0 %

Paragraf Yorumları

Yorumlar yükleniyor...

Yorum Yap

4. BÖLÜM

Yazı Boyutu
100%

Keyifli okumalar.🤍

4.BÖLÜM

“Hare, yavrucağım, senin neyin var böyle?" Büyücü kadın elindeki mumla yanıma geldi, benim gibi dört tarafı tahta olan camdan dışarıya baktı. "Birkaç gündür ağlıyorsun. Ormanda bir hayvanın mı öldü?"

Burnumu çektim. "Ağlamıyorum! Sen iyice bunadın, olmayan şeyler görüyorsun!"

Eli yanağıma değdi. Buruşuk ama pamuk kadar yumuşak olan eli. "Bunlar ne o zaman? De hele bana."

"Büyücü anne..." kollarımı dizimin etrafından çözdüm, yavaşça anneme doğru dönüp kalan gözyaşlarımı da kendim sildim. Eteğimin uçları oturduğum minderin etrafına dökülürken, büyücü kadının gözlerine baktım. "Sence ben çirkin miyim? Bana doğruyu söyle olur mu? Senin kızın olsam sen de beni bırakır mıydın? Sorun bende mi?"

Kafama sertçe, bir tane vurdu. "Bunlar ne biçim laflar böyle!"

"Bunak kadın!" Elimle onun vurduğu yeri ovuşturmaya başladım, bir yandan da hırçınca omuzlarımı diktim. "Vurup durma bana!"

"Sen çirkin değilsin Hare." Vurduğuna pişman mı olmuştu, sanki öyle olmuştu. Elini uzatıp benim elimi çekti, kendi eliyle başımı yavaşça ovuşturup omuzlarımda dalga dalga duran saçlarıma baktı. "Sen çok çok özel bir kadınsın. Annen ve atan o gece çok şanslıydılar ama bilgisizlerdi kızım. Sen iblis değilsin, lanetli değilsin, hasta hiç değilsin! Yalnızca Tanrım sana bizden daha fazla özenmiş, seni çok şanslı kılmış. Kiminin kalbine daha çok özenir, kiminin yüreğine, kiminin eline, kiminin saçına... Sen çok güzel bir kadınsın, kimse saçının rengi farklı diye çirkin doğmuş olmaz. Ayrıca sen hatayı neden kendinde arıyorsun?" Saçlarımı daha bir merhametle okşuyordu, bu bunak yaşlandıkça daha duygusal oluyordu. "Şimdi senin geyiğim gebe olsa, onun da bir geyiği doğsa, rengi de attım... yeşil olsa, sen onu öldürür müsün?"

Ona kızmaya başladım. "Hayatta öldürmem!"

"Bak kızım, demek ki neymiş; senin bir kabahatin yokmuş. Bunca yıldır sandığımız gibiyse, ailen sırf farklı olduğun için seni bu kapının önüne bıraktıysa bu onların günahı. Tanrı da onların kalplerini pek eşsiz yaratmış, yoksa kim çocuğunu terk eder ki!"

Doğru diyordu, büyücü kadın doğru diyordu. Kollarımı onun beline doğru dolayıp başımı göğsüne yavaşça koydum. "Yani onlara acımayayım mı?"

"Acıma tabi! Onlar sana acıdı mı? Bak Hare, bu dünyada her şey ol ama zalime affedici olma yavrum."

Doğru, onlar zalimdi, neden bağışlayacaktım ki? Benden sonraki evlatlarıyla mesutlardı, fakat öyle kalmamalılardı. Günahlarının bedeli olmalıydı, acı çekmelilerdi. Kim evladına bunu yaşattıktan sonra mutlu olmayı hak ederdi ki? Buna katiyen müsaade edemezdim. Yanağımı bunağın göğsünden kaldırdım ve çilek toplama bahanesiyle evden çıktım.

Başıma siyah örtümü çekip obanın yolunu tuttum.

Okumu yanıma almadım, insanların dikkatini çekiyordu.

Geyiğim bu kez yanımda değildi, bir kere de arkadaşlarıyla oynayabilirdi. Kıyafetim ıslanmasın diye nehirden geçmedim, asma köprüye ilerleyip üzerinde yavaşça yürüdüm. Civarda başka bir insan yoktu, nefes alan canlı çoktu ama benim gibisi yoktu. Gözyaşlarımı bir çırpıda silip önüme gelen tüm saçlarımı ittim, bir kişinin dahi görmesini engelleyip asma köprüyü yürüdüm. Köprünün sonuna gelince indim, darlık bir alandan geçip obaya yaklaştım. Kuş, kelebek sesleri geride kalmıştı, burada dere ve çocuk sesleri vardı.

