümsemeye çalışırken Mila bardağı biraz sert şekilde orta sehpaya bırakarak çenesinden akan bir damlayı elinin tersiyle sildi. Gözlerimi ıslak çenesine odaklayıp elimle koltuğun kenarını sıkarken, "Dediğim gibi," diyerek dikkatimi böldü Rabia. Gözlerimi Mila'nın kızarık, ıslak teninden zorlukla koparıp kendisine döndüm. "Tebrik etmeye gelmiştim, alanında hızla yükseldiğini görüyorum."

"Teşekkürler," dedim bir kez daha nezaketen. Dönüp Mila'ya baktım. "Son zamanlarda daha mutluyum, bundan kaynaklı olabilir."

Mila'nın gözlerinin yumuşadığını, başını yana eğip gülümsediğini görünce hayattan başka hiçbir şey istemediğimi fark ettim. Rabia, "Hımm," diyerek bir ses çıkardı. "Sanırım ilişkiniz çok yeni çünkü biz görüştüğümüzde bekâr bir adamdın."

Mila'nın gözleri beklemediğim şekilde alev aldı ve başı yavaşça Rabia'ya dönerken dudakları titreyerek açıldı. "Aa siz daha önce görüştünüz demek… Ve seninle görüştükten sonra da bekâr kalmaya devam etmiş..."

Siktir!

Ağzım bir karış açık kalırken Rabia'nın renginin attığını göz ucuyla gördüm. Mila'nın damarına basmıştı ve onun ne kadar ustaca laf sokabildiğini zaten biliyordum. Rabia oturduğu koltukta dimdik oldu ve kızararak bana döndü. Mila da bana dönmüş titreyen dudaklarını ısırıyordu.

"Öğle yemeğine, bir arkadaşa sözüm vardı," dedi Rabia, çantasını sertçe sehpadan alarak. "Bekletmesem iyi olur."

Koltuğumdan doğrulup olabildiğim kadar nazik davrandım ve onu kapıya doğru geçirmek için yanına yürüdüm. "Tekrar teşekkür ederim, buraya kadar zahmet ettin."

Yanında yürüyerek onu geçirirken, "Rica ederim," dedi ama biraz bozulmuş görünüyordu. Mila arkamızda kalırken odamın kapısını açtım ve onu mesafeli şekilde uğurladım. Koridordan kaybolana kadar izledim ve sonra odamın kapısını kapatıp kilidi döndürdüm.

Kafamı yukarıya kaldırdığımda Safir'in dolu gözlerle ve titreyen çeneyle bana baktığını gördüm. Kırgın ve aynı zamanda kızgın görünüyordu. Gözlerimi kırpıştırarak ellerimi iki yana indirdiğimde Mila da dudaklarını araladı. "Bir daha önceden görüştüğün kadınları ofisine çağırma," dedi ve yüzünü çevirdi.

Beni kıskandığını görebiliyordum, bununla eğleniyordum da ama yanlış anlamasına katlanamazdım. "Ben çağırmadım," diyerek yanına yürüdüm ve kaçması için fırsat vermeden kollarımı belinin iki yanına dolayıp göğsüme doğru çektim. "Kendisinin de dediği gibi, beni tebrik etmek için gelmiş."

"Niyetinin yalnızca bu olmadığı çok açıktı," dedi, sitemli ve kızgın bir sesle. Kollarımdan çıkmak için ufacık bir harekette bulundu ama kendimi ona yasladığımda başını önüne eğip durdu. "Beni görünce suratını astı bir de... Fazlalıkmışım gibi! Sonra kalkmış... görüşmüştük diyor, sevgilin olduğumu bile bile! Çok yakışıksız davrandı bence, hiç hoşlanmadım ondan!"

Elbette hoşlanmazdı, ben de hoşlanmazdım. Bir şey içine oturmuş, onu epey rahatsız etmiş gibiydi. Benim çağırdığımı, onunla keyifli bir sohbet ettiğimi sandığı için mi bu kadar kırılıp sinirlenmişti? Kafasının içindekileri görmek için nelerimi vermezdim ki...

Ellerimi belinde birleştirerek onu iyice kendime kafeslediğimde parmakları titrek şekilde göğsüme yerleşti. Başını boynuma gömdüğünde kollarımı etrafına daha sıkı doladım. Sinirlendiğimde fevri tepkiler verebiliyordum ve onun da sinirlenip duygularını olduğu gibi yaşamasını seviyordum zaten. Dudaklarımı saçları boyunca sürterek elimi kalçasına indirdim. "Mila, biz seninle ciddi bir ilişki yaşıyoruz, hadlerini aşan insanlar hep olacaktır ama birbirimize güvenmeliyiz."

Çünkü gözüm döndüğünde ben de seni çok fena kırmıştım.

"Haklısın," derken ses incelmiş, elleri göğsümde yumruk olmuştu. "Güveniyorum, sadece eskiden görüştüğümüz falan deyince... “

“Onunla olan Görüştüğümüzü hatırlamıyorum bile Mila. Anılarımızı hatırladığım tek kadın sensin.”

Ellerim hâlâ iki yanında dururken parmakları tembel hareketlerle göğsümde oyalandı. "Aslında ben... şey için gelmiştim... Sutyen rafıma o notu sen mi bıraktın?"

Sırıtmaya başladım.

"Tabii ki sen bıraktın," diyerek göğsüme çimdik attığında daha çok güldüm. Onunla uğraşmak çok hoşuma gidiyordu, mutlu oluyordum. Ayrıca Mila artık onun dolabını açmamdan, vücuduna dokunmamdan, benim yanımda cesur giyinmekten çekinmiyordu ya, dünyalar benim oluyordu sanki. Parmağını ısırdı. "Peki ne anlama geliyor? Yani... kâğıtta sadece kocaman bir A harfi vardı."

Parmağını çok ısırıyordu, araştırdığıma göre bu, ufak çocukların çok korktuğunda yaptığı bir hareketti; onda alışkanlık olmuştu. 

Güzel, tertemiz kokusunu içime çekerken bir elimi dalgalı saçlarının arasına kattım. Bu saçlara dokunmayı, bacağına dokunmaktan daha az seviyor değildim. Mila ne yapacağımı anlayarak bilmiş şekilde gülümserken kırmızı kurdelesinin düğümünü çözerek avuçlarıma düşürdüm. "Ailemizin üçüncü ferdinin ismini oluşturan harflerden biri... Uslu bir kız olursan isminin diğer harflerini de öğrenebilirsin."

"Han," diyerek hem mutlu hem de utanç dolu bir ses çıkararak boynuma atladığında onun ayaklarını yerden keserek masaya oturttum. Şu kokusunun adını bir türlü çıkaramıyordum, çok tatlı bir kokuydu ama ne? Saçlarımı okşayarak yüzünü geriye çektiğinde ellerimi belinden yukarıya kaydırdım ve yüzünü avuçlarımın arasına alarak ihtiyaçla dudaklarına sokuldum. Bu kızı öpmezsem ölecekmiş gibi hissetmekten vazgeçemiyordum.

Heyecanlanarak gözlerini kırpıştırmaya başladığında elmacıkkemiklerini okşayarak dudaklarımı yumuşak, dolgun dudaklarına sürttüm. Göğsümdeki vahşi, ilkel his anında uyanıp kükrerken gözkapaklarım çaresizce düştü. Mila'ya, beni öpmesi için fırsat vererek kendimi karnına yasladığımda dudaklarından istekli bir ses döküldü. O kadar dolu, tam bir histi ki bu, dudaklarımın kilidini iyi ki o açmış diyordum. O öpene kadar dudaklarımda biriken her şey, onun beni öpmesiyle infilak olmuştu.

Ellerini kaldırmana, bir adım atmana, konuşmana, ismimi söylemene bile gerek yok. Bir kere gülümse, bana dünyaları veriyorsun.

Mila, dayanıklı kalbine rağmen bana her zaman çıtkırıldım geliyordu ama onu öperken ellerimi vücuduna o kadar sert bastırıyordum ki aklımın bir köşesi hep incinmesinden korkuyordu. Elimi saçlarına, oradan da ince sırtına kaydırarak elbisesinin kumaşını avcumun arasına aldım. Bu kızın elinde, teninde, dudaklarında ne vardı bilmiyorum ama sanki benim için vardı. Birine karşı doyumsuz olmayı onunla öğrenmiştim. Öyle deli oluyordum ki ona. Kendimi, onun için yaratıldığım düşüncesinden alıkoyamıyordum.

Elimi uzatıp başının arkasından tuttum ve yüzünü göğsüme bastırdım. Tiz bir ses çıkardı ve kollarını etrafıma dolarken, "Seni çok seviyorum," diye hatırlattı nefes nefese. Ben sevgileri ölçerim, kıyaslarım, en büyüğünden isterim. Çok, gerçekten çok mu seviyorsun Mila? Böylesine narin, titrek eller bir kalbi nasıl sıkabilirdi? Onun elleri yapıyordu. Zaten biliyordum, bana dokunduğunda iyileşen yaralarımdan biliyordum... Bir şey vardı onun ellerinde. "Te quiero.[1]

Birkaç kelime İspanyolca konuşarak beni önünde diz çöktürebilirdi. Aslında bunu zaten yapıyordu.

Al yanağından, çilli burnundan, alnının arasındaki ufak yara izinden, elmacıkkemiğinin altından... Yüzünün her köşesinden öptüm. Alnındaki o belli belirsiz izin küçükken dizlerinin üzerine düştüğünde olduğunu anlatmıştı bir gece. Artık acımıyordu, ben öpünce geçmişti.

Kurdelesini takıp saçlarını ve elbisesini düzelttikten sonra sahafa uğurladım. Aşağıya kadar indirip gözden kaybolmasını izledikten sonra odama çıkıp kendimi koltuğuma attım. Bugün neleri yapacağım aklımdaydı ama öncesinde biraz dinlensem hiç fena olmazdı. Üst üste iki toplantıya girecektim.

Öğle yemeğine kadar toplantı için hazırlanan sunumlara göz atıp durdum. Son yedi yılda o kadar fazla şey öğrenmiştim ki kimse bu evrakları benim kadar iyi inceleyemezdi. İş konusunda gözlerim çok açıktı, detayları farkına varıp riskleri ve artıları iyice görürdüm.

Öğle yemeğinden önceki toplantıya katıldım ve çalışanlarımla her ay yaptığımız durum kritik toplantısını yaptık. Herhangi bir açık olup olmadığını kontrol etmeliydim. Çalışanlarıma güveniyordum ama konuşurken hepsinin gözünün içine bakardım; hepsi bana ihanet edebilirdi, bu yüzden dikkatli davranırdım.