Obaya gelip aile saadetlerini izliyordum.

Bu, zahmetsiz ölümlerden herhangi birisiydi.

Anam ve atam benim aksime, benden sonraki kızlarını pek bir seviyorlardı.

Eteğimi hafifçe kaldırıp uçlarının yere değmesini engelledikten sonra derenin yanında çamaşır çitileyen iki kadının yanından geçip yokuşu çıktım. Yaklaştıkça kendimi biraz daha örttüm, bir ağacın gölgesi altına geçip obadaki tek tük evlerden birisine baktım. Tahta, küçücük bir evdi. Bir kere bizim büyülü ev daha büyüktü! O küçük kız derenin önündeydi, elindeki bir şeyi yiyordu. Atasıyla abisi yoktu ama annesi camdan onu izliyordu.

Siz görürsünüz...

Elbet göreceksiniz beni elinizin tersiyle itmenin ne olduğunu.

Bir hışımda ardıma tekrar dönüp ayaklarımı hızlı hızlı vurmaya başladım. Elimin birisini örtüme götürdüm ki açılırsa derhal düzelteyim. Az önceki derenin yanından geçip ağaçların sıkılaşmaya başladığı yere ilerlerken, bir genç adamın elindeki dalı oyduğunu gördüm. Büyücü annem erkeklere dikkat etmem gerektiğini söylemişti, bu yüzden soytarının dikkatini çekmeden hızlı hızlı yürüdüm. İki adım daha atmıştım ki, "Pişt," diye seslendiğini duyup hadsizliğine kaş çattım. Başım önümdeydi, gözlerim görünmesin diye. "Seni bir iki kez daha gördüm, pek sık geçiyorsun herhalde buradan?"

Ses etmedim, ona dönsem belki o da gözlerimi görüp arkasına bakmadan kaçardı; çünkü lanetli olduğumu düşünürdü. Tanıştığım tek erkek Victor'du ve öyle kalmasını istiyordum, bir haydutla daha uğraşamazdım. Ayaklarımı yere daha sert vurup ilerlerken, adım seslerinin yaklaştığını duyup sabır çektim. Hadsiz!

Bir anda önümdeki boşluğa doğru zıplayınca başımı biraz daha eğdim, gözlerimi görmesinden değil de hastalıklı olduğumu düşünüp insanlara benden bahsetmesinden korkuyordum. Genç adam deri, uzun çizmelerinin içinde bana yaklaştı. "Kaldır kafanı kız, utanma."

Ne aptaldı, utandığımı mı düşünüyordu? Neden birisine bakmaktan utanacaktım ki, birine bakmak kabahat miydi? Bir kez daha sabır çekerek kendini bilmez budalanın yanından geçecekken, yana kayıp bir daha önüme geçti. "Gel, şöyle ağacın arkasına geçelim." Başını bana doğru eğdiğini fark edince göğsüne bir ok atmak istedim. Victor bile bana böyle yaklaşmamıştı canım! "Eteğini kaldırırsın, ben de pantolonumu..."

Ne? Eteğimi mi kaldıracaktım? Neden ki? Bu adam... galiba çok kötü şeylerden bahsediyordu, soyunmanın neresi iyi olabilirdi ki? Onu tanımıyordum bile! Bacaklarımı göstermezdim, ne kadar ayıptı! Tam ona gidip belasını bulmasını söyleyecektim ki bir erkek sesinin, "N'oluyor orada?" dediğini duydum. "Benedict, yine bir hanımefendiyi mi rahatsız ediyorsun!"

Kendimi geriye attım, başımı kaldırıp kimin geldiğine bakamıyordum ama daha önce duymadığım bir erkek sesiydi. Adı batasıca Benedict benden uzaklaşıp arkasını döndü, ilerideki diğer gence baktı. Onun da ayağında deri çizmeler vardı, elinde bir ok tutuyordu. "İşime karışma Dora."

Dora mı?

Kendimi tutamadım, başımı bir anda yukarıya doğru kaldırdım. Bu ismi iki gün evvelinden, atam olacak erkeğin ağzından duymuştum. On beş yaşındaki delikanlı oğluna Dora, diye seslenmişti. Benedict'in, önümden çekilip bana yol vermesi gerektiğini ima eden bizzat benim kardeşimdi. Yüzünü ilk kez bu kadar yakından görüyordum, pek yağız, pek esmerdi. Gür saçları vardı, ağaç yeşili gözlerinde de rengi. Büyücünün dediği gibi Tanrı kardeşimle de özenle ilgilenmişti. Ben ona bakarken, o sert sert Benedict'e bakarak, "Çekil kadının yolundan," dedi, her an ileriye atılacakmış gibi görünüyordu. Gözlerimi ondan, aynı ananın karnında yaşadığımız çocuktan ayıramıyordum. "Ben sana demedim mi bir daha kadınları rahatsız etme burada!"

"Dora, kadının belki rızası vardır. Bak, sen daha küçüksün, on altı yaşındasın, pek bir şeyden haberin yok. Kadın ve erkek arasında belli münasebetler vardır, anlarsın ya... Hadi, sen yoluna bak, biz de işimize bakalım..."

Dora elindeki oku kaldırdı, karşımdaki kendini bilmez ite hizaladı. "Üçe kadar sayıyorum. Bir, iki..."

"Canın cehenneme!" diye bağırdı Benedict ve üç olmadan yanımdan geçip gitti.

Derhal başımı eğdim.

Kardeşim, ablası olduğundan habersizce beni kollamıştı.

"Haysiyetsiz herif," diye kızdı kardeşim, Benedict'e.

Elimle keten eteğimi kuvvetle sıkarken sesimi bulup konuşamadım. Konuşmasını da çemkirmesini de iyi bilirdim ama sanki dilim boğazıma dolanmıştı. Aynı ananın karnından doğmuşsam ne olmuştu ki, ben onların umurlarında değildim. Dora'nın elindeki okla bana doğru iki karış geldiğini görünce, nasıl bir yer olduğunu merak ettiğim kalbimin içinde bir şeyler değişti. "Buradan böyle kadın başına geçme, it çakal çok."

Başımı kaldırmamam, onunla göz teması kurmamam belki hiç hoş değildi ama varsın Benedict gibi beni utangaç bilsindi, gözlerimi görmesindi. Kafamı iki kez salladığımda, bu genç adam kenara geçip yürümem için bana yol verdi. Sanki bacaklarımda bir sürü bir sürü ağırlık vardı, ileriye giderken dizlerim aksıyordu. Muhtemelen minnetimi ifade etmem gerekliydi ama yapamıyordum, o çocuk hiçbir şeyimmiş gibi davranamıyordum.

Onu gerimde bıraktım ve asma köprüye kadar aralıksız koştum.

Köprüye gelince etrafıma bakındım, kimsenin olmadığını görünce şalı omuzlarımdan indirip çok sevdiğim saçlarımı özgür bıraktım. Akşam olunca doğanın teslim olduğu rüzgâr saçlarıma doğru esti ve gözlerimi yaşarttı. Ellerimi asma köprünün halatlarına geçirdim ve yönümü rüzgâra dönüp batan güneşe baktım.

"Benim... Diğer kardeşlerimden ne... farkım vardı? Saçlarım, gözlerim böyle olduğu için... sevgisizliği mi hak ediyordum?"

Onlar yalnızca beni değil, Tanrı'yı da sevgisiz bırakmışlardı. Dünyaya böyle geldiğim için Tanrı'ya da sitem etmişlerdi, başlarına gelen her şey müstahaktı.

"Size çektireceğim ve beni dışladığınız... bir lanet olarak gördüğünüz için Tanrı'da bana yardım edecek."

Asma köprüde koştum ve tahtalar ayağımın altında sallanırken karşıya geçtim. Gün batmadan büyülü evimize ulaştım, kapıyı tam üç kez çaldım. İçeriye girmeden önce ağacın gölgesinde uzanan geyiğime el salladım ve cadı beni eve alırken nerede olduğumu sorup durdu.

"Kendime büyü yaptım! Cehenneme kadar gidip geldim, bir bakayım nasıl bir yermiş dedim! Şimdi cehennemi görünce akıllandığımı sanacaksın ama akıllanmadım, artık daha da utanmaz olacağım!"