Öğle yemeği vakti geldiğinde yemekhaneye inmek yerine dışarıda yemek için aşağıya indim. Kerem gün içinde şirkette çalışanlarla lak lak etmiş, bir ara bir yere gidip gelmişti. Aşağıya indiğimde onu arabanın önünde sigara içerken buldum ve şoför kapısının yanındaki kapıyı açtım.

"Yemeği dışarıda mı yiyeceksin?" dedi, sigarasının izmaritini atmak için kaldırım kenarındaki çöp kutusuna ilerlerken.

"Daraldım şirkette," diyerek koltuğa yerleştim ve kapıyı sertçe kapattım.

Kerem bir dakika içinde dönüp koltuğa yerleşti ve arabayı çalıştırırken bana yan bir bakış attı. "Niye yanıma oturdun?"

"Seni daha rahat okşamak için," diyerek dik dik baktım ona. "Niye olacak oğlum, arka koltukta yalnız kalınca çok düşünüyorum, sıkılıyorum."

Kafasını sallayarak arabayı usta bir manevrayla sol tarafa çevirdi ve dirseğini cama yaslayarak, "Nereye götüreyim seni?" diye sordu.

"Her zaman gittiğimiz restoranlardan birisi olur," dedim omuz silkip bakışlarımı camdan dışarıya çevirirken. "Çok iştahım yok zaten."

Kerem arabayı sık sık geldiğimiz, hatta arkadaşlarımı da getirdiğim o restoranın önünde durdurduğunda torpidodaki güneş gözlüklerimi takarak arabanın kapısını açtım. Kerem de ardımdan inerken bakışlarım merdivenlere çevrildi ve bakış açıma tanıdık yüzler girince hızla uzanıp gözlüğümü çıkardım.

Galip, Gazel ve Muazzez'i hırpalıyordu.

Onların burada ne yaptığını bile düşünmeden yerimden fırlarken Kerem'in de bir küfür savurup peşime düştüğünü fark ettim. Galip'in sırtı bize dönüktü, Gazel'i kolundan tutmuş haydutça bağırıyor, Muazzez de onu itmeye çalışıyordu. Gözümün döndüğünü hissettim ve Gazel’le Muazzez beni görüp duraksarken bir hışımla Galip'in ceketinin arkasından tutup çektim. "N’apıyorsun it?" diye bağırdım.

Galip'i elimin tersiyle kenara savurarak kızların önüne geçtiğimde her ikisi de titrer halde arkamda kaldı. Kerem, beklenmedik atakla savrulup yere düşen Galip'in önünde diz çökerek çenesinden tuttu ve çok nadir zamanlarda olduğu gibi ciddileşti. "Ne bok yiyorsun lan sen? Bak oğlum, efendi göründüğümüze bakma, bizim tersimiz çok pistir!"

Galip bizi bir anda burada görmenin şaşkınlığıyla bir Kerem'e bir de bana bakarak, "Siz nereden çıktınız?" diye hırladı.

"Asıl sen nereden çıktın?" diye tıslayarak üzerine doğru sert bir adım attım. "Biz seni kaç defa uyardık Gazel'den uzak duracaksın diye? Fırsatını mı kolluyorsun, takip mi ediyorsun lan Gazel'i yalnız kıstırmak için? Beni geç, Behram'ın kulağına giderse... Dindar olduğuna bakma, evini başına yıkar!"

Yutkundu. Kalkmak için bir daha hareket ettiğinde Kerem omuzlarına daha sert yüklendi ve Galip inleyerek bağırdı. "Gazel'in kendisi gelmişti evime ya da... Emel mi demeliyim?"

Emel mi? Hiçbir bok anlamadığımdan başımı arkamda kalan Gazel'e çevirdim. Bu kızın da Mila'dan farkı yoktu, çekmediği dert kalmamıştı. Gözleri dolu dolu bana bakarken, "Emel... diğer kişiliğimin adıymış," dedi titreyen sesiyle. Kafasını şiddetle iki yana salladı. "Ona gitmişim, öyle diyor. Galip... diğer karakterimi herkesten önce fark etmiş."

Demek ki Gazel'in rahatsızlığını biliyor, bunu kullanmaya çalışıyordu. Muazzez'in şaşkınca konuştuğunu duyarak ona baktım, beti benzi atmış, anlamamış görünüyordu. "Sakin ol," diyerek Gazel'in omzunu sıvazladım ve başımı tekrardan önümdeki geri zekâlıya çevirdim. 

Pis pis gülüyordu. Merdivenlerden inen birkaç müşterinin fısıldaştığını duydum ama umursamadım. Mesele şu an daha ciddiydi, madem bu hastalığı Galip biliyordu, ne zaman ortaya çıktığını da biliyor olmalıydı. Dizlerimi kırarak hafifçe yüzüne eğildim. "Gazel ne zamandan beri hasta?"

Gülmeye devam ettiğinde yumruğumu suratına geçirdiğimi hayal ederek kendimi sakinleştirdim. Kerem ensesine bastırdığında gülmesi kesildi ve hırçınca konuştu. "Çok olmadı, sizinle yeni tanıştığı zamanlardaydı... Bir sabah uyandığında hareketleri falan çok garipti, çok sıcak, hep istediğim ama olmadığı şekilde davranıyordu. Gazel diye seslendiğimde bakmadı. Gazel kim? dedi. Emel'im ben! diye bağırdı ama... onu doktora götürmek istemedim çünkü Emel, Gazel'den daha sıcak davranıyordu bana!"

Muazzez dehşetteydi. "Bayılacağım galiba."

"Şu an seninle uğraşamayız Nihal[2], daha sonra bayıl," diyerek Galip'e tısladı Kerem. "Sen de sık sık karşısına mı çıkıyorsun belki ikinci karakterinde olur, seninle gelir diye?"

Kerem tam da aklımdaki soruyu sormuştu. Belli ki Gazel son yedi, sekiz aydır hastaydı ve krizlerinin çoğuna biz şahit olmuştuk. Hastalığı, yaptığı her mantıksız şey için bir gerekçeydi ama yalnızca... Heykellerimi neden kırdığını hâlâ anlayamıyordum.

"Üstelik beni kullanmış!" diye bağırdı Gazel, sesi tiksinti doluydu. Galip mikrobuna daha fazla bakmadan başımı omzumun üzerinden Gazel'e çevirdim. Benimle göz göze geldiğinde bakışları utançla gölgelendi. "Heykellerini kırmamı Emel'e Galip söylemiş! Onu hapse attırmıştın hatırlıyor musun? Bunun intikamını almak için yapmış çünkü kendi yapsa senin bedelini ödeteceğini çok iyi biliyordu!"

Yılların emeğini sadece dakikalar içinde çöp eden adama baktım. Gözleri korkuyla büyümüştü, artık nefes almıyordu. Gazel'e bunu kendi söylemiş olmalıydı ama benimle bu kadar erken yüzleşmeyi beklemediği de açıktı. Artık her şey daha mantıklı geliyordu, zaten Gazel'in diğer kimliğinin heykellerimi kırması için sebebi yoktu. Öfke duygusunu en iyi tanıyan insanlardan biriydim, onun kanıma karışmasını an an hissederdim. Tam da öyle oldu ve gözlerimin içleri yanmaya başladı.

Gözlerimi Kerem'e çevirdim. "Kızları içeriye götür de yemek ısmarla."

Kerem bana soru sorarcasına baktı ve şüphemin olmadığını gördüğünde doğrularak kızların yanına yürüdü. Buraya yemek yemeye gelmiş olmalılardı çünkü Muazzez ve Behram’la bir ara buraya çok sık gelirdik. Kerem onları içeriye davet ederken, "Hazer," dediğini duydum Muazzez'in, endişeli bir sesle. "Başını belaya sokma."

"Yemekler benden, keyfini çıkarın," dedim düz bir sesle, onları endişelendirmenin lüzumu yoktu.

"Hazer?" dedi Gazel de aynı endişeyle.

"İçeriye geçin yenge."

Onların tereddütlü adımlarla uzaklaştığını duyduğumda önümde duran pisliğe bakarak sırıttım. Ellerini yere yaslamış, kalkmaya yeltenmesinin bir fayda sağlamayacağını bilmenin çaresizliğiyle oturuyordu. Tüm dişlerimi göstererek ona gülümserken elimi kaldırdım ve oldukça sakin şekilde üzerindeki gri gömleğinin yakasını düzelttim. "Bir daha gri giyme."

"Ne?" diye kekeledi.

"Gri diyorum, bir daha giyme." Bir diğer elimi de uzatıp yine aynı şekilde gömleğinin kenarından tuttum ve iki elimle birden gömlek yakalarını kavrayıp başını acıtacak bir sertlikte yüzünü kendime çektim. Dişlerim artık görünmüyordu, gülümsemeyi kesmiştim. Gömlek yakalarını o kadar sert çekiştirmiştim ki gömleğin ensesini kestiğini neredeyse emindim. "Şimdi seni dövebilirim, yumruklar atıp caddenin ortasında öylece bırakabilirim ama zaten istediğin de bu değil mi? Ama yok, böyle olmayacak. Elimi senin kirine bulaştırmayacağım. Ben zaten... böyle bir haydut olmamak için çaba veriyorum, olmak istemediğim birine dönüştüremeyeceksiniz beni. Ben neden lafımı dinletmek için seni dövmek zorundayım ki? Beni dinlemen için sana dayak atmama gerek yok. Bu sana son uyarım, ya Gazel’le Behram'ın hayatından siktir olup gidersin ya da hayatının temellerini öyle bir sarsarım ki gurur duyduğun itibarının zerresi kalmaz!"

Kısık bir hiddetle söylediğim cümleleri takip eden saniyeler sonrasında ellerini kaldırıp beni itmeye yeltendi ama artık ona nasıl baktıysam, elleri havada kaldı. Gururunu toplamak için karşı çıkmak istiyordu ama korkudan da titriyordu. Kışkırtıcı olması için pis pis sırıttığımda dişlerinin arasından nefesini sertçe vererek kendini ellerimin arasından geriye çekti. "İtibarımı Gazel orospusu yüzünde..."

Ayağa kalktığım gibi tekmemi çenesine geçirdim. Bir bağırtıyla geriye düştü ve kükreyerek elini çenesine götürdü. Dayak atmayacağım demiştim ama bu kadarının günahı olmazdı, ağzından çıkanı kulağının duyması şarttı. Ne haddineydi Gazel'in ismini böyle bir çirkinlikle yan yana getirmek. O yerde kıvranırken tükürüğümü suratına fırlattım ve ceket yakalarımı düzelterek ayaklarımın üzerinde geriledim. "Ben senin yüzünden bir yığın heykel kaybettim, senden âlâ orospu mu var?"

Dilimi dişlerimin arasında döndürerek arkamı döndüm ve basamakları çıkmaya başlıyordum ki, "Asıl sevgilinin annesinden âlâ orospu mu var?" diyerek kükredi arkamdan.

Zihnimde bir yanma oldu ve kulaklarım çınlamaya başladı. Gözüm bir an için kararmıştı, Mila'nın adının geçtiği yerde tüm mantığım savurganlıkla yer değiştiriyordu. Gözlerim seğirerek arkamı döndüğümde Galip'in kalktığını, kaçar adımlarla arabasının yolunu tuttuğunu gördüm. Hırlayarak yanına koşmaya başlıyordum ki kaldırım kenarına park ettiği arabasının kapısını açtı ve telaşla içeriye girdi. Koşmamın bir fayda sağlamayacağını anladığımda olduğum yerde durarak gözlerinin içine baktım. Elimi boynuma götürdüm, bıçak gibi kullanarak onu tehdit ettim. Gaza yüklenerek kaçtı.

Dilimi sertçe ısırdım. "Mila'nın adını ağzına alıyor ya..."

Yüzümü sertçe ovaladım, artık herhangi bir ters hareket yapmasına gerek yoktu; ona gününü gösterecek, elimdeki kozları kullanacaktım. İçeriye girmeden önce sinirle bir sigara yaktım ve geç de olsa yanıma gelen güvenlik görevlisine karşı mahcup olup durumu toparlamaya çalıştım. Rezil herifin, olay çıkarmaktan başka bildiği halt yoktu. Güvelik görevlisini ikna edip sigara izmaritimi yakınlardaki çöp kutusuna attım ve içeriye geçtim.

Kerem gayet rahat takılırken Gazel’le Muazzez gerginlik içinde beni bekliyordu. Yanlarına kadar yürüdüm ve sorularını sakince geçiştirerek garsonu çağırdım. Tadım kalmamıştı, bir şey yemek istemiyordum. Bir kadeh istedim, bir şeyler içerek rahatlayabilirdim. Kerem ve kızlar yemek yerken sadece biraz rahatlamak için birkaç yudum alkol aldım, hepsini bitirmedim. Mila'ya sözüm vardı.

Gazel'e, bunu Behram'a anlatmasını söylediğimde epey korktu ama Behram onu anlayacağını düşündüğümden kaygılarını gereksiz buldum. Bir ara Muazzez'in dikkatle bana baktığını hissederek döndüm ve içimden çok gelmese de kız kardeşim kadar sevdiğim kıza göz kırptım. 

Bana nasıl olduğumu sorarken oldukça çekingen görünüyordu. Eskiden Muazzez’le daha sık vakit geçirirdik ama artık bana kalan tüm vakitlerimi Safir’le geçirmek istediğim için aynı sıklıkla buluşamıyorduk. Bunun için biraz suçlu hissederek, "Genel olarak... hayatımın en iyi zamanlarını yaşıyorum," dedim çünkü o vardı. Safir."Asıl sen nasılsın, anlatsana."

Bana değil de tabağına baktığı için yüzünü tam göremiyordum. "İyiyim ama seninle bir şey konuşmak istiyorum," dedi, sesi ciddiydi. "Müsait olduğunda beni arar mısın?"

"Şimdi neden konuşmuyoruz?" dedim gözlerimi kısarak. Bir derdi mi vardı?

Omuzları alçalıp indi. "Yalnız konuşmak istiyorum."

Söylemek istediği ne vardı, bilmiyorum ama meraklanmıştım. Üstüne varmadım, söylediği gibi en yakın zamanda onunla konuşacaktım. Acaba aşk meşk durumları mı vardı, sevgilisi olabilir miydi? Tabii, bunu paylaşacağı ilk insan değildim, kız arkadaşları falan vardı ama bir yerde abisi sayılırdım, benimle de paylaşabilirdi.

Kızlarla yemek yedikten sonra önce Muazzez'i sonra Gazel'i evine bıraktım. Ofise döndüğümde toplantıya girmemek için bayılma numarası yapmayı bile düşündüm. Misafirlerim vardı ama bu herifi o kadar sevmiyordum ki oturup konuşmaya dayanamıyordum. Toplantı vakti geldiğinde gerileceğimi bilmeme rağmen odaya geçtim ve gelen konuklarımla el sıkışıp sevmediğim o herife de olabildiğim kadar saygılı oldum. Aslında burun deliklerinden içeriye bir kalem falan sokmak istiyordum.

Toplantı boyunca benimle zıtlaşıp durmuştu, ben şirketim için avantajlı olanları seçerken o da toptancısı için avantajlı olanları seçmenin derdindeydi. Bu yüzden toplantı esnasında hararetlendik, ses yükselttik ama kozlar benim elimdeydi; kozları elime almayı öğrenmek için bu işe yıllarımı vermiştim. En nihayetinde benim istediğim oldu ve üç saatlik toplantıdan galip ayrılıp koridorda birine bağırmamak için çabucak odama geçtim.

Birkaç dakika sonra kapım çaldığında avukatın geldiğini bildiğim için odama buyur ettim. Kendi avukatımdan öneri alarak bir boşanma avukatını ofisime çağırmıştım, doğrulup onunla el sıkıştım ve durumu izah ettim. Kırklı yaşlarında görünen, temiz yüzlü, başında tek tel saçı olmayan, gözlüklü bir adamdı. Ellerimi masanın üzerine koydum ve dikkatle ona kulak verdim. Babamın, bu işi çekişmeli boşanmaya dönüştüreceğini söyledim.

Düşünceli şekilde söylediklerimi tarttıktan sonra, "İş, çekişmeli boşanmaya giderse ve dediğiniz gibi babanızın imkânları da sizin kadar genişse dava ertelendikçe ertelenir," dedi avukat. Dişlerimi sıktım ve zaten tahmin ettiğim şeyleri dinlerken ellerimi yumruk yaptım. "Üstelik babanız boşanmak için duruşmaya bile gelmezse hâkim sadece annenizi dinleyerek boşanma kararı çıkarmaz. Mahkemede size üstünlük sağlayacak birkaç kozunuz varsa o zaman değişebilir."

Babam annemi aldatmıştı, bu bir kozdu ama aradan yirmi yıl geçmişti; hâkim demez miydi neden o zaman boşanmadın da şimdi seni aldattığı için boşanıyorsun? Bunu bir gerekçe olarak kabul etmezdi.

Avukat Bey'i uğurladıktan sonra koltuğuma çöktüm ve bir ağrıkesici alarak odanın ışığını kapattım; şu ışıklar baş ağrılarımı hep tetiklerdi. Sekterimi arayıp odama kimseyi almamasını söyledim ve başımı masaya bırakıp sızandım. Boynum, ensem ve başım komple ağrıyordu. Yanağımı masanın pürüzsüz yüzeyine yasladım ve dişlerimi sıkıp gözlerimi kapatmadan önce bakış açımda duran fotoğrafa baktım; çerçevedeki gülümseyen yüze.

Ne kadar zaman geçti anlamadım ama gözlerimi kapkaranlık odanın içinde açtığımda kendi gölgemi bile göremeyecek kadar yalnız hissettim. Boynumdan enseme doğru vuran şiddetli ağrıyı duyumsayarak elimi enseme attım ve kesilmiş gibi duran başımı masadan kaldırırken küfretmeden duramadım. "Sikeyim ama ha..." Boynum kırılacakmış gibi ağrıyordu.

Başımı geriye atıp gözlerimi odanın içinde gezdirdim. Sekreterim beni bayağı ciddiye almış olmalıydı, kimse rahatsız etmeden saatlerce uyumuştum. Ne kadar uyuduğumu görmek için telefonuma uzandım ve saatin on ikiyi geçmiş olduğunu görerek telaşla doğruldum, ceketimi koltuktan alarak çıkışa yöneldim. Koridorun ışıkları da sönmüştü, gece çalışan personel ve güvenlik görevlilerinden başka kimse kalmamış olmalıydı. Odamdan çıktım ve kapıyı kilitleyip ceketi omzuma attım. Esneyerek koridordaki asansöre yürürken elimi karnımda gezdirerek açlıktan dolayı gelen ağrıyı savuşturdum.

Mila beni akşam boyunca beklemiş, sonra da uyuyakalmış olmalıydı. Onsuz uyumaya hâlâ alışmış değildim. Geceleri yatağın içinde dört dönüyor, sabaha karşı belki bir şans uyuyordum. Uykusuz kaldığım için de gün içinde bir anda bir yerde sızmış buluyordum kendimi. Asansöre binerek başımı demire yasladım ve ayağımla ritim tutarak inmeyi bekledim. Aklımdan geçen fikirleri savuşturmalıydım, bu saatte gidip Mila'yı rahatsız edemezdim. Bu düpedüz bencillik olurdu. Artık sadece benimle ilgilenmiyordu, kardeşi ve kendi hayatı vardı. Mila'nın ilgisini de sevgisini de paylaşmak zorundaydım.

Şirket binasından çıktığımda güvenlik görevlilerinden biri yanıma koşup araba anahtarımı verdi. Tabii, Kerem bu saate kadar kalacak değildi, beni rahatsız etmeden tüymüştü. Anahtarımı alıp sarsakça arabama yürüdüm ve şoför koltuğuna atlayarak başımı direksiyona gömdüm. Kaç gündür uyku düzenimin içine sıçmıştım, üstelik iştahım da yoktu. Anahtarı yuvasına takarken ceketimi kenara fırlattım. 

"Nasıl kullanılıyordu araba?" Bir önümdeki direksiyona bir de ellerime bakıp başımı bir daha direksiyona gömdüm ve aniden çalan kornayla sıçrayarak küfrü bastım. Kafanı direksiyona gömersen tabii korna çalar aptal! Kendime kızarak başımı geriye yasladım ve camı açıp bir dakika boyunca temiz havayı ciğerlerime çektim. Gece serin ve rüzgârlı, etraf kapkaranlıktı. Çakmak çakmak duran yıldızlar bana yalnızca onu hatırlattı. Tepedeki hilale baktım ve kafamı iki yana sallayarak arabayı çalıştırdım. Yol boyunca birkaç kez yanlış sokağa girdim ve sonra Kerem'i arayıp arabayı bozduğu için ona kızdım. Sen kafayı yemişsin patron, diyerek kapatmıştı telefonu.