Beni merdivenlere doğru kovalarken, "Sen Tanrı'dan belanı mı arıyorsun?" Diyerek kızdı. Koşmaya mecali yoktu, ben odama varırken o ancak üç basamak çıkmıştı. "Cehenneme gitmiş de gelmiş de akıllanmamış da... Sen gerçekten cehenneme git de göreyim seni!"

Kapımı örttüm ve dört ayaklı yatağıma geçip ucuna oturdum. Şalı çekip attım, hıçkırıklarımı tutamadan ağlamaya başladım. Onlar benim öfkemi dahi hak etmiyorken benim gözyaşlarımı akıtmam benliğime ihanetti. Ne oluyordu, bu ne acizlikti! Uzandım ve yenileri akacakken gözyaşlarımı sildim, sonra gülümseyip burnumu çektim.

"Sen neden ağlayıp duruyorsun Hare, ben sana ağlamayı bile öğretmedim ki."

"Onlara günlerini göstereceğim," dedim ve sedirimin, pamuk yorganımın üzerine doğru uzandım. Bunak gelip yatağımın kenarına oturdu, bembeyaz olmuş saçları gözlerimin önüne geldi. Omzumu sıkıp sevgi dolu gözleriyle bana baktı. "Bir şey mi oldu ceylan gözlüm, al kızım?"

"Kalp nasıl bir yer bunak? Oraya bir şey oldu sanki."

"Oku yanlışlıkla kalbine mi vurdun yoksa yine?"

"Ihıh."

Bana bir daha kalbime ne olduğunu sordu, ben de bilmediğimi söyledim. Sahi, kalbime ne olmuştu?

Bana, yeni pişirdiği çorbadan getireceğini söyleyip odamdan çıktığında elimi yanağımın altına koydum ve dört köşeli, küçük camdan gökyüzüne baktım. Gökyüzüne kim mavi dediyse yalan söylüyordu, görmüyorlar mıydı, şimdi adeta portakal rengindeydi gökyüzü. Yanağımı kuş tüyümden yastığıma sürterken bir ses duyup başımı hafifçe kaldırdım. Sesler dışarıdan geliyordu, obadakiler yine eğlence mi yapıyordu?

"Eğlenceniz batsın..."

Acaba o vicdansızlar da eğlencenin içindeler midir?

Odamın tahta kapısı ittirildi, büyücü kadın elinde bir kaseyle içeriye girdi. Artık ağır aksak yürüyor, çabuk yoruluyordu. Tekrar yatağımın kenarına oturup kaseyi bana uzattığında avuçlarından alıp, "Sağ ol," dedim yumuşakça. Kaseyi bir avucumda tuttum, diğer elimle de tahta kaşığı. "Bu ne çorbası?"

"Isırgan otu çorbası."

"Öğk."

"Tanrı seni taş edecek, taş..."

Omzumu silktim ve burnumu çekip pek sevmesem de büyücü annem benim için yaptığından dolayı çorbayı kaşıklamaya başladım. Rengi de yeşildi, bu rengi seviyordum. Çorbayı içerken büyücü annem uzanıp bir daha saçlarımı okşadı. "Pek bir uzadılar."

"Evet, o haydutun boynuna yılan gibi dolayacaktım bu saçlarımı da vazgeçtim..."

"Ne haydutu?"

Victor.

Omzumu bir daha silkip kaşığı ona uzattım, avuçlarımdaki güveci ağzımın hizasına kaldırdım ve tepeme dikip içmeye başladım. Çorbayı saniyeler içinde bitirip ağzımı da elimin tersiyle sildikten sonra kaseyi ona uzattım. "Afferin," deyip kalktı ve belini tuta tuta kapıya ilerledi.

"Bunak," diye seslendim arkasından.

"Bak hele," diye kızdı bana.

"Seni seviyorum."

Bir şey demedi, odamdan çıktı, kesin yine bir büyü karıştıracaktı. Sürekli değişik büyüler yapıyordu, ormandan adını bilmediğim otlar topluyordu. O gidince yatağıma kıvrıldım ama obanın içindeki çalgı çengi, eğlence seslerini duyuyordum. Arada bir böyle eğlenceler yapıyor, sefa sürüyorlardı. İçki bile içiyorlarmış, büyücü annem o yüzden bana oraya gitmememi emretmişti.

Bu kez gidecektim.

Ailemin bensiz nasıl eğlendiğini görecektim.

Bu kini hissetmeye ihtiyacım vardı.