Evin yolunu bulduğumda garajı açacak kimse olmadığı için arabayı kaldırım kenarına park ettim ve dışarıya atlayıp bahçe kapısından geçtim. Çıt çıkmıyor, ışıklar yanmıyordu; şu kocaman evde kimse yoktu. Evdi ama... yuva değildi sanki… Sokak kapısını açıp içeriye girdim ve ceketimle anahtarı çıkarıp portmantoya fırlattım. Midem hâlâ gurulduyordu ama iştahım yoktu. Gözlerimi ovuşturarak merdivenleri çıktım ve Mila olmadığı için ışıkları yakmaya lüzum görmeden koridor boyu yürüdüm. Odama geçtiğimde orada olmadığını bile bile etrafta, yatağımızda Mila'yı aradım.

"Sen var ya Hazer... Sen bitmişsin..."

Banyoya geçtim ve elimi yüzümü yıkayıp odama döndüm. Üzerimi çıkarmak için ışığı yaktım ve bir pijama altı seçmek için dolabıma yürüdüm. Saçlarım karman çorman olmuştu, gözümün önüne geliyorlardı. Dolaptan pijama altını aldım ve pantolonumu çıkarıp onu giyindim.

Yüzükoyun yatağa uzandım ve serin siyah çarşafı avcumun içine alarak gözlerimi kapattım. Bazen bu kadar büyük bir evimin olması bana mutsuz hissettiriyordu; ev bomboştu. Bu sessizlikten nefret ediyordum, bu yüzden sırf evde ses olması için Mila'ya çektiğim birkaç videodan birini açtım ve onun konuşmalarını, gülüşmelerini dinledim. Evet, böyleyken evde biri var gibiydi. Gözlerimin önüne Mila'nın bu yatakta uyurkenki halini getirdim ve o hayalle uyumaya çalıştım. Tabii telefonum çalmasaydı.

Videodaki Mila'nın gülüşünü bıçak gibi kesen arama sesiyle ofladım ve arayana baktım. Kerem arıyordu. Doğrularak telefonu yanıtladım. "Evet?"

"Safir'in annesini aramak için mekânlara bakmamı söylemiştin ya," dedi, sesi uykuluydu. "Birkaç kişiye söylemiştim, bir tanesi aradı az önce. Bir gazinoda Maria adındaki kadının sahne aldığını duyunca haber etti bana, söyleyeyim dedim."

"O olduğuna emin miymiş?"

"Maria dedi."

"Tamam Kerem, neredeymiş bu gazino, adres at. Eyvallah."

Doğruldum ve kendime dolaptan bir başka pantolon seçerek üzerime geçirdim. Gri bir tişört giyip telefonumu ve anahtarımı aldığım gibi evden ayrıldım. Gece ayazdı, bir an kollarımın üşüdüğünü hissettim ama dönmedim. Arabaya atladım ve Kerem'in gönderdiği adresi açtım. Bu semtte değildi ama gecenin ikisi olduğu için yollar boştu; bu yüzden kısa sürede varmıştım.

Son kez adresi kontrol edip arabayı kenara çektim ve mekâna bakarken koltuktan atladım. Ara bir cadde üzerinde, ucuz bir yerdi. Kapısının önünde bir adamla iki kadın vardı, yüksek sesli gülüşerek bir şeylerden bahsediyorlardı. İçeriden taşan kahkahaların, şarkıların sesini duyuyordum. Yol arasında, ucuz, basit bir pavyondu.

Başımı önüme eğdim ve bir müşteri gibi davranmanın daha mantıklı olacağını düşünerek sakince gazinonun geniş kapısına ilerledim. Başım önüme eğik olsa da kadınların ve adamın beni süzdüğünü hissetmiştim. Bir an başımı kaldırıp onlara baktım ve kadınların çapkın bakışlarından utanarak içeriye girdim. 

Daha önce tanıdığım, seviyeli mekânlara giderdim ama ilk kez bir pavyona gelmiştim. Kapıdan girdiğim gibi beni dar, basık bir koridor karşıladı. Duvarlarda birkaç şarkıcı posteri vardı. Ellerim ceplerimde koridoru yürüdüm ve müziğin sesini takip ederek soldan döndüm. Aralık bir kapı vardı ve içeriden eğlencenin sesi geliyordu. Yüzümü buruşturdum, hiç de güzel kokmuyordu.

Dikkat çekmemeye çalışarak eşikten geçtiğimde, yanımdan geçen sarhoşun teki omzuma çarparak yürüdü. Dişlerimi sıktım ve dönüp terslenmemek için önüme baktım. İçeride kare şeklinde masalar vardı ve müşteriler masaların etrafını sarmış, yanındaki hanımlarla samimi sohbetler ediyorlardı. Herkesin kafalar kıyak, keyifler yerinde gibiydi.

Yoğun sigara ve alkol kokusundan midem bulanmıştı. Böyle mekânlarla hiç işim olmazdı, müşterilerin de niye geldiği belliydi. Çoğunun evli barklı adamlar olduğuna emindim, kadınlarla sevişmek için geldikleri açıktı. Hiçbir zaman aktif bir cinsel hayatım olmamıştı, kadınların üzerine hayvan gibi atlamamıştım, seks yapmak asla hayatımın en büyük ihtiyacı olmamıştı. Romantik ve duygusal biriydim; kadınlarla sadece seks yapmak için bir araya gelmek... bana göre değildi. Hiç tanımadığım, yüzünü daha önce görmediğim bir kadınla sırf fiziği güzel diye birlikte olmak benim boyumu aşan bir şeydi. Hiçbir zaman bunu aramadım.

Hep Mila'yı aramışım ben, biliyormuşum sanki ona âşık olacağımı, kimseye dokunmak gelmemiş içimden.

Zaten ortaokulu ve liseyi yatılı okumuştum, giriş çıkış saatlerim belliydi, kaçamak yapmak için fırsatım olmamıştı. Üniversiteye başlamak için İstanbul'a döndüğümdeyse annem sayesinde kadınlarla görüşmeye başlamıştım ama hiçbiri bende beklediğim duyguları oluşturmamıştı. Tabii, seks yapmanın cazip göründüğü zamanlar da olmuştu ama kimseye yana yakıla bir istek duymamıştım.

Olduğum yerde durarak gözlerimi mekânın içinde şöyle bir gezdirdim. Basık olduğu için bazı açılar görünmüyordu ama Maria'yı bulacağımı umut ediyordum. Buradan çıkarır emniyete götürürdüm, onlar da hastaneye teslim ederdi.

Çünkü biliyordum, Mila buna takıp duracaktı. Onun için bu işi halletmeliydim.

Bakışlarım dikkatle gezindiği sırada duraksadı ve omuzlarım gevşedi. İşte, oradaydı. Sahnenin hemen önündeki gösterişli bir masada, bir adamla karşılıklı oturuyordu. Gülüyor, üzüm salkımından üzümler alarak adama yediriyordu. Saçı başı, kıyafeti, duruşu gayet iyiydi. Mutlu ve neşeli görünüyordu. Anlamıyordum, nasıl bu kadar Mila'nın zıttı olabilirdi?

Karşısındaki adama baktım; Maria’nın yaşlarında, takım elbiseli, mekânda sözü geçen bir adam olduğu çok belliydi. Maria'yı alıkoyduysa kendi rızasıyla vermezdi, bu yüzden Maria'yı yalnız yakalayıp çıkmak için ikna etmek daha mantıklı olurdu. Kafamda neyi nasıl yapmam gerektiğini hesap ederken izlenildiğim hissine kapılarak başımı yana çevirdim. İriyarı bir adam dik dik bana bakıyordu. Tabii ki gözleri açıktı, yabancıyı hemen fark etmişlerdi. Çok dikkat çekmemeye çalışarak ilerledim ve Maria'yla adamın oturduğu masanın arkasındaki boş masaya yerleşirken yüzümü buruşturmamak için direndim. Maria yalnız kaldığı an kolundan tuttuğum gibi çıkaracaktım.

Kollarımı göğsümün üzerinde kavuştururken masada duran rakı ve sigara izmaritlerine baktım; birileri masadan yeni kalkmış gibiydi. Müşteri izlenimi yaratmak için başımı sahneye çevirirken omzumda bir el hissederek kasıldım. "Merhaba tatlım, birine mi baktın?"

Rahatsız şekilde arkamı döndüğümde kırklı yaşlarında görünen, suratında abartılı bir makyaj olan kadınla göz göze geldim. "Elini çeker misin?" diyerek hızla omzumu ileriye attım. Kızararak başımı önüme eğdim. "Kimseye bakmıyorum."

"Ay, utandı..." Kadın keyifle güldüğünde masaya biraz daha abanarak ondan uzaklaştım. “Git işine abla," diyerek sesimi sertleştirdim.

"Abla mı?" Kadının hayret ve sitemle gerilediğini duydum. "Daha otuz dokuz yaşındayım..."

Saçlarını savurarak yanımdan uzaklaşırken üzerime sinen parfüm kokusundan rahatsız olarak başımı bir daha Maria'nın masasına çevirdim ve adamın kalktığını gördüm. Heybetli, kır saçlı bir adamdı. Maria'nın saçlarını okşayarak omzumun arkasından bir yere baktı ve sonra masadan uzaklaştı. Çaktırmadan gözlerimle onu takip ettim ve gözden kaybolduğunda yavaşça yerimden kalktım. Herkes kendi masasıyla ilgileniyordu, bu yüzden dikkat çekeceğimi sanmıyordum. Maria'nın yanına eğildim ve o birkaç üzümü ağzına götürürken kolundan tuttum. "Kalk, gidiyoruz."

Şaşkınca yüzünü bana döndü. Sarhoşa benziyordu, bu yüzden yanına yaklaştığımı geç fark etmişti. “Bırak beni, sen de kimsin?"

Tanımamıştı çünkü kafası iyiydi. Bu şekilde olmayacağını düşünerek kolundan sertçe tutarak onu sandalyesinden kaldırdığımda sarhoş olduğu için karşı koyamadı ve İspanyolca bir şeyler söyleyerek beni itmeye çalıştı. Dikkat çekmemek için onu omzumun altına aldım ve müşterisiymiş gibi davranarak yüzünü göğsüme sakladım. Sarhoş olduğundan istediği gibi hareket edemiyor, ayakları dolanıyordu. Onu çıkışa sürüklerken başımı ona doğru eğip tısladım. "Hayatında ilk kez Mila için iyi bir şey yap ve yardım et ki seni şuradan çıkarayım."

"Mila... Kızım..." Sesinin rengi değişmişti ama kafa yoracak halde değildim. Göğsüme birkaç daha yumruk attığında üzerindeki ucuz parfüm kokusundan burnum düşecek gibi oldu. Başım önümde bir halde koridora çıktım ve tam derin bir nefes veriyordum ki kolumda sert bir baskı hissettim.

"Mekândan karı mı kaldırıyorsun lan sen?"

Son anda boka basmıştım, ne hoş! Başımı omzumun üzerinden arkaya çevirdiğimde o iriyarı herifi gördüm. Boyu benimle aynıydı ama cüssesi beni ikiye katlardı. Üzerindeki gömleğin düğmeleri patlayacak gibi duruyordu. Kolumu sertçe geriye çekerken, "Bırak lan!" diye hırladım. "Mekân da mekân olsa, bok gibi yer! Çek elini, bak işine!"

Aynı sertlikle yaklaşmamı beklemediğinden olsa gerek bir an eli gevşedi ama kısa sürdü. "Maria, patronun! Görürse seni de bizi de kurşun manyağı yapar! Gece gece başına bela alma, bak işine..."

O adamın patron olduğunu zaten tahmin etmiştim, Maria'yı alıkoymuştu ama Maria da bundan hoşnuttu. Zorla tutulmadığı için çeker giderdim ama Safir bu konuda mutsuzken bunu yapamıyordum.

"Başlayacağım patronuna da sana da, siktir git piç! Tanıyorum ben bu kadını, alıp gideceğim! Raconunuz da sikimde değil!"

Onu ittiğim için öfkeden gözleri yandı ama bana bir daha müdahale etmesine müsaade etmeden davranmaya kararlıydım. Sarhoş halde bir şeyler geveleyen Maria'yı çekerek önüme dönerken arkamdaki herifin, "Çok pişman olacaksın," dediğini duydum ve önüme döndüğüm anda suratıma patlayan yumrukla kafam âdeta arkaya uçtu.

Yumruğun etkisiyle bir an gözlerim karardı ve bacaklarım arkaya doğru sendeledi. Ellerim refleks olarak yüzüme giderken Maria birkaç adım gerileyerek çığlık attı. Burnumdaki keskin acıya rağmen gözlerimi açmaya çalışıp henüz yüzünü bile görmediğim herife karşılık verecektim ki dizlerimin arkasında hissettiğim tekmeyle bacaklarım tutmaz oldu. 

"Raconumuz sikinde değil demek, neymiş lan senin sikinde olan?"

Bacaklarım aniden güçten kesildiği için dizlerimin üzerine düştüm ve başımı kaldırıp yukarıya baktığımda iri kıyım bir başka herifin tişörtüme uzandığını gördüm. Arkamdaki adam Maria'ya bir şeyler söyleyerek onu içeriye yolladığında hissettiğim fiziksel acının üzerinden gelip karşımdaki adamın bana uzanan ellerini iterek savuşturdum. "Dokunma lan bana!"

"Bak, hâlâ rest çekiyor," diyen arkamdaki herifin sesini işittim ve dizlerim üzerinden kalkıyordum ki saçlarımda elini hissettim. Şerefsiz! Saçlarımı arkaya çektiğinde kolumu arkaya atarak onun bacağına doladım ve bacağını kolumun içinde sıkarak onu bağırttım. "Çağır lan adamları, dövsünler şunu."

Ulan Kerem, neredesin lan? Bir kişiyi döverdim, iki kişiyi de döverdim, üç kişiyle hırpalanırdım ama dörtten fazlasında dayak yerdim. Dirseğimi arkamdaki adamın bacağına geçirdim ve elimi kendime siper ederek dizlerim üzerinden doğruldum. Arkamdaki adam tişörtümün ense kısmından tutarken önümdeki adam da yumruğunu sallamak için yüzüme atakta bulundu.

O bir kere olur sikik!

Burnumdan ince bir sızıntı halinde akan kanı hissederken gelen her iki atağı da savuşturmak için bacağımla kolumu aynı anda kullandım. Ayağımı kaldırıp karşımdaki herifin suratına sertçe geçirirken dirseğimi de arkamdaki adamın suratına sapladım. İkisi de hırlayıp geriye sendelediğinde, olmadığını bildiğim halde bir umutla koridorda Maria'yı aradım.

"Sen şimdi görürsün..." Arkamdaki adam hesapladığımdan daha çabuk doğrulup kolunu boynuma doladığında gözlerimi devirerek külçe ağırlığındaki kolunun boynumu sıkmasına engel olmaya çalıştım. Yerdeki diğer adam da doğrulurken elimi arkaya attım ve adamın elime gelen kravatını yakalayıp uçlarından çekiştirdim. Kravat boynunu sıktığında adamın elleri gevşedi ve boğulurcasına sesler çıkardı.

"Kravat da gri," diye homurdanıp adamın zayıflığından yararlandım ve diğer kolumu kullanarak onu arkaya ittim. Çok iri bir adamdı ancak bir adım gerilemişti. Hızla kolundan çıkarak karşımdaki adamın gelen tokadından kaçmak için eğildim ve adam hızını alamayarak diğer adamın üzerine düştüğünde doğrularak sırtına bir tekme attım. "Burnumu kanattın köpek!"

İkisi de düşmemek için duvara tutunurken aklımı hızla çalıştırıp ne yapmam gerektiğini düşündüm. Maria'yı almadan buradan çıkmak istemiyordum ama olay büyürse, buradan hiç çıkamayabilirdim de. Yumruklarımı sıkıp hırlarken karşımdaki adamlar doğruldu ve üzerime doğru bir adım attılar.

Fakat ben darbeyi ensemden aldım. Aniden enseme yediğim darbeyle ve beynime sızan zonklamayla gözlerim dönmeye başladı. Önümdeki heriflerin görüntüsü bulanırken başım önüme düştü ve kendimi savunmak için fırsat bulamadan sırtımın ortasında ağır bir tekme darbesi daha aldım. Kemiklerim acıdı ve bedenim koridor zeminine yapıştı. Sonrasında hatırladığım şey dört kişinin birden üzerime çullandığıydı.

Olaya iki iri adamın daha katıldığını fark ettiğimde bedenim çoktan zemine serilmişti ama ilk birkaç dakika boyunca onlarla mücadele ederek kendimi savunmaya çalıştım. Fakat yerdeydim ve kalkmama bile müsaade etmiyorlardı. İkisiyle ilgilenirken diğer ikisi vücudumu hırpalıyordu. Bir an sonra fiziksel acı baskın çıktı ve ellerimde, kendime siper edecek gücü bulamadım.

Beni dışarıya sürüklediklerini, kapının önüne attıklarını hissettim. Birkaç kadın çığlığı kulağıma ulaştı. Tüm bu sesin arasında daha tanıdık bir sesi duymayı bekleyerek zihnimi karıştırırken karnıma ve yüzüme aldığım darbelerin acısıyla gözlerim tamamen kapandı. Yüzümden sızan kanı, karnıma gelen tekmelerin mideme kadar oturduğunu hissettim. İlk kez dayak yemiyordum, daha önce de kavgalar etmiş birkaç yumruk yemiştim ama ilk kez dört kişi tarafından aynı anda hırpalanıyordum.

Elimi yüzüme götürdüm ve daha fazla hasar açmamalarını diledim, Mila görürse kahrolurdu.

Sırtımın bir duvara dayandığını anladım ve elim yüzüme sıkıca yapışırken bileklikleri hatırlayıverdim. Adamlar bana saldırmaya devam ederken bilekliklerimin olduğu kolumu saklamaya çalıştım ve aynı anda ciğerlerimde bile hissettiğim darbeyle küfrederek bir herifin paçasından tuttum.

"Tamam, bırakın..." Boğuk sesleri kulağıma belli belirsiz ulaştı ve akabinde uzaklaşan adım sesleri duyuldu. Ayaz gecenin içinde soğuktan ve acıdan titreyerek nefesler almaya çalışırken arkalarından bir ton küfür basarak gözlerimi açmaya çalıştım. İlk denemem başarısız oldu ama ikincisinde başardım ve gözlerimi açarak kapıdan giren adamların sırtlarına baktım.

"Dört kişi olmasaydınız döverdim de..."

Burnumdan sızan kan damlaları ağzımın içinde kaybolurken elimi karnıma götürdüm ve içeride bir şeylerin ters gittiğini hissederek alnımı pis zemine sürttüm. Çenem ağrıyor, dişlerim dilimi kesiyordu. Üzerine doğru yattığım omzumda keskin bir ağrı vardı. Gözlerim arkaya kayarken doğrulmak için hamle yaptım ve ikinci hamlede doğrulmayı başardım.

Arabam sokağın karşısındaydı ama oraya kadar gitsem bile arabayı kullanamazdım. Telefonu ezilen parmaklarımla çıkarıp bulanık görünen ekrana baktım ve son aramaya girerek Kerem'in adına dokundum. Telefon çalarken başımı daha fazla tutamadan öne bıraktım ve ağzımda kanın metalik tadını alırken açılan telefona doğru boğuk bir sesle konuştum. "Adrese... gel."

🌒

İki Gün Sonra

Karnımdaki taze yaralar çürüyordu. Ama iki gündür karnımda çürüğe dönen yaralardan çok mücadele ettiğim bir şey vardı: Mila'ya duyduğum hasret. Bu geceyle beraber onu görmeden geçirdiğim üçüncü gün olacaktı ve boğazıma kadar sefil hissediyordum; üstelik bunun hissettiğim fiziksel acılarla alakası da yoktu.

O gece Kerem gelip beni hemen hastaneye götürmüştü ve geceyi hastanede geçirmiştim. Kerem ertesi gün o mekâna birkaç adamla gitmiş, o piçlere raconun nasıl kesileceğini göstermişti. Dün sabah eve geldiğimden beriyse ne şirkete ne de Mila’yı görmeye gitmiştim. Elimdeki ufak yaralara bile dayanamayan ürkek bir kalbin karşısına morarmış bir yüzle çıkarsam o kalbi hüsrana boğardım. Her aradığındaysa onu görmeye gidemediğim için bahaneler uydurmuştum. Onu görmeye gitmediğim için o gelmeyi teklif etmişti ama şirkette çok işim olduğunu söylediğim için son konuştuğumuzda, Peki, diyerek telefonu kapatmıştı.