Günü geldiğinde onlara hiç acımamaya ihtiyacım vardı.

Büyücü kadın birazdan uyuyakalırdı, zaten gün ağarırken uyanıyor, çok geç olmadan da uykuya dalıyordu. Beni görürse izin vermezdi, bu eğlencelere öyle sahipsiz gidilmez derdi. Ben giderdim işte! Kendime başımı sallayıp camdan dışarısını biraz daha izledim ve sonra kalkıp kendime siyah bir etek seçtim; karanlıkta daha iyi kaybolabilirdim. Siyah örtümü de alıp kızıl saçlarıma örttüm, saçlarımın uçlarını gömleğin içine sokup önümü iyice kapattım. Mumu söndürüp odamın kapısını açtım, yavaşça dışarıya sızdım. Basamakları parmak uçlarımda indim ve mum ışığının aydınlattığı odada cadımı aradım. Sedirin üzerinde yatıyordu, üzerine bir de battaniye örtmüştü. Onun yanına varıp aklar düşen saçlarını okşadım. "Keşke onların ömürlerinden alıp sana verebilsem cadı anne."

Onlar beni sokağa atmışken bu yalnız, kimsesiz kadın bakmıştı bana. Benim için süt bulmuştu, aş bulmuştu, beş ve sıfır yaşında benim için didinmişti. Banyo yaptırmıştı, aş pişirmişti. Bana koşmasını da öğretmişti savaşmasını da.

Tanrı'm lütfen, lütfen onların ömürlerinden alıp anneminkine koy.

Doğruldum ve ayaklarıma takılmasın diye eteğimin uçlarını kaldırıp ilerledim. Evin içindeki mumları söndürdüm, birisini yanıma aldım, yanmaya devam edip evi tutuştururlarsa vay halimizeydi. Şöminenin önünden de okumu aldım. Tahta kapıyı çok sessizce açtım ve eşikteki ayakkabılarımı giyindikten sonra kapıyı aynı sessizlikte kapattım. Elimdeki mumla ilerleyip bir asırlık ağacın yanındaki geyiğime baktım, uzanıp elimle başını okşadım. "Hadi geyiğim, alageyiğim, gel."

Başını sevgiyle elime yatırdı.

Kimisi bu gece vaktinde ormanda olmaktan pek korkardı ama ben korkmuyordum, burası adeta benim yuvam olmuştu. Taşı toprağı hep benimdi. Bu uğultulara, rüzgârın tenime vurmasına alışkındım. Eteklerim otlara sürtünürken, alageyiğim peşime düşüp benimle asma köprüye kadar yürüdü. Köprüden biraz korkuyordu, bu yüzden eğilip boynuzlarını okşadım. "Korkma geyiğim. Hiçbir şeyden korkma. Korkarsan seni bu okla vururum!"

Doğrulup aska köprüden geçince çalıların oraya vardık. Eğlencenin sesini şimdi daha çok duyuyordum, erkekler kahkaha atıyordu. Pek mesut görünüyorlardı. Elimdeki mumu düşürmemeye dikkat ettim, yoksa karanlıkta kaybolabilirdim. Bir elimle de ağaç dallarını itip eğlenceye az daha yaklaştım, gövdemi bir ağacın arkasına saklayıp birkaç adım ilerimdeki eğlenceye baktım. Bu sefer ki o kadar büyük bir eğlence değildi, gördüğüm kadarıyla da yalnız erkekler vardı. Bir tahta masanın etrafını sarmış, ellerindeki bardakları kaldırıyor, ne demekse şerefe, diyorlardı. Birkaç atı ağacın yanına bağlamışlardı, o atlardan birinin arkasında bir kadınla bir adamın gülüştüğünü gördüm.

Hii, napıyorlardı ki?

Meraklı gözlerimle onlara bakmaya devam ettim ve daha gürültülü bir kahkaha duyunca başımı yine çevirdim. Masanın başında oturan adam yanındaki adamla bir şeye gülüyordu. Gözlerimi masanın diğer taraflarında gezdirdim, babamı veya oğlan kardeşimi aradım; ikisi de yoktu. Tüh, boşuna mı gelmiştim! Ailemi, onların saadetini görüp az daha nefret ederim diye gelmiştim. O zaman içim hiç de soğumazdı. Başımı eğiyordum ki masayı ziyaret eden gözlerim bir yabancı erkekle karşılaştı ve göğsüm kaygıyla çarptı. Adam şerefe, diyerek kaldırdığı kadehi masaya koyup elini bana kaldırdı, gel, dercesine bir hareket yaptı.