İki gündür odamdaki çarşaflarla haşır neşir olmaktan, uzanmaktan gına gelmişti. Kerem sık sık geliyor, tembihlediğim gibi kimseye bir şey söylemiyordu. Bugün bana sıcak çorba getirmişti, Leyla yapmıştı. Ondan Safir'i görmeye gitmesini de istemiştim, döndüğünde bana onun biraz üzgün göründüğünü söylediği için aklıma takılmıştı. Sanırım onu görmeye gitmememi kafasına takmıştı.

Saat sekizi geçmişti, tamamen karanlık olmasa da akşam vaktiydi. Evin içi ıssız ve neredeyse kalp atışlarımı duyacağım kadar sessizdi. Arada Fıstık ve Fındık'ın atıştıklarını da işitiyordum sadece. Elimle yüzümü ovuşturarak sırtımın üzerine hafifçe döndüm ve kaburgalarım arasında kendini belli eden ağrıya küfrettim. "Hay babanın şarap çanağına..."

Dilimi dişlerimin üzerinde dolaştırdım ve tişörtümü başımdan çıkarıp terli ensemi sildim. Vücudumdaki çürüklere göz atarak tişörtü ensemde bıraktım ve başımı lacivert gökyüzüne çevirdiğimde kapı açılma sesi duyarak irkildim. Kerem yeni gitmişti. Annem miydi?

Bu adım seslerini tanıyordum. Bacaklarımı yataktan atıp kalkmaya yelteniyordum ki, "Hazer?" diyen sesi duydum ve tüm vücudumu sımsıcak bir his sardı. Daha kalkmaya fırsatım olmadan odamın kapısı açıldı. "Hazer?"

Uzanıp duvarın üzerindeki düğmeye bastı ve oda loş bir ışıkla aydınlanırken Mila'nın kafası önüne çevrildi. Saçları yüzünü süpürürken omzundaki çantası yere düştü ve dudakları aralık kaldı. Vücudumu görmesine bile gerek yoktu, yüzümdeki darp izleri dayak yediğimi açıkça gösteriyordu. O benim yüzümde acının izlerini görse de ben onun yüzünde güneşi, mevsimlerden yazı gördüm. Bana doğru birkaç sersem adım attı ve saniyeler içinde gözyaşlarına boğuldu. "Sen... Aman Tanrım, yüzün... Han, bebeğim..."

Kalbini hüsrana boğmamak için verdiğim çaba kül olmuştu. Yanıma çöküp ellerini titreyerek yüzüme götürdü ama dokunmaya çekinerek hemen kaçırdı. Bir şeyler uydurmak için dudaklarımı araladım ama tek yapabildiğim adını söylemek oldu. "Mila... İyiyim, lütfen."

"Yüzünde... yaralar var." Bir anda içli içli ağlamaya başladığında dökülen her damla gözyaşıyla kahrolarak kaşlarımı çattım ve yüzüne uzandım. Bir anda o kadar içli ağlamaya başlamıştı ki hayret ettim bu kadar hızlı ağlamasına. "Yüzünün şu haline bak, bana neden haber vermedin? Burada yalnız başına... Ah Hazer, dur bakayım yüzüne..."

Parmaklarımla gözyaşlarını temizlerken, "Kim yaptı?" diye sordu, canı acıyormuş gibi buğuluydu sesi.  “Canım benim, nasıl da morarmış… Ne zaman oldu bu, hangi pislik yaptı bunu? Söyle... Onu gerçekten döveceğim!"

Gidip adama, Lütfen bunu bir daha yapmayın, rica etsem elleriniz kırılabilir mi? diyebilirdi.

Sırtımı tekrardan yatağımızın arkasına yasladım ve şefkatine ihtiyaç duyduğumdan başımı üzgünce salladım. "Birkaç kendini bilmezle dalaştık, sen bir de onları gör..."

Parmak uçlarıyla dudağımın kenarındaki, kabuk bağlayan yaranın üzerinden geçti. "Kabuk bağlamış, bugün olmadı yani... Dün mü oldu? Hayır, ondan da önce oldu değil mi?" Gri gözlerinin rengi berrak, gök mavisine dönmüştü. "O yüzden kaç gündür görüşmüyorsun benimle. Ama neden hayatım, neden gelmiyorsun ki? Yardımcı olurdum..."

"Canını sıkacağıma bir kamyon dayak daha yerim Mila."

Dudaklarını sıktı ve gözlerini yaralarımdan çekip gözlerime kaldırdı. "Döverim ha seni!"

"Beni döveceğin günü bekliyorum," dedim ciddiyetle.

Gözlerini devirdi ve gözlerini kırpıştırıp bakışlarını indirdi. Siyah çarşafı çektiğinde, "Sapıklık yapma," diyerek onu güldürmeye çalıştım ama Mila çürükler içindeki vücudumu gördüğünde omuzları ileriye doğru sallandı. Hıçkırmaya başlayarak elini kaydırdı ve izlerle dolu, terli göğsümde dolaştırdı. Tenime hem incelikle hem de acıyla dokunuyordu. "Hangi acımasız yaptı bunu sana? Nasıl kıyabilmiş? Elleri kırılsın, şu haline bak..."

"Lütfen elleri kırılsın diyecektin herhalde," diyerek ona takıldım. Maksadım, üzerindeki hüznü savuşturmaktı.

"Canın acıyor mu? Tabii ki acıyordur," dedi, ona takılmama hiç karşılık vermeden. "Hastaneye gittin mi? Doktorlar ne dedi? İlaç alıyor musun?"

"Gittim," dedim kaygılarını azaltmak için hızlıca. "Ağrıkesici ve merhem kullanıyorum, ayrıca canım acımıyor. İşten kaytarmak için bahane oldu bana da, yatıyorum işte. Birkaç güne hiçbir şeyim kalmaz."

Gözyaşlarını toparlıyor ve yerine yenilerinin akmalarını çaresiz şekilde izliyordum. "Ben bir an kendimi kaybettim seni böyle görünce. Dur, şimdi sakinleşeceğim." Gözlerini yüzüme çıkardı ve dudakları titredi. "Bu kadar kasla nasıl dayak yedin sen?"

Çabuk karizmanı toparla Hazer!

"Ama Mila, dört kişilerdi ve hepsi benim iki katımdı! Yani mantıken sekiz kişi oluyorlar, Hulk muyum kızım ben?"

Elini ağzına götürdü. "Dört mü? Oha! Tamam, gidip onlardan intikam alabiliriz. Sen, ben, Kerem, Behram dört kişi oluyoruz, dövebiliriz onları..."

Ne? Cidden mi? Çok manyakça olabilirdi ama Mila'nın bağırıp çağırmasını, birini dövmesini çok istiyordum; bu yüzden neredeyse bunu kabul edecektim ama sonra başımı iki yana sallayarak kendime geldim. Mila'nın yüzünü göğsüme doğru çektim. "Sakin ol aşkım. Biz erkekler biraz fevri varlıklarız, bu yüzden böyle çirkin kavgaların içinde bulabiliyoruz kendimizi. Hem... hani sen öç almazdın?"

Yüzü çıplak göğsüme yaslanırken, "Almazdım," diye fısıldadı, sesinde şaşkın bir tını vardı. "Almazdım değil mi? Tabii, polise şikâyet etmek daha doğru."

Onlara, onların raconuyla karşılık vermiştik ama bebeğim bunu bilmese de olurdu. "Her şey yolunda Mila, hallettim."

Kafası göğsümün üzerinde sallandı. "Peki bu kavga neden oldu?"

Annesini almaya gittiğimi, bu sırada olduğunu söylesem kendini suçlayacaktı. "Bir mekânda," diyerek kısa bir açıklama yaptım.

"Bensiz eğlenmeye mi gitmiştin?" dedi, dudakları göğsüme çarpıp kalbimi titretti.

"Kısa bir işim vardı bale..." Diyemedim o kelimeyi ve nefesimi üfleyip başını daha sert bastırdım göğsüme.

"Acımasın," diyerek başını göğsümden kaldırmaya yeltendi.

"Ağlarım," diye tehdit ettim onu.

"Ne? Duygu sömürüsü yapıyorsun şu an."

Evet. Yine de arzum üzerine başını göğsümde tuttu ama ellerini üzerime koymaya çekindi. Öyle bir dünya yoktu, o hep en yakınımda olacaktı. Onu bacaklarımın üzerine çektim ve kollarımı etraflıca sararak göğsüme yasladım. Başı şimdi çenemin altında kalıyordu ve saçlarının bahar kokusunu en içimde, kalbimin en derinlerinde hissediyordum. "Yaslanıyorum ama canın acıyacak," diye yakındı. "Dur, yanına geçeyim."

"İki gecedir yanımda yatıyorsun zaten, şimdi kalbimin üzerine uzan."

"Tabii, kafanın içinde benimle uyudun."

Evet, kucağımda tutmak canımı biraz yakıyordu ama ruhuma yaptığı katkının, şifanın yanında bunun lafı olmazdı. Parmakları bileğimdeki siyah beyaz bilekliklerde dolandı. "Affedersin, aç olup olmadığını sormadım. Senin için yemek ısıtayım mı?"

"Senden bir saat önce Kerem buradaydı, benim için çorba getirmişti. Çorbayı içip ilaçlarımı aldım."

"Kerem bile biliyor, ben bilmiyorum öyle mi? Haberin olsun sen benimle çıkıyorsun, Kerem’le değil."

Sesli bir şekilde güldüm. "Kerem'e, onu kıskandığını söyleyeceğim. Çok eğlenir."

Bileğimdeki elini yavaşça karnıma koyduğunda vücudum kontrolüm dışında bir tepki verdi. Tırnaklarındaki parlatıcılara gülümsedim ve parmakları okşayarak karnımda gezerken saçlarını omzunda toplayıp elimi üzerindeki bluzun içine soktum. Teni ılık, yumuşaktı.

"Ne yapıyorsun?" dedi şaşkınca.

"Seni çok özledim," diyerek yüzümü eğdim ve kulağının altından öperken kokusunu içime çektim.

"Beni görmeye gelmeyince korktum," diye fısıldadı düşünceli şekilde. "Çok özledim seni."

Parmaklarım sırtında gezinerek sutyen klipsinde durduğunda Mila'nın kalbinin kuş gibi çarptığını hissettim. "Sana dokunmaya çok alışmışım Mila, ellerim senden uzaktayken ne yapıyorlar bilmiyorum sanki..."

"Sırası değil," dediğini duydum, sesi çatlamıştı. "Elimi falan bir yerine çarparım, lütfen..."

"Asıl sana lütfen," diyerek klipsi çözdüm ve sutyenin gevşemesiyle göğüslerinin vücudumda yayıldığını hissettim. Nefesi ciğerinde sıkışmış gibi garip bir ses çıkardı. "Kızım, ben bilmiyor muyum sanki zamanı olmadığını? Ama sana dayanamıyorum işte, deli oluyorum..."

Parmak eklemlerimi sırtına bastırarak bir diğer elimi bacağına uzattım. Pantolon vardı ve bacaklarına kolayca ulaşamıyordum. Gözlerimi kalçasına, bacaklarına indirdim ve parmağımı dizinin içine sürttüm. "Hayır," diye gülerek kucağımdan kalkmaya çalıştı, niyetimi anlamıştı.

"Buradan etkileniyordun değil mi?" Dizinin arkasını okşarken başımı önüme eğdim ve sırtındaki elimi ön tarafa, karnına kaydırdım. Mila'nın gözleri kocaman açıldı ve o gri bakışlar geri döndü. Hızlı nefesler almaya başlarken çillerinin altında bir kırmızılık göründü. "Daha önce hoşuna gitmişti Mila, yeniden yapalım."

Bu kadar açık konuşmam onu utandırmıştı. Atölyede yakınlaştığımızda bundan hoşlanmıştı, o zaman neden bir daha yapmayacaktık ki? "İyileş," diye fısıldadı, vaat dolu bir sesle. "Sonra." Yataktan çıkarken kaşlarımı çattım, çok geçmeden oda karardığında ışığı kapattığını anladım. Ben nefeslerimi düzene koyarken, "Bu gece senin hemşiren olayım mı?" diye sordu, sesinde utanç vardı.

Bu kez yatağın sağ tarafına, yanıma yerleşerek başını omzuma bıraktı. "Leo nerede?"

"Bahar Anne geldi bugün," dedi, sesinin rengi değişmişti. "Mustafa da. Behram, bana ev hediyesi olarak içinde oyuncak balıkları olan bir akvaryum almıştı, hatırlıyor musun? Mustafa Kemal ve Leo gün boyunca o akvaryumla oynadılar, sonra Bahar Anne giderken Mustafa, Leo da gelsin diye diretti." Düşünceli şekilde iç çekti. "Leo da benden hemen sıkıldı galiba, gitmek istedi Mustafa'yla. Bu gece sizde kalacaklar yani. Aslında baban kızar diye müsaade etmek istemedim ama Mustafa’yı biliyorsun, inatçı biraz..."

Babam, Leo ve onun Adem’le benzerliği... Babam Leo'yu görürse... Annem bunu nasıl düşünememişti?

Mila'nın da fark etmediği bu detayı çaktırmamak için yüz ifademi sabit tutarak başımı salladım. Gözlerimi açtığımda çarşafın diğer ucunu da kendi üzerine çektiğini gördüm. Burada pijamaları vardı ama sanırım üstünü değiştirmeyecekti. Elini göğsüme koyarak dudağını çillerin olduğu omzuma sürttü. Yanımda karanlıktan korkmamasının gururu ve mutluluğuna rağmen uzanıp yine de abajuru yaktım. "Endişelenme, onlar bir odaya girer çıkmazlar."

"Leo çok mutlu Hazer, baban onu üzmez değil mi?" Bu soruyu sorarken kötü hissettiğini anladım.

Üzebilir ama daha korkuncu, onu sevebilir; Âdem yerine koyabilirdi.

"Annem Leo'yla gerektiği şekilde ilgilenir, takma kafana."

Daha rahatlamış göründü ve parmak eklemlerini kalbime bastırdı. "Ben de sahaftan çıktım, aslında eve geçecektim ama ayaklarım beni buraya getirdi. Bu evimizin anahtarını da hep yanımda taşıyorum."

Ah, bebeğim. Evi ev yapan sensin, bir bilsen…

Bir anda neşelendim ve utanarak gülümsedim. "Şey, ben de senin evini anahtarını hep yanımda taşıyorum."

"Taşıyabilirsin tabii hayatım, senin de evin orası..."

Bu kızı sevmemek o kadar zor ki en imkânsızım olsa yine vurulurdum ona. Fedakâr, özverili, iyi kalpli, sadakatli, neşeli, becerikli… Hem çok seksi hem çok hanımefendi... Yutkunarak çenesinden tuttuğumda başını mahcupça bana kaldırdı. Gece lambası sağ olsun, o tatlı yüzünü görüyordum. Alnımı alnına sürterek altdudağından çaresiz, bitişi imkânsız olan aşkla öptüm.

Ve sevgilimin gümüş grisi gözlerinde güneşi gördüm.

🌓

"Hile yapıyorsun Behram, vallahi hile yapıyorsun."

Elimdeki Playstation kolunu koltuğa fırlatarak başımı ona çevirdim ve ters ters bakmaya başladım. Bir süredir Behram’la oyun oynuyorduk ve her defasında onun kazanması canımı sıkmaya başlamıştı. Onların evindeydim, bugün işe gitmiş ama erken ayrılmıştım. Sahafa geçip Safir'i almadan önce de Behram'ı görmek istediğim için onlara gelmiştim. Behram ve Gazel yüzümdeki morartıları görünce epey endişelenmişti. Onlara on kişinin bana saldırdığını söylemiştim. Karizmamın dağıldığı yeterdi.

Behram koltuğa fırlattığım kola baktı ve kahkaha atmaya başladı. "Mızıkçılık yapıyorsun," diyerek dirseğiyle koluma vurdu. Üzerinde beyaz bir tişört vardı, az önce sinirlenip üzerine limonata döktüğüm için rengi sararmıştı. "Kazanıyorum işte."

"Benim de karım olsa, bana şans öpücüğü verse ben de kazanırım," diyerek homurdandım.

Behram başını çevirip Gazel'e göz kırparken, "Evlenirsen senin de karın olabilir," dedi.

Hadi canım… Önümüzdeki uzun bir süre Mila'ya evlenme teklifi edecek cesareti bulamayacağımı hissediyordum. Reddedilmek kalbimi kırmıştı. Omzumu silkerek başımı önüme çevirirken, "Katılıyorum," diyen Gazel'in sesini işittim. "İlk siz tanışmanıza rağmen sona siz kaldınız."

"Hiç hatırlatma onu," diye ikisine de tip tip baktım.

"Safir'in öyle evlilik inancı pek yoktur," dedi Gazel, düşünceli şekilde. Sağ ol ya, bir de sen vur. "Yani... Ona göre birbirinizi sevin, mutlu olun, evli olmasanız da olur."

Hahaha. Güzel şaka.

"Çocuğun yüreğine indireceksin," dedi Behram, üzgünce Gazel'e bakarak.

"Yani bizlerin etrafında hiç iyi bir evlilik olmadığı, mutlu ailelerde yaşamadığımız için evliliğe karşı yatkınlığımız yoktu," dedi, sesi gerçekten bir şeyleri açıklamak ister gibiydi. "Nasıl anlatılır bilmiyorum, doğru kelimeleri bulamıyorum belki ama... Seni sevmemesiyle alakası yok, sana çok âşık."

"Biliyorum," dedim başımı önüme eğerek. Ben de ona çok âşığım. Onsuz elim tutmuyor, yemek yiyemiyorum. Uyku tutmuyor, uyuyamıyorum. O da benim gibi mi acaba? Bensizken kanatları tutmuyor, uçamıyor mu? "Şey... Ben de ona çok âşığım."

"Bir kere daha denesen," dedi Behram, eliyle omzumu sıkarak. "O teklifin üzerinden çok zaman geçti, artık ciddi bir ilişkiniz var."

"Hı, aynen. Mila da öyle yüzüme bakıp, Ne evlilik meraklısı çıktın Hazer, der artık."

Gülüştüklerinde gözlerimi devirdim ve kafamı arkaya yaslayıp bileğimdeki saate baktım. Mila'nın çıkış saatine az kalmıştı, ona bir sürpriz yapacağım için işten alacaktım ama haberi yoktu. "Hep kaybediyorsun, seninle oynamak sıkmaya başladı," dedi Behram, konuyu değiştirerek. Karısına dönerek eliyle yanına vurdu. "Gel, seninle oynayalım güzelim."

Gazel hevesli şekilde kalkıp Behram'ın diğer yanına otururken elmaşekerini ona uzattı. Behram kalan elmaşekerini kemirirken aklıma gelen şeyle doğruldum ve kenara attığım kola uzandım. Alıp Behram'a uzatırken, "Al," dedim hiçbir şey çaktırmadan. "Gazel'e ver, oynasın."

Tam onu kandırdığımı düşünüyordum ki kolu alırken, "Aklımda," diyerek bana sırıttı.

Ulan... Ona hırladığımda bir kahkaha daha savurarak karısına döndü ve konsolu ona vererek nasıl oynayacağından bahsetti. Onu yenerim sanmıştım ama Behram girdiğimiz ladesi bir türlü unutmuyordu; oysaki onu bale yaparken görmek hayatımın en büyük eğlencesi olabilirdi. Onlar oyuna dalarak birbirine utangaç gülüşler atarken keyiflerini hiç bozmadan doğruldum. "Kaçıyorum,” diyerek salondan çıktım.

“Bir süre gelme,” diyerek arkamdan bağırdı Behram.

Gözlerimi bir daha devirerek koridoru yürüdüm ve portmantodan ayakkabılarımı, askıdan ceketimi aldım. Üzerimde beyaz gömleğim vardı, kravatımı şirketten çıkarken çözüp omzuma atmıştım. Arabaya atlayıp ceketi koltuğa bıraktım ve gömleğimin üst birkaç düğmesini açarak dikiz aynasını düzelttim.

Sahafa vardığımda arabadan atladım ve Mila'ya daha güzel görünmek için sahafın camlarından kendime baktım. Gömleğimi, yakalarımı, saçlarımı düzeltip sahafın kapısına yaklaştığımda gözlerim direkt onu arayışa geçti. İçeride müşteri yoktu, tam çıkış saatinde gelmiştim. Birkaç çalışanı gördüm ve sonra havada dalgalanan saçlara kapıldım. Mila saçlarını ceketinin üzerine atarak bu tarafa döndü ve kendisine bir şeyler diyen çalışma arkadaşına nazikçe gülümsedi. Üzerinde ince, şeffaf ceket, altındaysa üzerinde H harfi olan bir tişört vardı. Yüksek bel kot pantolon giymişti. Kurdelesi gözüme çarptığında dudaklarımı iştahla yaladım ve Mila kapıyı açtığında yana kayarak karşısına geçtim.

"Selam bebeğim."