"Kaç geyiğim!"

Bir anda geyiğimin boynuzlarına vurdum ve elimdeki muma dikkat ederek arkamı döndüm. Adını bile bilmediğim soytarının dur haykırışını duydum ama salak değildim herhalde, durmadım. Bir elimle de eteğimi tutarak karanlıkta, çalıların arkasından koşmaya çabaladım. Elimde hem mum vardı, hem de eteğimi tutuyordum; bu sebepten çok zorlanıyordum. O serserinin peşime düştüğünü, masadan daha başka kahkahaların yükseldiğini duyunca telaşa kapıldım. Okum neredeyse elimden düşecekti, bir hal çaresini bulmam lazımdı. Geyiğimin ıksırarak arkasını döndüğünü görünce, onu kendime çekmek için arkamı döndüm ve aynı anda belimde bir çift kol hissedip çığlık attım. Vücudum havada uçtu, kısacık bir vakit sonraysa sertçe yere fırlatıldı. Dizlerimin ve ellerimin üzerinde yere kapaklanırken, beni yere fırlatan pisliğin geyiğime de tekme attığını gördüm. Geyiğim geriye düştü ve ellerim yumruk oldu, dizlerimle avuçlarımın acısı neredeyse gözlerimi doldurdu.

"Nereye?" dedi adam, yanımda, ayakta durarak. Çizmelerini görüyordum, yerden toz kalkıyordu. Beni, sefa sürdükleri masanın önüne doğru atmıştı, oradakiler hâlâ kahkaha atmaya devam ediyor, bir atsa kişniyordu. "Eğlencemize katılmaz mıydın?"

Bu haydutla mücadele edemezdim. Güçlüysem de salak değildim, bir değil, on tane herif vardı burada. Geyiğime ilerlemek için hafifçe doğruldum, onu alıp gitmem gerekliydi. Kalkıp adamın suratını dağıtsam nolurdu, beni yine fırlatırdı. Üstelik okum da elimden düşmüştü. Uzanıp alabilsem belki... Dizlerim üzerinde hafifçe ilerlemeye yeltendiğimde, adam ayağını getirip yerdeki yumruğuma bastırdı. Çığlık atmamak için dilimi ısırdım. "Konuşsana kadın!" Kelimeleri söylerken dili zor dönüyordu. "Dilsiz misin?"

"Öyle de keyfi olmaz," dedi masada kahkaha atan heriflerden birisi. Bardak tokuşturma sesleri geldi. "Bunu becerirken çığlığını duymak istersin."

"Az önce bağırdın," dedi adam, dizlerini kırıp yanıma eğilirken.

Çenemi tutmaya cüret etti, başımı hafifçe arkaya itti. Neyse ki karanlıkta gözlerimin rengini sandığım kadar göremezdi, kahve gibi görünürdü ona ancak. Pis pis güldü, sarı dişleri vardı. Ona bakınca neden kalbim hızlı atmamıştı, hani birisinin gözlerine bakınca insanın kalbi hızlı atıyordu? Ağzını açıyordu ki boğazımda biriktirdiğim tükürüğü suratına fırlatıp haykırdım. "Siktir gitin çocuğu!"

Adam hafifçe irkildi, dönüp arkadaşlarına baktı. "Bu hakareti daha önce hiç duymamıştım!"

Adamlar da kahkahaları arasından bunu onayladı. "Biz de."

Rüyamda görmüştüm. Victor rüyamda böyle pis konuşmuştu.

Adamın yüzü henüz o tarafa bakarken ellerimi geriye çektim ve dizlerim üzerinden hızla doğruldum. Şalımı tekrar başıma örtüp kaçmaya yeltenirken adam da kalktığımı fark edip bu tarafa döndü ve hızla doğruldu. "Çıkar şu örtünü, gel..."

Uzaklardan ama çok da uzaklardan değil... bir ses duydum, sonra masada oturan adamların kahkahası kesildi ve birisi, "Frank," diye seslendi.