Şaşkınca kapıya yaslandığında dudağımın kenarını kıvırarak ona göz kırptım. Gözlerini üst üste kırpıştırıp sırtını kapıdan ayırdı ve beni görmenin şaşkınlığı, yerini bin ömre bedel bir tebessüme bıraktı. "Han," dedi, sahafın kapısını kapatarak bana gelirken. "Sen... nereden çıktın canım benim?"

"Canın mıyım gerçekten?"

Kıkırdadı ve bir an elini kolunu nereye koyacağını bilemeyerek yüzüme baktı. Elimi nazikçe yumuşak bel kıvrımına koyarak onu kendime yasladım ve yürümesi için teşvik ederken başımı eğip çilli yanağından öptüm. "Kız arkadaşımı işyerinden almak istedim."

"Çok iyi yaptın," derken yanakları güzel bir pembe rengine dönüştü.

Arabanın kapısını açarak onun koltuğa oturmasına yardımcı oldum. Kemerini bağlayıp kapıyı kapatmadan önce dizini okşadım. Şoför koltuğuna geçip oturduğumda kapıyı kapattım ve kendi kemerimi de takarak elimi onun dizine koydum. Safir'in güzel gözleri bana döndü ve heyecanlı şekilde yutkunup kafasını arkaya yasladı. Elini elimin üzerine koyarak, "Arabamı özlemişim," dedi. Üç gündür arabama binmediği için espri yapıyordu.

Başımı önüme eğip güldüm. "Arabam için benimle birlikte olduğunu biliyordum."

Utanmış gibi yaptı. "Yakalandım!"

Aracı çalıştırdım ve sokaktan ayrılarak ilk köşeden döndüm. Gelmeme çok mutlu olmuştu, hissedebiliyordum. "Günün nasıl geçti?"

"Havalar sıcak olduğu için insanlar sahafa pek uğramıyor, uğrasa bile sadece kitap alıp çıkıyor," dedi, sesinde beni elden ayaktan düşüren bir tını vardı. "Ben de müşterilerden çok kitaplarla ilgileniyorum."

"En sevdiğin kitap hangisi?"

"Mi amor, o kadar çok var ki…" dedi düşünceli şekilde. "Şiirleri romanlardan daha çok severim. Ama tabii bazı romanlar çok güzel. Gurur ve Önyargı[3] mesela, okudun mu sen?"

"Si," dedim. "Ama en sevdiğim kitap o değil."

"Peki hangisi?"

"En sevdiğim kitap hakkında düşünmedim."

"Neden ki?"

"Enlerim yok Mila, senden başka."

Hayatımda hep bir şeyleri kıyaslayıp en sonunda hiçbir şeyle kıyaslanamayacak kadar değerli bir şeye sahip olmuştum. Bana dönüp yüzümü izlemeye başladığında yolları karıştırmamak için bakışlarımı ona çeviremedim. Ona baktıktan sonra kafamı yerine toparlamam zaman alıyordu. "Eve gittiğimizi sanıyordum," dedi sorarcasına. "Doğrusu bu yollar da tanıdık geldi biraz."

"Al şunu." Gömleğimde asılı duran, çözülmüş kravatın uçlarından tuttum ve üzerimden çekip kucağına bıraktım. "Gözlerine bağla."

"Şimdi de kravat mı?" dedi şaşkınca. 

"Ne?" Dönüp kızaran yüzüne baktım ve sırıtmaya başladım. "Hayır be kızım, anladığın şekilde bir şeyden bahsetmiyorum. Ama bak, şimdi bunu aklıma soktun. Sen, ben, kravat?"

Kravatı alıp istediğim gibi gözlerine bağlarken elleri titremeye başladı. "Sen, benimle bir daha odaya girmemek?"

"Alfa," dedim gülümsemesini sağlamak için.

Kravatın altında kalan yüzü gevşedi ve parlatıcı sürdüğü dudakları kıvrıldı. Meraklı şekilde kıpırdanmaya başlamıştı. Gideceğimiz yere kadar onun heyecanını izledim.

Mila arabanın durduğunu fark edip kıpırdandığında kendimi dışarıya attım ve arabanın etrafını dolanıp onun kapısını açtım. Çantasını ve ceketimi koltukta bırakarak inmesi için ona yardımcı olurken güldüğünü gördüm. "Gülme, seni ceset gömmeye getirdim," dedim sırıtarak.

"Kimi öldürdün?" dedi, numaradan hayret ederken.

"Kerem'i."

Kıkırdadı ve parmakları gömleğimi avcunun içine aldı. Kolumu beline sararak kapıları kapattım ve onunla yolun karşısına geçtim. Mila hevesli, heyecanlı şekilde elini ileriye uzatıyor, nerede olduğunu anlamaya çalışıyordu. Sol taraftan döndüm ve onu yavaşça girişe yönlendirdim. Spor ayakkabılarının içindeki ayakları telaşla yürüyordu. Birkaç adım attıktan sonra onu durdurdum ve arkasına geçerek ellerimi omuzlarına koydum. "Kravatı indiriyorum."

Kravatın uçlarını çözdüm ve görüş alanından çekerek onu serbest bıraktım. Gözlerini yumruklarıyla ovuşturup başını kaldırdı ve yüzünü görmesem de ağzının bir karış açıldığına emin oldum. Dudaklarından ufak bir çığlık kaçtı ve lunaparkın içine doğru koşmaya başladı. Kravatı boynuma takarak onu takip ederken Mila heyecanla yerinde zıplayıp kahkahalarla bana döndü. "Ama bunlar bozuktu... Şimdi bu oyuncakların hepsi çalışıyor!"

Utandım ve elimi enseme götürüp kaşırken kahkahalarla dönüp oyuncaklara bakmasını izledim. Eski oyuncakların çalışmasına bu kadar mutlu olacağını bilseydim çok daha önceden yapardım. Yanına kadar yürüyüp onu kendime çevirdiğimde saçları yüzümü süpürdü ve ışıl ışıl gözleri gözlerime tutundu. "Burası bana dünyanın en büyük acılarından birini verdi," dedim o geceyi kastederek. Gözyaşlarına boğulduğum atlıkarıncalarının önüne baktı. "İlk öpüştüğümüz yerin, ilk dans ettiğimiz yerin böyle acı bir hatırayla kalmasını istemedim. Bu lunaparkı hatırlayacaksan... Sevdiğin gibi ışıl ışıl hatırla.”         

Ve onun da şimdi bu oyuncaklar gibi ışıl ışıl olduğunu söylemek istedim ama gözlerinin içine bakarken bu kez iltifat etmeye utandım. Birkaç gözyaşı kirpiklerinde kaldı ve coşkuyla boynuma atlayarak kollarını etrafıma sardı. Belinden tutarak ayaklarını yerden kestim ve başının arkasından tutarak ona sımsıkı sarıldım. Bu garip bir şeydi; onu göğsümde saklıyordum ama istediğim zaman karşıma alıp sarılabiliyordum da. "Sen benim bu hayatta verdiğim en doğru kararsın," diye soludu. "Tanrım, çalışıyor mu şimdi bu oyuncaklar?"

"Atlıkarıncalar bile çalışıyor," dedim, yüzünü öpmemek için dudaklarımı ısıra ısıra.

Oyuncaklara döndü ve parlayan atlıkarıncalara ilerledi. Elleri ağzındaydı, hâlâ hayret içindeydi. Göğsüm daraldı, kanatları kalbimi sıkıştırdı. Dans ettiğimiz, öpüştüğümüz, ağladığımız bu yere uzun uzun bakarak arkasından yaklaştım ve elinden nazikçe tuttum. "Binmek ister misin?"

Hevesli şekilde başını salladığında onu atlıkarıncaların olduğu tümseğe çıkarmak için merdivenlere yönelttim. Heyecanlı adımlarla basamakları çıktığında beyaz bir atlıkarıncanın üzerine oturması için yardımcı oldum. “Sen binmeyecek misin?"

"Kendimi... o sevimli atlıkarıncaların üzerine pek yakıştıramıyorum."

"Ah doğru, Ankaralı ruhun başkaldırıyor..."

"Hırr."

Parmağını dişlerinin arasında ezerek göz kırptığında kendimi atlıkarıncanın ortasından geçen silindire yasladım ve silindir onunla hareket etmemi ve birlikte dönerken onu izleyebilmemi sağlamıştı. Kendimle gurur duyduğum anlardan birini yaşıyordum. Onu mutlu etmiştim, o gülümsemeyi yüzüne ben koymuştum; bir başkası değil. "Dün bir karar vermiştim," dedi, gözlerimin içine bakarak. "Doğru bir karar olduğundan bir kez daha emin oldum."

"Ne kararı?"

"Duyman için dudaklarımın kilidini açman gerek."

Beni öpmen gerek diyordu.

Tek kaşımı kaldırdım ve bu teklife dünden razı şekilde elimi ona uzattım. Atlıkarınca da geriye kaçtı ve gülerek, "Öyle kolay değil aşkım," dedi.

Gülümseyerek sırtımı tekrardan demire yasladım, o nasıl isterse öyle olurdu. Diğer oyuncaklara da binmesini istiyordum, eğlenmek hakkıydı; çocukluğu oyuncakçı dükkânlarında geçmemişti. Atlıkarıncayla tekrar önümden geçerken gözlerinin bir başka heyecanla baktığını gördüm. "Gözlerini kapatırsan dudaklarımın kilidini açabilirsin."

"Körüm hatta ben," diyerek hızla gözlerimi kapattım ve yanıma gelip beni öpmesini bekledim.

Gözlerimi kapatsam da lunaparkın rengârenk ışık yansımalarını gözkapağımda hissediyordum. Mila herhangi bir şey demedi, aksine sessizleşti. Yutkundum ve öpmek için yanıma gelirken heyecanlandım. Kokusunu duyumsamak kalbimi daralttı ve onun melek kanatları içimde sıkıştı.

"Madem bu lunaparkı güzel hatırlamak istiyorsun..." Mila'nın konuştuğunu duyduğumda gözlerimi yavaşça açtım. Karşımda, hizamda görmeyi bekliyordum ama Mila'yı tek dizinin üzerine çökmüş halde bulduğumda hayatımın şaşkınlığını yaşadım. Bir an neler olduğunu anlayamadan gözlerimi kırpıştırdım. Mila başını kaldırdı ve içinde tektaş olan yüzük kutusunu açtı. Gümüşi gözler gözlerime kenetlendiğinde kalbim bir farkındalıkla kanat çırptı. Göğüs eşiğimden geçerken kırılmasından da mı korkmadın? O melek kanatlarını kalbimin içine nasıl sığdırdın?

"Benimle evlenir misin Hazer?”

BÖLÜM SONU.