Zannımca karşımdaki adam Frank'tı, ben gerilerken üzerime yürüyordu. Başımı hafifçe yana yatırıp korkumu belli etmeden geyiğime baktım, yerden doğrulmaya çalışıyordu. Canım geyiğim, bir kalksa gelip beni kurtarırdı. Frank elini bana bir daha uzatıp başımdaki siyah örtüyü çektiğinde saçlarım yüzüme döküldü ve Frank bakışlarını saçlarıma kaydırıp kaşlarını çattı. "Sen..."

Onun şaşkınlığından yararlanıp hissettiğim bu yabancı duygularla beraber arkamı döndüm ama yoluma çıkmış bir at görünce neye uğradığımı şaşırdım. Saçlarım rüzgârda uğursuzca boynuma dolanırken, önümdeki beyaz at kişnedi ve Victor elinde bir kılıçla beraber atın üzerinden indi. Ellerim hızla eteğimi bıraktı ve vücudum hiç hareket edemedi, Victor yanımdan geçip Frank'a ulaştı. Bedenim yaşadıklarıma uyum sağlamaya çalışırken, iri iri açılmış gözlerimle tanıştığım ilk insanı takip ettim. Deri çizmelerinin içinde ilerleyip ayakları üzerinde gerileyen Frank'a ulaştı ve kılıcı havaya kaldırdı, bir saniye sonra o kılıç Frank'ın elinden geçti; eli kopup havaya uçtu.

Frank hayatımda duyduğum en acılı çığlığı attı.

Sonra sesi soluğu kesildi.

Atlar kişneyip ormanın içine koştu. Bir adım geriye gittim ve vücudum arkamdaki beyaz ata çarparken, Victor'un hiç durmadan ilerideki masaya ilerlediğini gördüm. Masadaki kişiler doğrulmuş, korku ve hayretle Victor'a bakıyordu. Bir ikisi arkasına bile bakmadan kaçmaya başladıklarında Victor elindeki kanlı kılıcı kaldırdı ve tam masanın ortasına sapladı. "Beyler," dedi, tınısına kadar hatırladığım sert sesiyle. "Eğlence bitti. Tabi ölmeyi istemiyorsanız."

Masadakiler önce dönüp birbirine baktı, lakin hiçbirinin kalmaya niyeti olmadığını ben bile hissediyordum. Sonra birbirlerine işaret vererek arkalarını dönüp kaçmaya başladılar, ormanın içinde kayboldular. Çakalların uluma sesini duydum, sanki benim de kalbimin içinde bir at sürüsü koşuyordu. Victor kılıcı sapladığı masadan geri çekerek tekrar arkasına döndü ve yerde, gözleri kapalı olan Frank'a baktı.

Az ötede, ağacın gövdesine yaslanan adamla kadının da üstlerini düzeltip hızla kaçıştığını gördüm. Vay canına! Herkesi bir parçacık vakitte dağıtmıştı, bizden başka kimse kalmamıştı. Başımı çevirdim, korkarak geyiğime doğru koşmaya başladım. Ah eğer şaşırmasaydım, bu kadar insanı bir arada görüp ne yapacağımı bilememiş olmasaydım o hayduta gününü gösterirdim. Hızla geyiğimin yanına eğilip, "Alageyiğim," dedim fısıltıyla. Ellerimle karanlıkla onun gövdesini yokladım, o da toynakları üzerinde durmaya çalışarak bana yaklaştı. Yaşadığını, iyi olduğunu görünce gülümsedim. "Victor bana bırakmadan senin intikamını aldı geyiğim."

Doğruldum ve saçlarım gecenin ayazında yüzüme uçuşurken, Victor'un kılıcını elinde çevirerek benden tarafa döndüğünü gördüm. Onu gördüğüm o talihsiz günün üzerinden on küsür gün geçmişti, henüz şimdi karşımdaydı. Üzerinde o gün gördüğümden çok da farklı olmayan keten bir gömleği vardı, altında da bir pantolon ve uzun deri çizmeleri. Gömleğinin dikişleri kopmuştu herhalde, yakası bağrı açıktı. Genişçe omuzları onu iri yarı gösteriyordu. Ben de onun bana ilerleyişinden daha bir cesaret alarak ileriye çıktım, önce elindeki kanlı kılıca, sonra yaklaştıkça belli olan kapkara gözlerine baktım. O daha ağzını açıp iki kelam etmeden, "Derhal," dedim ayağımı yere sertçe vurarak. "Nasıl böyle kılıç kullanıldığını bana öğretiyorsun!"

BÖLÜM SONU.